Sunday, December 10, 2006

KİTAPLAR ÜZERİNE ELEŞTİRİLER




Sabah- Kitap Eki, 26 Mayıs 2010

Orhan Koçak,

Sosyolojik Geziler

Yaşar Çabuklu, Postmodern Toplumdan Kesitler, Paloma Yayınevi, 2010, 152 s.

Yaşar Çabuklu'nun önceki kitaplarını sevmiş olanlar bu son kitabında da umduklarını bulacaklar: Geç modern (1980 sonrası) hayatın bazı problem olgularına düzenlenen sosyolojik geziler. Gezi programında ünlü ve ünsüz otoritelerin katıldığı konferans ve hızlandırılmış kurslar da var. Problem dedim, ama cep telefonu birçoğumuz için artık bir mesele olmaktan çıkmış, varlığının farkına bile varmadığımız bir protez organ haline gelmiştir (henüz varlığımızın tamamını bir iletişim cihazına çevirmemişse eğer). IKEA'dan "kendin yap" (evde montaj) eşyası alan orta sınıf ailelerin o "kendi kişisel mekânını yaratma" efsanesine mi inandığı yoksa asıl dertlerinin başkalarından geri kalmamak mı olduğu belki sadece sosyologları ilgilendiren bir soru olabilir; biz bunların ikisini birden yaptığımıza inanıyor ve aslında ikisini de pek düşünmüyoruzdur. Çoğumuzun "jip" dediği SUV veya "4x4" binek arabaları hâlâ bazılarımızda nefret, bazılarımızdaysa imrenme doğuruyor olabilir; ama herhalde çoğumuzun dikkatini ancak dar şehir-içi yolları tıkadıklarında çekiyorlardır (demek sık sık). "Ekoturizm" belki bu gazetenin okurlarının yüzde 80'ini bile "ney?" dedirtecek bir terimdir; buna karşılık pek çoğumuzun Prozac (veya bir muadil "anti-depresan", en azından uyku ilacı) kullanan bir yakını vardır. "Kapalı (duvarlı, bekçili) yerleşmeler" herkeste "korkunun mimarisi" gibi bir çağrışım yaratmayabilir; ama muhtemelen orada oturanlar kadar, dışarıda kalanlarda da "güvenlik" ve dolayısıyla "korkuyla" ilgili güçlü hisler uyandırıyorlardır. 13-15 yaşlarındaki çocuğumuza bakıp "bu oğlan (bu kız) adam olmaz!" dediğimiz olmuştur; Çabuklu'nun başka sosyologları izleyerek "X Kuşağı" diye adlandırdığı gençlerin büyük kısmınınsa böyle diyecek bir ana-babası bile olmamıştır belki. Bütün bu farklı olgular (psikolojik, teknolojik, mimari, tıbbi, farmakolojik), Çabuklu'nun anlatımında, tarihsel bir sosyolojinin problem alanlarına, eleştiri nesnelerine dönüşüyorlar.

Tarihsel bir sosyoloji, çünkü Çabuklu bizi götürdüğü her problem bölgesine üçlü bir zaman şemasıyla yaklaşıyor: Önce, sonra, daha sonra. Ya da Çabuklu'nun kullandığı terimlerle, "modern-öncesi", "modern" ve "modern-sonrası". Modern-öncesi, bir tamlık deneyimi (isteklerle araçlar arasındaki uygunluk) olarak beliriyor Çabuklu'da. Bir somutluk ve dolaysızlık (hatta yalansızlık, problemsizlik) yaşantısı. Sonra modernleşmeyle birlikte bu denge bozuluyor, hız artıyor, somutluğun yerini soyutluk, doğrudanlığın yerini dolaylılık almaya başlıyor; bütünlük parçalanırken farklı hayat sektörleri arasındaki sınırlar belirginleşiyor, uzmanlaşma gelişiyor. Ama modern hayat da bir süre sonra kendi dengesini kuruyor ve bu denge 19. yüzyıl sonlarından (bazı yerlerde de 2. Dünya Savaşı sonundan) 1970'lere kadar devam ediyor. Daha sonra modernin kendi gergin dengesi de bozuluyor; 1980'lerden başlayarak hız (genel olarak hız, hayatın hızı) daha da artıyor; moderndeki sınırlar muğlâklaşıp geçirgenleşiyor, soyutla somut arasındaki fark da anlamsızlaşmaya başlıyor: Postmodern çağdayız.

Bu şemanın kendisi problemli bulunabilir, özellikle modernöncesini bir tamlık (ve dolayısıyla mutluluk) deneyimi olarak kurguluyan yaklaşım. Ama Çabuklu'nun asıl amacı geçmişi analiz etmek değil. Geçmiş, sadece bir öykülemeyi başlatmaya yarayan bir tür "ısınma hareketidir" burada; veya bugünün farkını belirginleştirecek bir kıyas noktası: "Kapitalizm gelişmeden önce ev ve çalışma mekânları birbirinden ayrılmamıştı..." Ya da: "Eski cemaatlerde aynı yerde yaşayan insanlar arasındaki iletişim yüzyüze ilişkiler temelinde gerçekleşirdi..." Çabuklu'yu asıl ilgilendiren hareket de, bu türden başlangıç cümlelerinde bir varsayım olarak benimsenen bütünlük, denge ve uyumun bozulmasıyla başlamıştır. Ama işte burada daha önemli bir eleştiri noktası da ortaya çıkar. Çabuklu, modern toplumun zaman anlayışının çizgisel (ya da doğrusal) olduğunu belirtiyor: Hep aynı düzenlilikle ileriye doğru akan bir zaman (kıyas noktası da herhalde modern-öncesinin döngüsel/mevsimsel zaman anlayışı olmalıdır). Ama yukardaki şemayla kendisi de o eleştirdiği doğrusal zaman anlayışının içinde kalıyor: önce'den başlayıp daha sonra'ya doğru ilerleyen bir tarih. Bunun hesaba katmadığı şey, zamanın geriye dönük, "retroaktif" etkinliğidir: Geçmişe ait sayılan birçok şey sonradan kurgulanmış, icat edilmiştir. Bunun bir örneği, cep telefonu bölümündeki "rol" bahsinden verilebilir. Çabuklu'ya göre, modern dönemin mekâna bağlı telefonları (ev ve ofis) konuşan kişinin kimliğini de belirliyordu: evden konuşurken ev sesiyle, işten konuşurken iş sesiyle konuşmak. Ama mobil telefonla bu belirlenim ortadan kalktı: "kişi bir yerde bir rolü ifa ederken başka birinden gelen bir cep araması sonucu başka bir rol oynamak durumunda kalabiliyordu. Roller arasındaki sınırlar çok daha akışkan hale gelmişti... postmodern toplumun esnek bireyi, roller, kimlikler arasındaki geçişlerde, rol çatışmalarını yönetmekte ustalaşmıştı." Tabii, mobilin de sabitin de öncesinde, yüzyüze iletişimle belirlenen o bölünmez, "hakiki" kimlik vardı, "sahici rol". Ama bu ilerleyen öyküyü geriye doğru okumak da mümkündür, sebep sonuç ilişkisini ters çevirerek. "Kimlik" diye bir kurgu, ancak kimlikler arasındaki gidiş gelişin hızlanması ve böylece kimliklerin de rollere tahviliyle ortaya çıkmıştır. Ve en baştaki o sabit, sahici kimliğin de "hayat" veya "karakter" yerine bir "kimlik" olarak kurgulanması ancak sonradan, kimlik ve rol fikirlerinin belirmesiyle mümkün olmuştur. Böyle birçok şey ancak yitirildikten sonra ad kazanır, bir "olgu" haline gelir.

Ama bunlar kitabın temel meselesi açısından "minör" sorunlar sayılabilir. Çabuklu'nun asıl mesajı, postmodern kapitalizm çağında hayatın hemen her alanının "sömürgeleştirilmesidir." Sömürgeleştirme burada sadece sonucuna (bir "kazanç kapısı" haline getirmek) indirgenemez. Kolonizasyon teriminin bütün safhalarıyla birlikte alınmalıdır: daha önce "boş" ya da "vahşi" olan bir yerin (bir şeyin, bir hayat kesitinin) çerçevelenmesi, tanımlanması, haritalanması, iskan edilmesi, kullanıma açılması, sermayenin kendini değerlendireceği bir iş alanına dönüştürülmesi. Burada mekânsal, maddi ve somut olandan zamansal, manevi ve soyut olana doğru bir ilerleme görülür. Eskiden sadece toprak ve maddi kaynak iskan edilir, sömürgeleştirilirdi. Bu yayılma kendi maddi sınırına dayanmaya başladığında zaman ve deneyim gibi daha soyut, maddesiz şeylerin de etrafı çitlerle çevrilmeye başlandı. Öte yandan, Çabuklu bu kolonizasyonun tökezleme ve kaçaklarını da vurguluyor. Kötü adamlar kadar kahramanlar ve iyi adamlarla da karşılaştığımız bir gezi bu; sömürgeleştirmeye direnen "yeni vahşilerin" ortaya çıktığı kriz anlarına da tanık oluyoruz. (Bu açıdan kitabın bence en güçlü bölümü, "Uyku ve Uykusuzluk".)

Ve bütün hızlı gezilerde olduğu gibi, biraz yorgun ama zihinsel olarak epeyce tazelenmiş bir halde dönüyoruz evimize, kıpımızda bu seyahatten önce İKEA'dan ısmarladığımız yassı eşya paketlerini bulmak üzere.





Radikal- Kitap Eki
Yaşar Çabuklu, Bedenin Farklı Halleri-Kanat Kitap, 2006
Kadın bedeninin grotesk halleri
20. yüzyılın teknolojik boyutundan payını alan beden, sadece mekanik değil genetik ve biyolojik alanlardaki buluşlarla da dönüştürülüyor. Beden üzerine yazılmış kitaplara göz atmanın tam vakti
01/12/2006
HANDE ÖĞÜT
"Bedenimi çözümlemeye ve yeniden tasarlamaya çalışıyorum." Don DeLillo, Beden Sanatçısı Romanlarını 'modern paranoya' ve Soğuk Savaş sonrası Amerikan toplumundaki korku kültü üzerine kuran Don DeLillo Beden Sanatçısı'nda, bedenin sınırlarına meydan okuyan, onu muradınca yeniden tasarlayan beden sanatçısı Lauren Harkte'nin beden-edimsel dünyasını anlatır. Hayatının bir gösteri alanı, gösterinin de hayatına dönüştüğü performanslarında, kadınlığını öyle güçlü ve gizemli biçimde sunar ki bedeni bir imkân olarak, her iki cinsiyeti ve bir yığın adsız durumu, yani ara ve müphem cinsiyetleri, modernizmin ötekilediği ucubik ve grotesk biçimleri kapsar. Performansları için kendini baştan aşağı değiştirir Lauren, tıpkı çağımızın en özgün beden sanatçısı Orlan gibi. Carnal Art olarak adlandırdığı sanatsal performanslarında, erkek iktidarının güzellik kavramını ve modern batı toplumlarında kadın öznenin kuruluşunu eleştirmek için bir dizi estetik ameliyatla vücudunu ve yüzünü yeniden biçimlendiren Orlan'ın hayatı da kısa süre sonra beyazperdeye yansıyacak. Filmlerinde et ile metalin içrekliğini, teknolojinin bedene içkinliğini eleştirel ve bilimkurgusal bir yaklaşımla işleyen David Cronenberg'in 'Painkillers' filminde Orlan, kendisini 'oynayacak'. Hoş, beden bir sanat eserine dönüştürüldüğünde yeni bir oyun da kurulmuş oluyor zaten. İngiliz yazar Antonia Susan Byatt 'Beden Sanatı' öyküsünde bir hastanenin kadın hastalıkları koğuşunda, bedenine, kürtajlardan artakalan embriyonları ve türlü 'iğrenç' ifrazatı iliştirerek performanslar sergileyen Daisy Whimple'ı anlatır. İşleri gerçek bir acıyı, insanın maruz kaldığı incinmenin gerçek duygusunu ve kadın bedenini tehdit eden şeyleri işaret eder. Eğer bir insan hayatını anlamak ve iyi yaşamak istiyorsa, kendisi bizzat bedenle ilgilenmelidir, Daisy'ye göre. Byatt'ın Küçük Kara Hikâyeler Kitabı'ndaki diğer öyküler de irkiltici güçlerini, tensel yaralara, yarıklara, bedensel tekinsizliklere, fiziksel dönüşümlere yani grotesk olana borçludur. Bedenin bölümlerine ve işlevlerine ilişkin sonraki kuşakların edebiyat bilimcilerinin 'canavarca' bulacağı katalogları birbirine teğelleyen Rabelias'tan günümüze, grotesk ve farklı bedenlerdeki çekicilik, tenin kırılma noktaları, protezin et ile iç içeliği edebiyatın vazgeçilmez temalarından biri olmuştur. Çünkü bedenin anlam bilimi, bedensel imgeler, bedensel yaşamın tiyatrosu kavramlarını irdeleyerek 'karnaval' kuramını bütünleyen Bakhtin'e göre, dil dışı bir gerçeklik olan beden, grotesk imge yoluyla anlam birimine dönüştürülür. Groteskin ayırdedici özelliği, bedeni de dünyayı da varlık olarak değil, varoluş süreci olarak, dönüşüm süreci olarak temsil etmesidir. Marx'ın da vurguladığı gibi toplum, bedenlerimizin sürekli ve düzenli olarak yeniden üretimi ve onların sosyal mekânlara dağılımı olmaksızın yaşayamaz. Hobbescu düşünce de toplumun sürekliliğini, bedenlerin, mülkiyetin ve iktidarın sürekliliğine bağlar.
Sanatsal bir platform Beden her tarihsel dönemeçte iktidarların hegemoni altına aldığı, araçsallaştırdığı bir göstergedir ve belki de günümüzdeki kimi karşı çıkışlara kadar, iktidarın yönettiği bir alan olmak dışına çıkamamıştır. Foucault'nun saptamalarına koşut olarak, Barthes da, bedenin değişmez olmadığını, tersine, tarih, toplumsallık ve ideolojiler bağlamında dönüştüğünü öne sürer. Bedeni, iktidar alanının dışına taşıyan edebi bir türdür grotesk ve Bakhtinyen karnaval kuramı. Zira karnavalın merkezine yerleşen beden imgesinde, insan varlığının en mutlak sınırları ihlal edilir, tüm hiyerarşi ve kurallar tepetaklak edilir. DeLillo ve Byatt'a benzer biçimde Joyce Carol Oates da bedenlere ve bedenlerinin ürettiği salgılara duyulan tiksintiyi (abjection) yabancılaştırma yoluyla sağaltır eserlerinde. 'İllet' adlı öyküsü, sanatın hem insan bedeni hem de sanatın corpus'u üzerinde oluşan sosyal baskıların tümüne karşı olması gerektiğini savunan Carnal Art'a göndermelerle doludur. Bedeni örümcek ağı gibi sarılmış kanlı sümüğümsü yaralar, kıvrılmış kurtçuklara benzeyen koyu pıhtılarla doğan kahramanımız, bedenini bir sergi alanına dönüştürür, yaralarını tuvaller üzerine akıtarak sergiler açar. Bir illetten sanat çıkartır o, ama bu daha ziyade ilkel geçmişe, insanın içindeki vahşi güdülere bir göndermedir. Lombroso'nun da belirttiği gibi bedensel süsler, sadece atavistik değildir, özü bakımından kendini bozma, hatta kendini hapsetme formudur. Sanatsal bir platform, bir savaş alanı, güvenli bir sığınak, kültürel ve cinsel bir dönüşüm imkânı, teknolojik bir yatırım aracı ya da siyasi iktidarların düzenlerini sürdürdükleri bir boş tahta... Dövme ve piercing'lerle süslemeye, bireyselleştirmeye çalıştığımız içsel evimiz, ruhumuzun gümüşi zırhı... Farabi'nin dediği gibi ruhun manevi olgunlaşmasını sağlayan bir vasıta, belki de Milan Kundera'nın yazdığı gibi rastlantısal ve kişisel olmayan bir şey; insanın ruhunu dışarı yansıtan ayna... Deleuze'e göreyse her zaman şimdiki-ân'da varolan bir yapı; bir tür oluş felsefesinin aracı ve kuşkusuz binlerce kez fethedilse dahi hâlâ bakir bir keşif alanı, pek çok romanın başkahramanı; Gogol'ün ünlü 'Burun' öyküsünden bu yana...
Tanrıça yerine siborg kadın Michel Hollebecq'in Paltform'u, Catherine Breillat'nın Pornokrasi'si, Alain Sevestre'nin Slip'i, Catherine Clemeson'un Mahrem İlişki'si, Hanif Kureishi'nin Beden'i, Virgin Despentes'nin İkiz Yaşamlar'ı Richard Morgieve'in Senin Bedenin adlı romanları ve kendi bedeniyle suç ve cinsel geçmişini kesiştiren Jean Genet'nin tüm eserleri insan bedenini romanların başkişisi haline getiren kitaplar. Bu bedenler ki ne ruhsal ne bedensel dünyalara aitler artık, organik, mekanik, genetik ve çiğ ettirler sadece. Etin bastırılması, yok edilmesi ya da dönüşümünü yansılarlar. Cinsel dönüşüm ise bedenin olanaklarını araştıran Virginia Woolf başta olmak üzere, Michel Tournier, Ursula LeGuin, Chuck Palahniuk, Anja Meulenbelt ve Colette'in eserlerinin yanı sıra Türk edebiyatının da ilgi duyduğu bir tema. Şinasi'den Nâmık Kemal'e, Şemseddin Sami'den Ahmed Mithat'a, Hüseyin Rahmi'den Halide Edip'e ve Elif Şafak'a dek pek çok yazar romanlarında 'cinsiyet ikamesi' üzerinde durur. Batılı yaşamın burjuva normlarına uyum sağlamaya çalışan erkek kendisi için bir kimlik ararken bu yeni kimliğe cevap verebilecek nitelikte modern bir karşı cins ihtiyacı hisseder. Ancak kadın ile erkeğin, mahrem bir ilişki çerçevesinde bir araya gelmesi imkânsız olduğu için rollerini, doğrusu cinsiyetlerini değiştirirler. Bu anlamda, Luce Irigaray'ın, Nietzsche'nin Deniz Aşığı adlı kitabından sonra dilimize çevrilen Ben Sen Biz: Farklılık Kültürüne Doğru adlı incelemesi kayda değerdir. Bir cinsiyetin, diğer cinsiyet tarafından tekelci bir kullanım, temsil ve mübadele hakkını eleştiren ve eleştirisine, kendi bedenine duyduğu özsevgi ve öz-temsille ilgili fenomenolojik düşüncelerini katan Irigaray, Helene Cixous ve Julia Kristeva ile beraber fallus-merkezci ve logos-merkezci Batı düşüncesine ve yapısalcılığa eleştiri getiren ve kadın yazısını geliştiren psikanalist feministlerin en önemlilerinden. Egemen fallik ekonomiden çıkılmadığı sürece 'biz' olunamayacağını savunan Irigaray kadınlara, bedenlerine uygun bir biçimsel mantık önerirken eril özneyi de kendisini cinsiyetli özneler arasında mübadele edilebilecek bir beden olarak yeniden tanımlamaya davet eder: "Sorun, uygarlıklarımızın cinselliği hâlâ bir patoloji, bir kusur, hayvansallığın bir kalıntısı olarak görüp görmediği ya da cinselliğe en sonunda insani kültürel statüsünü tanımak konusunda yeterince olgunlaşıp olgunlaşmadığı sorunudur. Bu dönüşüm ise ancak tüm mübadele araçlarının ve dilin cinsiyetli boyutunun evrimiyle gerçekleşebilir." Ben Sen Biz 'de, kadınların hak, iş, dil, din alanlarında erkeklerin uygarlaşmış başlarını oluşturduğu doğal bedenler olmamalarının belirli yolları ve yöntemleri üzerinde duran Irigaray, tanrıçaların olmadığı bir dünya arzular, tıpkı "Tanrıça olmaktansa siborg olmayı yeğlerim," diyen Donna Haraway gibi...
Kadının kanlı evi Teknolojinin bedeni biçimlendirdiği ve tümden bir yabancılaşma yaşadığımız bu çağda hepimiz birer siborg değil miyiz zaten? Kumandası iktidarın elinde olan, onun tarafından yaratılan, yönlendirilen! 20. yüzyılın teknolojik gelişiminden ve özellikle de onun mikroelektronik boyutundan payını alan beden, sadece mekanik değil genetik ve biyolojik alanlardaki buluşlarla da biteviye dönüştürülüyor. Deşifre olmuş, muhalefet özünü yitirmiş, geç kapitalizmin piyasa gereklerine uyarlanmış, metalaştırılmış bedenin tarihinin izini sürerek son dönemin mikro anlayışıyla parçalanan bedenin bütünlüklü formülünü kurmaya çalıştığı Toplumsalın Sınırında Beden'in ardından, Bedenin Farklı Halleri'nde yine insanlığın ilk dönemlerinden itibaren kurcalanan, parçalanan, kategorize edilen bedenin, günümüz postmodern toplumunda aldığı şekillerin ve beden algısındaki farklılıkların izinden gidiyor Yaşar Çabuklu. Sadece modernliğin üniter olarak örgütlenmiş ulus imgesini sarsmakla kalmayıp, üniter olarak kurulmuş bedenini de parçalayan postmodern toplumda kimliklerin yanı sıra bedenin de, her an değiştirilebilir, üzerinde oynanabilir, esnek bir nitelik kazandığını sabitliklerin sarsıldığını akışkan hale geldiğini belirten Çabuklu, histeri, menopoz, adet kanaması, nemfomani, klitoral orgazm gibi kadına içrek kavramları, pek çok kuramcının referansı çevresinde ele alarak ne denli titiz bir 'aktarıcı' olduğunu gösterirken yorumunu kadınsı alan içinden kuruşuyla da takdire şayan bir tavır sergiliyor. Çabuklu, Bedenin Halleri'nde aslında kadın bedenini, kadınsılaştırılarak aşağılanan bedenleri anlatıyor bize. Çünkü Batı'da 17. yüzyıldan itibaren bedenden uzaklaşıp yüksek zihinsel faaliyetlere önem veren eril söylem, bedeni kadına özgü aşağı bir yer olarak kurmaya yönelir. Kamusal mekân erkeğe ait görünürken kadına düşen özel yer, bedendir. Ve kadın ya dört duvar arasına, ya bir örtünün altına ya da kendi bedeni içine hapsedilir.
Kendini yaralayan kadınlar Kitabın Sapkınlıktan Bağımlılığa: Nemfomani, Modernliğin Yarattığı Öteki: Ucube ve Protez başlıklı enfes yazılarının yanı sıra en ilginç makalesi Kendini Kesme ve Beden Modifikasyonu'nda, kendini yaralayan kadınların edimlerinin, eril tıbbın aksine patolojik bir vaka değil, bir tür gerçekleşim çabası olduğuna değinir Çabuklu: "Bedeninin kesmeden hemen önce kadında hissizlik, gerçeklik yitimi, geri çekilme, küskünlük, depresiflik, zihinsel karmaşa gibi ruh halleri egemenken kendini kesme sırasındaki fiziksel duyum, kadını yatıştırır ve ona gerçeklik hissi verir. Kendi bedeninin kesme, kadının içsel kaosuyla baş etme, onu kontrol altına alma biçimi olarak ortaya çıkar." Öz yaralama, kadının kendisini ifade etmesine imkân tanımayan eril dile karşı öz-bedeninin dilidir; duyguların kesme edimiyle, kan aracılığıyla ifade bulduğu bir dildir. Erkekliğin dışa sızıntı yapan, düşkün bir beden olarak kurmak istediği kadın bedeni, kendi hakikatine ancak kendi bedensel yerinin ona sağladığı olanaklarla ulaşabilmektedir. Kesilen ve kanı akıtılan beden bir imkândır çünkü cevap verebilmektedir. Ve bu kanla yazılan cevaplar, Helene Cixous'nun dediği gibi hesaplanamayan bedenlerin geleceğini doğuracak, halen düşünülemeyen, başka bir düşünüş, tüm toplumların işleyişini dönüştürecektir.







Varlık, Aralık 2006/1191

Bülent Usta

Yaşar Çabuklu, Bedenin Farklı Halleri, Kanat Kitap, 2006

Beden, Arapçada ilk, başlangıç anlamına gelmektedir. Her iktidar da önce bedenden başlar kendisini kurmak için. İnsanı, ruh ve beden olarak birbirinden ayırarak hükmetmek isteyen güçler, Foucault’un Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde dile getirdiği gibi ruhun politik bir anatomi sonucunda bedenin hapishanesi olarak belirmesini sağlamıştır. Foucault’da kendi çalışmalarında öncelikle beden kavramına yer vermiş ve çağdaş felsefenin günümüzde temel uğraş alanlarından birisine dönüşmesi konusunda etkide bulunmuştur.

Aslında beden kavramını radikal anlamda dönüşüme uğratan ve felsefenin en önemli alanlarından birisi haline getiren Nietzsche’dir. Nietzsche “Beden”i, Hegel gibi insanın yolculuğunda taşıması gereken bir yük olarak değil de, kendi iktidarı için savaşan insanın kalesi olarak görmüştür. Zaten sosyalizasyon (toplumsallaşma) dediğimiz şey, bedenin diğer bedenlerle karşılaştığı bir iktidar mücadelesi değil midir?

“Beden” denilince akla ilk gelen konulardan biri ister istemez cinsellik olmaktadır. Bugün “beden” üzerine çalışmalar yürüten düşünürler, öncelikle cinsellik üzerinden hareket etmektedirler. Çünkü cinsellik, “beden” üzerinde yürütülen iktidar savaşlarının en görünür olanlarındandır. Yaşar Çabuklu’nun son kitabı Bedenin Farklı Halleri, cinselliğin, iktidarların bir savaş alanı haline getirdiği insan bedenindeki anlamlarını ve insanlık tarihinin ilk dönemlerinden günümüze kadar geçirdiği değişimi ele alıyor. Çabuklu , daha önce yayımlanmış yedi, ve bu kitapla birlikte ilk kez yayımlanan dokuz denemesiyle, cinselliğin beden algısının geçirdiği değişimlerle ilişkisini bize çarpıcı örneklerle sunmayı amaçlamış.

Bedenin Farklı Halleri , üç ana bölümden oluşuyor.İlk bölüm, kadın hastalıkları ve sapkınlıklarına ayrılmış. Histeri, menopoz, nemfomani, orgazm, adet kanaması ve beden modifikasyonu gibi konulara ayrılmış denemelerden oluşan bu bölüm , okurları şaşırtacak ilginç örnekler ve bilgilerle dolu. Örneğin “histeri”, 19. yy’ın son çeyreğinde tıp söylemine bir kadın hastalığı olarak girmiş. Üstelik doktorlar, histerinin ortaya çıkışını, kadınların yüksek öğrenim görme ve meslek edinme çabalarıyla ilişkilendirebilmiştir. Kadınların o yıllarda eğitim görme ve meslek sahibi olma istençlerini bu şekilde bir hastalığa bağlayarak etkisizleştirme çabası, bugün bize komik gelebilen bir ayrıntı olarak ele alınabilir, ama o yıllarda bir gerçekti ve bilimin bir iktidar aracı olarak kullanılabilmesi açısından iyi bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.

O yıllarda erkek egemenliğindeki tıp biliminin, kadın bedeni üzerinde geliştirdiği benzer söylemlere “menopoz” konusunda da rastlayabiliyoruz. 19.yy’ın sonlarında kadınlığın sona erdiği bir süreç olarak ele alınan menopozu geciktirmek için , bilimin kadınlara öğüdünün “mastürbasyon yapmayın ya da aşk romanları okumayın” şeklinde olduğunu öğreniyoruz bu kitaptan.

Kitabın ikinci bölümü, “Ara, Geçişli, Melez Haller” başlığı altında Queer teori, bulaşıcı hastalıklar, öteki olarak ucube ve cinsellikte protezin kullanılması gibi konulara ayrılmış. Bu bölümde cinselliğin toplumsal ve siyasi görünümleri ele alınıyor. Özellikle Queer (Türkçesi: acayip, tuhaf, anormal) hakkındaki deneme , ikinci bölümün en önemli yazıları arasında. Queer teori modernliğn dayattığı erkek/kadın , Heteroseksüel/homoseksüel, vb. ikilikleri sorgular, bu ikilikler arasında bir tarafın yüceltilebilirken diğerinin aşağılanmasının sonuçları ve nedenleri üzerine kafa yorar. Focault’nun çalışmalarında da cinselliğin doğal olmaktan çok iktidar söylemi tarafından inşa edildiği ortaya konulmuştu. Çabuklu, Queer teori hakkındaki yazısında , ikili karşıtlığı kabullenen muhalefetin karşıtına benzeme tehlikesini taşımasından bahsediyor ve Queer teori etrafında sürdürülen bu tartışmaların yeni muhalif hareketler ve yaklaşımlar açısından önemi üzerinde duruyor. Postanarşizmin Queer teoriye ilgisinden de bahseden çabuklu Saul Newman’ın Lacan’ı postanarşist bağlamda yeniden yorumlaması ve merkezsizleştirilmiş kimlik meselesi etrafında yaşanan tartışmalar hakkında da bize çıkış noktaları sunuyor.

Kitabın üçüncü bölümü ise, daha çok erkek cinselliğinden bahseden denemelere ayrılmış. “Eril Tamlık ‘Sapkınlık’, ‘Kırılganlık” başlığını taşıyan bu bölümde, iktidarsızlık , sakatlık, mazohizm, mastürbasyon, ve teşhircilik gibi konular ele alınmış. Viagra ilacının 90’larda erkeklerin cinsel yaşamını nasıl etkilediğinden ve iktidarsızlık üzerine yaşanan tartışmaların psikolojiden kimyaya nasıl evrildiğinden bahsediyor Çabuklu.

Cinselliğin aile ve üreme ile sınırlandırıldığı modernliğin mastürbasyona karşı duyduğu öfke ve korkunun ne tür biyo-politik denetlemeleri yaratabildiğine tanık olmak, bir başka şaşırtıcı konu olarak karşımıza çıkıyor. Erkek vücudunun teşhirine 18.yy öncesindeki eserlerde çok sık rastlanırken, yavaş yavaş ortadan kaybolmasını ise, modernliğin homofobik yanıyla ilişkilendiren Çabuklu’nun ortaya attığı tezler , okurlara farklı bakış açıları sunmakla kalmayıp, cinselliğin yasaklarla ve gizlerle dolu ilginç dünyasında da bir gezintiye çıkarıyor.

Değişen sadece toplumsal kurumlar, algılar, araçlar değil, bedenlerimize yüklediğimiz anlamlar ve cinsel hayatımız da değişti, değişiyor. Yaşadığımız dünyaya dair farkındalığımızı arttırmaya yardımcı olacak olan bu denemelerin , başka fikirleri ve tartışmaları da peşinden sürükleyerek kışkırtması kaçınılmaz.







Virgül, sayı 94, Nisan 2006


Karşıt kavramları sorgulamak

NAZLI ZEYNEP ERGÜVEN

Yaşar Çabuklu
Uzam ve Kötülük
Everest Yayınları, 2006, 186 s.

İkili karşıtlıklar (kadın/erkek, Doğu/Batı, iç/dış) üzerine temellenen modernlik, hiyerarşik bir toplum yaratmıştır. Modernlikte hiyerarşik düzen rasyonel akla hizmet ederken, öteki’nin varlığını dışsallaştırarak bir anlamda reddeder. Postmodernizm ise ikili karşıtlıklar arasındaki keskin sınır çizgilerini “bulanıklaştırarak,” karşıtlıkların birbirine nüfuz etmesini sağlar. Bu tavır önceleri olumlu gözükse de, modern sonrasının egemen
güçleri kendi çıkarları doğrultusunda –üstelik gittikçe sertleşen tutumlarıyla– hareket etmeye başlayınca işin rengi değişecektir. Yaşar Çabuklu da Uzam ve Kötülükadlı kitabında modernliğin öteki’si ile postmodernin dönüştürdüğü öteki kavramını uzam ve kötülük bağlamında değerlendiriyor.

Aydınlanmanın yücelttiği akıl, “erkek aklıdır” ve erkek, kamusal uzamda kendini var eder. Aşağıladığı “beden” ise kadına aittir ve kadının yeri evidir. Çabuklu, uzam ve yer ayrımını belirginleştirirken modernliğin kodlarını deşifre eder. Yazar modernliğin, tikeli aynılaştırıp “standartlaştırma”ya hizmet ettiğini belirtir. Bu standartlaştırmanın vücut bulduğu kamusal uzam “bedensiz, rasyonel, formel, objektifleştirilmiştir.” Erkek kendi
bedeninin sınırlarını çizerek uzamla arasına mesafe koyar. Kadın bedeni ise “geçirgendir”. “Hastalık taşıyan, sıvıların” hâkim olduğu bedenin eve kapatılmasıyla, bir anlamda tehlike uzaklaştırılacaktır. Eve kapatılan, gündelik hayatın sınırları dahilinde yaşama hakkı tanınan “kadın”ı öteki olarak ifşa eden modernlik, benzer uygulamayı, denetim altında tutulması gereken diğer “öteki”ler (suçlular, fahişeler, eşcinseller) için de gerçekleştirecektir.

Feminist düşünce, ikili karşıtlıkların altında yatan nedenleri toplumsal cinsiyetle bağdaştırarak bu ayrımların, getirilen sınırların bir kurgudan ibaret olduğuna dikkat çeker. Fakat bu sınırların “belirsizleşmesi,” tikelin önem kazanması, ancak “kitle kültürünün güçlenip,” gündelik hayatın ticari bir değer taşımaya başlamasıyla mümkün olacaktır. Böylece üretim kültüründen tüketim kültürüne geçilirken, yeni değer yargıları ortaya çıkacaktır.

Postmodern toplum, modernin “öteki” olarak atfettiğini tüketim alanı içine çeker ve faydacı bir zihniyet sergiler. Tüketim alanını tehdit eden yoksullar ve göçmenler ise “öteki”dir artık. Teknolojinin sağladığı hız ve sanal ortam yüzünden sınırların eski “katılığını” yitirmesi, üçüncü dünya ülkeleri, göçmenler ve yoksullar için geçerli değildir. Böylece günümüzde süregelen çifte standart, terörün dölyatağını besleyecektir.

Çabuklu’nun kitapta vurguladığı şudur: Esas olan “öteki”yle yüzleşmek değil, kendi içimizde barındırdığımız “ötekiyle yüzleşebilme cesaretini gösterebilmektir. Dışsallaştırdığımızı içselleştirmeden, ikili karşıtlıkların “katı, keskin sınırlarını” muhafaza ettiğimiz sürece, tekinsizin içimize zerk ettiği korku devam edecektir. Yakın bir geçmişte, Avrupa’daki gettolarda yaşayan yoksul ve göçmenlerin, göz ardı edilip bastırılmış olmaktan ötürü kendiliğinden patlak veren isyanını bu doğrultuda düşündüğümüzde, yazarın ısrarla altını çizdiği sorun daha anlamlı gelecektir. “Kötülük” bölümündeki denemeler de benzer bağlamda ele alındığında, “Uzam”daki denemelerle bir bütünlük arz eder.

Çabuklu, şiddet kavramını, Girard’ın Şiddet ve Kutsal kitabındaki görüşlerden yola çıkarak inceliyor. “Modern toplumda uygarlığın şiddetten arındırıldığı” görüşü, insanlığın kendini aklamaya çalıştığı beyhude bir çabadan ibarettir. Girard ve Bauman gibi düşünürlerin de desteklediği bu anlayışa Çabuklu da katılır. Şiddetin anlaşılmasına destek veren diğer bir kavram da hınçtır (ressentiment). Nietzsche’nin, Hıristiyan ahlakını açımlamak için kullandığı bu kavramı, Scheler burjuva ahlakı üzerine oturtur. Hınç, Scheler’in deyişiyle bilincin zehirlenmesidir. “Bastırılmış olanın intikam, haset olarak ortaya çıkması,” bizi yine “öteki” ile yüzleşmeye davet eder. Çabuklu bu bölümde ayrıca kötülüğün uzamla ilişkisini, linç etmenin altında yatan sosyolojik ve psikolojik nedenleri değerlendiriyor. Yazarın ortaya koyduğu saptamalar, son günlerde islam dünyasında yaşanan şiddetin tüm boyutlarıyla açıklığa kavuşması açısından büyük önem taşıyor.

Uzam ve Kötülük’te Yaşar Çabuklu, çapraz okumalarını rafine bir üslupla dile getirerek, zor kavramları anlaşılır bir düzleme taşıyor. Görünen o ki, daha uzun yıllar bu kavramları incelemek zorunda kalacağız.


















Radikal- Kitap Eki

UZAM VE KÖTÜLÜK Yaşar Çabuklu, Everest Yayınları, 2006, 186 sayfa
Herkesin bir ötekisi var
Yaşar Çabuklu, modern ve postmodern dönemleri inceliyor. Postmodernizm hedeflediği çoğulculuğa karşın kendi ötekisini yaratmakta gecikmedi
17/02/2006

EKİN KADİR SELÇUK

Yaşar Çabuklu çıkardığı beşinci deneme kitabında da hedefe 'modernlik' ve 'postmodernliği' yerleştiriyor. Bu iki olguya yönelik eleştirilerinde ise uzam ve kötülük Çabuklu'nun derinlemesine incelediği konular. Kitaptaki denemeler daha önce Virgül, Birikim, Kara Mecmua gibi dergilerde yayımlandı. Yazar iki başlık altında topladığı denemelerinin ilk bölümünde modernliğin kamusal-özel, akıl-duygu, tekin-tekinsiz gibi ikiliklerinden yola çıkıyor. Modern anlayışta uzam, kamusal-özel olarak ayrılmıştır. Kamusal alan politikanın, ticaretin, sanatın kısaca 'yüksek' faaliyetlerin alanıdır. Kamusal alanın hâkimi ise rasyonellikle özdeşleştirilen erkektir. Faaliyetlerin 'öngörülebilir' olduğu kamusal alan kendisini 'öteki'yle birlikte kurar. 'Öteki' öncelikle kadındır. Gözünü sistemlere, 'bütün'e diken modernlik için gündelik hayat önemsizdir. Özel alan kadınla ilişkilendirilir: "Kamusal alandan dışlanan kadınlar modernliğin önemsiz bulduğu özel hayat alanına sıkıştırılmak isteniyordu. Evrensel olan erkeğe, gündelik olan kadına aitti! Gündelik hayat formel olmayanın bedensel, duygusal olanın alanı olarak kabul ediliyordu. Modernliğin eril sosyolojisi esas olarak erkek alanlarını, iktidar yapılarını, devleti, ekonomiyi, sosyal sınıfları incelemeye girişecek, 'aklın çerçeve içine almakta zorlandığı' gündelik, uçucu, tekinsiz, kadınsal alanlarla ilgilenmeyecekti." Modernliğin anlayışıyla 'ikili' olarak tarif edilen uzam aynı zamanda 'sabit'ti. Kendini ötekiyle var eden modernlik toplum üzerindeki kontrolünü okul, fabrika, hapishane gibi yapılar aracılığıyla sağlıyordu. Ev ise özel alana hapsedilen ve 'tekinsiz' görülen kadının disiplin altına alındığı mekândı. İkiliklerin ortadan kalktığı, 'bütüncül' değil 'parçalı' postmodern zamanlarda uzamda nasıl bir değişime gidilmişti peki? Toplum disiplin altına alınması gereken bir bütün değil miydi artık? Yazar, 'yer-olmayanlar' başlıklı denemesinde Gilles Deleuze'den yaptığı alıntıyla yeni dönemi 'disiplin toplumundan kontrol toplumuna geçiş' olarak tariflendiriyor: "Yeni gündem, toplumun esnek bir kontrol ağı içerisinde sınırsız bir tüketime yönlendirilmesiydi. İnsanların bir arada bulunduğu kamusal yerler, bireylerin başkalarıyla sosyal bir ilişki kurmadan, sadece kişisel tüketimiyle, hazzıyla, narsisizmiyle baş başa kalabileceği yerler olarak düzenlenecekti." Kendini ikilikler, karşıtlıklar, 'ya o ya bu' üzerinden kuran modernliğin aksine çoğulculuğu esas alan postmodernizm hedefine ulaşabil dimi, ulaşma şansı var mı? Yazara göre postmodernizm de kendi 'öteki'sini yaratmada gecikmedi. İşte burada kitaptaki denemelerin ikinci bölümünü oluşturan 'kötülük' mevzuna geliyoruz. Yazar önce modernliğin 'kötü' anlayışı ve kötüleri üzerine yöneliyor. Çabuklu'ya göre modernlik kendinden önce dinsel referanslar taşıyan kötülüğü 'akılcı' bir anlayışla, yasalar üzerinden inşa etti.
Kötülüğün özgürlüğü Postmodern hoşgörü bu ikiliğin, katılığın karşısında durur gibiydi. Oysa onun hoşgörüsü de 'öteki'nin tüketime katılmasıyla ilgiliydi. Ötekiye hoşgörü onun ancak 'kültürel-ticari kodlar içinde kalması' hâlinde geçerliydi. Ve en önemlisi yazara göre postmodern iktidar 'kötülük yapmak' konusunda modern iktidara göre çok daha 'özgür'dü. Sebebi ise modern iktidarın karşısında "kolektif bir muhalefet ve vicdan vardı. (...)İktidar ilişkilerini tüm topluma yayan postmodern kapitalizm ise düzenli tüketicileri, kötülüğün sinik onaylayıcıları hâline getirdi. Toplumsal çoğunluğun manevi değerleri, vicdanı büyük ölçüde yok oldu. Derin olan her şeyin ortadan kalkışıyla birlikte yüzey kötülükle buluştu... Ötekine karşı kaba güç ve şiddet kullanımı sıradanlaştı, uluslararası hukuk işlevini yitirmeye başladı." Yaşar Çabuklu, modern ve postmodern dönemler üzerine konuşurken kendini 'muhalefet'te konumlayan Marksizm, feminizm, anarşizm gibi görüşlerin bakış açısını da yansıtmaya çalışıyor. Yalnız şunu hatırlatmakta fayda var. Denemeler yalnızca tespit niteliği taşımıyor. Çabuklu yazılarında, bu dönemde 'radikal muhalefet'in nasıl 'durması' gerektiği üzerine de kafa yoruyor.








Cumhuriyet Kitap, 8 Haziran 2006

Belga Alınak

Modernite içindeki tekinsiz öge: Kadın

Yaşar Çabuklu, Uzam ve Kötülük, Everest Yayınları, 2006

Günümüz Türk denemeciliğinin önemli isimlerinden biri sayılan Yaşar Çabuklu’nun denemelerden oluşan yeni kitabı Uzam ve Kötülük yayınlandı. Yaşar Çabuklu’nun okurları bilirler ki Çabuklu, kitaplarında doğrudan doğruya kötülüğü ele alır. Bu kitapta da kitabın iskeletini kötülük oluşturuyor. Kara konulara merak saldığını ifade eden yazar uzam ve kötülük ilişkisini teorik-sosyolojik olarak ele alıyor.


Yazar, kitabın arka planında tarihe ve alanında uzmanlaşmış düşünürlerin de görüşlerine yer vererek kötülük-tekinsizlik üzerine konumlandırdığı kitabını güçlendiriyor.
Yaşar Çabuklu, iki başlık altında topladığı denemelerinin ilk bölümünde gündelik hayat ve özel uzam (mekan) üzerinde duruyor. Çok eskilerde gündelik hayatın toplumsal hayattan ayrı, özel bir bölümü oluşturmadığını söyleyen yazar , özel hayat ile kamusal hayat arasındaki sınırın belirsiz olduğuna dikkat çekiyor. Günümüzde şikayetlerimizin başını çeken yabancılaşmanın tohumlarının atıldığı 17. yüzyıla gelindiğinde gündelik hayatın sarsıldığı görülüyor. Bu sarsıntının temelinde bilimin, felsefenin, sanatın “yüksek” alanlar olarak gündelik hayattan kopuşu yatıyor. Bu çerçevede yüksek faaliyetlerin alanı olarak tanımlanan kamusal alanda kadının var-olamayışının nedenleri üzerinde duruluyor. Öyle ki özel, gündelik hayat kadınlarla, aileyle ilişkilendirilirken , kamusal alanın hakimi rasyonellikle özdeşleştirilen erkeğe ayrılıyordu. 18. yüzyılın aydınlanma düşüncesi sadece erkekleri “aydınlatmayı” hedeflerken kadınları “karanlıkta bırakıyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde ise değişen bir durumun söz konusu olmadığı kitapta şu cümlelerle ifade ediliyor: “Disiplinin, yüceliğin hakim olduğu kamusal alanda erkekler kendilerini büyük davalara adıyorlardı. Gündelik hayatla birlikte düşünülen kadınlara gelince onların payına düşen çocuk bakımı, ev işleri, alışveriş vb. sıradan işlerdi”. İşte bu noktada kadın mücadelesinin izlediği yol anlatılıyor. Hıristiyanlık ideolojisine, din adamlarının iktidarına karşı duruşları, burjuva aile modelini eleştiren kadınların aslında karanlık odalarda medyumluk yapan kadınlardan oluştuğunu okumak şaşırtıyor, aynı zamanda da düşündürtüyor. Ev içine hapsetmek isteyen ahlaka meydan okuyan tavırları ile kamusal alanda yer bulmaya çalışan kadının modernite anlayışının neresinde durduğunun da sorgulandığı kitapta, modernliğin ürettiği bir kavram olan “tekinsizlik” üzerinde duruluyor. Normalliği kurmak isteyen modernlik normal dışı kabul ettiği ötekini tekinsizlikle ilişkilendiriyor. Kitabın sayfalarını çevirdikçe modernitede kadının aslında öteki ve tekinsiz olarak tanımlandığı gerçeği ile karşılaşılıyor. İşte bu noktada kadının eve kapatılma sürecindeki asıl neden gözler önüne şöyle seriliyor: “Kadın kendi içini kapatamıyorsa, ev onu dışa kapamalıdır. Evin dışa bağlılığı , kadının dışa bağlılığının teminatıdır. Hapishane kışla, akıl hastanesi, okul vb. gibi ev de kapatılma mekanıdır. Bu mekanda da kamusal alanın mantığı devam etmekte erkeğe çalışma odası, kadının payına ise makyaj odası ve mutfak düşmektedir.”

Modernliğin güç kaybedip post modernliğe bağlı yaşanan değişimler üzerinde de durulan bu ilk bölümde özellikle yavaş yavaş disiplin toplumundan kontrol toplumuna geçildiğine vurgu yapılıyor. Buna bağlı olarak sınırsız tüketim sonucu yalnız ve yabancılaşmış bireyin yaratıldığının da altı çiziliyor. Yalnızlığa itilmiş bireylerin tepkilerini de beraberinde getirdiği çok açık. Bu içsel tepkilerden biri bulimi (aşırı yemek yeme) diğeri ise anoreksi (yemek yemeyi reddetme). Kitapta anoreksi konusunda uzman görüşlerine yer veriliyor. Bazı uzmanlara göre anoreksi kadınların incelik normlarına aşırı bağlılığının, toplumsal kontrole teslim olmalarının bir sonucudur. Bazılarına göre ise anoreksi “kadın kimliğinin reddedilmesi” anlamına geliyor. Yazar “Anoreksi içinde protestocu bir yan taşır. Kadın bedeninin kendini yok etme pahasına erkekliğin kurduğu kadın bedeni-kimliği modeline tepki göstermesidir.” Diyor. Kadın, bedenini baskılayan anlayışa tepkisini gösterip kamusal alanda var olmaya çalışırken eril söylem bu defa Emily Dickinson gibi evinden dışarı adım at(a)mayan kadınları da yaratıyor. “Ev kadını hastalığı” olarak da bilinen dışarı çıkma korkusu yani agorafobi , kitapta kadınların bedenlerini ve yerlerini terk etmeyi reddederek erkekliğin soyut, bedensiz, steril kamusal uzamına tepki göstermesiydi şeklinde açıklanıyor.

Kitabın ikinci bölümünde insanlık tarihine damgasını vurmuş bir olgu olan “kötülük” üzerinde duruluyor. Bu bağlamda Saul Newman, Nietzsche, Arendt, Georges Sorel, Sartre gibi düşünür ve yazarların kötülük ve şiddeti tanımlayan görüşlerine yer veriliyor.(…) Modernliğin, kitleleri “duygusal olarak işin içine katarak” onların kendi şiddetlerini kendilerinden gizlemelerine olanak veren büyük söylemleri 1960’lar sonrasının post modern toplumunda gücünü kaybetmeye başladı. Artık insanlar kendi şiddetlerini “devletlerine devrettiklerinin” daha çok farkındalar ve kayıtsız bir şiddete daha çok açıklar.(syf.136) Kitaptan bire bir alıntıladığım bu bölümle günümüzde yaygınlaşan linç girişimindeki pervasız rahatlığın sebebi de gün yüzüne çıkıyor. Kitapta linç ve hınç duygularını içselleştiren ve uygulayan bireylerin şiddete yakın durma nedenleri masaya yatırılıyor. Yazar, bu bağlamda muhalif birey ve gurupların kendi farklılıklarını kaybetmeden şiddeti dışlayan bir tutumla kalabalıkların üzerinde dolaşan “lanetin” ortadan kaldırılabileceğini savunuyor.

Yaşar Çabuklu’nun Uzam ve Kötülük isimli kitabı yabancılaşma, modernite, post modernizm gibi kavramlara eleştirel bir bakış açısı getirirken okurun biraz gerileceğini söylemeden geçmek istemem. Zira kitap ilk satırından son satırına kadar okuyanı tekinsizlik hissiyle kuşatıyor.








Varlık, Mayıs 2006

Bülent Usta


Yaşar Çabuklu, ,Uzam ve Kötülük (Everest Yayınları-2006)




Yaşar Çabuklu, son kitabı Uzam ve Kötülük ile çarpıcı konuları, tarihsel derinliği ve felsefi bütünlüğü içinde ele almaya devam ediyor. Kovulanın İzinde, Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde, Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset, Toplumsalın Sınırında Beden adlı kitaplarıyla, çağdaş düşüncenin dünyadaki damarlarını Türkiye’deki damarlarla birleştiren deneme alanındaki kitaplarına, Uzam ve Kötülük ile devam ediyor.
Çabuklu, diğer kitaplarında olduğu gibi bu yapıtında da benzer bir bakış açısını, farklı konular ile zenginleştirerek geliştirdiğini görüyoruz. Deneme yazmanın, oldukça zor bir iş olduğundan bahseder usta denemeciler (örneğin Lukacs). Hakkında ciltler dolusu yazılacak ya da yazılmış bir konuyu, okuru sıkmadan ve uğraştırmadan çarpıcı örnekler ve pek çok kaynaktan süzülmüş bilgilerle aktarmanın, aktarırken farklı ve bağımsız bir bakış açısı da ortaya koymanın zorluğudur bu. Çünkü günümüzde bilgi bombardımanına tutulmuş kitlelere, bugün bir denemecinin eskiden olduğu gibi etkide bulunması, tamamen ele aldığı konular ve bunu dile getiriş maharetiyle mümkün olabilir ancak. Yaşar Çabuklu, Türkiye’de denemeciliğe yeni bir boyut getirerek ve ciddi bir boşluğu ürünleriyle doldurarak bunu başarmaya çalışıyor. Denemeciliğe getirdiği boyut, anlatımından daha çok, ele aldığı konularla oldu.
Gündelik hayattan postmodern topluma, Nietzsche’den Foucault’ya, medyumluktan anoreksiye, çok çeşitli konularda, çok çeşitli bakış açılarını kendine özgü bir yöntemle tartıştığı denemeler, bugünü anlamak isteyenlere fırsatlar sunması ve yeni tartışma alanları açması bakımından bir boşluğu dolduruyor. Alışılageldik yaklaşımların bugünü anlamamız açısından yetersiz kaldığı, hatta bugünü anlamanın geçmişte olduğundan daha zor bir hale gelmesinin nedeninin, bugün yaşanan durumdan daha çok, düşünme alışkanlıklarından ve yöntemlerinden kaynaklandığı çok açık. Çabuklu gibi yazarlar, işte biraz da bu ihtiyaçtan hareket ederek ortaya çıkmışlardır diye düşünüyorum. Bu ihtiyacı gidermeye yönelik az sayıda kişi olduğunu, Çabuklu gibi mikro-sosyoloji denilebilecek konularda yazabilecek yazar sayısının hâlâ yeterli düzeyde olmadığını da söyleyebilirim.
Çabuklu, son kitabı Uzam ve Kötülük’te yine benzer kaygılarla ve benzer bir yöntemle, modernlik ve sonrası toplumsal durum, olgu ve kavramlardan hareket ederek “öteki” olma halinin günümüzdeki görünümlerinden yola çıkarak kötülüğü kitabın ana meselesi yapmış. Ama kötülüğe yönelmeden evvel “uzam”ın derinliklerinde yol almak, modern ve postmodern uzamlar arasındaki farklılıkları saptamanın ve günümüzdeki “kötülük” yaklaşımlarının ancak bu uzam içerisinde anlaşılabileceğini düşünerek, öncelikle bu konudaki denemelerini “uzam” başlığı altında toplamış. Postmodern durum, uzamın merkezsizleştirilmesini beraberinde getirirken, kötülük bu uzam içerisinde nerede durmaktadır?
Arendt’in tespitini paylaşan Çabuklu, kötülüğün sıradanlaştığını, modernlikle birlikte iyilik ve kötülüğün geleneklerden, inançlardan, duygulardan ayrıldığını söylüyor kitabında. Modernliğin iyiliği, akılcı ve seküler bir temelde genel yasalara bağlamaya çalıştığını, evrensel aklın evrensel iyilikle buluşma çabasının bir sonucu olarak, kötülüğün insandan dışlandığını, yok sayıldığını, bunu bir tür hastalık olarak ele aldığını ve iyiliği kendi akılcı mantığı içerisine hapsettiğini vurguluyor kitapta sık sık. Aydınlanma filozoflarının konuyla ilgili söylemlerini irdelerken de, Kant gibi pekçok düşünürün sömürge halklarını nasıl hayvan yerine koyduklarını ve bunun toplumsal ve siyasal yaşamın modernist öngörüsü olarak nasıl kabul gördüğünü görüyoruz.
İyilik ve kötülük akılcı-modernist yasalara bağladıktan sonra, iyiliğin ve kötülüğün gücü elinde bulunduranın çıkarına göre şekillendirmesinin meşrulaşması da kaçınılmazdır.
Bu noktada kitapta da örnek olarak gösterilen bir Nazi subayının, kötü olup olmadığı, kötüyse nasıl kötü olduğuna dair örneğin ele alındığı kısım oldukça çarpıcı (syf 154). Arendt, Nazi subayının bilinçli olarak kötü olmadığını, kötülüğü arzulamadığını, kötülük yapmak için kötülük yapmadığını söyleyen bir rapor hazırlamış mahkemeye ve çok büyük tepki almış o dönem arkadaşlarından. Arendt’e göre, bu Nazi subayı da kötülüğün bir kurbanıdır ve bürokratik-hiyerarşik mekanizmanın dişlileri arasında şekillenmiş, aslında o çarkın bir unsuru haline gelmiştir. Todorov’un da bu tespiti paylaştığını kitaptan öğreniyoruz. Aslnda kitapta bahsedilmeyen, ama tam da bu konuyu dile getiren bir başka düşünürü anımsadım bunları okurken: Arno Gruen. O, normalliğin deliliği olarak tanımlamıştı bu durumu. İktidardan pay almak isteyen insanın, kendi sorumluluğunu iktidara devretme kolaycılığının nasıl bir normalliğin deliliğine dönüştüğünü Çabuklu’nun benzer örneklerinden yola çıkarak ama daha çok psikanalitik bir yöntemle irdeliyordu.
Çabuklu, kitabının kötülük bölümünde, ırkçılık, linç gibi, bugün siyasal ve kültürel açıdan gündemimizde olan konulara da yer ayırmış. Kaba bir siyasi söylemle yaklaşmamış bu konulara. Mesafeli duruşunu koruyarak, günümüzün bu görünen şiddet ve kötülük biçimlerini, tarihsel derinliği içinde ve modernliğin eleştirisini yaparak ele almış. Örneğin “linç” kelimesinin kökeninin Amerikan devrimi sırasında öldürülen Charles Lynch’ten geldiğini ben bu kitaptan öğrendim ilk. Pekçok örnekten yola çıkarak linç psikolojisini ve kültürünü irdelemiş kitabında. Bugün de, stadyumlarda ve sokaklarda rastladığımız, hatta giderek artması yüzünden endişe de duyduğumuz bu konuyu, belki farklı bir temelde tartışmamızı da sağlayacak bu kitap.
Kitabın “uzam” bölümü, “kötülük” bölümünün aksine daha eğlenceli konularla dolu. Medyumluğun ilk olarak ortaya nasıl çıktığından “anoreksi”nin (yemek yememe hastalığı) aslında neye denk geldiğinden, agorafobinin uzamla olan ilişkisinden, “gerçek uzam”dan “siber uzam”a nelerin değiştiğinden bahsediyor denemelerinde.
Kitaba dair bir eleştiri olarak, kurgu ve anlatımda tekdüze bir yapının görülmesinin, tüm konuların modernliğin başlangıcından günümüze düz bir hat içerisinde ele alınmasının, çok daha çarpıcı hale gelebilecek metinleri zaman zaman boğabilme tehlikesini de yaratabidiğini söyleyebilirim. Ama hem yazar, hem de okuyucu için bu yapının kolaylıkları da olduğu açık. Ayrıca, deneme olduğu için çok göze batmayan dipnot kullanımının olmaması, daha ileri düzeyde okumalar yapmak isteyenler için, metinlerdeki tespitlerden hangisinin yazara, hangisinin kaynağa ait olduğunun sorun yaratabileceğini düşünüyorum (Zaman zaman dipnot kullanmak da sorun çıkartabilir, asıl metni boğabilir). Ama tüm bunlar teknik ayrıntılar ve tercihler elbette. Sonuçta her metnin sonunda kaynaklar ayrıntılı bir şekilde veriliyor.
Bugüne kadar dergilerde çıkan yazıları (Virgül, Siyahî vb.) ve yayımlanan kitaplarıyla düşünce dünyamıza farklı bir soluk getiren Çabuklu’nun, bu kitabı da okuyan herkesin kendi yaşamından bir şeyler bulabileceği, şaşıracağı, hayata farklı bir pencereden bakabilme fırsatı yakalayabileceği bir kitap olarak karşımızda duruyor.








Radikal- Kitap Eki

TOPLUMSALIN SINIRINDA BEDEN Yaşar Çabuklu, Kanat Kitap, 2004, 176 sayfa

Göçebe ruh, sürgün beden
Yaşar Çabuklu, gündelik yaşamın farklı alanlarında gezinerek, kolektif birlikteliklerin sarsılışı sırasında 'beden'in hâlleri ve mitleri üzerinde yoğunlaşıyor
22/04/2005
ERKAN CANAN
Geçen zamanla beraber anlam dünyamız değişiyor. Şimdi her şeyin nesneleştiği bir dünyada, bedenimiz de, mahremiyetini yitirerek, gücün simgeleştiği bir modern put oldu âdeta. Yaşar Çabuklu, Toplumsalın Sınırında Beden adlı kitabında, tamamıyla 'deşifre' olmuş bu beden tarihinin izini sürerek, duygular, fetişleştirilen ve son dönemin mikro anlayışıyla parçalanan bedenin bütünlüklü bir formülünü kurmaya çalışıyor. Yaşar Çabuklu'yu Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset adlı kitaptan tanıyoruz. Bu iki kitaptan da önce, Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde ve Kovulanın İzi adlı kitaplarında, modernliğin peşinde iz süren denemelerinden biliyoruz Çabuklu'yu. Toplumsalın Sınırında Beden adlı bu yeni kitapta yer alan on sekiz makale, bir önceki kitabında olduğu gibi, kısmen daha önce yayımlanmış makaleler ile bu kitap için hazırlanmış olanlardan oluşuyor. Bu tarz çalışmalarını daha önce bildiğimiz Çabuklu, Toplumsalın Sınırında Beden'le, modern-postmodern ayrılığının izini sürmeye devam ediyor. Duyguların dahi çoktandır pazara düştüğü, tüketim çılgınlığının engellenemez boyutlara vardığı, neredeyse meta olmayanın değersiz olduğu bir zamanda, sanırım en ihtiyaç duyduğumuz şey, olup bitenlere dışarıdan bir gözle bakabilmek. Çabuklu, üçüncü bir gözle, öncesi ve sonrasıyla iyi gözlemlediği bu dünyayı kayıt altına alıyor.
Hafif pembeleşen siyah Modernlik 1960'lardan itibaren, bir daha eskisi gibi olamayacağı bir bunalım, bir eşikle karşı karşıya geldi. Bu dönemde, tamamıyla erkek aklın, üst sınıfların, güçlü olanların ürünü olan modernlik, bu yapıya dâhil olmayanlar tarafından sarsılmaya başlandı. Başta kadınlar olmak üzere, azınlıklar, yoksullar, eşcinseller gibi bu yapının dışladığı kesimlerin saldırısına uğradı. Modernlik bu saldırılara karşı kendini savunmadı, aksine, dışladığı kesimleri de sisteme, yani pazara alarak, tıkanmanın üstesinden geldi. Kadının sisteme dâhil olmasıyla, özellikle, erkek söylemi belirgin olan ve sırf bu nedenle eksik olan modernlik, dişilik yönünü de kapsayarak tamamlamaya başladı. Toplumsal ve kültürel alanda, bu dönemle beraber kadın, daha aktif bir rol alarak, adil olmayan erkek dünyasının tam göbeğinde, kendi ekonomik-kültürel dünyasını inşa etti. Daha önce, sert, rasyonelliği duygulara üstün tutan erkeğin, modernin 'zayıflık' olarak nitelediği özellikleri keşfedilmeye başlandı birden. Katı modernlik içinde, kadın yerini sağlamlaştırıp bu anlayışı dönüşümü uğratırken, erkek gittikçe güç kaybetmeye başlıyordu. Sadece tek tip renklerin, siyah ve beyazın bulunduğu erkeğin modern dünyasına, kadınların bu girişinden sonra farklı renkler de girmeye başladı. Artık erkekler de renkli elbiseler giyiyordu. Postmodern dönemin erkek giyimi, Miami Vice'ta dedektif rolünde oynayan Don Johnson'ın giydiği kolları sıvanmış ceketiyle, flamingo rengi takım elbisesi oluyordu. Bu dönemde kadın-erkek giyimi birbirine çok benzeşmeye başladı ama hiçbir zaman uniseks bir pazar oluşturmadı. Çünkü Çabuklu'nun vurguladığı gibi, bu, ürünlerin tek tipleşmesi, pazar için bir daralma anlamına geliyordu.
Sistemin gücü... Şüphesiz modern yapının bu değişimi, kadın ve sistemin yarattığı diğer ötekilerin özgürlüğü anlamında atılan bir ilk adım olması yönüyle önemliydi, ama sistemin dayattığı adaletsizlikleri gideren, onları yok eden bir devrim hiç değildi. Çünkü ekonomik gücün yansıması olan modernlik pazarı kırılamadı ve bu daha önce içermediği unsurları da kapsayacak duruma gelen sistemin gücünü artırması anlamına geliyordu. Dolayısıyla postmodernlik olarak adlandırılan şimdi, küreselleşmeyle, neo-liberal açılımlarla, yoksullukla ve çevre katliamıyla tamamlanmış, sürüp giden savaşlar ve yeni savaş tehditleriyle genişlemiş modernliğin -öbür yüzüyle paranın- 'güncellenmiş' hâlinden başka bir şey değildir.
'Kablo Çağı'nda beden Çabuklu, Ortaçağda duygu ve beden ayrımı olmadığını, geçmişle hesaplaşıp, kendi değerlerini ve düzenini yaratan modernlikle bu ayrımın başladığına dikkatimizi çekiyor. O zamanlar, insanlar bedenleriyle daha barışık, onu mükemmelleştirme derdine düşmeden, olduğu gibi kabul edebilmişlerdi. Gelinen aşamada, bedenin doğal görüntüsü yerine, bu bedene yakıştırılan imajların çokluğundan bahsedilebilir. Devasa bir yozlaştırma aracı olan televizyonun duygu üretimi, şablon bedenler yaratarak izleyicisini yönlendiriyor. Bedenin simetrisi, kusursuzluk hastası televizyon ve onun diğer bileşenleri tarafından yaratılıp pazarlanıyor. O şık ismiyle 'Simülakrlar Çağı'nda, teknolojinin faydasından çok, zeminini kaybeden, göçebeleşen ruhtan bahsedilebilir. Beden, ağırlığı ve hantallığıyla, sınır tanımayan zaman ve coğrafyalara yolculuğa çıkan göçebe ruhumuz için en büyük ayak bağı. Fiziksel bir gerçek olarak beden, kıtalararası gezintiye çıkan ruhumuzu takip edecek hıza -maalesef- henüz ulaşamadığından, şimdilik, onu yakalayabileceği ışınlanmanın icat edilmesini bekliyor sadece. Belki beden, henüz sanal ağlarda dolaşıma girebilecek kadar incelmedi ama, buna doğru adım adım gidildiğini de(!) belirtmek lazım. Beden, gün geçtikçe inceliyor. Ortaçağın günümüze oranla şişman sayılabilecek kadını, yerini, kalça, bel ve göğüs gibi ölçüleri mümkün olduğu kadar incelmiş kadına bıraktı. Çabuklu'nun belirttiği gibi, modernlik acı, hastalık, yaşlılık ve ölüm gibi insanlık kaderinin değişmez unsurlarını da kendi bakış açısına göre yeniden düzenledi. Bu dönemde, tıbbın gelişmesiyle beraber, insanoğlunun birçok hastalığı tarihe karıştı ve ömrü uzatıldı. Ama daha da önemlisi, sanayi devrinde, fabrikalarda tıkır tıkır çalışan makinelerin oluşturduğu mekanik organizma, bunlar gibi düzenli çalışacak kendi makine insanlarını da yarattı. Düzenlenen çalışma saatleriyle bireyin, tüm zamanı işe göre düzenlendi ve insanlar bir makineden hiçbir farkları olmadan bu düzene girmeye başladılar. İnsan organizması bir makineye benzetilerek, yoğunlaşan anatomi çalışmalarıyla içine nüfuz edilmeye başlandı. Böylece arıza çıkaran bir makine gibi, bedenin kabuğu deşilerek, düzensiz çalışan 'parçalar' tamir ediliyordu. Bedenin sorunsuz çalışması gerektiği fikri, bize o günlerden kalma bir vesvese. Çünkü devasa fabrikalar azalmış olsa da, şimdi, vahşi paranın hükümranlığında olan bizi/makineleri işe yaramaz kılan şey, hastalık, yaşlılık, acı, gibi 'zayıflıklar'/'arızalar'dır.




Birgün Kitap Eki

Çimen Günay

Postmodern Beden Modern Ben
Yaşar Çabuklu. Toplumsalın Sınırında Beden. İstanbul: Kanat Kitap, Ekim 2004. 177s.

Postmodern Ben

Türkiye'nin kültürel coğrafyasında hem sakınılan hem de abartılı biçimlerde görünür kılınan, cazibesiyle iştah kabartan ve aynı zamanda acımasız cezaların hedef tahtası olan beden, başlı başına karmaşık bir problem. Şiddetin bu ülkenin insanlarının kendi bedenleriyle, çevrelerindeki yetişkinlerin ve hatta çocukların bedenleriyle kurdukları ilişkinin önemli bir boyutunu oluşturduğunu konserlerde kendilerini jiletleyen delikanlıları, işkence mağdurlarını, namus davasında burnu kesilen kadınları ve yuvalar ile okullarda dayaktan geçirilen çocukları gördükçe daha da dehşetle kavrıyoruz. Beden algısı kadar benlik algısı da türlü travmalara uğramış bir ülkenin insanları olarak bu düzen karşısında karamsarlığa kapılmamak elde değil; ancak bu mutsuzluk hali değişimi ve dönüşümü bir umut olarak içimizde taşımamıza engel olmuyor. Yaşar Çabuklu'nun bedenin hallerine odaklanan yazılarını topladığı son kitabı da muhalefete, yeni ve belki de yurtsuz kolektivitelere ilişkin böylesi bir umudu dillendiriyor.Toplumsalın Sınırında Beden modern öncesinden postmoderniteye uzanan süreçte geleneksellik, yurttaşlık miti, yoksulluk, yaşlılık, tüketim kültürü ve daha pek çok farklı konuyu ele alan bir denemeler toplamı. Beden, bu kitabın oldukça karışık olan yol haritasının yırtılan yeri, çünkü kitapta tartışılan bütün konular onun üzerine katlanıyor. Çabuklu "Kolektif Birliktelikler Sarsılırken" (3-63) başlıklı altbölümde toplanan yazılarında, modernizmin sahiplendiği aydınlanmacı yurttaşlık söyleminin eşitlikçi görüntüsünün altında nasıl beyaz, erkek ve heteroseksüel bir kimliğe hapsedildiğini irdeliyor. Bu altbölümdeki yazılar gelenekten uyumsuz parçaların eklektik birlikteliğine geçiş sürecini ve bu süreçte yoksulluk, iktidar gibi kavramlar ile manevi değerler sistemi, cemaat ve nostalji anlayışlarında gerçekleşen dönüşümleri tartışıyor. "Bedenin Varoluş Halleri" (67-111) başlıklı ikinci altbölüm ise beden imgesiyle daha doğrudan ilişki kuran yazılardan oluşmuş. Çabuklu bu bölümde modernizmden postmodernizme geçişin izini yaşlılık, acı, hastalık gibi kavramlar aracılığı ile ve beden-duygu ikilemi bağlamında sürüyor. "Bedeni Kuşatan Mitler" (115-161) başlıklı son bölümde ise moda, fetişizm, spor ve yemek kültüründeki değişim çerçevesinde gelinen postmodern noktayı anlamlandırmaya çalışan yazılar bir araya getirilmiş.Çabuklu, modernizmin ortaya çıkışını ve dönüşümünü tartışırken kronolojik bir bakış açısı sunmayı tercih etmiş. Denemelerin bazen ilksel topluluklardan, bazen de Ortaçağ veya Aydınlanma döneminden başlayan ve tarihsel süreçler boyunca ilerleyerek günümüze dek ulaşan oldukça geniş zaman dilimlerine odaklanan bir tarzı ve Descartes'tan Malthus'a, Marx'dan Foucault, Baudrillard ve Benjamin'e pek çok farklı düşünsel durağı var. Bu yönüyle Toplumsalın Sınırında Beden Avrupa'nın modernlik projesini ve bu projenin geçirdiği dönüşümü, birbirlerinden oldukça farklı şekillerde de olsa Avrupa (post)modernleşmesine katkıda bulunan isimlere göndermelerle ortaya koyan bir kitap niteliği de taşıyor. Çabuklu'nun denemeleri modernliğin kapitalist iş ahlakı ve cinselliğin disiplin altına alınması üzerine temellendirilen kamu ahlakı ile iç içe geçmişliğini ustaca ortaya koyuyor ve bireyleri, ruhları ve bedenleri ile disiplin altına almak için gösterilen çabanın yansımalarını, yurttaşlık kavramının temeline yerleştirilmeye çalışılan manevi değerler sisteminden moda ve sağlıklı yaşam sloganlarıyla pazarlanan diyetlere kadar pek çok farklı yerden yakalayabileceğimizi çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Aydınlanma ahlakı tarafından rasyonellikle donatılan (32), 18. yüzyıldan itibaren kapitalist iş ahlakı tarafından "inzibat" altına alınan (18) ve bu tarihsel süreçlerin sonucunda bugün artık tahammülsüz bir tüketim toplumunun (83) çok çeşitli şekillerde hırpalanan bir parçası konumuna gelen bireyin ve bedeninin tarihsel serüvenini izleme imkanı sunan bu denemeler, günümüzün politik söylemlerine de ışık tutuyor.Toplumsalın Sınırında Beden'in postmodernizm üzerine yazılan azımsanamayacak kadar çok kitaptan ayrıldığı nokta, bireyi ve bedenini kuşatan baskı mekanizmalarının deşifre edilmesini modernizmin sorgulanmasına borçlu olduğumuzu ifade etmesine karşın bir postmodernizm güzellemesine dönüşmemesi. Her ne kadar iktidarın tek merkez olmaktan çıkartılıp ağsal bir kimliğe büründüğü bir düzende farklılıkların tanındığı bir sistem görüntüsü sunsa da, postmodernizmin iktidarı sermaye siyasetine teslim etmekten kurtulamadığını vurgulayan Çabuklu'nun bu konudaki tavrı net. Üniter bir değerler sistemi ve ahlak anlayışından parçalı ve esnek bir kolektiviteye geçişin, kendiliğinden eşitlikçi bir düzen ortaya çıkartmadığını ifade eden Çabuklu, aydınlanmadan modernizme ve postmodernizme uzanan çizgide işçi sınıfının sisteme sadakatini sağlamak için oluşturulan bir yurttaşlık kimliğine (4), eşitsizliğe meşruiyet sağlayan bireysel başarı öykülerine (22) ve tüketimin yoksul öznelerinin parıltılı vitrinler önündeki çaresizliğine (134) değinerek bu süreçte sınıf ekseninde gerçekleşen kırılmaları görünür kılıyor.Toplumsalın Sınırında Beden'i okurken iki şeyin eksikliğini hissettim; bunlardan birincisi okurun işini kolaylaştıracak bir postmodernizm tanımlaması diğeri de Avrupalı olmayan bir modernleşme ile benzer bir hesaplaşma. Birinci eksiklik hissinin ortaya çıkış nedeni, kitaptaki denemeleri kuşatan tarihsel çerçeve içerisinde, postmodernizmin bir yandan bu kronolojik diziliş nedeniyle "modern dışı"ndan çok "modern sonrası"na ait gibi görünürken diğer yandan modernizmi değilleyen, en başta çizgisel tarihsellik olmak üzere onun öngördüğü kavramları yıkıma uğratan bir söylem olarak belirginleşmesi ve en çok da bu yüzden "modern sonrası" bir tarihsel süreçte konumlandırılmaya direnmesi. Diğerinin nedeni ise merak. Avrupa örneği etrafında toplanan denemelerin yanı sıra, Avrupa dışı modernleşme veya modernleşememelerin öykülerine yer verilmemiş olmasının kitabın bütünlüğünü gözetmek adına bilinçli bir seçim olduğunu düşünsem de, Türkiye gibi bu anlamda hatırı sayılır zenginlikte malzeme sunan bir ülkede yaşayanlar için en azından bir iki denemede de Avrupa modernleşmesine paralel olarak bizim (post)modernleşme öykümüzün izini sürmek keyifli olabilirdi demekten kendimi alamadım. Türkiye'nin de, bunca şiddetin ortasında, bedenin halleri üzerine söyleyecek, belki de şimdiye dek pek söylenmemiş, çok sözü var.







Radikal- Kitap Eki

POSTMODERN TOPLUMDA KRİZ VE SİYASET Yaşar Çabuklu, Kanat Kitap, 2004, 168 sayfa

Post mu önemli modern mi?
'Postmoderden Toplumda Kriz ve Siyaset'te, postmodernizme ilişkin tüm kuşkuları silmeye çalışan Yaşar Çabuklu, konuyla ilgili ek okumalar yapmak isteyenleri de yönlendiriyor
19/03/2004
ESİN HAMDİ DİNÇER
Çoğu kere postmodernizm kelimesi içindeki 'post' önekinin mi yoksa 'modernizm' kelimesinin mi daha önemli olduğuna karar veremeyiz. Bununla birlikte hemen ardından aklımıza gelebilecek bu türden kelimeler konusunda da aynı kararsızlığı yaşarız. Örneğin: postyapısalcılık, postkolonyalizm. Bu kelimelerin 'post' öneki olmaksızın kazandığı anlamla, önek olduğunda kazandığı anlam arasındaki farkın ne olduğunu sormaktan kendimizi alamayız bir türlü. Bu sıralar bir kitapçıya, postmodernizm kelimesinin anlamını öğrenmek veya kavrama ilişkin kuşkularınızı ortadan kaldırmak için, bir kitap almak üzere giden bir kişiyseniz, konuya dair yeni bir kitabın da Yaşar Çabuklu tarafından yazıldığını göreceksiniz. Kitabın ismi 'Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset'. Sayfalarına şöyle bir göz attığınızda, Çabuklu'nun daha önce çeşitli dergilerde yayımlanmış veya hiç yayımlanmamış, konunun çeşitli noktalarına değindiği denemelerini bir kitapta topladığını göreceksiniz. Çabuklu'nun, kavrama ilişkin kafanızda uyanan kuşkuları silecek ve kavrama ilişkin ek okumalar yapmak istediğinizde sizi yönlendirecek kaynaklar sunduğunu fark edeceksiniz. En önemlisi de, kitabı okuduğunuzda Çabuklu'nun postmodernizm bağlamında incelediği bir konuyu, modern bir toplumdaki durumuyla karşılaştırarak ele aldığını göreceksiniz.
Postmodernizm nedir öyleyse? Tanım genellikle bizim önemsediğimiz ilk konu olur. Çabuklu da böyle düşünmüş olmalı ki; dört bölüme ayırdığı kitabının ilk bölümünde bir tanım vermektedir bize kavrama ilişkin. "Temsilin, hakikatin, büyük anlatıların, büyük kolektif güçlerin ve örgütlenmelerin, ulusun, ulus devletin, 'sağ ve sol'un, ulusal siyasetin 'sonu'; işte postmodernizm budur." (s. 7) Çabuklu, bu tanımı ve duruma ilişkin saptamaları ile bize hem bir perspektif sunmakta hem de postmodernist bir toplumda kriz ve siyaset kavramlarının altındaki gizli(?) saikleri ayrıntılı olarak ele alacağının ipuçlarını vermektedir. Tanımı yapan Çabuklu, kitabının ilk bölümüne bu tanımla bağlantılı olarak toplumda bir krize neden olan postmodern teorinin yaşadığı aksaklıklardan söz etmektedir. Hemen ardından, böyle bir toplumda meydana gelen krize karşı ne gibi argümanların bizlere sunulduğunu, bu toplumsal düzenin 'sürdürülebilirliği'ni sağlamaya yönelik politikaların ne tip argümanlar ile beslendiğini anlatmaktadır. Ardından gelen üçüncü bölümdeki denemelerinde buna karşı meydana gelen muhalefetin durumunu ve geliştirdiği politikaları sorunlarıyla ele almakta, son olarak da postmodern toplumun 'hız'lı yapısıyla ortaya çıkardığı, parçalanmış insanın geliştirdiği ve geliştirmesi gereken politikaları ele almaktadır. Daha önce de değindiğimiz gibi, Çabuklu yazdığı denemelerde, kavrama ilişkin ele aldığı tüm konuları tarihsel arka planıyla birlikte sunar. Bunu yaparken öncelikle konunun modern toplumdaki içeriğinden söz eder, hemen ardından da, postmodernizmin tanımında da ortaya koyduğu içerikle, bu konunun nasıl bir değişikliğe uğradığını anlatır. Böylelikle, denemeler okundukça, 'post' önekinin modernizme kattığı farklı içerik ortaya çıkmaya başlar. Öyle ki; okuyucu bir süre sonra 'post' önekinin geldiği diğer kavramlara nasıl bir anlam katacağı konusunda da bir görüş sahibi olur. Çabuklu içinde bulunduğumuz postmodern toplum düzeninde eski kapitalizmdeki muhalefetin geçerliğini yitirdiğini, kendini yurdunda hissetmeyen yüzlerce muhalif hareketin küresel kapitalizme karşı bir alternatif oluşturduğunu söyler. Postmodern toplumda bireyin güçlendirilmesi adı altında özne ve bireysel özerklik yok edilmektedir. Bu durum, tüketim kültürünün her türlü kültürel faaliyeti, mal ve hizmet faaliyeti olarak tüketime sunmasıyla ortaya çıkmaktadır. Kısaca "katı ve güvenilir olan her şey buharlaşmaktadır" (s. 62). Buna karşılık, Çabuklu, bireyin postmodern toplumdaki hızlı değişime karşı otonomisini kısıtlayacak her türlü ilişkiden uzak kalacağı bir model önermektedir. Ancak bu şekilde, otonomlaşma sürecinin gerçekleşebileceğini ve ulusal/global elitlerin tahakkümünden bireyin kendini kurtarabileceğini belirtir.









KOVULANIN İZİ
Yaşar Çabuklu, Metis, 2001
Nurdan Gürbilek, Sunuş, s. 7-14

Pek iç açıcı şeylerden söz etmiyor elinizdeki kitap. Tersine, uygarlığın yeraltına tıktığı karanlık içeriklerden, toplumsal vicdan tarafından lanetlenmiş sapkın eğilimlerden, bastırılmış yıkıcı dürtülerden söz ediyor. Kötülükten, kirden ve suçtan; kadavradan, lağımdan ve boktan söz ediyor. Üstelik, bütün bunlardan söz etmekten bir şey umuyor. Yer üstünde asayiş yeraltının denetim altına alınmasıyla kurulmuşsa eğer, aşağıdaki içeriklerin konuşturulmasından geçecektir yıkıcı eleştiri. Kapitalizm bireyin yalnızca kendini tanımasının değil, aynı zamanda kendini unutmasının da koşullarını yaratmışsa, unutulanı hatırlatmayı hedef edinecektir eleştiri. Böyle bir umut var bu yazılarda. Bir kafa tutma aynı zamanda: İnsan bedenini üretkenlikten ibaret bıraktınız, öyleyse inadına çürümüş kadavradan söz edeceğim ben. Oturduğumuz evler alınıp satılabilir bir emlaktan ibaret artık, öyleyse uğursuz perili evlerden söz edeceğim ben. Huzur ve güven arayışına kilitlenmiş yavan bir gündelik hayat var dışarıda, öyleyse felaketten, herkesin huzurunu bozacak bela odaklarından bahsedeceğim. Uygarlığın nimetlerinden söz ediliyor hep, öyleyse aşağıda akan lağımdan söz etmeliyim ben. Ortalama fikirlere, dengeli zevklere, ölçülü bir merhamete karşı aşırı fikirleri, tekinsiz hazları, yıkıcı duyguları savunacağım. Sahte erdemlere karşı kötücül enerjileri, toplumsal bayağılığa karşı bireysel aşırılığı, yeniden yapılanmaya karşı çözülüp dağılmayı, nihayet kafaya karşı kıçı savunacağım. İnsana, ayağa dikilmeden önceki, burnu yere yakın, kıçı açık halini hatırlatacağım. Kovulanın İzi'ni okuyanlar, bu kitabın başka kitaplara olan borcunu fark edeceklerdir. Bu yazıların Fransız kötülükçü edebiyatıyla ya da modern edebiyatın diğer kötü çocuklarıyla; örneğin Dostoyevski'nin iktisat formülleriyle açıklanabilecek sıradan bir olguya dönüşmemek için yeraltına inen, kendilerini uysal ve sağduyulu yığınlardan ayırabilmek için kan döken, bayağı ve başıboş isteklerine yapışmış alçak kahramanlarıyla bağını kuracaklardır. Yaşar Çabuklu'nun temalarını "felaket benim tanrımdır" diyen Rimbaud'nun, Maldoror'un yaratıcısı Lautréamont'un, Kötülük Çiçekleri'nin yazarı Baudelaire'in, Fransız aydınlanmasının olumsuz kahramanı Sade'ın, şiiri "boku kullanma ve onu yedirme sanatı" olarak tanımlayan Genet'nin kitaplarından hatırlayacaklardır. Kovulanın İzi'nde açıkça belirtilmiş yakınlıklardır bunlar. Bu yazıların yalnızca esin kaynağını değil, çoğu zaman konusunu da bu yazarlar oluşturur. Yaşar Çabuklu daha çok edebiyat metinlerinden tanıdığımız bu temaları bu kez politik bir vurguyla; yer yer politik bir nihilizme yakınlaşsa da bireysel anarşizmden beslenmiş bir bakış açısıyla, aydınlanma karşıtı bir felsefeyle, modernizm eleştirisiyle birleştirip yalnızca kapitalizmi değil, uygarlığın tamamını hedef alan kurum ve otorite düşmanı bir eleştirel düşünceye varmaya çalışıyor. Kamuyu bir toplumsal şiddet olarak, gündelik hayatı bir toplu kayıtsızlık olarak, demokrasiyi bir yavanlaşma olarak, orta sınıf ahlakını bir riyakârlık olarak, nihayet çıkar ilişkilerini iyilik maskesi altında gizleyen toplumu herkesin kurulmasına katkıda bulunduğu bir yalan olarak tanımlıyor. Sosyal ve işlevsel olanın karşısına uygunsuz ve işlevsiz olanı, mağrur bir ilerlemeciliğin karşısına arızayı ve zaafı, kamusal cinayetlerin karşısına bireysel şiddeti, nihayet hep aynı tezgâhın aynı tekdüze ritimle kayıtsızca dönmesinin karşısına eşi benzeri görülmemiş bir felaketi bu yüzden çıkarıyor. Çabuklu'nun kötülükçü edebiyata olan yakınlığı tesadüf değil. Bu kitaptaki yazılar da benzer bir irtifa kaybıyla, benzer bir alçalma isteğiyle; felakete ve tekinsiz olana yapılmış benzer bir vurguyla şekillenmişlerdir. Bunun da ötesinde, bu yazılar da kötülüğün şimşeğini her şeyden önce orta sınıfa yöneltirler. Ölüm içgüdülerini bastırıp dış dünyayla uzlaşmayı başarmış sağlıklı orta sınıf insanı; kaygısızlık ve sağduyu; huzur ve güven arayışına ayarlanmış vasat ve kayıtsız bir doğa. Kovulanın İzi'nde sık sık söz edilecektir bundan; "otorite ve hiyerarşi düşkünü kentli orta sınıf"tan, "şahsiyetsiz, nötr ve duyarsız tüketiciler topluluğu"ndan, "iyi ve temiz" insanlardan, "düzgün beyefendiler"den. Onların temsil ettiği "ikiyüzlü iyilik anlayışı"na karşı hesapsız bir kötülüğün, "konformist kayıtsızlığa" karşı oyun bozan bir kıyıcılığın, "kokusuz, steril orta sınıf bedenleri"ne karşı aşağılık dürtülerin, pis kokan gövdenin, çürümüş kadavranın yanında durur Çabuklu. Uygar toplumun sahte erdemlerini, aldatıcı vicdanını görünür kılabilmek için toplumsal kirden söz eder. Kibar muhitte dolaşan serserinin, nezih salona çamurlu ayaklarıyla giren işgalcinin, şehrin caddelerine taşmış bok çukurunun görüntüsü. Don Juan'dan Punk'a, Mavi Sakal'dan Drakula'ya uzanan bir dizi olumsuz kahramanın izinde, toplumun korunaklı yüzeyinde bir gedik açmayı deneyen bir tür işgal politikası, her türlü hesaplılığa karşı yokluğa, faydasızlığa, tükenişe adanmış bir ihlal etiği. Böyle bir hedefi var bu yazıların. Bunlar, ilk bakışta göze çarpanlar. Biraz daha yakından baktığımızda ise Kovulanın İzi'nde hemen her yazıda kendini hissettiren bir sahicilik arayışı olduğunu fark ederiz. Bütün bu yazılarda kapitalizm bir sahicilik kaybının, bir eksilmenin tarihi olarak ele alınmıştır. Demokrasi ruhsuzlaşmanın, kayıtsızlığın, ikame edilebilirliğin tarihidir orada; toplumsal vicdan bireyin içindeki sesi bastırmanın tarihi. Kitabın en kesin, en sık tekrarlayan önermelerinden biridir şu: Demokratik değiş-tokuş çağında bakışın pırıtısı yok olmuş, eşyanın tılsımı bozulmuş, nihayet bir kimlik kartına, bir bilgisayar kaydına, bir seyirlik görüntüye dönüşmüştür birey. Kovulanın İzi'nin kötücül vurgularının ardında, artık kaybedildiğine inanılan bütünsel bir doğa imgesi vardır. Çabuklu'nun eleştirisi de o imgeden beslenen, geride kalmış imgeyi kötülükle de olsa onarmak isteyen, bunun için de uygarlık öncesinin bastırılmış karanlığına gerilemekten medet uman romantik bir uygarlık eleştirisidir her şeyden önce. İnsanın bir zamanlar eşyayla kurduğuna inandığı daha "sıcak, sahici ve doğrudan" ilişkiye, doğayla oluşturduğu "ilksel bütünlüğe", burjuvazinin gelişmesiyle birlikte kaybolan "cömert, ölçüsüz, coşkulu ve karşılıksız olan"a duyulan bir özlem vardır burada. Eskinin popüler haydutlarına, verimsiz harcamaya dayalı potlaça, geçmişin bilinmeyene doğru açılan tutkulu seyyahlarına, röntgenciliğin iktidarca bir sosyal röntgenciliğe dönüştürülmeden önceki "ront" ve "dikiz" dönemine, henüz sentetik ve anonim bir nesne konumuna indirgenmemiş bir bedene duyulan özlem. Kapitalizmin soğukluğuna, nötrlüğüne ve sterilliğine karşı dünyayla, başka bedenlerle doğrudan temas kurma isteği. Dünyanın tehlike, korku ve endişe dolu olduğu, ama insanlara cömert, ölçüsüz ve karşılıksız bir armağanmış gibi sunulduğu âna duyulan özlem. Böyle bir hakikat imgesine varacak yegane yol olduğunu düşündüğü için laneti üstlenmeyi önerir Çabuklu. Yeniden sahici olabilmek için kendi pisliğini, kendi alçalmışlığını, kendi karanlığını içerebilmelidir birey. Kibirli, kıvançlı, mağrur burjuva zihnine karşı yine bu yüzden ısrarla kötü kokanı; sapa, ıssız ve izbe olanı çıkarır. Dünyanın kayıtsız yüzeyinde çirkin bir hareketle, derin bir kesikle, pis bir kokuyla da olsa tanıdık bir iz bırakılabilmelidir. Sahteliğe karşı bok çukuru: Kamu denen sıradanlık potası içinde erimemek için, kayıtsız kalınamayacak kadar pis kokan bok çukurunun "ölçüsüz, niceliksiz, ama samimi alanı"na bırakıvermelidir kendini birey. Böyle bir çerçevesi var bu yazıların. Çabuklu'nun kötülüğü, kiri, sapkınlığı gündeme getirmesinin aslında birden çok nedeni var. Kamu cinayetlerine kayıtsız kalıp hep bir "cani" imgesini besleyen ikiyüzlü adalete karşı çıkma isteği var örneğin. Modern toplumun kirin üstüne örttüğü utanç perdesini aralama, toplumsal yeniden üretim ve tüketim sürecinde işlevsiz kalmış bir atığa işaret etme, nihayet varolan değerlerler sisteminin içyüzünü gösterme isteği. Ama en az bunlar kadar önemli bir başka şey daha var bu yazılarda. Kirin bu yavan ve aldatıcı dünyadaki yegane sahici şey olduğuna inanıyor Çabuklu. Kayıtsız olduğu kadar sığ ve yüzeysel olan insanlığın ancak korkuyla, dehşetle, endişeyle yeniden tanışırsa değişebileceğine inanıyor. Ancak kaybettiği trajik duyguya yeniden ulaşabilirse daha duyarlı bir bireysel vicdan, kendi karanlığıyla yüzleşmiş soylu bir ahlak edinebileceğine inanıyor. Çoktan kaybedilmiş sahiciliğin "ancak şiddeti, sarsıntıyı, çöküntüyü ve gerginliği içinde barındıran bir yaşantıyla" yeni bir düzeyde yakalanabileceğine, "mekânla kaybedilen sıcaklığın... ancak bir yoksunluğun, bir kaybın, bir olumsuzlamanın sonucu olarak" gerçekleşebileceğine inanıyor. Buradan politik bir program çıkmaz elbet; ama bir etik önerme çıkabilir: Dışarıdaki baskıya duyarlı olabilmek için kişinin kendi içindeki negatif yanı sahiplenmesi, laneti tekbaşına da olsa üstlenmesi gerekecektir. Açmazları olmayan bir düşünce değil bu. Kültürün büsbütün dışından gelen, onu toptan yıkmaya azmetmiş kuraldışı bir kesinti; hafif, uçucu ve kayıtsız bir gündelik hayata yeniden ağırlık kazandıracak bir büyük çöküntü, bir mutlak felaket, eşi benzeri görülmemiş bir kopuş imgesi var bu yazılarda her şeyden önce. Sahibini iktidarın dünyasından geri dönüşü olmayan bir biçimde ayıracak sıradışı, kesin ve net bir suç; daima skandal konusu olacak, hiçbir zaman ehlileştirilemeyecek yabanıl bir doğa; yüceltilemeyecek kadar pürüzlü ve pis bir yüzey imgesi var. Kısacası, mutlak bir negativite arayışı var. Kural ile kuraldışı olanı, muktedir ile bozguncuyu, şeytani olanla kölece olanı, yukarıdakiyle düşkünü, evdekiyle kovulmuşu, hesaplı bir iyilik dünyasıyla onu yerle bir edecek saf kötülüğü birbirinden net bir çizgiyle ayırmak istiyor Çabuklu. Açmaz da burada. Birincisi, bugünün dünyasında iktidardakiler çoğu zaman bir iyilik düzleminde tanımlanmış yüce ideolojilerdense düpedüz korsanlığın, haydutluğun, kötülüğün dilini kullanabiliyor. Bugünün kötü çocuğu yüce bir İyi'nin değil, kötücül enerjileri alabildiğine sıradanlaştıran, dahası kötülüğü bir meslek haline getirip bir sektöre dönüştüren bir dünyaya doğdu. İkincisi, kötülük düşüncesinin kendisi toplum tarafından pekâlâ ele geçirilebilir; sıradan bir kötülük efektine, şık bir jeste, bir alçaklık pastişine dönüştürülebilir. Nitekim dönüştürüldü de. İnsanlardaki karanlık yanı bastırmaktansa kışkırtan, dehşeti ve iğrençliği yağmalayan, o yabanıl doğayı en iyi ihtimalle bir altkültüre, bir modaya, bir gösteriye dönüştüren koskoca bir endüstri var bugün karşımızda. İşin edebi yanına gelince: Aslında yalnızca eleştirel düşüncenin değil, edebiyatın bütün kötü çocuklarının karşı karşıya kaldığı bir açmaz bu. Kendini başka herkesten ayıracak emsalsiz bir suç imgesiyle yola çıkar kötü çocuk, ama sonunda sıradan bir adli vakaya, kitaptan kapma bir jeste, bir alçaklık klişesine dönüşen de yine o olacaktır. Genelgeçer yasaları ihlal edip tekil ve sahici bir sesin peşindedir, ama sonunda kendi devralınmışlığına, kendi gecikmişliğine, kendi kitaptan kapmalığına hapsolacaktır. Modern edebiyatın en şık değilse de en iyi işlenmiş, en inandırıcı kötü çocukları bu açmazın içinden çıktılar. Bir türlü sahici olamadıklarını anladıkları, kendi sahteliklerini gördükleri ölçüde sahici bir sese kavuştular. Dostoyevski'nin kahramanları da Oğuz Atay'ın kötü çocuğu Hikmet de buna dahil. Okurun önündeki soru şu: Yaşar Çabuklu bu açmazın ne kadar farkında? Şöyle bir çerçeve çizmek yanlış olmaz sanırım. Kovulanın İzi Çabuklu'nun on dört yıldır çeşitli dergilerde yazdığı, bir de ilk kez burada yayımladığı yazılardan oluşuyor. Çabuklu'yu başından bu yana izleyenler fark etmişlerdir. Başlangıçta kötücül enerjilerde, kapitalizmi olduğu kadar uygarlığı da karşısına alabilecek bir muhalefetin imkânını görüyor, bu kötücül sözün kendi başına radikal bir eleştiri oluşturduğuna, doğası gereği yıkıcı bir imgeyi, negatif bir enerjiyi dolaşıma sokacağına inanıyordu Çabuklu. 80'lerin sonlarında yazdığı yazılarda bu karanlık içeriğe; kurum karşıtı bir muhalefetin neredeyse son kalesi olarak sahip çıkmıştı. Karanlığı gördüm, bastırılmış olanı fark ettim, düşkünlüğü anladım; söyledim ve bozdum oyunu; böyle bir sertlik vardı bu ilk yazılarda. Bireysel tutkunun, toplumsal kirin, akıl dışının hem yıkıcı hem de ele geçirilemez olduğu inancından beslenen bir olumsuzluk düşüncesi. Çabuklu'nun sonraki yazılarında da bu ilk çerçeveden fazla taviz verdiği söylenemez. Ama zamanla, yukarıda sözünü ettiğim açmaz bir biçimde sızdı bu yazılara. "Bozguncunun, anarşistin, kovulmuşun, düşkünün son arzusu yüzlerindeki ... saf ifade bozulmadan dünya değiştirmektir" diyor bu kitaptaki son yazısında. Ama o saf ifadenin bozulabileceği, üzerine gölge düşeceği sezgisi de yok değil. Bu sezgi zamanla iyice yerleşti bu yazılara. Toplumun kötülüğü lanetinden arındırıp kültürel çeşitliliğin bir parçası haline getirdiğini, yani "şimşeğini" elinden aldığını fark etmişti Çabuklu. O zaman da yazdıklarında bir gelgit, bir çatal ortaya çıktı. Dünyanın sıradan yüzeyini delip geçecek sıradışı bir kötülük imgesi ile kötülüğün sistemin ürettiği kolektif cinnetin parçası haline gelip hem şimşeğini hem de masumiyetini kaybedebileceği bilgisi arasında; dizginlenemez bir yabanıl canavar imgesiyle bu yabanıllığın da ölçülebilir, hesaplanabilir, o halde sisteme dahil edilebilir bir bela odağına, bir dehşet efektine dönüşebileceği sezgisi arasında; bozguncunun yüzündeki saf yüz ifadesine duyulan güçlü inanç ile o ifadenin de pekâlâ ödünç alınmış, yapay ya da taklit olabileceği sezgisi arasında gidip gelir bu yüzden bu yazılar. Bir yanda emsalsiz bir felaket beklentisi sürer; ama öbür yanda felaketin de bir bilgisayar kaydına, istatistiksel bir veriye, seyirlik bir görüntüye dönüştüğü bilgisi vardır. Donjuanlığa ya da röntgenciliğe duyulan yakınlık da sürer; ama öbür yanda bugünün şeffaf toplumunun bütün bunları sıradan bir seyirliğe dönüştürdüğü bilgisi de vardır. Bu iki uç arasında gidip gelir bu yazılar. Çabuklu'nun kitabın başına koyduğu, belli bir mesafeyle yazılmış "Giriş" yazısı bu bakımdan önemlidir. Başka bazı sezgiler de vardır orada. Yazılarında sözünü ettiği sapkınlığın erkeksi bir sapkınlık, bel bağladığı rezaletin erkeksi bir rezalet olduğuyla ilgili; Mavisakal'dan Sade'a, Don Juan'dan Punk'a sempatiyle söz ettiği toplum düşmanlarının aynı zamanda kadın düşmanı da oldukları, orta sınıf nefretinin bazen sahibini nasıl da faşizme yaklaştırdığıyla ilgili sezgiler belli ki rahatsız etmektedir artık Çabuklu'yu. Bu gerilimin Kovulanın İzi'nin ses tonunda bir kısılmaya yol açtığı söylenebilir. Ama onu, son zamanlarda kötülük ve tekinsizlikten söz eden, frapanlıktan öteye geçemeyen şairane yazılardan ayıran da büyük ölçüde bu bence. Aslında Kovulanın İzi'ni şık bir jest olmaktan uzaklaştıran başka şeyler de var. Burada genç okurlarına, Yaşar Çabuklu'nun solculuktan geldiğini; yazdıklarının genelgeçer iyilik tanımlarıyla yetinen, çoğu zaman merkezin diliyle konuşan, eleştiri nesnesini devlet ve düzen partileriyle sınırlamış iyimser, ilerlemeci ve gürbüz bir solculukla çatışma içinde geliştiğini hatırlatmakta yarar var. Çabuklu'nun zaaf ve maraz düşkünlüğünde, muktedir olandansa tükenmişliğe yatkınlığında, aklın sesine karşı midenin gurultusuna düşkünlüğünde, kişisel bir mizaç kadar bu içsel çatışmanın da izlerini görmek gerekir. Ama aynı zamanda yenilgiyle, kendisinin olduğu kadar arkadaşlarının da yenilgisiyle; tüketilmiş, lanetlenmiş, sakatlanmış olanı içerme isteğiyle de bağını kurmak gerekir. Öte yanda Çabuklu'nun hep geniş zaman kipinde kurulmuş cümlelerle hiçbir toprağa kayıtlı olmayan vatansız bir söz söyleme isteğinde, dünyanın en negatif gerçeklerinden bile sanki pozitif bir doğrudan söz ediyormuşçasına konuşabilmesinde, olumsuzdan ısrarla bir umut çıkarma ısrarında da yine aynı solculuğun izi var. Bu yazıların güvenli, huzurlu, sağlıklı insanlara yönelmiş bir kişisel kızgınlıktan çok, düzen denen (ya da orta sınıf denen) daha soyut, daha kurumsal, daha sınıfsal bir düşmana yönelmiş olmasında; alçaklığı bir kamusal gösteriye dönüştürmektense orada ısrarla doğruyu arama isteğinde; üslubunun sahne ışıklarındansa bir probleme adanmışlığında; nihayet teatralliktense çocuksuluğu çoktan kabullenmişliğinde de aynı etkinin izleri var. Çabuklu'nun basit ama dayanıklı bir uslupla yazmasının –böyle yazan kaldı mı artık?– nedenleri de büyük ölçüde burada aranabilir bence. Madem negatifliği önemsiyor Yaşar Çabuklu, o halde onu önerdiği çözümler kadar, sahnelediği çatışmalar açısından da okumakta yarar var. İlerlemeciliğe karşı çıkışı ile konuya bodoslama girip hiç oyalanmadan doğruca hedefe ilerlemesi, doğrusal bir düşünceyi eleştirmesi ile kocaman zaman dilimlerini bir cümleye sığdırabilecek kadar hedefe kitlenmiş olması, kafaya karşı hep başka organlardan medet ummasıyla daima saptamalarla ilerleyen, fikir belirten, çözümleyen üslubu arasındaki çatışma nasıl çözülecek? Tüm dünyayı yerle bir edecek bir kopuş hayaliyle sahici bir süreklilik arzusu arasında, merkezi bu kadar az önemseyip vargücüyle cepheden savaşması, otoriteden hoşlanmayıp bildirme kipine bu kadar rağbet etmesi, töre karşıtı olmasıyla daima bir töre gerektirmiş şeylerden (eşyanın anısından, nesnelerin tanıdıklığından, şeylerin tılsımından) böyle özlemle söz edebiliyor olması, toplumsal vicdanın lanetleyiciliğine karşı çıkması ile lanetlenmişliği bir özgürlük alanı, bir haz bölgesi, bir aşırılık imkânı olarak korumaya yatkınlığı arasında da bir çelişki yok mu? Ya da aşırılığı savunmasına rağmen aşırılıktan, kapris ve skandaldan olabildiğince arınmış üslubu arasında? Kamunun, demokrasinin, kurumların, ne kadar sahte olursa olsun bir iyilik düzlemi gerektiren hegemonik bir iktidarın bu kadar az gelişmiş olduğu, Baba'nın yüce bir İyi'yi temsil edemeyecek kadar kifayetsiz ya da zorba olduğu, düpedüz haydutlukla iş gördüğü bu ülkede "kötü çocuk" olmak nasıl bir açmaz sunuyor okura? Kovulanın İzi'nin "kültürel mozaik" içinde anarşizan bir ses ya da aykırı bir çeşniden ibaret kalmaması, okurunun da bu açmazları üstlenebilmesine bağlı. Bütün bunlara, Çabuklu'nun habasete olan ısrarlı ilgisiyle habis düşüncelere genellikle eşlik eden duygusal içeriklerden (her şeye bulaşmış bir kızgınlıktan, uygarlığın nimetlerinden yeterince yararlanamamış olmaktan kaynaklanan bir hiddetten, çoktan reflekse dönüşmüş bir hınçtan, yalnızca muarızlarına değil zamanla herkese tepeden bakmaya yol açan bir alaydan) yoksun oluşu arasındaki çelişkiyi de ekleyeceğim ben. Tahrip edilmiş, yaralanmış ve köreltilmiş olana duyulan bir yakınlık var daha çok bu yazılarda. Şiddete maruz kalanlara, evsizlere, işsizlere, lanetlenmiş ve kovulmuş, itelenmiş ve dışlanmış; sakil ve sefil olana duyulan yakınlık. Çabuklu'nun utanmazcasına basit olan bir üslupla kendisi de nesnesi kadar mülksüz bir yazı ortaya çıkarmasının bir nedeni de burada aranmalı bence. Bu yazıları okurken, her türden genelgeçer akla karşı kendi mizacını savunan, pisliğe duyduğu ilgiyi okuruyla da paylaşan, tüketilmişlerin kaderiyle birlikte kendi karanlığını, aczini ve marazını da üstlenen yazarı görmek gerekir. Mizacın düşüncedeki payı önemli. Aşırı iştah, aşırı zayıflık, bir türlü dindirilemeyen bir mide gurultusu, gevşetilemeyen kaslar, uzun süre yıkanmamış bir beden, nihayet çıplak güneş altında deniz yıldızı gibi saatlerce kıpırdamadan yatma isteği. Kelimelerle kurulan dünyayı aşırı önemseme var bir de. Ama işin bu yanını okura bırakmak yerinde olacak. Bebek için hem bir armağan hem bir oyun aracı hem de bir saldırıymış bok. Bize artıktan, lağımdan ve boktan söz eden Kovulanın İzi'nin, onu alacak orta sınıftan okura sunulmuş bir oyun mu, bir armağan mı, yoksa bir saldırı mı olduğuna, ona da siz karar verin.









VİRGÜL 48, Şubat 2002, s. 38–40
Orhan Koçak
Dimdoğru denemeler
Yaşar Çabuklu, Kovulanın İzi, Metis Yayınları, 2001, 122 s

Yaşar Çabuklu, denemede Nermi Uygur’un tam tersini yapıyor. Başka her şey, bu iki ucun arasında yer alır, bu iki uç tarzın çeşitli bileşimlerinden oluşur. Uygur, sonuçsuzlukta karar kılmış gibidir: Konu, nesne, işlenecek asıl fikir, onun merceğinden geçerken, bir prizmada kırılan ve ayrışan ışın demeti gibi, değişik görünümlerini sırayla serer ortaya. Hepsi önemli, hepsi taze ve şaşırtıcıdır, hiçbiri nihai değil. Düşünceler önemlidir ama asıl önemlisi birbirine dönüşmeleri, bir büyülü fener gibi durmadan dönmeleridir. Eğer bu yapılmayacaksa ancak tam tersi yapılabilir, der gibidir Çabuklu, ışıktan oluşmayacaksa ancak kurşundan oluşabilir. Son, sonuç, daha ilk cümlenin içinde bile ağır bir çökelti halinde tortulanmıştır Çabuklu’da. Başla son arasında sadece kompozisyonun biçimsel gerekleri vardır. Uygur’un düşünceleri, sevilen bir cismi okşayan parmaklardır; konunun kıvrımları üzerinde gezinir, girintilerini yoklar, onun “havaya çizilen bir dünya” gibi bir kez daha şekillenmesine aracılık ederler. Böyle zorlanmasız bir ilişki söz konusu değildir Çabuklu için: Konunun yavaşça gelişen bir sarmaşık gibi kendini oluşturmasına zaman tanıyamaz, çünkü zaten en baştan konuya yakalanmıştır. Haşin, zorba konulardır bunlar, çevrelerinde zarif arabeskler çizilmesine izin vermeyen.
Evet, konular. Kendi biçimlerini dayatan, katı, hoşgörüsüz konular. Çabuklu, “Giriş” bölümünde şöyle sıralıyor bunları: Ölüm, suç, cinsellik, şiddet, kirlilik. Nurdan Gürbilek’in kitaba yazdığı sunuşta belirttiği gibi “uygarlığın yeraltına tıktığı karanlık içerikler, toplumsal vicdan tarafından lanetlenmiş sapkın eğilimler, bastırılmış yıkıcı dürtüler... kadavra, lağım ve bok.” Konular, denemelerin biçimini olduğu kadar, yazıcının yerleşeceği konumu da belirlemekte: “Kapitalizme karşı yükselen toplumcu eleştirinin,” diyor Çabuklu, “sistem için sorun teşkil eden bu lanetli ‘kara bölgeleri’ ciddiye alması umulsa da sonuç bu yönde olmamıştır. Toplumcu eleştiri gelişen bilimlerin ve Aydınlanmanın yol açtığı iyimserlikle genelgeçer bir iyilik tanımını kabul etmiş, lanetlenmiş olana hak ettiği payı vermemiştir. Bunun bir nedeni, kötülük alanlarının insanların toplum halinde yaşamasına karşı tehdit oluşturabilecek yıkıcı eğilimleri barındırmasıdır. Tekinsiz olgular kamuoyunca onaylanması zor, bastırılmış gerçeklerdir ve bu halleriyle gittikçe kurumsallaşan toplumcu muhalefet alanının dışında kalmışlardır.” Çabuklu da kendi düşünsel dayanaklarını bu alanın dışından seçecektir: Sade ve Lautreamont, Bakunin ve Stirner, Baudelaire ve Genet.
Sanırım, Çabuklu için bu adların asıl önemlileri, Sade ve Bakunin’dir, belki de sadece Sade. Çünkü bütün negativizmine karşın, Çabuklu’nun düşünsel serüveni Aydınlanma ile, daha doğrusu Aydınlanma’nın öz-eleştirisiyle belirlenmiştir. Aydınlanmanın asıl hedefi kişinin özerkliği ve özgürlüğüyse eğer, Çabuklu da böyle bir beklentiden azade değildir: “Kötülük bölgeleri,” diyor, “sistemin kurumsal ve reformcu dönüşümüyle yetinemeyen, uç eğilimler taşıyan bireylere ‘yıkıcı’ bir özgürlük imkânı sağlarlar.” (a.g.e.) Gürbilek de saptamıştır bu hedef ortaklığını: “Kötülükten, kirden ve suçtan; kadavradan, lağımdan ve boktan söz ediyor. Üstelik, bütün bunlardan söz etmekten bir şey umuyor. Yer üstündeki asayiş yeraltının denetim altına alınmasıyla kurulmuşsa eğer, aşağıdaki içeriklerin konuşturulmasından geçecektir yıkıcı eleştiri. Kapitalizm bireyin yalnızca kendi tanımasının değil, aynı zamanda kendini unutmasının da koşullarını yaratmışsa, unutulanı hatırlatmayı hedef edinecektir eleştiri. Böyle bir umut var bu yazılarda.” Belki sadece Sade, dedim. Sade, Aydınlanmanın her türlü nezaket kuralı ve uzlaşımın ötesine geçecek kadar ileri götürülmesidir; ya da bütün bu ilerleme projesinin kendi tahripkâr ve gerileyici niteliğini tanıyacağı noktaya kadar ilerletilmesi.
Ama Çabuklu’yu Aydınlanma geleneğine bağlayan bir referans noktası daha var, mantığının en alt katmanını tanımlayan bir isim: Freud. “Bok ve pislik konuları uzun zamandır ilgimi çekmekteydi,” diyor bir yerde, “Meselenin kökenine doğru yol aldığımda Freud’la karşılaştım.” Bu ifade, içerdiği sinsi, usul ironiye karşın, Uygarlığın Huzursuzlukları yazarını da memnun edebilirdi (Freud, örtük biçimde de olsa, kendi kişiliğinin makatsal özellikleriyle uğraşmıştı). Bireysel dürtülerle uygar yaşam arasındaki nihai bağdaşmazlık ve bunun doğurduğu karamsarlık, Aydınlanmacı Freud’un düşüncesinin temel takıntılarından biridir. Bu noktada, Çabuklu’nun da Freud’un yüceltim (“süblimasyon”) konusundaki düşünüşüne bir noktaya kadar bağlı kaldığını görüyoruz:
İnsanın ataları dört ayak üzerindeyken, koku alma duyularının gelişkinliğine ve burunlarının yere yakın olmasına karşın bok kokusundan rahatsız olmuyorlardı. İnsan iki ayağı üzerinde dik olarak yürümeye başlayınca koku duyusu önemini yitirdi, bakış önem kazanmaya başladı. Süblimasyon ihtiyacı içindeki insan anal bölgesini ve dışkısını bir tiksinti ve utancın konusu haline getirdi. Daha önce menstrüesyon ve kızışma dönemlerindeki kokuların uyardığı cinsellik, burun yerden yükselince görsel bir boyut ve mesafe kazandı. İnsan kıçını ve cinsel organlarını örterek anal ve jenital bölgeleri üzerindeki baskıyı başlattı.
Bu, epeyce evrimcileştirilmiş bir Freud olsa bile (ki Freud’un kendisi de böyle bir evrimcilikten büsbütün muaf değildir) yüceltim konusunun çok merkezî bir yönüne işaret ediyor. Yüceltim, Freud’da cinsel dürtünün enerjisinin cinsel olmayan amaçlara, özellikle de toplumca değerli sayılan kültürel amaçlara yöneltilmesidir. Burada Freud’un dürtü kuramına da kısaca değinmek gerekir. Cinsel dürtü, ergenlik çağının sonuna doğru üreme güdüsünün egemenliği altında örgütlenene kadar, kendi özel uyarım bölgelerine ve konularına sahip olan birtakım kısmi dürtüler halinde ayrışmıştır: Ağızsal dürtü, makatsal dürtü, gözetleme (ve bilme) dürtüsü, duyma dürtüsü, vb. Ama bu kısmi dürtülerin tamamının her zaman üreme amacına bütünleştirilmesi mümkün olmaz; geride, ehlileştirilmeye dirençli bir artık kalır. İşte Freud’a göre yüceltim de tastamam bu bütünleşmeyen kısmi dürtülerle ilgilidir. “‘Uygar’ Cinsel Ahlak ve Modern Sinir Hastalığı” başlıklı yazısında şöyle yazar: “Kültürel faaliyetler için seferber edilebilecek kuvvetler, büyük ölçüde cinsel uyarımın sapık olarak bilinen öğelerinin bastırılmasıyla elde edilir.” Çabuklu da makatsal dürtüyle toplumsal değer arasındaki ilişkiye dikkat çekecektir:
Modern kapitalizm bokun üzerine bir iğrenme perdesi örterek onun sembolize ettiği ölümcül, tahripkâr (...) boyutu gizlemeye çalışır. Ancak bu boyut kapitalizmin içinde örtük biçimde mevcuttur. Para ve bok kapitalizmde varolan her değerin indirgenebileceği iki farklı ve benzer kıstastır. Her ikisi de moral düzeyde değerin yükseldiği/düştüğü aynı boyutta bulunan iki ayrı noktadır. Günümüz toplumunda insanın en çok yüceldiğini sandığı nokta aynı zamanda yücelmenin arkasında saklı bokun kokusunun da kendini en çok hissettirdiği noktadır. Yazıyı Beckett’in “İlk Aşk” hikayesinden bir alıntıyla bitirelim: “Eğer aşkım katışıksız ve çıkarsız olsaydı, onun adını eski sığır boklarına yazar mıydım? Hem de sonradan emdiğim parmaklarımla!”
Freud’a başvurmadan da içten içe bildiğimiz bir yakınlıktır bu: Yücelik duygusu, bir üperiş halinde belirir; ama bayağı ve iğrenç olanla karşılaştığımızda hissettiğimiz tensel duygu da buna çok benzeyen –ama haz vermeyen– çarpık bir ürperti değil midir, bir tür kıvranmayla bedenimizden ve ruhumuzdan kovmaya çalıştığımız keskin bir iç bulanması hali? İşte, tıpkı Freud gibi Çabuklu’nun yaptığı da bu: Aslında çok tanıdık, fazlaca tanıdık olan, ama bilinçten kovulduğu için yabancı, tekinsiz bir nitelik kazanan bir olgunun, bir deneyimin çağırılması, adlandırılması. Ergenliğe geçişle birlikte silinen o denklemin yeniden yazılması: Dışkı = hediye = altın. Burada, ergence bir hazza da dikkat çekmeliyiz: Ortaokul şakalarında, bastırılmış bir duygunun bir anda serbest kalmasını sağlayan özgürleştirici boyut, o bayağılaştırılmış deneyimin yeniden yaşanmasıyla ilişkilidir. Çabuklu’nun metnindeki haz payı da buradan geliyor: Düşünce –ve yazı– kendi ritminden, kendi deviniminden çok, ağza alınmaz şeylere tanık olmaktan ve onları bir kez daha adlandırmaktan zevk alıyor.
Freud’un “Tekinsiz Üzerine” başlıklı yazısının zaafı, uygar bilincin yaptığını sadece tersine çevirmekle yetinmesiydi: Sözcüğün etimolojisini de inceleyerek “tekinsiz”in aslında “tanıdık” ya da “eve ait” kavramlarının değer düşmesine uğrayarak ters dönmesiyle ortaya çıktığını belirtiyor, kavramı aslına iade ediyordu. Ama bunu yaparken tekinsizin asıl işlerliğini kazandığı o bulanık, bulandırıcı/ürpertici, ikiz-anlamlı bölgeyi de ortadan kaldırmış oluyordu. Çabuklu da bu noktada Freud gibi aydınlanmacıdır: Alacakaranlığa ve çarpıklığa fazla tahammülü yoktur. Ortaokul şakalarında olduğu gibi, o serbest kalma mekanizmasını bir an önce işletmek, tekinsiz olanı derhal buraya, açık söylemin alanına çağırmak zorundadır. “Kötülük alanları”ndan söz etmesi de belirtisel bir değer kazanır burada. Asıl kötülüğün alanları yoktur oysa; tıpkı şimşek ya da yıldırım gibi, sadece vektörleri vardır. Onu bir alan olgusu haline getirmek, çoktan yatıştırmak, yerleştirmek demektir.
Kovulanın İzi’ni okuyanlar, “kapitalizm” sözcüğünün yaygınlığına da takılacaklardır belki. Kapitalizm, kendisinin de bir yerde yazdığı gibi, insanın iki ayağı üzerinde doğrulmasından itibaren işlemeye başlayan süreçlerin –Aydınlanma sürecinin– uç noktasından başka bir şey değildir Çabuklu için. Bunun ötesinde bir özgüllüğü yok gibidir. Yukarda andığımız yazarları da birer edebiyatçı, birer biçim kurucusu olarak almaz Çabuklu: Simgesel bir boyutu olsa bile yine de tikel bazı deneyimleri anlatan ya da dışa vuran yazarlar değildir bunlar; evrensel, hatta ezeli bazı hakikatlerin sözcüsüdürler. Ama işte Kovulanın İzi’nin gücü de buradan, kendi kavramına bu sadakatinden geliyor: “Kapitalizmin” her türlü özgüllüğü erittiğini ve bir eşdeğerler denklemi kurduğunu bilen, hayır, hisseden bir bakış için, birtakım tikellikler ve tazelikler aramak, bazı şeyleri ilk kez yaşanıyormuş edasıyla söylemek, sayfanın kenarına çiçek süslemeleri yapmaya benzerdi. Adorno’nun Beckett için söyledikleri, bir bakıma Çabuklu için de geçerlidir: İnsanların her geçen gün kuklaya daha çok benzediğini gören birinin bazı canlı, somut ve unutulmaz karakterler yaratmaya girişmesi bir yalan olurdu. Figürasyon, sadece yazıyı devam ettirip sona erdirmek için gerekli olan bir alettir burada.
Eğer Kovulanın İzi kendi konusuna ve kavramına bu kadar sadık bir metin olmasaydı, içerdiği en önemli sezişin şu pasajda bulunduğunu söyleyebilirdim ben:
Öte yandan kötülük her zaman iktidar karşıtlığı olarak ortaya çıkmaz. Celine’in orta sınıfa karşı nefretiyle beslenen kötülüğü onu Nazizm’e yaklaştırır (...) Kötülük kavramı 1960’lardan itibaren gelişmeye başlayan postmodern toplumda önemli değişikliklere uğramıştır. Yeni toplum kötülük alanlarını ticarileştirerek, kültürel çeşitliliğin bir parçası, bir moda haline getirerek yıkıcı etkilerini en aza indirmiştir (...) Farklılıkları kabul etmeye dayalı yeni toplum, “şeffaflığı” yaygınlaştırarak kötülüğün şimşeğini elinden almıştır (...) Bu kitaptaki denemelerin bazılarının yazım tarihi on dört yıl öncesine gidiyor. O günlerden bu yana görüşlerimde değişiklikler oldu. Eskiden olumsuzu, tekinsizi nerdeyse mutlaklaştırarak benimsiyor, bu konuları “içerden” bir dille anlatıyordum. Bugün hiçbir şeyi mutlaklaştırmamak gerektiğini düşünüyorum. Tarih boyunca bir ölçüde sistem eleştirisini içinde barındıran kötülük alanları 1980’lerden sonra sistemin ürettiği kolektif cinnetin parçaları haline geldiler.
Sistemik kötülük ve bireysel kötülük, iyi kötülük ve kötü kötülük – sınırı nasıl çizeceğiz, her zaman çizebilir miyiz? Çabuklu’nun haklı olarak bir yana ittiği tikel, burada her şeye karşın onsuz yapılamayacağını hissettiriyor.