Monday, September 23, 2019

POSTMODERN TOPLUMDA UZAM






POSTMODERN TOPLUMDA UZAM



Postmodern toplumun uzamlarını ve bu toplumun egemen uzam anlayışını anlayabilmek için postmodern eleştirinin boy hedefi haline getirdiği modernliğin uzam yaklaşımı üzerinde durmak gerekir. XIX. yüzyılın sonlarından başlayarak kapitalist modernlik büyük ölçekli kitlesel üretimin yaygınlaşmasını beraberinde getirdi. XX. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren ve özellikle II. Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde Fordist üretim modelinin gelişmesi ve güçlenmesi modern toplumdaki uzamı kitlesel üretimin mantığınca şekillendirdi. Nan Ellin’e göre modernliğin uzamı makine imgesine, endüstriyel ve mühendislikle ilgili referanslara bağlı olarak oluşmaktaydı. Modernliğin şehirciliği endüstriyel toplumun içinde barınacağı bir makine oluşturmaya yönelikti. Amaç evrensel olduğu varsayılan “nötr”, “steril” bir teknolojinin aracılığıyla teknokratik bir uzamsal ütopyanın yaratılmasıydı. Uzamsal rasyonalite, verimlilik, işlevsellik makine gibi işleyen bir kent yaratmanın koşulları haline gelmişti. Büyük fabrikaların seri olarak ürettiği metalar gibi kent steril, ruhsuz, özgünlüğü ve ışıltısı olmayan sonsuz sayıda standart evlerle, binalarla doldurulmak isteniyor gibiydi. Evrensel bir rasyonaliteyi temsil ettiği düşünülen bu modelde geçmişe, geleneğe, yerele, cemaatsel olana ait olan dışlanmakta, bağlamsızlaştırılmış, içinde bulunduğu yerle ilişkisi koparılmış, soyut, işlevsel bir inşaat modeli, bir mimarlık anlayışı öne çıkmakta, biçim işlevi takip etmekteydi. Modernliğin egemen mimari yaklaşımı yapının izole bir obje olarak çevresinden kopuk olduğu, ideal bir insan (erkek) modeli için inşa edilen bir anlayışı yansıtmaktaydı. Tek bir evrensel, işlevsel rasyonel yapı modelinin her yere uygulanabilir olduğu varsayılmaktaydı.



Modernliğin egemen mimari yaklaşımı “azla yetinmesini biliyordu.” Scott Lash’in söylediği gibi, modernliğin mimarisi formalizme ve sadeliğe önem vermekteydi. Bu mimari kendini gündelik olandan soyutlamıştı. Mike Savage ile Alan Warde’ın da gözlemledikleri gibi modern mimari bir örnekliğe, uluslararası stile yönelmişti. David Harvey modernliğin büyük ölçekli, teknolojik olarak rasyonel ve verimli şehir planlarına yöneldiğini, uzamın toplumsal amaçlar için sosyal bir proje dahilinde biçimlendirilmek istendiğini, endüstriyel inşaat sistemlerinin öne çıktığını, uzamsal biçimlerin rasyonelleştirildiğini, montaj hattına ilişkin bir örnekliğin, standartlaşmanın arttığını söyleyecekti. Öte yandan modernliğin mimarisi “elitist, avangard” özellikler de taşıyordu. Yaratıcı, auteur mimar kendini yere ait tarihsel ve gündelik referanslardan soyutluyor, izole bir biçimde “üstün soyutlama gücü” sayesinde evrensel olanı yaratıyordu. Modernliğin yere, coğrafyaya önem vermeyen yaklaşımı tarihselci bir bakış açısıyla da ilişkiliydi. Edward W. Soja’nın yaklaşımına göre bu bakış açısında önemli olan tarihti, zamandı; uzam ise sabit, hareketsiz ve ölüydü. Marx’a göre coğrafya gereksiz bir komplikasyon idi. Marksistler yerelciliği, bölgeciliği birleşmiş dünya proletaryasının evrensel kurtuluş projesi önünde bir engel olarak görmekteydi. Önemli olan lineer bir şekilde özgürlüğe doğru ilerleyen tarihin yasalarıydı, sınıf mücadelesiydi, yer değildi. Yerle ilişkili geçmiş, gelenek gericiydi; ilerici olan evrensel olandı.




1950’lerin sonlarından başlayarak modernliğin uzam, mimari ve şehir planlama yaklaşımları eleştirilmeye başlandı. Yeni yaklaşımlar genel olarak postmodern sıfatıyla adlandırılıyordu. Postmodern uzam yaklaşımları özgün, tarihsel, yerel biçimlere önem veriyordu. İnsanların yeri, yapıyı nasıl algıladığı üzerinde durmayıp soyut bir evrensel modeli dayatan modernlikten farklı olarak postmodern mimari yaklaşımlar insanların yeri nasıl algıladığını ciddiye alıyor, tek hakikat ve anlam yerine çoklu anlamları öne çıkarıyordu. Bu mimari tikel ve gündelik olana önem veriyor, aşikâr olan karşısında karmaşık olanı, saf olan karşısında melez olanı, düz olan karşısında çarpıtılmış olanı öne çıkarıyor, müphem, istikrarsız olanın, iç bütünlüğü olmayanın izini sürüyordu. İkili karşıtlıklara dayalı modernliğin “ya o ya bu” mantığına karşı postmodernlik “her ikisi de/ve”yi ortaya sürüyor, birbiriyle çelişen boyutlara sahip çok işlevli yapılara ve malzemelere yöneliyordu. Modernliğin yapısı bitmiş bir yapıyken postmodernliğin yapısı “bitmemiş,” kullanıcının edimleriyle değiştirilebilen bir yapıydı. Modernlik ideal insan için inşa ederken, postmodernlik “halk için,” gündelik hayatı içindeki somut insan için inşa ediyordu! Postmodern mimari içinde sanayileşme öncesi dönemin mekânlarına, tarihin değişik dönemlerindeki yapılara, yerlere öykünmeler gözlenmekteydi. Mimaride çevreyi, bağlamı ikinci plana koyan modernlikten farklı olarak postmodernlik bağlamsallaştırmaya, tarihsel, coğrafi, kültürel referanslara önem veriyordu. Nan Ellin’in belirttiği gibi postmodern mimari tarihsel referansları eklektik bir biçimde bir arada kullanmaktaydı. Süslemeci dekoratiflik, esnek bir mimari dil, çok anlamlılık, farklılık, çoğulculuk öne çıkmaktaydı. Postmodernlik kolaj, brikolaj, montaj yoluyla farklı, birbiriyle çelişen parçaları bir araya getirmekteydi. Yeni mimaride önemli olan derinlikten ziyade yüzeydi ve bu nedenle postmodern mimari dış yüzeyi, cepheyi mutlaklaştırmakla eleştirilecekti. Modern mimaride biçim işlevi takip ederken postmodernlikte biçim fanteziyi, kurguyu takip etmekteydi ve bu nedenle postmodern mimari sembolik anlamlarla, referanslarla doluydu. Yeniden üretilen tarihsel mekânlar, hiper gerçek ortamlar bugüne bir ölçüde mistik bir nitelik katıyor, kent çeşitli imajların kolajından oluşan bir eğlence mekânına dönüşüyordu. Postmodern mimari pragmatizmden, eklektik çeşitlilikten beslenmekteydi.




Modernliğin evrensel olduğunu iddia eden egemen uzam anlayışı bürokratikti, soyuttu, insanın tikel varoluşunu önemsemiyordu. Postmodernliğin insani ölçeğe yakın bir uzamsallık yaratma iddiasına karşın Scott Lash’ın da söylediği gibi bu mimari bir hümanizm simülasyonunu temsil etmekteydi. Modernlikte yaratıcı mimar, auteur önemliyken postmodernlikte müşteri önem kazanmıştı. Gerçekten de modernlikte üretim ve üretici ağırlıktayken postmodernlikte tüketim ve alıcı öne çıkmaktaydı. Postmodern mimarinin farklılığı, çeşitliliği, çoğulculuğu öne çıkarması çeşitlendirilerek, renklendirilerek derinleştirilmek istenen mekân piyasasından bağımsız değildi. Modernliğin ünlü mimarı Le Corbusier’nin “içinde yaşanacak bir makine” olarak düşündüğü ev modeli postmodernliğin, bireysel farkına tekabül eden ürünler bekleyen tüketicisi için uygun bir model değildi. Postmodern mimari “soyuttan somuta doğru” bir yönelimi ifade ediyordu. Farklı müşteri profillerine uygun, kişiselleştirilmiş, “özel” mekânsal ürünlerin tasarımı, reklamı ve pazarlanması gerekiyordu. Modernliğin tek anlamlı, kendini net bir biçimde ifade eden mekânlarından farklı olarak postmodern mekânlar anlamın sürekli olarak değiştiği, kaydığı, ertelendiği müphem mekânlar olarak beliriyorlar; yerel çeşitliliğe, “biricikliğe,” otantikliğe, nostaljiye önem vererek oyuncul bir duygu yaratmaya çalışıyorlardı. Modernliğin “kuru” mekânlarından farklı olarak postmodern mekânlarda estetik kaygı birinci plana geçmişti. David Harvey’e göre kentsel uzamda plan yerine tasarım öne çıkmıştı. Dağınık, merkezi olmayan, tek bir noktada yoğunlaşmayan kentsel biçimler daha uygun hale gelmişti. Bilgisayar programları sayesinde farklı müşteri gruplarına kişiselleştirilmiş biçimler altında sunulacak mimari ürünlerin esnek kitlesel üretimi mümkün hale gelmekteydi. Evrensel mimarinin üst (meta) dili son bulmuştu. Postmodern mimari içeriyi ve dışarıyı birbirine karıştırarak kentsel ortama labirentvari bir nitelik kazandırmıştı. Harvey’e göre bu mimari şizofrenik bir nitelik taşımakta, geçmişteki stillere gönderme yaparak eklektik bir stil karmaşası yaratmaktaydı. Tarih, nakledilmesi mümkün aksesuarlara dönüştürülmüştü. Postmodern mimari yüzeyi, parçalılığı, fantezi dünyasını, teatral olanı öne çıkarıyordu. İdareci anlayış yerini girişimci anlayışa terk etmişti. Kevin Robins’in dikkat çektiği gibi (Space and Place’in içinde) kentlerin kendilerine has özelliklerinin ve kimliklerinin, yerin kültürel anlamlarının ve geleneklerin vurgulanması ürünlerin çeşitlendirilmesiyle, yerin pazarlanmasıyla ilişkiliydi.




Modern uzam ve mimari anlayışını eleştiren postmodern yaklaşımlar başlangıçta ticari kaygılardan bir ölçüde uzaktı. Muhalif hareketler de (sitüasyonist, feminist vb) modernliğin uzam anlayışının eleştirisine katılmaktaydı. Yeni Sosyal Hareketler, muhalif yerel yönetimler, ekolojist hareketler yerleri, caddeleri modernliğin makine modelinden kurtarmaya çalışıyorlardı. David Ley ve Caroline Mills’in de söyledikleri gibi (The Spaces of Postmodernity’nin içinde) postmodern yaklaşımların sistemle uzlaşması ve metalaşma yoğunlukla 1980’lerden sonra gerçekleşti. Bunun önemli nedenlerinden biri 1970 ortalarından itibaren gelişmeye başlayan post-Fordist esnek üretim modelinin ürünlerin çeşitlendirilmesini, bireyselleştirilmiş, kültürelleştirilmiş bir tüketimi teşvik ederek postmodern mimariyle müşteri yaratma bazında bir işbirliğine girmesiydi. İlginç bir gelişme ise 1990’larda küreselleşmeyle birlikte gerçekleşti. Postmodernliğin modernlikle özdeşleştirdiği bir örneklik, standartlaşma bu kez sınır tanımayan küresel iletişimin, para, sermaye ve bilgi akışının etkisiyle postmodern uzamlarda egemen olmaya başladı. Nan Ellin, bir kale görüntüsü arz eden ve sofistike güvenlik sistemleriyle korunan büyük alışveriş merkezlerinin (shopping mall) kendilerini çevrelerinden tamamen izole ederek içe kapalı bir dünya oluşturduğunu söyleyecekti. Öte yandan geç postmodernlikte kentsel uzam savunmacı bir görünüm arz ediyordu. Postmodern mimari mekânları işsizlerden, yoksullardan, göçmenlerden, siyahlardan koruyacak şekilde inşa ediyordu. Kamusal mekânlar gitgide özelleştiriliyor, polis ve özel güvenlik elemanlarıyla, elektronik cihazlarla kontrol altında tutuluyordu. Kent civarındaki ofis kompleksleri ve kampuslar kendilerini dışarıdan gelebilecek her türlü tehdide karşı izole etmişlerdi. Manuel Castells’in de belirttiği gibi yeni profesyonel yönetici sınıfı küresel kapitalist ağa bağlı kentsel uzamsal parçaları dışlayıcı biçimler altına sokarak sömürgeleştirmekteydi. Yerler küresel bilgi akışının basıncı altında sosyal anlamlarını kaybetmekteydi. Evden internet kanalıyla yapılan alışveriş nedeniyle sokağa alışverişe çıkmak bir olay, bir “event” haline gelmekteydi. Kent büyük alışveriş merkezlerinden, tema parklarından oluşan bir eğlence ve tüketim merkezi olarak örgütleniyordu.




Postmodernlik yere, lokaliteye önem veriyor gibi görünürken öte yandan küreselleşme ve dijital ağlar yerleri küresel bir piyasanın parçaları olarak kuruyor ve bu durum yerlerin standartlaştırılmasıyla, yer olmayan yerlerin (non places), transit yerlerin oluşmasıyla sonuçlanıyordu. Geç postmodern dönemde büyük alışveriş ve eğlence merkezleri, ofis binaları, banliyölerde orta ve üst sınıfların oturduğu korunaklı siteler modernliğin standart yapılaşmasına benzer özellikler gösteriyorlardı. Kevin Robins’e göre (Space and Place’in içinde) elektronik bilgi akışlarından ve sanal gerçeklikten beslenen postmodern uzam bir örnekleşmeye, homojenleşmeye, nötrleşmeye doğru yönelmekteydi. Kent bir sibernetik makineye dönüşüyordu. Kevin Robins’in dikkat çektiği gibi (Technocities’in içinde) kentler küresel-ağsal ekonominin iletişim ve kontrol merkezleri olmak için bilgi altyapısına büyük yatırımlar yapmaktaydı. Sanal kent aslında yerleşik, bedenlerin somut ilişkisine dayalı gerçek kent yaşamını, yakın ilişkiyi ve irtibatı ortadan kaldırmaktaydı. Paul Virilio da dolaysız ilişkilerden kopmanın, mesafe oluşturmanın, angajmandan kaçınmanın, tele varoluşun, sanal irtibatın gerçek kent yaşamını tahrip ettiğini söyleyecekti.



Postmodernlikte çeşitlilik, farklılık ve oyunculluk ancak güvenliği sağlanmış tüketimin sürekliliğine hizmet ettiği sürece mevcuttu. Universal Stüdyolarının tema parkındaki “davranış yönetmeliği” gürültücü davranışları, şarkı söylemeyi, koşmayı, gereksiz yere gözünü dikip bakmayı, aynı yerde beş dakikadan fazla oturmayı vb yasaklıyordu. Postmodern kentlerdeki kültürel etnik çeşitlilik ve renklilik ise ancak turistik “event”’lere konu olduğu ölçüde mevcuttu. Postmodern kente örnek olarak gösterilen Los Angeles’ta orta sınıfların yaşadıkları bölgelerden “görünmez” sınırlarla ayrılmış göçmen ve yoksul mahalleleri sürekli bir polis gözetimi, denetimi, baskısı altındaydı. Mike Davis’in deyimiyle bu “kale şehirde” polisin terörle özdeşleştirdiği yoksul bölgeler, orta ve üst sınıfların yaşadığı bölgelerden tecrit edilmişti. Kentsel tasarım, mimari ve polis aygıtı bu kentte güvenliği sağlamak üzere işbirliğine girmişti. Mimarinin neo-militer sentaksı yoksullara karşı savunulabilir mekânlar yaratmaya yönelmişti. Dev alışveriş, iş, eğlence, kültür merkezlerinin sahte kamusal mekânları, orta sınıfların fark etmediği ama yoksulların çok iyi bildiği, alt sınıfları uyarmaya yönelik “görünmez” ikaz işaretleriyle doluydu. Plajlar özelleştirilip güvenlik görevlileriyle korunmakta, kütüphaneler, oyun yerleri kapatılmakta, caddeler tehlikeli olarak tanımlanmakta, kamusal mekânlar özelleştirilmekte, militarize edilmekteydi. Los Angeles’ta polis helikopterlerinin muhtemel operasyonları için her evin damına bir numara yazılmıştı. Mimarlık polis devletiyle işbirliğine girmişti. Edward W. Soja’nın yorumuyla her şeyin pastişle parçalı bir görünüme sahip kılındığı postmodern kentsel uzam aslında kapitalist, ırkçı, patriarkal boyutu görünmez kılıyordu.




Postmodern uzamda hiper gerçeğin, sanal mekânların, simülakranın yaygınlaşması kitsch’i beraberinde getiriyordu. Öte yandan postmodern çeşitlilik aslında yüzeyin çeşitliliğiydi ve orta sınıf yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelen bu yüzey, altında dışlanmışlara karşı bir şiddet eğilimi barındırmaktaydı. Postmodernliğin yoksullara karşı geliştirdiği savunmacı mimari, orta sınıfların kendi yaşam tarzlarını ne pahasına olursa olsun savunma eğiliminden destek görüyordu. Panoptik elektronik gözetim alışveriş ve eğlence merkezlerini, caddeleri orta sınıfların güvenli alışverişi, tüketimi için kontrol altında tutmaktaydı. Öte yandan postmodern toplumda tüketici yaşamı –alışveriş merkezinin yanı sıra– güvenli ortam olan ev içine taşınmıştı. Dijital ya da global uzam artık evdeki bilgisayarın ekranında beliren uzamdı; bilginin, iletişimin ve de en önemlisi alışverişin uzamıydı. Modernliğin monolitik, teknolojik uzamına karşı çıkan postmodernlik uzamı tekniğin en gelişkin tek tip yaratısı olan ekranla özdeşleştirilmişti. Yerin “hafızasını,” tarihini, kültürünü öne çıkaran postmodernlik sonuçta yer olmayan yerleri yaratmış, hafızayı ise bilgisayarın hafızasına indirgemişti.



Şimdi postmodern toplumun uzamlar arasındaki sınırları muğlaklaştırması, uzamlar arası geçişleri, akışkanlığı, melezliği hızlandırması konusuna gelelim. Tüm bunlar daha ziyade orta ve üst sınıfların katıldığı ve küresel kapitalist ağın bir parçası haline gelmiş uzamlar için bir ölçüde geçerlidir. Çeşitlendirilmiş tüketimsel uzamlar orta sınıf müşterilere tüketimin, oyunun, eğlencenin iç içe geçtiği muğlak alanlar sunarlar. Ancak yoksulların, varoşların uzamı orta sınıfların uzamından hiçbir muğlaklığa yol açmayacak biçimde net sınırlarla ayrılmıştır ve yoksullar bu sınırları aşıp “melezleşmeye çalışırlarsa” başlarına nelerin geleceğini çok iyi bilirler. Çokkültürlülük, kültürel çeşitlilik daha ziyade kent seçkinlerinin kenti pazarlamak için düzenledikleri fuarlarda yerel çeşnilerin sergilenmesi bağlamında gerçekleşmektedir! Postmodern farklılık ve çeşitlilik söylemi özellikle post-Fordist sektörlerde çalışan orta sınıfların tikel olanın tüketimine yönelik post-romantik özlemlerine denk düşmektedir.



Postmodernlik uzamın merkezsizleşmesini beraberinde getirmiştir. Postmodern kentler modernliğin bir merkez etrafında örgütlenen kentlerinden farklı olarak farklı merkezlerin varolduğu kentlerdir. Bazı iş ve yerleşim bölgeleri daha önce buralarda varolan bir nüfus, tarih, kültür bulunmadan yüksek teknolojik ağlarla donatılmış bir biçimde kurulmaktadır. Postmodern kentler farklı parçalardan oluşan bir kolaj görüntüsü sergilemektedir. Ancak bu birbiriyle uyuşmaz görünen parçalardan oluşan kaotik görünümlü yapı çok yüksek bir kârlılık üretmektedir. Öte yandan Soja’nın da belirttiği gibi postmodern kentler merkezden yoksun değildir. Kentin kolektif denetiminin, siyasi yönetiminin gerçekleştirildiği bir merkez varlığını sürdürmektedir.



Postmodernlikte kentle taşra, kent merkeziyle banliyö, merkezle çevre, iç ile dış arasındaki eski sınırlar muğlaklaşmıştır. Postmodernliğin uzamsal sınırları muğlaklaştırması Jameson ve Harvey gibi Marksist kuramcıların postmodern uzamı “kaotik”, “şizofrenik” gibi sıfatlarla eleştirmesine neden olmaktadır. Marksist kuramcıların modernlikten ziyade postmodernliğin uzam anlayışını eleştirmesi Marksizmin modernliğin bir parçası olmasıyla da ilişkilidir. Harvey postmodernliği lokaliteyi, yeri, cemaatleri fetişleştirmekle eleştirecektir. Jameson’a göre ise postmodernlik ampirik, kaotik, heterojen olanı öne çıkarmaktadır. Jameson’ın postmodern “kampa” dahil ettikleri arasında John Cage, punk, Godard, Burroughs da yer almaktadır. Jameson’a göre hiper postmodern mekânlar (Los Angeles’taki Bonaventure Oteli) hacim ve perspektifin anlaşılmasını mümkün kılacak mesafe duygusunu ortadan kaldırmakta, insanı boşluğun bir parçası haline getirmektedir. İnsan bedeni yerini tayin edememekte, algısal ve bilgisel olarak etrafını kuşatan ortamı bir düzen içine sokamamakta, haritalandırılabilir bir dış dünya içinde kendi pozisyonunu kuramamaktadır. Kathleen M. Kirby’nin de dikkat çektiği gibi (Bodyspace’in içinde) Jameson’a göre entelektüel ve politik pratik için gereken düzenli, apaçık bir yönün kayıp gittiği, kurulu uzamın yönetilemez hale geldiği bir durum söz konusudur. Jameson’ın bildiği yön bulma biçimleri postmodern uzamda işe yaramamaktadır. Postmodern uzam bir güzergâh oluşturmaya imkân veren, “burası ile orası”, “öncesi ile sonrası” arasındaki anlamlı ayrımları silmektedir. Jameson analiz etmek için olgularla arasına objektif bir mesafe koymak, dünyayı dışsal, haritası yapılabilir olarak tanımlamak istemektedir. Postmodernlikte uzamın gerçekliğini yitirmesi, elastikliği, dayanak noktasının olmayışı Jameson’ı rahatsız etmekte ve o hızla uçucu hale gelen sınırları eski haline getirmeye çalışmaktadır. Kendisini çevreleyen ortamdan pek fazla ayırt edilemeyen parçalanmış özne muhalif bir faaliyeti formüle etmekten âciz görünmektedir. Jameson postmodern uzamın insanları pasifliğe ve çaresizliğe sürüklediğini belirtmekte, bedenin uzamın etkilerine doğrudan maruz kalmasından rahatsız olmakta, uzamın monadik bir öznellik tarafından yeniden kurulmasını, sınırlarının oluşturulmasını istemektedir.



Postmodern uzam içinde radikal uzamsal özneliklerin yaratılması yönündeki en önemli açılımlar ise postyapısalcı eleştirilerden gelmektedir. Postmodern toplumda sınırların müphemleşmesi yeni yersiz yurtsuz, kaotik, muhalif alanların oluşturulması için ister istemez bir imkân yaratmıştır. İç/dış, ben/öteki, merkez/çevre vb ikili karşıtlıklar üzerine kurulmuş olan modernliğin oluşturduğu sınırlar birer sosyal kurguydu ve özneleri disiplin altında tutmaya hizmet ediyordu. Postmodernliğin ticari bir bağlamda da olsa sınırları muğlaklaştırması, her şeyi bir akışkanlığa sürüklemesi radikal öznelliklerin egemen sınırları aşındırmasına da bir ölçüde ortam yaratmaktadır. Edward W. Soja ve Barbara Hooper’ın da söyledikleri gibi (The Spaces of Postmodernity’nin içinde) parçalanmış kimlikten korkan ve onu reddeden modern politikalar siyasi bölünmelere neden oldular ve bu durum hızlanarak devam etti. Çokluğa dayalı radikal öznelikler yaratmaya yönelmediler. Yeni radikal politikalar ise tüm diğer mücadeleleri önceleyen “tek dönüşüm”, “büyük reddediş” yerine bir direnişler çokluğunu oluşturmaya yöneldiler. Modernliğin net, düzenli ikili karşıtlıklarından, düzensizlik ve muğlaklığa yönelik hoşgörüsüzlüğünden, özcülüğün destek verdiği üniterlik eğiliminden uzak durdular. bell hooks hem riskleri hem de direniş imkânlarını içinde barındıran, muğlaklıklarla ve çelişkilerle dolu uç yerlerin yaratılmasından yanaydı. Bu sınır bölgeleri çok merkezli topluluklar içinde varolan radikal özneliklerin birbiriyle buluşup çoğalabileceği radikal açıklık mekânlarıydı. Trinh T. Minh-ha ise merkezin sabitleme ve kodlama girişimleri karşısında marjinal yerlerin kendilerini sürekli olarak düzensizleştirmelerini, yer değiştirmelerini önerecek, farklılıklar anarşisini öne çıkaracaktı. Sınırdaki yerler mücadele alanlarıydı, iktidar yapılarının sınırlandırıcı, kategorize edici gücünün bozulduğu, düzensizliğe itildiği bir alandı. Deleuze de akışları, kaçış çizgilerini, “aradaki yerleri”, “şizofrenik uzamın” muhalif niteliğini öne çıkaracaktı.



Postmodern uzam düzensiz, kaotik, sınırların tamamen yok olduğu, geçişlerin sınırsız hale geldiği bir uzam değildi. Sınırların muğlaklaştırılması ürün ve hizmetlerin çeşitlendirilmesine hizmet ediyordu ve bu bağlamda ticari bir işaretler sisteminin üretilmiş kodları altında varlık alanı buluyordu. Kaos ticari göstergelerin karmaşık değiş tokuşu çerçevesinde mevcuttu ve bunun dışındaki her muhalif kaotik oluşum, karşısında polis gücünü buluyordu. Melezleşmeye gelince... O da ancak egemen sınıfsal, ırksal hiyerarşilerin, sınırların korunması kaydıyla, daha ziyade ticari-kültürel-turistik bir bağlamda beğeniye sunuluyordu. Günümüz toplumundaki radikal öznelikler, postmodernliğin hiçbir zaman tam olarak gerçekleştiremediği müphemliği, sınırların belirsizliğini, sınırların ihlalini, sınırlar arasındaki geçişleri, iç/dış, ben/öteki gibi ikili karşıtlıkların ortadan kalkmasını muhalif bir politika için birer imkân olarak gördüler. Modernist muhalifler ise modernliğin ikili karşıtlıklara dayalı uzam anlayışının dışına fazla çıkamadılar. Modernliğin iktidarı olsun, muhalefeti olsun, yeri tarihsel güçlerin ilerlemesiyle aşılacak önemsiz, dışsal sabit bir alan olarak görmüştü. Modernliğin muhalefeti özgürleştirici yerler üretemedi.



YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:


Trinh T. Minh-ha, Woman, Native, Other: Writing Postcoloniality and Feminism
Indiana University Press, 1989, 173 s.

der. Nancy Duncan, Bodyspace: Destabilizing Geographies of Gender and Sexuality
Routledge, 1996, 278 s.

Mike Davis, City of Quartz: Excavating the Future in Los Angeles
Verso, 1990, 462 s.

Manuel Castells, The Informational City: Information, Technology, Economic Restructuring and
the Urban Regional Process, Blackwell Publishers, 1991, 416 s.

David Harvey, Postmodernliğin Durumu: Kültürel Değişimin Kökenleri
çev. Sungur Savran, Metis Yayınları, 1997, 407 s.

Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı
çev. Nuri Plümer, YKY, 1994, 527 s.

Scott Lash, Another Modernity: A Different Rationality
Blackwell Publishers, 1999, 400 s.

Mike Savage, Alan Warde, Urban Sociology, Capitalism and Modernity
Macmillan, 1993, 221 s.

der. Erica Carter, James Donald, Judith Squires , Space and Place:
Theories of Identity and Location, Lawrence and Wishart, 1993, 399 s.

Edward W. Soja, Postmodern Geographies: The Reassertion of Space in
Critical Social Theory, Verso, 1994, 266 s.

der. Michael J. Dear, Steven Flusty, The Spaces of Postmodernity:
Readings in Human Geography, Blackwell Publishers, 2002, 486 s.

Paul Virilio, Cybermonde: La politique du pire
Editions Textuel, 1996, 112 s.

Nan Ellin, Postmodern Urbanism
Blackwell Publishers, 1996, 348 s.

der. John W. Downey, Jim McGuigan, Technocities
Sage Publications, 1999, 213 s.




No comments: