Monday, November 04, 2019

İDAM






İDAM

Batıda XVII. ve XVIII. yüzyıllarda idamlar halka açık olarak gerçekleşiyordu. Halka açık idamlar bazı ilksel topluluklarda görülen, günah keçisi ilan edilen kişinin topluca linç edilmesinden farklı olarak monarkın, onun hukukunun verdiği ölüm cezasının, onun resmi görevlileri tarafından infaz edilmesi biçiminde gerçekleşiyordu. Dwight Conquergood’ un “Lethal Theatre: Performance, Punishment, and the Death Penalty” adlı yazısında belirttiği gibi (Theatre Journal, 54.3, 2002) devlet, insanların kurban edildiği korku veren ritüeller olan idamlar aracılığıyla şiddet üzerindeki tekelini ve mutlak iktidarını dramatize etmekteydi. İdam halkın adaletin gerçekleştiğini bizzat gözleriyle görmesi için gerçekleştirilen bir gösteriydi. Adalet sahnede gerçekleşen bir performanstı, önemli olan ritüeldi, gösterişti.



XVII. ve XVIII. yüzyılda ABD’de püriten New England’da halka açık idamlar insanların kitleler halinde katıldığı gösterilerdi. Başka herhangi bir amaçla bir araya gelen insan sayısı idamı izlemeye gelen kitlenin sayısının çok gerisinde kalıyordu. İdam edilecek kişi hapisten alınıp kiliseye götürülür, idam vaazından sonra darağacına doğru toplu yürüyüş başlardı. İdam izleyicisi kitle idam mahkumuyla arasına mesafeli bir muhakeme koyan bir kitle değildi; idam mahkumunu da kendisi gibi bir günahkar olarak görüyor, kendini onunla özdeşleştiriyor, idam performansının angaje bir şahidi olarak görüyordu. İdam mahkumu, yanlış bir şey yapmış olsa da aynı manevi cemaatin bir üyesiydi ve idam öncesi nasıl nedamet getirip Tanrıya sığınıyorsa izleyici cemaat de nedamet getirme ihtiyacı içindeydi. Richard J. Evans’a göre hem halk hem de yönetici sınıf halka açık idam gösterilerini manevi bir nedamet getirme ve cezalandırma biçimi olarak görmekteydi. İdam dinsel bir çerçevede nedametin, günah çıkarmanın ve inanca doğru dönüşümün hayati öneme sahip olduğu bir seremoniydi. İdam gösterileri cemaatsel dayanışmanın , yeniden bir araya gelmenin, günahlardan kurtulma çabasının ifade bulduğu yerlerdi. İdam edilen kişinin kanı iyileştirici vasfa sahip bir ilaç olarak görülürdü.


Foucault’nun dikkat çektiği gibi, halka açık idamlar iktidarın kendini gösterdiği bir seremoniydi. İdam gösterisinde halkın orada mevcut bulunması istenmekteydi. İdam bir yandan halka ibret olması için seyrettirilirken, öte yandan iktidar bu gösteri aracılığıyla öfkesini idam mahkumunun üzerine kusarak izleyici halkta korku yaratıyordu. Halk hem idama şahit olmalı, hem ondan korkmalı, hem verilen cezanın garantörü olmalı, hem de idama bir ölçüde iştirak etmeliydi. Halk idam edilen kişinin kim olduğunu, onun yüzünü görmek istiyor, göremediğinde protestoda bulunuyordu. 1792’de Paris’te giyotinle ilk kez idam gerçekleştirildiğinde izleyiciler idam yerini iyi göremedikleri için yakınmaya başlamış, “bize darağacımızı geri verin” sloganı atılmaya başlanmıştı. Halka açık idamlarda idam mahkumu darağacına kafile halinde götürülüyor, teşhir ediliyor, kalabalığın aşağılamalarına, küfürlerine, bazen de saldırılarına maruz kalıyordu. Kralın öcünün yanında yer alması için halkın öcüne, intikamına davetiye çıkarılmaktaydı. Bununla birlikte halkın hıncının, öcünün mevcudiyeti esas değildi, ne de kral halkın öcünü kendi tarzında ifade etmek zorundaydı. Önemli olan halkın krala idam konusunda desteğini sunması, darağacı hizmetini yerine getirmesiydi. İdam gösterisi sırasında halk bazen idam mahkumunun kuklasını yerlerde sürükledikten sonra onun kafasını kesiyordu. Ancak halkın idam mahkumuna yönelik tepkilerine karşı iktidarın gösterdiği toleransın sınırları vardı. İdam mahkumu hem bir hedef hem de bir örnek olarak kalabalığın saldırılarından korunmalıydı. Suçlu hem vaat edilmiş hem de yasaklanmış bir “kurbandı”. Kral kalabalığı idam gösterisine çağırıyor ve halkın kendisine olan sadakatinin bir göstergesi olarak kabul ettiği şiddet edimlerine -kısa bir süre için- müsamaha gösteriyordu ama bu edimler kralın kendi ayrıcalıkları tarafından katı bir şekilde sınırlandırılmıştı.



Halkın idam gösterisine katılımı her zaman onaylayıcı bir biçime sahip değildi. Foucault’nun söylediği gibi halk bazen haksız bulduğu idamlara karşı çıkıp idam mahkumunu destekleyen sloganlar atıyor, idamın gerçekleşmesini engelliyor, idam mahkumunu celladın ellerinden kurtarıyor, zora başvurarak idam mahkumu için af çıkarılmasını sağlıyordu. Halkın darağacının etrafında toplanmasının bir amacı da idam mahkumunun hakimlere, kanunlara, yönetime, dine sövüp saymasını işitmekti. İdam gösterisi bazen toplumsal kuralların ihlal edildiği, yasanın ve cezanın ortadan kalktığı, otoriteyle alay edildiği, idam mahkumunun kahramana dönüştüğü bir tür karnavala dönüşmekteydi. XVIII. yüzyılda idam gösterileri toplumsal kargaşalara dönüşme potansiyeline sahipti. Cezaların suçlunun sınıfsal konumuna göre değişmesi halkta tepki uyandırıyordu. Zengin biri işlediği takdirde hafif bir cezayla kurtulabileceği bir suçtan yoksul biri idama mahkum edilince halk rahatsız olmaktaydı. Gündelik yaşam içindeki -halkın ciddi suçlar olarak görmediği- küçük suçlara çok ağır cezalar verilmesi halkı geriyordu. İdam mahkumlarının –bir kısmı pişmanlık belirten, çoğu kurgusal olan -son sözleri, konuşmaları, yaşam öyküleri daha sonra yazılı olarak basılıp satılmaktaydı. Ancak iktidarın halka ibret olur diye teşvik ettiği bu metinler idam edilenin ününün yayılmasına, onun neredeyse bir halk kahramanı haline gelmesine yol açabiliyordu. Halk idam edilenlerin işlediği küçük suçlarda kendi gündelik hayatında gerçekleştirdiği küçük kanunsuzlukların, mücadelelerin izlerini buluyor, bu metinlere canlı bir ilgi gösteriyordu.


İdam günlerinde bir illegallik ortamı oluşmaktaydı. İş hayatı duruyor, meyhaneler dolup taşıyor, yankesicilik olayları artıyor, kavgalar çıkıyor, cellada ve askerlere küfredilip taş atılıyor, mahkumu kurtarmaya teşebbüs ediliyordu. Halk serserilik, sahte dilencilik vb. küçük suçlardan dolayı mahkum edilenlerle dayanışma içine giriyor, polisin arama çabalarına direniyor, muhbirlerin peşine düşüyor, polis müfettişlerine saldırıyordu. İdamlar gittikçe halkı korkutucu, caydırıcı özelliklerini kaybetmeye başlamıştı. 1775’teki isyanlardan sonra Paris’te gerçekleştirilen idamlarda halkla darağacı arasına iki sıra asker dizilmişti. Birinci sıradaki askerlerin yüzü darağacına dönüktü. İkinci sıradaki askerlerin silahları ise saldırı ihtimaline karşı kalabalığa doğru çevrilmişti.



XVII. ve XVIII. yüzyıllarda suçlular, idam mahkumları kamuya açık bir biçimde ağır işkencelerden geçiriliyordu. Gatrell’e göre halk acı çeken mahkumlarla bir empati ilişkisi içindeydi. Yönetici elit ise acıya ve ölümün bedensel hakikatine sırtını dönmüştü. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru halka açık işkenceler azalmaya başladı. Foucault’nun dile getirdiği gibi 1792’de giyotinin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, her idam mahkumu için aynı, eşit ölüm gerçekleşmeye başladı. Hukukla/cellatla suçlunun bedeni arasındaki temas bir ana indirgendi. Hukukun soyutluğuna sahip giyotin sanki yasayı acı çekme yetisine sahip gerçek bir bedene değil, hukuki bir özneye uygular gibiydi. Süreç içinde idam cezası kapsamına giren suçların sayısı azaltıldı. XIX. yüzyılın ilk döneminde giyotin vasıtasıyla gerçekleştirilen halka açık idamlar devam etmekle birlikte, zamanla, yönetici elit idamları halkın gözünden gizlemeye yöneldi. İdam mahkumları üstü kapalı araçlarla giyotine götürülmeye başlandı, idamlar daha önceden bildirilmeyen zamanlarda, çok kısa sürecek bir biçimde gerçekleşmeye başladı. 1830’lu yılların sonunda giyotin hapishanenin içine yerleştirildi ve askerler hapishaneye giden yolları keserek halkın idamı seyretmesini engelledi. (Fransa’da son halka açık idam 1939’da giyotinle gerçekleştirildi.) Foucault’nun belirttiği gibi artık kralın şiddetiyle halkın şiddetinin karşı karşıya gelmesi istenmemekteydi. Kralın öç alması yerine cezai adaletin merasimsiz cezalandırması daha uygun görülüyordu. Gatrell’in söylediği gibi 1770-1830 arası çok sert ceza yasalarının mevcut olduğu İngiltere’de 1830’lu yıllarla birlikte halka açık idamların sayısı azaldı, daha önce bir çok suça idam cezası verilirken bu kez idam cezası cinayet vakalarıyla sınırlandı, cezalar rasyonelleştirildi, halka açık işkenceler azaldı. 1868’de halka açık idamlar sona erdi. Bu gelişmeler yönetici elitin yeni toplumsal kontrol araçlarına yönelmesiyle ilişkiliydi. Artık darağacı gösterilerinin sık sık tekrarlanmasının halka öğreteceği dersin devlete olan yararı azalmış, hatta zararı artmaya başlamıştı. Darağacının etrafında toplanan kalabalığa kuşkuyla, korkuyla bakmaya başlayan devlet bundan böyle kirli işlerini gözden ırak bir şekilde yapmaya yönelecekti.


Halka açık idamlara son verilmesi burjuva hümanizminin bir sonucu değildi. Orta sınıf, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçileri, yoksulları bir pislik olarak görüyordu. XIX. yüzyıla kadar suçlu, halkın bir parçası olarak belirirken bu yüzyılda suçlu egemen söylem tarafından öteki olarak kurularak halktan uzaklaştırıldı, hapishane kurumu içine kapatıldı. Louis Masur’un dikkat çektiği gibi ABD’de 1830’larda orta sınıflar kamusal alanların halka açık idamlar sırasında başıbozuk kalabalıklar tarafından doldurulmasından ürküyorlardı. Sosyal bilimciler ve psikologlar idam gösterisinin halktaki en alçaltıcı arzu ve heveslere hitap ettiğini, halkı vahşileştirdiğini, suça, şiddete, tahripkarlığa teşvik ettiğini düşünüyorlardı. Ölüm umuma ait, kamusal bir olay olarak değil, bireysel özel bir olay olarak algılanmaya başlanmıştı. Kamuya kapalı idamlar alt sınıfların –muhtemelen onlardan biri olan- mahkumun idamını seyretmesini, onların iktidara yöneltecekleri tepkileri, isyan havasını engellemeyi amaçlamaktaydı. Yoksulların toplanma yeri idam alanı değil, kışla, okul vb. disiplin mekanları olmalıydı! ABD’de 1840’ların ortalarında bir çok eyalette kamuya açık idamlar son buldu. (ABD’de kamuya açık son idam 1936’da gerçekleşti). İdamlar hapishane içinde, aralarında kadın bulunmayan, az sayıda “saygıdeğer” şahidin huzurunda gerçekleşiyordu. XIX. yüzyılda, ölümü göz önünden uzaklaştırmaya çalışan, mezarlıkları şehir dışına taşıyan, ev içinde akrabalarla, dostlarla, mahalleden komşularla çevrili halde gerçekleşen ölümü, içinde yalnız ölünen steril hastane odalarına transfer eden modernlik idamı da toplumun gözünün önünden uzaklaştırmış, onu teknik, bürokratik, “nötr” bir prosedüre tabi kılmıştı.



XVII. ve XVIII. yüzyıllarda darağacında gerçekleştirilen idamlarda idam mahkumunun ailesi cellada idamı fazla acı vermeyecek bir biçimde gerçekleştirmesi için para verirdi. Öte yandan “uygarlık süreci” “acı çekmeden idam edilmeyi” gerçekleştirmeyi amaçlayan bir süreç olarak görünmekteydi. Daha önceki yüzyıllarda benzerleri yapılmış olan giyotinin modern biçimi Fransız Devrimci Ulusal Meclis üyesi doktor Guillotin tarafından icat edildi ve 1792’de tek resmi idam makinesi olarak giyotinin seri üretimine geçildi. Giyotin “acısız idamı” mümkün kıldığı gerekçesiyle “insani” bir buluş olarak görülmekteydi. Tüm idam mahkumlarını standart bir biçimde “aynı ölüme” maruz bıraktığı için “eşitlikçi” bir icat olarak değerlendiriliyordu. Ancak giyotin sınıfsal eşitsizliği engelleyemiyordu! 1792-1794 arasında giyotinle idam edilen yaklaşık on sekiz bin kişi içinde baldırı çıplakların sayısı soyluların sayısının üç katıydı. (Giyotin Fransa’da en son 1977’de kullanıldı). İngiltere’de ise ipe asarak gerçekleştirilen idamlarda ölüm uzun sürüyordu. XIX. yüzyılın ikinci yarısında boynun kırılarak ani ölümün gerçekleşmesi için “uzun düşüş” denilen bir yöntem geliştirildi. Boynuna ilmek geçirilen idam mahkumunun ayağının altındaki kapak açılarak mahkumun belli bir mesafe boyunca düşmesi sağlanıyor, sonra idam ipinin aniden yukarı doğru çekilmesi sonucu boyun kırılıyordu. Ancak bazı durumlarda mahkumun kafası kopmakta, bazen de mahkum hemen ölmeyip can çekişmekteydi.


XIX. yüzyıl modernliğinin keşfettiği “en gelişkin” idam aracı elektrikli sandalye idi. Amerikalı mucit ve iş adamı Thomas Edison’un şirketi 1882’de doğrudan akımla New York’u aydınlatmaktaydı. Edison’un en büyük rakibi George Westinghouse ise alternatif akımla Buffalo’yu aydınlatıyordu. Richard Moran’ın belirttiği gibi 1888’e gelindiğinde alternatif akımın üstünlüğü kabul edilmeye başlanmış, Edison’un şirketinin pazar payı düşmeye başlamıştı. Edison alternatif akımın kullanımının çok tehlikeli olduğu yolunda söylentiler yayarak kamuoyunu etkilemeye çalışıyordu. 1890’da ABD’de ilk defa elektrikli sandalyeyle gerçekleşecek idam için Edison mucit olarak nüfuzunu kullanarak New York hapishanesinin elektrikli sandalye için alternatif akımla çalışan Westinghouse jeneratörü almasını sağladı. Kendi jeneratörüyle gerçekleşecek idamın kamuoyunu olumsuz etkileyeceğinden korkan Westinghouse elektrikli sandalyeyle idama mahkum olan William Kemmler’ın idamını engellemek için avukatlar tuttuysa da başarılı olamadı. 1890’da elektrikli sandalyeye bağlı Kemmler’a on yedi saniye boyunca elektrik verildi. Ancak Kemler ölmedi, şiddetli kasılmalarla sarsılan, bir çok yeri kanayan bedeninden dumanlar yükseliyordu. İkinci kez verilen elektrik akımı yetmiş iki saniye sürdü, odayı yanık et kokusu kapladı. Kemmler’ın içten içe yanan, kömürleşmiş bedeninden çıkan dumanlar son bulduktan sonra öldüğü ilan edildi. İnfaz sırasında bazı şahitler bayıldı, bazıları da idam odasından kaçtı.

Elektrikli sandalyenin tarihinde “beceriksizlikle malul” tek idam Kemmler’ınki değildi. 1893’ta elektrikli sandalyeye bağlanan William Taylor’a verilen ilk akım sonucu aşırı kasılan ayakları bağlı olduğu kayışları kopararak kurtuldu. Hala yaşayan Taylor’a ikinci kez elektrik verildiğinde bu kez jeneratör’ün bozulduğu anlaşıldı. Bunun üzerine elektrikli sandalyeden çıkarılan Taylor’ın bedeni bir karyolanın üzerine konuldu ve jeneratör tamir edilene kadar canlı kalması için kendisine morfin ve kloroform verildi. Bir saat dokuz dakika sonra tekrar elektrikli sandalyeye bağlanan Taylor’a yeniden elektrik verilerek öldürüldü. Modernliğin elektriğe “ölümcül bir resmiyet bahşettiği” tek örnek Taylor değildi. 1903’te Fred Van Wormer elektrikli sandalyede idam edildi. Ancak Wormer’in bedeni otopsi odasına vardığında yeniden nefes almaya başladı. Bunun üzerine evine gitmiş olan cellat geri çağrıldı. Cellat geldiğinde Wormer ölmüştü. Buna rağmen Wormer’in ölü bedeni yeniden elektrikli sandalyeye bağlandı ve otuz saniye boyunca bin yedi yüz volt akım verildi.



Öldürme teknolojileri konusunda uzmanlaşmış ABD’de ilk gaz odasında idam 1924’te gerçekleşti.(Gaz odasında -2006 yılı itibarıyla-son idam 1999’da gerçekleşti). Naziler ise 1930’larda ve 1940’larda gaz odalarında Yahudileri, sakatları, çingeneleri toplu olarak idam edeceklerdi. ABD’de bir yandan idamlar steril, bürokratik, yüksek teknolojiye dayalı bir prosedür çerçevesinde gerçekleşirken öte yandan devlet siyahlara karşı uygulanan linçlere müsamahakar davranıyordu. ABD’de XIX. yüzyılda iç savaştan sonra ve XX. yüzyılın ilk on yıllarında gerçekleştirilen linçlere zaman zaman polisler ve resmi yetkililer de katılmakta, beyaz linççiler devlet yetkilileri tarafından korunmaktaydı.



İkinci Dünya Savaşından sonra, Holocaust’a karşı oluşan tepkilerin de etkisiyle ABD’de gerçekleşen idamların sayısı azaldı. 1949’da Batı Almanya’da ölüm cezası kaldırıldı. 1970’lerden itibaren süreç içinde Avrupa ülkelerinde idam cezası kalktı. ABD’de idam cezası 1976’da yeniden yürürlüğe kondu. İdamlar farklı eyaletlerde elektrikli sandalye, gaz odası ya da zehirli iğne yoluyla gerçekleştirilmekteydi. 1980’den sonra elektrikli sandalyeye bağlı idam mahkumlarının infaz sırasında başları, bedenleri defalarca alevler içinde kaldı. Bazen mahkumların gözleri yuvalarından dışarı fırlıyor, bazen de mahkum elektrikli sandalyeye işiyor ya da dışkısını yapıyordu. Kimi zaman mahkumun ölmesi ilk akımın verilmesinden on dokuz dakika sonra gerçekleşiyordu. Gaz odasında idamda ise mahkum-bazen 6-7 dakika boyunca- şiddetli bir şekilde sarsılıyor, çırpınıyor, ağzından köpükler çıkıyordu. 1983’te Jimmy Lee Gray’in idamında odaya gaz verilmesinden sekiz dakika sonra yetkililer temizlemek için odaya girdiklerinde Gray hala yaşıyor, nefes almaya çalışıyordu. Son dönemde ABD’de yaygın olarak başvurulan ve acısız ölüm yöntemi olarak sunulan zehirli iğne kullanımında da durum çok farklı değildi. 1987’de Eliot Rod Johnson’un göçmüş damarları yüzünden infazın tamamlanması yaklaşık bir saat sürdü. 1988’de Raymond Landry’ye batırılan şırınga damardan dışarı fırladı, ölümcül kimyasallar oda boyunca şahitlerin tarafına doğru fışkırdı. 1992’de Rickey Ray Rector’a iğne yapmaya çalışan tıp ekibi uygun damar bulmak için elli dakikadan fazla uğraştı, mahkumla aralarına perde çekilen şahitler Rector’un iniltilerini dinledi. 1992’de Robyn Lee Parks iğne vurulduktan sonra on bir dakika boyunca güçlükle solumaya devam etti ve şiddetli bir şekilde öğürdü. 1997’de Michael Eugene Elkins’e iğne yapılırken uygun bir damar bulunması için bir saate yakın uğraşıldı. Joan M. LeGraw ve Michael A. Grodin’in “Health Professionals and Lethal Injection Execution in the United States” adlı yazılarında dikkat çektikleri gibi (Human Rights Quarterly, 24.2, 2002) zehirli iğneyle idamla amaçlanan, mahkumun acı duymadan uyutulduğu yanılsamasını yaratmaktı. Jürilerin bu yöntemin “insani” olduğuna inanması durumunda idam cezası kararını vermeleri daha olasıydı. Zehirli iğneyle idam tıp ahlakına aykırıydı. Tıbbi bilgi ve beceri adli cinayeti acı vermeyen bir klinik ehliyet ve insaniyet görüntüsüyle kuşatıyor ve bu da zehirli iğne yoluyla gerçekleşen idamları anayasal soruşturmalara ve kamuoyundan gelecek saldırılara karşı koruyordu. Tıbbi personelin idamlara iştirak etmesi ve acısız ölüm söylencesi bu açık vahşet karşısında toplumun duyabileceği suçluluk duygusunu hafifletmekteydi. Conquergood’a göre zehirli iğneyle idam kozmetik bir işlev görmekte, idama saygın bir görünüm kazandırmakta, insani olduğu izlenimini yaratan tıbbi bir prosedürle devletin öldürmesini ve şiddetini gizlemekteydi.



ABD’de idamlar sınıfsal bir boyuta sahipti. Jesse L. Jackson’a göre idam cezası yoksullar içindi. Parası ve tanınmış bir avukatı olan kişiler idam cezasından kurtuluyordu. İdam cezası konusunda ırk da çok önemli bir etkendi. Eğer insan yoksul ve siyahsa ve bir beyazı öldürdüyse sonu idamdı. Bir beyazı öldürmekten tutuklanmış siyahın idam edilme olasılığı bir siyahı öldürmekten tutuklanmış beyazınkine oranla on dokuz kat daha fazlaydı. Conquergood’a göre 1977-2002 yılları arasında idama mahkum olan 760 kişiden % 40’ı azınlıklara (azınlıklar nüfusun % 29’unu oluşturuyordu), % 35’i siyahlara (siyahlar nüfusun %12 sini oluşturuyordu) aitti. ABD’de idam edilen küçüklerin çoğu azınlıklardan gelmekteydi. İdam cezası verilen duruşmalarda görev yapan savcıların % 95’i beyazdı. Öte yandan idamların ırk ve sınıf ayrımcılığına dayanmasına karşın devlet idamları profesyonel bir biçimde yönetilen, yüksek teknolojinin kullanıldığı objektif, hukuki bir pratik olarak sunma eğilimindeydi. Ancak sistem büyük hatalara açıktı. DNA testi sayesinde masum olduğu anlaşılan 86 kişi ölüm sırasından (death row) kurtulmuştu. Conquergood’a göre idamın koreografisi düzeni, kontrolü, kurallara uygunluğu ve kaçınılmazlığı içermekteydi. Federal Hapishaneler Bürosunun yayınladığı 56 sayfalık el kitabında idam prosedürleri detaylı bir biçimde tanımlanmaktaydı. Devletin öldürmesinin gerçek şiddeti uygar görünümlü protokollerin ve idam mahkumuna karşı özenli davranıldığı söylencesinin arkasına gizlenmek istenmekteydi. Son yemek, son sözler, son dua tüm bunlar performansı kontrol etmek amacına yönelikti. İdam senaryosunda spontaneliğe ve emprovizasyona yer yoktu. Hiçbir şeyin şansa bırakılmadığı, her şeyin dikkatli bir şekilde planlandığı, koreografisinin yapıldığı ve yönetildiği bir performans söz konusuydu. İdam mahkumu son yemeğinin siparişini yedi gün önceden vermeliydi. Ancak idam mahkumu bazen ölmemek için direniyor ve o zaman özel bir tim onu zor kullanarak idam odasına götürüyordu. Böylece medenilik maskesi, düzen, prosedür illüzyonu, gerçekleşen şeyin doğal, temiz, saygın, insani olduğu kurgusu paramparça oluyordu. İdamda erkeklik normları yürürlükteydi. Cellatlar idam anında mahkuma “erkek gibi öl”, “ erkek gibi iğne ol” vb. klişeler söylüyordu.



Devlet zor, şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran bir kurumdu. İdam devlet şiddetinin aldığı biçimlerden biriydi. Austin Sarat’a göre devletin öldürmesi meşrulaştırılmaya ihtiyaç duyan bir şiddet biçimiydi. Devletin öldürme hakkını muhafaza edebilmesi için kendi şiddetini cezalandırmak istediği kişinin şiddetinden farklı ve üstün kılması gerekiyordu ve bu nedenle bir takım hukuki prosedürler, pratikler icat edilmişti. Devlet kişisel olmayan bir biçimde öldürdüğü görüntüsünü vermekteydi. Devletin mahkumu kamuoyunun bakışından uzakta, gizlice öldürme eylemini çevreleyen ritüeller, ölüme bürokratik, tıbbi bir görünüş vermek üzere tasarlanmıştı. Devlet işlediği cinayeti meşrulaştırmak ve kamuoyunca kabul edilebilir kılmak için elindeki tüm teknolojileri kullanarak yumuşak bir şekilde öldürmeye çalışmaktaydı. İdamlarda acı çekmeden ölüme yapılan yeni vurgu devletin öldürmesini cinayetten farklı hale getirerek idam cezasına meşruiyet kazandırmaya çalışmakta, devletle öldürdükleri arasında bir hiyerarşi ilişkisi kurmaktaydı. Sarat’a göre idamı kamuya kapalı hale getirmek darağacının pedagojisini sona erdirmiyordu. İdam günümüzde bile kamuoyunda devletin yürürlüğe koyduğu ölüm cezasıyla kontrol altına alınması gereken isyankar özgürlük ve kötülük imajlarının üretilmesi için bir vesile oluşturuyordu. ABD’de son dönemde devlet idamı suç işleyene karşı bir tür öç alma olarak kullanmak eğilimindeydi. Hukuk kurbanın suçludan öcünü alması için kullanılan bir kanala dönüştürülmekteydi. Kurbanların Hakları Hareketi işlenen suçun kurbanını modern yasallığın sembolik kalbi haline getirerek güç elde etmek ve cezalandırma sürecine katılmak istiyordu. İdam cezası yanlısı bu hareketin kurbanların sesini yükseltme çabası intikam arzusunu yansıtmaktaydı. İdam cezası kurbanların ve kamuoyunun öç taleplerini tatmin edici bir uygulamaydı. Devlet, idamları kurbanların ailelerinin manevi yaralarının iyileşeceği, kapanacağı bahanesiyle meşru göstermek istemekteydi. İdam cezasının siyasi popülerliğini karmaşık problemlere basit çözümler aramakla ve suçluyu şeytanlaştırma politikasıyla birleştiren kurban hakları hareketi intikamı, öç almayı hedeflemekteydi. ABD deki hukuk sistemi intikam ihtiyacı üzerine temellenmiş daha ilkel ve duygulara dayalı bir ceza biçimine yönelmekteydi. Kurban adına intikam almak bugün Amerikan hukuk sisteminde meşru bir tarz olarak kabul görmekteydi. Bireysel öfkelerle kamusal adalet arasındaki sınırlar ihlal edilmekte, hukuka dayalı cezalandırmayla öç alma arasındaki farklar belirsizleşmekte, aklın yerini öfke almakta, modern hukukun temel ilkeleri istikrarsızlaşmaktaydı. Hukukun yükselen kinci, intikamcı şiddeti kontrol altına alma işlevi yıpranmaktaydı. Devletin öldürmesi şiddete yol açan toplumsal sorunlara duyarlılık göstermenin yerine öç ve hınç politikasını ikame etmekteydi. Suç çeşitli sosyal gurupları birbirine karşı kışkırtmak için kullanılmakta, tehlikeler ırksallaştırılarak ırksal korku ve düşmanlık devam ettirilmekte, suç vasıtasıyla yönetme politikası güç kazanmaktaydı. Bunların sonucu olarak temel hukuki güvenceler erozyona uğruyordu. Öte yandan zehirli iğneyle idam yönteminde olduğu gibi devlet öldürme ediminin içerdiği şiddet izlerini ortadan kaldırmak istemekteydi. Devletin bir yandan intikam politikasına yönelirken öte yandan idama insani bir görüntü verme çabası arasında çelişki vardı. Devlet bir yandan idam mahkumunu devlet şiddetinin kurbanı statüsüne yükseltmek istemiyor, öte yandan toplumsal yaşamda kötü suçlu-masum kurban dikotomisini muhafaza etmeye çabalıyordu. Devlet idamı görünmez, sessiz, bürokratik, idari, prosedüre ilişkin bir fiile dönüştürmeyi amaçlamaktaydı. Sarat’a göre idamların televizyonda yayınlanması devletin öldürme aygıtının kusursuz, temiz olduğu yönündeki yanılsamayı bozacak, insanların idamın çıplak şiddetiyle yüzleşmesine imkan verecekti. Böylece, devletin idam cezasını sahiplenmesindeki sadist boyut teşhir olacak, idamın meşruluğu önceden kestirilemeyecek biçimlerde sarsılabilecekti.


YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:


V.A.C. Gatrell, The Hanging Tree: Execution and English People, 1770-1868, Oxford University Press, USA, 1996, 656 s.

Louis Masur, Rites of Execution: Capital Punishment and the Transformation of American Culture, 1776-1865, Oxford University Press, USA, 1991, 224 s.

Austin Sarat, Devlet Öldürdüğünde, Çev. S. Nihat Şad, Phoenix Yayınevi, 2002, 398 s.

Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi Yayınları, 2000, 445 s.

Richard Moran, Executioner’s Current: Thomas Edison, George Westinghouse, and the Invention of the Electric Chair, Vintage, 2003, 304 s.

Richard J. Evans, Rituals of Retribution: Capital Punishment in Germany, 1600-1987, Oxford University Press, USA, 1996, 1048 s.

Jesse Jackson, Legal Lynching: Racism, Injustice and the Death Penalty, Marlowe & Co., 1998, 224 s.