Monday, September 02, 2019

KOLEKSİYON






KOLEKSİYON


Obje toplamanın, biriktirmenin tarihi çok eskilere gitmekle birlikte koleksiyonculuğun Antik Yunan toplumunda yaygınlık kazandığı söylenebilir. Eski Roma’da da sanat objelerinin, kitapların, tarihi objelerin alınıp satıldığı, biriktirildiği bir ortam mevcuttur. Avrupa ortaçağında kraliyet hazinelerinin yanı sıra kilise de büyük bir kıymetli eşya birikimine sahiptir. Öte yandan XV. yüzyılda Mediciler gibi ticaretten zengin olmuş aileler de büyük değerli eşya koleksiyonlarını ellerinde bulundurmaktadır. Bunlara karşın batıda modern anlamda koleksiyonculuğun Rönesans’la birlikte başladığı söylenebilir.



XVI. ve XVII. yüzyıllarda ilginç, antik, sanatsal, nadir objelere yönelik seküler bir merak ve ilgi artar, bu tür objelerin toplandığı ve sergilendiği özel odalar ortaya çıkar. Russell W. Belk’in söylediği gibi yeni yabancı toprakların ve kültürlerin keşfedilmesi, ekonomik gelişme ve tüketici beklentilerindeki iyimserlik koleksiyonların gelişmesini hızlandırır. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda ise objeleri sınıflandırmaya yönelik eğilim iyice güçlenir. Sanat eserlerinin, antikaların alınıp satıldığı pazarlar kurulur. Rekabeti, hırsı ve mülk edinme arzusunu besleyen, açık arttırmaların gerçekleştirildiği müzayede salonları açılır, sanat objelerinin fiyatları hızla artmaya , sanat ürünleri metalaşmaya başlar. Objelerin ucuza alınıp pahalıya satıldığı sanat piyasası spekülasyoncu bir kapitalizmin parçası haline gelir. 1860’larda koleksiyon pullarının alınıp satıldığı pazarlar “borsa” lakabıyla anılmaktadır.



Elbette koleksiyonculuğun amatör bir boyutu da vardır. XVIII. yüzyılda ve XIX. yüzyılın ilk on yıllarında bireysel amatör koleksiyonculuk hayli popülerdir. Balzac’ın Cousin Pons romanında anlatılan amatör koleksiyoncu (Balzac’ın kendisi de tutkulu bir koleksiyoncudur) küçük bir bütçeye sahip olmasına karşın tutkuludur ve topladığı objeler konusunda hatırı sayılır bir bilgiye sahiptir. Ancak yüzyıl ilerledikçe koleksiyonculukta tutkunun payı azalır, tutkusuz, rasyonel, objektif bir koleksiyon uzmanı ön plana çıkar. Objeleri “nesnel” ölçütlere göre sınıflandıran ve kuran bir sistem koleksiyonun anlamını biçimlendirmeye başlar. Flaubert Bouvard ve Pécuchet adlı romanında objeleri tutkusuz bir biçimde biriktirmeye, onları kaydetmeye, sınıflandırmaya yönelen ve bu şekilde onlardan tutarlı bir anlam üretmeye çalışan dönemin ideolojisiyle alay edecektir.



XIX. yüzyılın ikinci yarısı bir “sınıflandırma” dönemidir! Sadece objeler değil nüfus, hastalıklar, bilgi vs..Her şey sınıflandırılmaktadır. İktidar söylemi insanları ve objeleri bir hiyerarşi ilişkisi içinde sınıflandırarak disiplin altına almak istemektedir. John Elsner ve Roger Cardinal’e göre toplanabilir olana dayalı sosyal düzen sınıflandırmalardan, kurallardan, etiketlenmiş topluluklardan oluşmaktadır. İnsanlar ve şeyler bir koleksiyonun parçaları gibi toplandığında yöneticiler koleksiyoncular hiyerarşisinin en üstünde yerlerini almaktadırlar. Öte yandan XIX. yüzyılın ikinci yarısında, XVIII. yüzyılın merakı , tutkusu, “bireysel aydınlanması” yerini büyük fabrikalarda gerçekleşen seri üretimin kurduğu “soğuk, nesnel gerçekliğe”, bireylerin uyması gereken dışsal, nesnel normlara bırakmaktadır. Çalışma saatlerinin azalması ve serbest zamanın artması bir hobi olarak küçük çapta koleksiyonculuğa imkan vermekle birlikte bu uğraş bir serbest zaman faaliyetinden ziyade işe, çalışmaya daha yakın bir uğraş olarak belirmektedir. Koleksiyonculuğun boş zamanlarda çalışmamanın yol açtığı “suçluluk duygusunu” azaltarak çalışma ahlakını destekleyeceği, işçiyi aylaklıktan kurtararak onun öz kontrolünü arttıracağı düşünülmektedir. Russell W. Belk’in de belirttiği gibi koleksiyonculuğun- özellikle işsizlik dönemlerinde- “yapıcı bir serbest zaman faaliyeti” olduğu düşünülmektedir.



Bireysel koleksiyonculuk sermaye birikiminin ve seri üretimin mantığıyla yakından ilişkilidir. Koleksiyoncu objeleri bir seri oluşturacak şekilde toplayan, “birikmiş ölü emek kümesini” kontrolü altında tutan kişidir! C.B. Macpherson’a göre modern mülk edinici bireyciliğin kökenleri XVII. yüzyıla kadar gitmektedir. Bu dönemde oluşan ideal birey tipi birikmiş mülklerle ve mallarla donanmış, sahip olmaya yönelmiş bireydir. Bireyci bir mülk edinme ve biriktirme eğilimi kapitalizmin gelişmesiyle daha da güçlenmiştir. Kapitalizmdeki biriktirmenin daha önceki toplumlardakinden farkı bireyci, sınıflandırmacı, seçmeci boyutların güç kazanmasıdır. Sahip olmanın, toplamanın bir takım kurallarca yönetilmesi, bir değerler hiyerarşisinin oluşturulması gerekmektedir. James Clifford’un dikkat çektiği gibi mülk edinmesi gereken ama her şeye sahip olması mümkün olmayan birey seçmeyi, düzenlemeyi, hiyerarşiler içinde sınıflandırmayı öğrenmek durumundadır. İktidarın toplumu bir değerler hiyerarşisi temelinde sınıflandırması, bazı kesimleri değerli bulup bazılarını dışlaması, birikmiş şeyler kitlesi üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak istemesi bireysel koleksiyoncunun kendi koleksiyonuna olan yaklaşımıyla benzerlikler taşımaktadır. Koleksiyon bireye seçmeci, zevkli ve düşünümsel bir biçimde mülk edinmenin sanatını, kendini –sınırlarını inşa eden ve kollayan-bir mikro iktidar birimi olarak kurmayı öğretmekte, yapıcı, pedagojik bir işlev görmektedir! Koleksiyon egemen toplumsal değerlerce onaylanmış, çocukların eğitimi sürecinde yararlı bulunan bir biriktirme biçimidir.



Koleksiyon düzenleyici, anlam-sınır kurucu boyutlarıyla modernliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Ulusal koleksiyonlar (müzeler) nasıl ulusal birliğin ve bütünlüğün kurucuları olarak beliriyorlarsa kişisel koleksiyonlar da –eril- bireyin birliğinin, bütünlüğünün, tamlığının kurucusu olarak işlev görmektedirler. Modernlik nasıl ulusu “hayali” olarak kurup ulusal müzelerinin de yardımıyla “hayali bir tarih”, “ulusal bir biyografi” yaratmaya çalışıyorsa koleksiyoncu birey de yaşamının değişik aşamalarında mülk edindiği objelerin yardımıyla kendi “hayali kişisel biyografisini” oluşturmak istemektedir. Susan Stewart’a göre koleksiyon serisel, dizisel bir şekilde oluşturulmaktadır ve bu dizisellik hem koleksiyonu hem de koleksiyoncunun yaşam öyküsünü tanımlamada ve sınıflandırmada bir araç rolü üstlenmektedir. Modernlik hem insanlık tarihini hem de bireysel tarihi lineer bir şekilde ilerleyen, birbirini takip eden aşamalardan oluşan evrimci bir gelişme modeli temelinde kurmak istemekte ve bu süreçte evrensel-bireysel tarihin farklı aşamalarında mülk edinilen objeler önemli bir rol oynamaktadır. Çocuğun ve “ilkel insanın” topladığı objelerin gelişkin bir seçmeciliğe ve sınıflandırmaya yönelmiş olgun yaştaki ve medenileşmiş insanın topladığı objelere göre daha geri bir aşamayı temsil ettikleri düşünülmektedir. Modernliğin XIX. yüzyılda kurduğu müzelerde objeler insanlığın ilkellikten uygarlığa doğru evrimci bir şekilde gelişmesinin aşamalarını izleyicilere gösterecek bir şekilde kronolojik olarak düzenlenmiş, her obje modernliğin ilerleme mitini, anlatısını destekleyecek biçimde kurulmuştur.



Russell W. Belk’in de belirttiği gibi müze çağı olarak adlandırılan XIX. yüzyılda etnografi müzeleri “ötekilerin”, siyahların, “ilkellerin” “daha az gelişmiş” kültürlerini teşhir etmek için kurulan dünya sömürge fuarlarındaki sergilere benzemektedir. Evrimci bir modele göre düzenlenmiş doğa tarihi müzelerinde ırkçı bir öjenizmin izlerine rastlanmaktadır. Güzel sanatlar müzelerine gelince bunlar “ötekiye ait” objelerle değil batının kendi tarihine ait objelerle doludur. Bu müzelerde ırksal bir ayrımcılığın yanı sıra sınıfsal bir ayrımcılık da söz konusudur ve bu müzeler incelmiş kültürel zevklere sahip olduğu düşünülen orta-üst sınıf ziyaretçilere yönelik olarak düzenlenmiştir. Bu müzelerin yöneticileri yüksek kültürü temsil ettikleri düşünülen üst sınıflardan, burjuvaziden seçilmektedir ve bu yöneticiler “düşük zevklere sahip” halkı ve “avam objeleri” müzeden uzak tutmak konusunda ellerinden gelen çabayı göstermektedir. Bireysel koleksiyonculuğun alt sınıflar arasında değil üst ve orta sınıflar arasında yaygın olduğu XIX. yüzyıl batı toplumunda ulusal müzeler yüksek sanata ilişkin bir “kültürel sermayeye” sahip orta-üst sınıf ziyaretçilere yönelmişlerdir. Ancak modernlik halkı tamamen ihmal etmemiş, onu eğitmek amacıyla bilim, sanayi ve ticaret müzeleri kurmuştur! Halkı sadece fabrikadaki üretim disipliniyle değil aynı zamanda tüketimle de “terbiye etmek” isteyen modernliğin önem verdiği mekanlardan biri XIX. yüzyılın ikinci yarısında kurulan büyük mağazalardır( department store)! Müzelerin elitist, steril ortamında objelere dokunmak yasakken büyük mağazalarda halk tüketim objelerine hem dokunabilmekte hem de onları satın alabilmektedir!



Modernliğin müzeleri iktidarın ürettiği bir kurgunun izlerini taşımaktadır. Susan Stewart’a göre müzeler objeleri tarihsel, kültürel vb. spesifik bağlamlardan kopartmakta , onları soyut bir bütün olarak inşa etmekte, uzamı ve zamanı yeniden kuran bir sınıflandırma sistemi vasıtasıyla müzenin dünyanın yeterli bir temsili olduğuna ilişkin bir hayal yaratmaktadır. Objelerin muhafazası ve teşhiri için bir sınıflandırma şeması oluşturulmakta, koleksiyonun tutarlı düzeni ve kurulmuş gerçekliği objelerin üretildiği ve mülk edinildiği spesifik tarihleri yok saymaktadır. Batı müzelerinde şeyler arasındaki ilişkiler konusunda yaratılan yanılsama gerçek sosyal ilişkilerin yerini almakta, mülk edinmedeki tarihsel iktidar ilişkileri gizlenmektedir. Böylece batı dışındaki kültürlerin hazinelerinin batıdaki müzelerde muhafaza ve teşhir edilmesi doğallaştırılmak istenmektedir. Müze koleksiyonu gerçek tarihi bir yana bırakarak kendi kendini kapatan bir yapı oluşturmakta, tarihin yerine sınıflandırmayı geçirmekte, zamansallığın dışında bir düzen kurmak istemektedir. Koleksiyonda zaman bir kökene iade edilecek bir şey olmayıp koleksiyonun dünyasıyla eşzamanlı olarak algılanmakta, zamansallık uzamsal ve maddi bir fenomen olarak kurulmak istenmektedir . Müze kendi kurduğu bağlam içinde uzamı ve zamansallığı sınırlandırıp kapatmak istemekte, objenin kökenini bağlamsızlaştırmaktadır.



Modern koleksiyonculuk sınıfsal ve ırksal bir ayrımcılığın yanı sıra toplumsal cinsiyete dayalı bir ayrımcılığı da üretmektedir. Yetişkin yaştaki koleksiyoncuların çoğunluğu erkektir. Öte yandan üretimi birinci plana koyan, tüketimi ve alışverişi ise “pasif”, daha ziyade kadınlara özgü bir faaliyet olarak gören XIX. yüzyıl modernliği kadını gerçek bir koleksiyoncu olarak görmemektedir. Rémy Saisselin’in belirttiği gibi 1880’lerde Fransa’da koleksiyoncu kadınların gündelik alışverişleri içinde sanki elbise alırmış gibi koleksiyonları için biblo satın aldıkları varsayılmaktadır. Kadınların dekorasyon için ya da sadece bir şey satın alma arzularını tatmin etmek için koleksiyon objeleri satın aldıkları, erkeklerin ise koleksiyonlarına ilişkin bir “vizyona” sahip oldukları, koleksiyonlarına bir felsefe çerçevesinde ele aldıkları düşünülmektedir. Bu yaklaşıma göre erkeklerin koleksiyonculuğu ciddi ve yaratıcıdır. Louis H. Hertz’e göre kadın koleksiyoncular kırılgan objeleri toplarken erkek koleksiyoncular fonksiyonel, sağlam objeleri toplamakta, kadınlar dekoratif bir amaca yönelik olarak toplarken erkekler teknik ve tarihi bir bakış açısının ışığı altında toplamaktadır. Russell W. Belk'in dikkat çektiği erkek koleksiyonculara ihtişamlı, güçlü, cansız objeler ve ciddiyet uygun görülürken kadın koleksiyonculara minik, kolay kırılır, canlı objeler ve oyunculluk uygun görülmektedir. Erkekler açısından koleksiyonculuk bir tür sermaye birikimi, çalışma olarak görülmekte, erkekler rasyonel bir şekilde objelere yatırım yapmaktadır. Erkek koleksiyoncuların tarihi bilince sahip, objeler karşısında belli bir mesafe duygusunu koruyan, rasyonel, objektif, tarafsız bakışa sahip kişiler oldukları, kadın koleksiyoncuların ise subjektif, oyuncul, duygusal, tarih bilincinden yoksun kişiler oldukları düşünülmektedir. Russell W. Belk ve Melanie Wallendorf erkeklerin kadınları koleksiyoncu olarak görmektense tüketici olarak görmeyi tercih ettiklerini söyleyeceklerdir( Interpreting Objects and Collections’un içinde). Çünkü koleksiyonun bir anlamda sermaye birikimine benzediği düşünüldüğünde kadının koleksiyonculuğu sermaye ve iktidar üzerindeki erkek kontrolüne karşı bir tehdit olarak algılanmaktadır. Bu nedenle koleksiyonun esas kurucusunun, objeleri ele geçirenin erkek olduğu varsayılmakta kadına ise bu koleksiyona göz kulak olmak, bakımını yapmak düşmektedir. Koleksiyona ilişkin olarak erkeklerde saldırganlık, rekabetçilik, ciddiyet ve hakimiyet gibi özellikler öne çıkarken kadınların payına ise bakım, koruma ve muhafaza düşmektedir. Erkekler objeleri ele geçirmeyi av ve savaş terminolojisi içinde ele almaktadırlar. Koleksiyon objelerine gelince silah ve av malzemesi koleksiyoncularının neredeyse tamamı erkektir. Her ne kadar “piponun her şeyden önce bir pipo olduğunu” söylediyse de Freud’un 3000’den fazla parçadan oluşan koleksiyonunun önemli bir kategorisini fallik nazarlıklar ve diğer fallik objeler oluşturmaktadır!



Batıda zaman lineer olarak ilerleyen, tersine çevrilemez bir olgu olarak ele alınmış ve bu bağlamda koleksiyon, objeleri kaçınılmaz bir tarihsel çürümeden kurtarmanın yolu olarak belirmiştir. Buna benzer bir durum bireysel koleksiyonda gözlenir. Zamanın tahripkarlığına karşı objelerden oluşan, sürekliliği olan bir bütünlük, tamlık oluşturmanın koleksiyoncuyu ölümden ve yok olmanın şiddetinden bir ölçüde koruduğu düşünülür. Lineer bir şekilde geliştiği varsayılan kişisel biyografi içinde toplanan objeler vasıtasıyla koleksiyoncu kendi geçmişini bir destek olarak hisseder. Elde edilen her yeni objeyle koleksiyoncu kendi kendine bir hediye almış, kendini ödüllendirmiş olur. Philipp Blom’a göre koleksiyoncu objeleri toplayarak ve organize ederek kendi zamanının ve yetiştirildiği ortamın sınırlarını aşmaya çalışır. Koleksiyon dünyanın karmaşık çokluğundan ve kaosundan bir anlam çıkarmak yönünde felsefi bir çabadır. Werner Muensterberger’in yaklaşımına göre ise objeleri toplamak içsel bir ihtiyaç tarafından yönlendirilen, telafi edici bir davranıştır ve elde edilen her yeni obje insanda mutlak bir güce sahip olduğu hissini uyandırır. Öte yandan elle tutulur objeleri düzenlemek, sınıflandırmak bireyde ölümsüzlük hayali yaratır. Brenda Danet ve Tamar Katriel’in belirttiği gibi (Interpreting Objects and Collections’un içinde) koleksiyonu oluşturan objeler sahip olunan, tahakküm ve kontrol altında tutulan objelerdir ve cansız objeler üzerinde egemenlik kurmak daha kolaydır. Koleksiyon objeleriyle birey kendine küçük, tutarlı bir dünya yaratır. Koleksiyon insan varlığının gelip geçiciliği, uçuculuğu, kaosu ile baş etmek üzere bir sığınak kurar. Koleksiyoncu kapamaya ihtiyaç duyar, kendi zihninde, içi doldurulması gereken bir mekan tanımlar ve bu boşluğu doldurmaya çalışır. Koleksiyoncu bir seriyi tamamlamaya çalışırken serideki eksik objelere ilişkin olarak bir gerilimi kasti olarak yaratır. Ama bu yönetilebilir bir gerilim olmalıdır. Aynı zamanda sonsuzlukla sınır arasındaki gerilimdir bu. Koleksiyonda sonsuzluğun tehdidine karşı bir sınır oluşturulur, objeler genel bir kategorinin ya da serinin sınırları içinde toplanır. Sonsuzluk gibi eksiklik de koleksiyonun önemli öğelerinden biridir. Russell W. Belk ve Melanie Wallendorf’un dikkat çektikleri gibi koleksiyondaki eksik objeler tamamlandıkça bireyin eksiklikleri de tamamlanır, koleksiyonu tamamlamak bireyi de tamamlar, koleksiyonun bütünlüğü koleksiyoncunun da bütünlüğü olur. Koleksiyonun mükemmelliği için çaba gösteren birey aynı zamanda kendini ideal bir kişilik olarak kurmak istemektedir.



Koleksiyoncu sadece kendini kurmanın koşullarını yaratmaz, kendini bozmanın koşullarını da yaratır. Koleksiyonun tamamlandığı yer aynı zamanda sonsuzluk ve ölümsüzlük yolundaki heyecanın da sona erdiği , bir süre sonra, ulaşıldığı sanılan tamlığın yavan ve sıkıcı görünmeye başladığı yer değil midir? Bunun için koleksiyoncu yeniden bir eksiklik- ve buna eşlik eden bir gerilim- yaratmaya , yeni bir koleksiyon oluşturmaya yönelir. Koleksiyonun ve bireyin tamlığının kurulduğu noktada bir bozma zorlanımı devreye girer ve bu tamlık-bozma ilişkisi koleksiyoncunun hayatı boyunca hep kendini tekrarlar durur. Ama zaten koleksiyon oluşturma çabası da - Freud ve Baudrillard’ın dikkat çektikleri gibi- bebeğin anal dönemde dışkısını tutmak istemesiyle ilişkili bir regresyon değil midir? Baudrillard’ın da belirttiği gibi koleksiyon tutkulu bir kaçıştır. Ama objelerin dünyası içine kaçarak elde edilen denge nevrotik bir dengedir. Objenin ancak mevcut olmadığında değer kazandığı durumda koleksiyoncu ancak bir eksiklik vasıtasıyla kendini toparlar. Koleksiyonu saf biriktirmeden, objelerin öylesine toplanmasından ayıran, onu kültürün alanına sokan şey eksikliktir, tamamlanmamışlıktır, bunlara eşlik eden tutkulu arayıştır. Objeler araçsal seriler içine sokulup toplandığında dünyanın egemenlik altına alınmasına, zihinsel seriler içine sokulup toplandığında ise zamanın egemenlik altına alınmasına yardımcı olur. Koleksiyoncunu zorlanımsal bir şekilde dizisellik oluşturmaya yönelir, eksikliğe ilişkin endişesiyle baş etmek için saplantısal olarak hep bir sonraki objenin peşinde koşar; objelerin ele geçirilmesi yinelenmek zorundadır. Koleksiyoncu fanatizme kapıldığı ölçüde gerçek dünyadan ve insanlardan uzaklaşır, kendi bütünlüğünü objeler yoluyla kurma eğilimi insanı yalnızlığa doğru iter. Ama objeler yoluyla bir dizisellik oluşturma çabası ve yineleme koleksiyoncunun objelerle ilişkisindeki içtenliği aşındırır, bu ilişkiyi formel kılar. Kültürün, rasyonel aklın ödettiği bir bedeldir bu. Bireysel koleksiyonda olsun müze koleksiyonunda olsun birikmiş objeler sistemi ölüme göndermede bulunur. Birikmiş ölü emeği temsil eden metalar sisteminden oluşan kapitalizmde koleksiyon da ölümcül bir yapı olarak belirir. Adorno müze ile mozole arasında fonetik ilişkiden daha yakın bir ilişki olduğunu, müzelerin sanat objelerinin aile mezarı olduğunu söyler.



Koleksiyon objesinin önemli bir özelliği gündelik hayatta kullanılmak üzere elde tutulmaması, bir anlamda işlevinden arınmış olmasıdır. Öte yandan koleksiyondaki her parça aynı seriye dahil olmakla birlikte birbirinin aynı olmamalı, her obje koleksiyon içinde biricik olmalıdır. Toplumdaki sanat objelerinin her birinin biricik, orijinal olduğu bir durumda koleksiyoncu da koleksiyonundaki parçaların tek sahibi olmanın gururunu taşır! Taklit obje orijinal objenin gücünü ortadan kaldırmaz. Ancak Walter Benjamin’ e göre sanat eserlerinin mekanik yeniden üretiminin söz konusu olduğu bir durumda sanat eseri de biricikliğini, otantikliğini, aurasını kaybetmeye başlar, bir meta haline gelir. Benjamin’in yakındığı sanat eserlerinin seri olarak üretilmesi sürecinde koleksiyonların yapısı da değişmeye başlar, çok sayıda koleksiyoncu seri olarak üretilmiş aynı objelere sahip hale gelir, hatta bazen üreticiler sadece koleksiyonculara yönelik olarak seri üretim yaparlar. Seri üretim sadece “klasik” sanat eserleriyle sınırlı kalmaz, meşrubat kutuları gibi gündelik tüketim objeleri de sanat ve koleksiyon objeleri haline gelir, Pop Art bu tür objeleri yoğun biçimde kullanır. Eskiden nadir olan obje kıymetliyken artık seri olarak üretilmiş olan da kıymetli olabilmektedir.



Öte yandan modernliğin yüksek kültüre dayalı koleksiyonculuğunun gerileyip kitle kültürü ürünlerine yönelik koleksiyonculuğun güçlenmesi 1960’lardan sonraki tüketim toplumunda hızlanacaktır. ABD’de 1960’larda her yıl 110 , 1980'lerde ise her yıl 230 yeni müze kurulmaktadır. Çoğu özel olan bu müzeler modernliğin elitist, yüksek kültüre dayalı milli müzelerinden farklıdır. Russell W. Belk’in de belirttiği gibi piyasa ve onun seri olarak üretilmiş sıradan objeleri modernliğin kutsal tapınaklarını (müzeleri) işgal etmeye başlamıştır. Yüksek kültür ile popüler kültür arasındaki modernliğin çizmiş olduğu sınırların muğlaklaştığı, silinmeye başladığı bir ortamda arabalar, radyolar, TV cihazları, bilgisayarlar, Coca Cola’nın ve diğer şirketlerin reklam afişleri müzelerde sergilenmektir. Kutsal olanla sıradan olan, sanatsal olanla ticari olan arasındaki sınırların muğlaklaştığı bir ortamda müzeler tüketim, medya ve reklam ürünlerini sanat objeleri olarak kutsamaktadır. Özellikle sağlığa ve doğaya zararlı ürünler üreten dev şirketler kamuoyunda olumlu bir şirket imajı yaratmak ve prestijlerini arttırmak amacıyla müzelere büyük yatırım yapmakta, fon bulmaksızın ayakta kalmanın zorlaştığı bir dönemde müzeler büyük şirketlerin sponsorluğunu elde etmek için rekabet etmektedir. Modernliğin yüce müzesi postmodernlikte şirket kapitalizminin ürünlerinin pazarlandığı bir mekana dönüşmekte, müzeler şirketlerin “reklam ve halkla ilişkiler departmanının” bir uzantısı olarak işlev görmektedir. Müze yöneticileri artık büyük mağaza yöneticileri arasından transfer edilmektedir. Müzeler içlerinde dükkanlar açarak perakendecilik de yapmakta, müze içindeki kafelerin ve restoranların sayısı hızla artmaktadır. Müzeler galerilerini kokteyller, yemekler ve şirket toplantıları için kiralamaktadır. Modernliğin , içinde ziyaretçilerin biraz ürkerek, kendilerini küçülmüş hissederek dolaştığı kutsal müze mekanı artık izleyicileri eğlendirmeye, tüketmeye yönlendiren “sıcak” bir ortama dönüştürülmüştür.



Modernliğin ziyaretçileri eğitmeye ve “aydınlatmaya” yönelik ciddi müzelerinden farklı olarak yeni Disneyleştirilmiş post modern müzeler büyük alışveriş merkezleriyle ve tema parklarıyla rekabet edebilmek amacıyla ziyaretçileri yüzeysel bir temelde eğlendirmeye yönelmiştir. Yeni müzeler içinde düzenlenen gösteriler ve eğlenceler sterilleştirilmiş, hijyenikleştirilmiş, klimatize edilmiş, romantize edilmiş bir keyif kültürü ortamında gerçekleşmekte, modernliğin kasvetli müze ortamından farklı olarak bu kez “gayrı ciddi”, enformel bir ambiyans oluşturulmaya çalışılmaktadır. Artık sanat, tüketim, eğlence, ticaret iç içe geçmiştir. Müze- şirket kapitalizmi kaynaşması yolundaki çabalar elbette sadece müzelerden kaynaklanmamaktadır, şirketler de artık müzeleşmeye başlamıştır! Şirket ofislerindeki sanat eserlerinin yanı sıra şirketler bizzat kendi müzelerini kurmakta, kendi tarihlerini ve ürünlerini sergilemektedirler. Bazı büyük mağazalar içlerinde müzeler ve galeriler açmakta, bir çok restoran, bar, dükkan içlerinde küçük çapta koleksiyonları barındırmaktadır. Post modern toplumda bireysel koleksiyonlar da gitgide artan ölçüde, seri olarak üretilen tüketim objelerinden oluşmaktadır. Yeni bireysel koleksiyonlar artık modernlikteki koleksiyonların birliğinden, bütünlüğünden yoksundur. Bireyin yaşamının birbiriyle uyuşmayan parçaların eklektik bir aradalığından oluştuğu, kişisel biyografinin ardışık, lineer bir biçimde birbirini takip eden aşamaların oluşturduğu bir bütün olmaktan çıktığı post modern toplumda koleksiyon objelerini güçlü bir şekilde birbirine kenetleyen tılsım da yok olmuştur. Yeni koleksiyonlar artık giderek artan bir şekilde “akışkan, açık uçludur”, koleksiyonu oluşturan objelerin arasındaki ilişkiler müphemleşmiştir.



Koleksiyoncu objelerin niceliğine değil niteliğine önem verir, onlar arasında ince ayrımlar yapar, onları seçer, sınıflandırır. Koleksiyoncunun fanatizmi kültürel sistemin çizdiği çerçeveyle sınırlıdır ve eğer koleksiyoncu bu sınırı ihlal ederse o zaman “kültür dışı olanın”, “patolojik olanın” bölgesine adım atmış olur. Buldukları “her şeyi” toplayıp biriktiren ve sonunda akıl hastanesine kapatılan toplayıcılar objeler konusunda seçmeci olmadıkları, objeler arasında kültürel bir ayrım yapmadıkları , onları bir seri oluşturma çerçevesinde toplamadıkları için “deli” olarak damgalanmışlardır. Susan Stewart’a göre bu tür bir toplama objeler sisteminin bizzat kendisini, bu sisteme temel teşkil eden politik ekonomiyi reddeder. Bazı durumlarda ise “patolojik toplayıcılık” yaratıcılıkla bir anlamda birlikte yürür. Michael Thompson’ın da belirttiği gibi çöpleri karıştırıp beğendikleri objeleri toplayanlar gerçek keşif duygusuna sahiptir. Çöpten obje toplama egemen zevke meydan okuyan , yaratıcı, hatta bir ölçüde muhalif bir özgürlük edimidir.



Bir kütüphanesi olan Walter Benjamin de tarihin çöplerinden objeler toplayan biri olarak düşünülebilir. Kütüphanesine yerleştirmek üzere kitap kutularını açmaya başlayan Benjamin kitapların raflara yerleştirilince kavuşacağı düzenden bir şekilde tedirgin olur, düzensizliğin çekim gücünden bir türlü kopamaz. Ona göre toplayıcının tutkusu toplanan objelerle ilişkili anıların kaosuyla sınırdaştır. Benjamin koleksiyondan ziyade toplamayla ilgilidir. Kitaplarını içlerinde bir “aylak” olarak dolaştığı kentlerin ücra yerlerindeki eski dükkanlardan, bit pazarlarından toplar. Teorik olarak da Benjamin “iktidarın çöpe attıklarını” karıştırır, çünkü dışlananların tarihi atıklarda yatmaktadır! Benjamin’in belki de en etkileyici metinleri bu “atıkları yığdığı” çalışmalardır. Burada irili ufaklı çok sayıda parça “kurtarılmak üzere” toplanmıştır! Bu “şekilsiz ve tekinsiz yığın” adeta kapitalist sermaye birikimine, politik ekonomiye meydan okumakta , objelerin mülk edinmek için biriktirilmediği, dağıtılmak, armağan edilmek üzere toplandığı yeni bir topluluğun imkanlarını fısıldamaktadır.


YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:



Susan Stewart, On longing: Narratives of the Miniature, the Gigantic, the Souvenir, the Collection, Duke University Press, 1993, 232 s.

Russell W. Belk, Collecting in Consumer Society, Routledge, 2001, 216 s.

der. Susan M. Pearce, Interpreting Objects and Collections, Routledge, 1994, 352 s.

James Clifford, The Predicament of Culture : Twentieth- Century Ethnography, Literature and Art, Harvard University Press, 1988, 398 s.

Walter Benjamin, Illuminations, Fontana Press, 1992, 267 s.

John Elsner, Roger Cardinal, The Cultures of Collecting, Harvard University Press, 1994, 320 s.

Jean Baudrillard, Le Systeme des Objets, éditions Gallimard, 1968, 288 s.

Werner Muensterberger, Collecting: An Unruly Passion: Psychological Perspectives, Harcourt; 1st Harvest ed edition, 1995, 295 s.

Philipp Blom, To Have and To Hold: An Intimate History of Collectors and Collecting, Overlook Press, 2003, 343 s.

Michael Thompson, Rubbish Theory: The Creation and Destruction of Value, Oxford University Press, 1979, 228 s.

Rémy Gilbert Saisselin, The Bourgeois and the Bibelot, Rutgers University Press, 1984, 189 s.

Louis Heilbroner Hertz, Antique Collecting For Men, New York, Galahad Books, 1975, 416 s.