UYKU
VE UYKUSUZLUK
Yaklaşık
son iki yüzyıldır egemen olan kesintisiz sekiz saatlik uyku modeli
tarih boyunca evrensel bir model değildi. Bölünmemiş, tek bir
gece uykusunun kural olmadığı birçok kültürde insanlar
gündüzleri de değişik saatlerde, değişen süreler boyunca
uyuyorlardı. Öte yandan uyku eskiden –bugünkü anlamında- özel
değildi; sıradan insanların dünyasında uyku, uyku yeri ve
çıplaklık henüz mahremiyetin kurallarına tabi kılınmamıştı.
Yatak odası diye ayrı bir oda yoktu, ısınma sorununun da
etkisiyle insanlar evin aynı odasında yaşar ve uyurlardı. Umumi
ortamlarda -bazen yarı çıplak halde- uyumak gündelik hayatta sık
rastlanan görüntülerden biriydi. Norbert Elias’ın söylediği
gibi Avrupa’da ortaçağda insanların ziyaretçilerini içlerinde
yataklar bulunan odalarda kabul etmeleri, geceleri birkaç kişinin
aynı odada uyuması normaldi. İnsanlar herhangi bir zamanda
herhangi bir yerde uyuyabiliyordu. A. Roger Ekirch “Sleep We Have
Lost: Pre-industrial Slumber in the British Isles” adlı yazısında
( American Historical Review, cilt 106, no 2, Nisan 2001)
İngiltere’de ve İrlanda’da XV. ve XVI. yüzyıllarda evlerde
bir yatakta iki, üç bazen daha fazla kişinin uyuduğunu,
misafirlerin de bu yatağı paylaştığını söyleyecekti. Bazı
aileler çiftlik hayvanlarını –onları yırtıcı hayvanlardan ve
hırsızlardan korumak ve kısmen de ısınmak amacıyla- gece evin
içine alırlar, onlarla aynı odada uyurlardı. Halkın çoğu
çıplak yer üzerine serilmiş saman şilteler üzerinde yatardı.
XVII. yüzyılda yerden yüksek tahta yatak çerçeveleri
kullanılmaya başladı. Pahalı oldukları için herkesin alamadığı
bu yataklar evdeki en önemli ve kıymetli eşyaydı.
Modernlik
öncesi Avrupa’da iki bölümden oluşan bir uyku mevcuttu. A.
Roger Ekirch “At Day’s Close: Night in Times Past” adlı
kitabında XVI. ve XVII. yüzyıllarda insanların hava karardıktan
sonra –gece yarısına kadar sürecek- ilk uykularına daldıklarını
söyleyecekti. Gece yarısı uyanıldıktan sonra tekrar uyuyana
kadar bir saat ya da daha uzun bir süre geçmekteydi. Bu süre
zarfında insanlar bazen yataklarında kalarak ilk uykularında
görmüş oldukları rüyalar üzerine düşünüyor, dua ediyor,
seks yapıyordu. Bazen de kalkıp tütün içiliyor, evdekilerle
görülmüş olan rüyalar ve başka konular üzerine sohbet
ediliyor, yakın komşulara ziyarete gidiliyordu. Bazıları bu iki
uyku arası sürede –kaçak avcılık, bahçelerden meyve çalmak,
yakacak odun çalmak, dükkanlardan mal çalmak vb.- küçük suçlar
işlemek üzere dışarı çıkardı. İstatistikler iki uyku
arasındaki sürede işlenen suç oranında bir artış olduğunu
göstermekteydi. Daha sonra insanlar ikinci uykuya yatarlar, şafak
söktüğünde ya da kısa bir süre sonra uyanırlardı. Sanayi
öncesi dönemin aydınlatılmamış gecesi yasakların işlevini
yitirdiği bir ortam sağlamaktaydı. Kaçaklar yakalanma tehlikesi
olmadan özgürce dolaşıyor, kiracılar kirayı ödemeden evden
kaçıyor, eşcinseller kendi mekanlarında ve parklarda buluşuyor,
eşyalar, hayvanlar çalınıyor, kaçakçılık yapılıyor,
mezarlar soyuluyor, fuhuş ve zina yapılıyordu.
Gecenin
alt sınıfların yasadışı etkinlikleri için uygun bir ortam
sağladığını gören modern toplumun otoriteleri karanlığın
denetim altına alınması konusunda kararlıydı. Aydınlanmanın
karanlığa karşı başlattığı savaşın bir parçası olarak
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda geceleri sokak ve caddeler
aydınlatılmaya başladı, bir çok bölgede her evin kendi önünü
aydınlatacak bir ışığı açık bırakması zorunlu hale
getirildi, gece sokaklarda dolaşanlar üzerindeki denetim
arttırıldı. Tüm bunlara karşın yoksullar ayaklandıkları
bölgelerde gece tüm ışıkları söndürerek güvenlik güçlerinin
mahallelere girişini engellediler. Sokak lambalarını taş atarak
kırmak alt sınıflar için bir eğlence kaynağıydı. Öte yandan
modernlik yoksulların gece iki uyku arasında sokaklara çıkmasını
da tehlikeli bulmaktaydı. Modernliğin çizgisel olarak ilerleyen
zaman anlayışında her türlü kesinti bir tehlike olarak
algılanıyordu. Yoksullar ayaklandıklarında modernliğin sokak
lambalarını nasıl kırdılarsa meydanlardaki saatleri de öyle
kırdılar, “Aydınlanmaya” ve kesintisiz ilerleyen zamanın
tiranlığına karşı çıktılar.
“Uygarlık
sürecinde” yatak odası halkın gece sekiz saat kesintisiz bir
biçimde uyuyarak içinden çıkmadığı bir kapatılma mekanına
dönüştürüldü. XIX. yüzyılda sekiz saatlik kesintisiz uyku
hapishane, akıl hastanesi, yoksullar yurdu, yatakhane, kışla gibi
kurumlarda kitleleri disipline etmenin bir aracı haline geldi.
XVIII. yüzyıl modernliğinde uyku rasyonel aklın temel koşulunu
oluşturan uyanıklık sürecinde bir kesinti olarak ele alınmakta,
araçsal aklın işleyişinin sekteye uğradığı karanlık bir
bölge olarak görülmekteydi. Oysa modernlik öncesi dönemde uyku
olumlu sıfatlarla anılmaktaydı. Uykunun uyanık yaşamın sahip
olmadığı bir esine ve iç gözleme ev sahipliği yaptığı
düşünülmekteydi. Ekirch yukarıda adı geçen yazısında modern
cansız, renksiz, sönük uykuyu önceleyen dönemdeki uyku halinin
parlak, canlı ve şaşalı olduğunu söyleyecekti. Sanayi öncesi
geçmişte bir çok insan uykunun tanrının fark gözetmeksizin
herkese ihsan ettiği bir ödül olduğunu düşünürdü. Tüm
yazarlar uykuyu fiziksel zindelikle, canlı bir ruh haliyle, uzun
yaşamayla onurlandırırlardı.
Modern
toplumun aceleye ve telaşa dayalı hareketli yaşam tarzı uykunun
aleyhine bir atmosfer yarattı. XVIII. yüzyıldan itibaren suni
aydınlatmanın yaygınlık kazanmaya başlaması iki bölümden
oluşan uyku geleneğini olumsuz etkiledi. Gece ışıklandırılan
mağaza vitrinleri, geceleri açık kafelerin müdavimi olan kentli
bir kesimin oluşması, orta sınıfların alışveriş kültürünün
gece saatlerini de içine alacak şekilde genişlemesi kentlerde
uykunun payının gerilemesini hızlandırdı. İki bölümlü uyku
önce daha iyi aydınlatılan kentsel bölgelerde yaşayan mülk
sahibi sınıflar içinde, daha sonra da toplumdaki diğer kesimler
içinde giderek seyrelmeye başladı. Modern monoton uykunun
yaygınlaşmasıyla birlikte insanlar rüyalarıyla olan canlı
temaslarını giderek kaybetti. İngiltere’de kiliselerdeki
vaazlarda insanların gece yarısı uyandıkları taktirde akıllarına
yararsız ve karışık düşüncelerin gelebileceği söylenmeye
başladı. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte çalışma ön plana
çıkarılıp aylaklık ve uyku kötülendi, “vakit nakittir”
anlayışının güçlenmesiyle birlikte uykuda geçen saatlerin
azaltılması yönünde bir basınç oluştu.
Modernliğin
gelişmesiyle birlikte uykuya eşlik eden birçok şey mahremiyetin
konusu haline geldi. Evde birkaç kişinin birlikte uyuduğu
yataklara misafirler daha az kabul edilir oldu. Orta sınıftan
insanlar için bağımsız bir yatağa sahip olmak bir statü
göstergesine dönüştü. Evde ayrı bir yatak odasının bulunması
uygulaması üst sınıflardan aşağıya doğru yaygınlaşmaya
başladı. XIX. yüzyılın ilk on yıllarında Avrupa’da yatak
odası olarak kullanılan ayrı bir odanın mevcudiyeti birçok kişi
için hala bir lükstü. Modernleşme sürecinde erkeklerin
–özellikle yarı çıplak ya da uyku kıyafetiyle-etrafta
dolaşması ya da umumi yerlerde uyuması olumsuz olarak
değerlendirilmeye başladı, uykunun “uygunsuz eşlikçileri”
yatak odasının mahrem alanı içine kapatıldı, yatak odasındaki
giyim ve davranışlara ilişkin görgü kuralları oluşturuldu.
Uyku kamusal alandan kovulup özelleştirildi, kapatıldı.
Uykunun
ehlileştirilmesi ve medenileştirilmesi toplumsal olarak
cinsiyetlendirilmişti. XV. ve XVI. yüzyıllarda madeni paraların
üzerinde bulunan uyuyan çıplak erkek figürleri zihinsel başarıyı
temsil etmekteydi. XIX. yüzyılda ise çıplak olarak uyuyan erkek
sosyal hayatın ve sanatın dışına itilerek yerini “uyuyan
güzel”e bırakacaktı. XIX yüzyıl sonu resminde uyuyan ya da
bayılan kadın yaygın bir tema haline gelmişti. Erkek bakışının
nesnesine dönüştürülen uyuyan kadın savunmasız ve pasif bir
kadınlık imgesini güçlendirmekteydi. XIX. yüzyılın egemen
erkeklik imgesi ise uyanık, her an tetikte olan, aktif, “yatay
durmayan” erkekti. Aydınlanma döneminden başlayarak mistisizmle
ve karanlıkla ilişkilendirilerek değersizleştirilen uyku
modernliğin kendini kontrol edebilen, zihni akılcı bir biçimde
işleyen birey imgesiyle çelişmekteydi . Öte yandan XIX. yüzyılda
Thomas Edison gibi uykuyu ortadan kaldırarak çalışma saatlerini
arttırmayı ve böylece üretkenliği, toplumsal refahı ve
ilerlemeyi sağlamayı tahayyül eden bilim adamlarının varlığına
karşın uyku doğal bir zorunluluktu. Simon J.Williams’ın
kitabında uyku teorilerini detaylı bir biçimde anlattığı XIX.
yüzyıl modernliği bir yandan uykuyu ölüme çağrışım yapan
tekinsiz bir alan olarak görmeye devam ederken öte yandan bilimsel
araştırmalarla uykunun biyolojik ve psikolojik mekanizmalarını
anlayarak onu denetim altına almaya çalışmaktaydı. Carolyn Marie
Fay’in “Stories of the Sleeping Body: Literary, Scientific and
Philosophical Narratives of Sleep in Nineteenth-century France”
adlı doktora tezinde (2002) belirttiği gibi XIX. yüzyıl uykunun
ölümden koparılması çabalarına tanık oldu. Birlik ve bütünlük
içinde, sürekliliğe sahip bir kişilik ideasını korumak için
zihin uyku sırasında da işlemeye devam etmeli, uyku belirsiz bir
boşluk olmaktan çıkarılmalı, hiçlikle ve ölümle olan
bağlantıları koparılmalıydı.
XIX.
yüzyılda bilimin uykuya “ışık tutarak” onu anlama, kontrol
altına alma çabalarına karşın uykuyu çevreleyen tekinsizlik
sisi ortadan kalkmadı. Nicole Christina Eugene’nin “Potent
Sleep: The Cultural Politics of Sleep” adlı yüksek lisans tezinde
(2006) söylediği gibi, XIX. ve erken XX. yüzyılda bilimin
elindeki deneysel araçlarla uyku sırasındaki zihinsel ve
fizyolojik faaliyetlerin, enerjinin, kas hareketlerinin gözlemlenmesi
çok zordu. Bu nedenle uykunun pasif bir hal olduğu düşünülmekteydi.
Öte yandan Freud 1900’de yayımlanan Rüyaların Yorumu adlı
kitabında rüyaları zihinsel sağlıkla ilişkilendirecek, rüya
görmenin bilinçdışı hakkında bilgi sahibi olmak açısından
önem taşıdığını söyleyecekti. Freud’a göre rüyalar
uykunun bekçileriydi. Rüyalar gündelik hayattaki bastırılmış
arzuların ifade bulması için bir imkan sağlıyor, zihin için bir
tür emniyet supabı işlevini görüyordu. Uykunun anlaşılması
açısından önemli bir gelişme 1950’lerin ilk yarısında REM
(Rapid Eye Movement- hızlı göz hareketi) uykusunun
keşfedilmesiydi. Uykunun rüya görülen kısmı olarak
özetlenebilecek REM uykusunda kişilerin rüya gördükleri sıradaki
fizyolojik hareketleri gözlemleniyor, bu uyku sırasında
uyandırılan kişiler genellikle gördükleri rüyaları
hatırlayabiliyordu. Bir diğer gelişme EEG vasıtasıyla uyku
sırasındaki beyin dalgalarının gözlemlenebilmesiydi. Böylece
uyku ampirik gözlemin araçlarıyla erişilebilen bir araştırma
nesnesine dönüştürülerek objektifleştirilecek,
rasyonelleştirilecek, uyku haplarıyla yönetilebilir bir hale
getirilecekti. 1970’lerde uyku bozukluklarıyla ilgili yapılan
laboratuar çalışmaları ilaç şirketleri tarafından yakından
takip edilmekteydi . Bu dönem uyku tıbbının -ilaç endüstrisinin
vesayeti altında- gelişmesinde ilk adımların atıldığı
dönemdi. Süreç içinde uyku araştırmaları ilaç şirketlerine
–uyku haplarını pazarlamaları için- bir meşruiyet sağlayacak,
uyku sağlık söylemi içinde paketlenerek ticarileştirilecek,
tıbbileştirilecekti.
Bilimin
uykunun işleyiş mekanizmalarını açıklama çabalarının
hızlandığı dönem boyunca vaktiyle romantiklerin ve
sürrealistlerin yüceltmiş olduğu rüya büyüsünü kaybetmeye
başladı, insanların rüyalarıyla olan teması giderek azaldı.
Post modern topluma geçiş sürecinde uyku modern toplumda kendisine
atfedilen tamlığı, bütünlüğü yitirdi! Fordist üretim
modelinin egemen olduğu 1970’ler öncesi döneme kadar işle ev,
geceyle gündüz, çalışmayla serbest zaman birbirlerinden görece
net sınırlarla ayrılmıştı. Çalışma ve uyku saatleri rutin
olarak belirlenmişti. Düzenli kitlesel çalışma ve kitlesel uyku,
yığınları kontrol etmenin uygun bir aracıydı. 1980’den sonra
post fordist esnek üretim modelinin güçlenmesiyle birlikte
çalışmaya, uykuya, serbest zamana ilişkin sabitlikler sarsıldı,
esnek çalışma ve esnek uyku pratikleri yaygınlaşmaya başladı.
Kaygan, istikrarsız, belirsiz hale gelmiş, hızlanmış, “başını
sonunu yitirmiş” bir yaşam içinde her gece aynı sabit saatte
uyumak zorlaştı. 1980’lerin neo-liberalizmi az uyuyan, çok
çalışan, eve iş götürüp gece evde de çalışan yeni bir
profesyonel tipini öne çıkardı. Uyku giderek hızlanan gündelik
hayat içinde yerine getirilmesi gereken çok sayıdaki görevden
biri haline geldi, neo-liberal birey tarafından iş hayatının
gereksinimlerine bağlı olarak yönetilmesi gereken objektif, nötr
bir zaman parçasına, bir kişisel sorumluluk konusuna dönüştü.
1990’larda küreselleşmenin hızlanması ve internetin
gelişmesiyle birlikte ulusal uyku ve ulusal gece delindi! Yirmi dört
saat işleyen küresel piyasaya günün ve gecenin değişik
saatlerinde hizmet veren bir profesyonel elit oluştu. Uyku
mekanikleşmiş bedenlerin kaçınamadığı bir aksaklık süresi
olarak görülmeye başlandı. CEO’lar ve politikacılar ne kadar
az uyku uyuduklarını övünerek anlatıyorlardı. Eluned
Summers-Bremner’in dikkat çektiği gibi anı yakalamanın, gerçek
zamanlılığın/eş zamanlılığın, anındalığın öne çıktığı
günümüz toplumunda uykunun biyolojik sınırlamalarına tabi
olmak istemeyip uyanık kalanlar daha çok şansa sahip olmaya
başladı. Anlık harekete en yatkın olanlar, hızını
belirleyebilenler yönetenler haline geldi.
Modern
kapitalizm uykuyu evdeki yatak odasına kapatıp özelleştirmişti.
Post modern kapitalizm uykuyu yatak odasından görece çıkararak
ticari-kamusal mekanlara taşıdı. Kısa zaman dilimlerine bölünen
uyku ticari bir kazancın konusu haline geldi, sömürgeleştirildi.
Hava alanlarına, iş merkezlerine insanların ücret karşılığı
bir süre kestirebileceği küçük bölmeler inşa edildi. MetroNaps
adlı şirket Empire State Building’de kestirmek için yirmi
dakikanın katları biçiminde ücretlendirilen uyku kabinleri
kiralamaya başladı. Japonya’da çok sayıda mekan bir saatliğine
tabut benzeri uyku kutuları kiralamaktaydı. Modern toplumda
işyerinde kestirmek yönetime karşı işlenen bir suç, norm dışı
bir davranış olarak değerlendirilirken post modern enformasyon
ekonomisinde, proje bazında çalışan, zihinsel emeğin yoğun
olarak kullanıldığı şirketlerde, yüksek teknolojiye dayalı
sektörlerde, şirketlere hizmet veren hukuk bürolarında yönetimler
profesyonellerin işte kestirmesini teşvik etmeye başladı,
işyerlerinde bazı odalar kestirmek isteyenlere tahsis edildi.
Camille W. Anthony ve William A. Anthony’ye göre çalışanların
işyerinde belirli bir süre kestirmesine izin vermekle şirketler
hiçbir masrafa girmeksizin doğal bir şekilde hem üretkenliği hem
de iş tatminini arttırmış oluyorlardı. Kestirme yavaş yavaş
ana akıma dönüşme eğilimi göstermekteydi.
Post
modern kapitalizm uykuyu, gecenin uyku dışında geçen zamanını
ve uyuyamamayı ticari bir kazancın konusu haline getirdi. 24 saat
açık mağazalarla, marketlerle, kafelerle gece sömürgeleştirildi.
Uyku endüstrisi uykunun etrafını ticari bir göstergeler halesiyle
çevirerek yatak, yatak odası takımı, gecelik, iç çamaşırı,
uyku çayı, uyku hapı vb. satışlarını arttırdı. “Uyuyan
Güzel” hikayesinin Disney versiyonu kitap, film ve DVD olarak
piyasaya sürüldü. Uyku ile ilgili kurslar açıldı, internet
siteleri kuruldu, uyku uzmanları ortaya çıktı. Uyku bozuklukları
ve gündüz uykulu olma hali post modern kapitalizm için hem bir
sorun hem de bir kazanç kaynağı oluşturmaktaydı. 1980’lerde
neo-liberalizmin eskinin sosyal refah toplumunun güvencelerini
ortadan kaldırmasının, çalışma hayatının
kuralsızlaştırılmasının, yalnız alt sınıflar için değil
orta sınıflar için de iş güvencesinin yok olmaya başlamasının,
gündelik yaşamın hızlanıp “koşturma ve telaş kültürünün”
yaygınlaşmasının, insanların zamanlarını iyi kullanamamaktan
utanç duyar hale gelmesinin, kesintisiz bir şekilde bir şeyler
yapma ve iletişim halinde olmanın bir zorunluluk olarak
hissedilmesinin etkisiyle uyku bozuklukları artmıştı. ABD’de
uykusuzluğun neden olduğu kazaların ekonomiye yıllık maliyetinin
on milyarlarca doları bulduğu söylenmekteydi. 1986’da uzay
mekiği Challenger’ın infilak ederek düşmesinde ve Çernobil
nükleer santralinde gerçekleşen patlamada uyku yoksunluğunun
payının olduğu iddia ediliyordu. ABD’de 1989-1999 arasında uyku
bozuklukları kliniklerinin sayısı üç kattan fazla artmıştı.
Nicole Christina Eugene’nin söylediği gibi 1982-1983 yıllarında
uykusuzluk konusunda makaleler yayınlanmaya başlamıştı. 1990’a
gelindiğinde ise Reader’s Digest, New York Times ve Washington
Post’ta gündüz uykulu olma hali ve kronik uyku sorunlarıyla
ilgili çok sayıda haber yer alacak, 1990’larda gündüz aşırı
uyku hali (Excessive Daytime Sleepiness -EDS) bir hastalık olarak
tanımlanacaktı. Daha önceden zihinle ilişkilendirilen uyku
sorunları giderek artan ölçüde beyin fonksiyon bozukluğu ile
ilişkilendirilmeye başlamış, uykusuzluk büyük ölçüde
tıbbileştirilmişti. Yeni biyo-medikal söylem içinde uyku
sorunları bireylerin içinde yaşadıkları toplumsal koşullardan
koparılmakta, uyku objektiflik halesiyle donanmış uzmanların
çözebileceği teknik bir konuya indirgenmekteydi.
Tarihte
uykusuzluk her zaman olumsuz olarak görülen bir durum değildi.
Ortaçağda insanlar uyuyamadıklarında daha önce görmüş
oldukları rüyalar üzerine düşünürler, ya da dua ederlerdi.
Ortaçağ mistikleri ve çilecileri çok az uyku uyurlardı.
Azizlerin uykuya karşı direnmelerinin onları daha kutsal kıldığı
düşünülürdü. Uyanık, rasyonel eril bireyi öne çıkaran
kapitalist modernlik ise uykulu olma halini, uyuklamayı delilerle,
suçlularla, kadınlarla ilişkilendirerek ötekinin alanına
sürecekti. Uyku ve uyanıklığı birbirini dışlayan iki karşıt
kutup olarak kuran, uykuyu uyanıklığın dünyasının kurallarına
tabi kılan modernlik için uykulu olma arada kalan, muğlak,
tekinsiz bir bölgeydi. Post modern kapitalizm ise -işleyişi
gereği- modernliğin kurmuş olduğu ikili karşıtlıkları sarstı,
eskiden birbirini dışladığı varsayılan alanlar arasındaki
geçişleri kolaylaştırdı, sınır çizgilerini muğlaklaştırdı;
modernliğin sabit uykusunu sarsarak uykunun uyanıklık alanına
nüfuz etmesine yol açtı ve bu durumun yol açtığı sorunlarla,
“gündüz aşırı uyku hali” ile baş etmek zorunda kaldı! Gün
içinde 10-30 dakika süren uyku ataklarıyla baş gösteren
narkolepsi kendini-uykusunu-kontrol edebilen birey imgesini
aşındırmaktaydı.
1990’lar
uyku yoksunluğunun neden olabileceği toplumsal tehlikeler konusunda
bilinç yükseltme çabalarına tanık oldu. 1990’da kurulan
National Sleep Foundation uykulu halde araç kullanmanın ekonomik
maliyetlerine dikkat çekecekti. Nicole Christina Eugene’e göre bu
dönemde uykulu olma haline karşı kahve kültürünün gelişmesi
teşvik edildi, uyanıklık, tetikte olma fetişleştirildi.
Pasifliğe karşı farkındalık ve aktif olma öne çıkarıldı,
uyanık ve dikkatli işçi idealine vurgu yapıldı, uyku
yoksunluğunun üretkenlikte azalmaya neden olduğu giderek daha çok
dile getirilmeye başlandı, uykulu kişiler felaketlere yol açan
kişiler olarak tanımlanır oldu. Öte yandan uykulu olma haline
karşı tetikteliğin öne çıkarılması ABD’de giderek
militaristleşen kültürün bir parçasıydı. 1980’lerden
itibaren ABD’de bir seferberlik ruhu, bir toplumsal teyakkuz hali
yaratılmak istenmekteydi. İran-Kontra skandalının baş aktörü
albay Oliver North’ın 1990’da kurduğu “Freedom Alliance”ın
sloganı “özgürlüğün bedeli her zaman tetikte olmaktır”
idi. “Hazır ol” söylemi hem “teröre” karşı hem de sosyal
hayatta müteyakkız olmayı bir yurttaşlık görevi, kişisel
sorumluluk, yükümlülük haline getirmekteydi.
Modern
toplumda ve -daha az ölçüde olsa da- post modern toplumda gece ve
uyku gündüzün düzeninin kurallarına tabi kılınmıştı.
Maurice Blanchot’ya göre uyku bir görev olarak belirmekteydi.
Uyku ile insan arasında bir tür antlaşma, sözleşme vardı ve
varılan mutabakata göre uyku, tehlikeli bir güç olmaktan
uzaklaştırılarak evcilleştirilecekti. Birey, onu gündüze
hazırlaması için, hizmetindeki uykuya kendini teslim etmekteydi.
Nicole Christina Eugene’e göre günümüzün toplumunda uyku
planlanmış, ana hatları belirlenmiş, somut, görünür,
denetlenebilir, kullanılabilir bir olgu haline gelmişti. Zaman
artık tekilliğe izin vermeyen standart, global bir zamana
dönüşmüştü. Ancak uyku tamamen denetlenememekte, gündüz
uykulu olma hali ve narkolepsi yönetilebilir yaşama karşı bir güç
olarak ortaya çıkmaktaydı. Uykulu olma hali zamanın tiranlığına
ve uyanıklığın fetişleştirilmesine karşı direnmekteydi.
Sistem uyku ve uyanıklık alanlarının dışında kalan ara
bölgeyi, onun griliğini tehlikeli bulmakta, siyah/beyaz
karşıtlığının dışında kalarak normdan sapan narkolepsiyi bir
hastalık olarak nitelendirmekteydi. Umumi yerlerde istemsiz olarak
uyuyakalmak uygunsuz, insanın kişiliğini yok eden bir durum olarak
görülmekteydi. Öte yandan uykusuzluk bazı durumlarda insanın
yaratıcı faaliyetine aracılık edebiliyordu. Uykusuzluğu
hayatının en büyük deneyimi olarak gören Cioran sadece uykusuz
gecelerin melankolisi içinde yazabildiğini, en uç, gizemli
durumları bu gecelerde kavrayabildiğini söyleyecekti. Yazara göre
umutsuzluğun doruklarında, hiç kimsenin uyumaya hakkı yoktu.
Ancak Cioran uykusuzluğu mutlak olarak olumlayan biri değildi.
“Trajedim” olarak nitelendirdiği uykusuzluğun bir tür
kahramanlık olduğunu çünkü uykusuzluğun her yeni günü baştan
kaybedilmiş bir mücadeleye dönüştürdüğünü düşünüyordu.
Şüphesiz,
bir çok durumda uykusuzluk dışarıdan dayatılan bir zorunluluk
biçiminde ortaya çıkmaktaydı. Ev içinde şiddete maruz kalan
kadınlar muhtemel bir şiddet tehlikesi nedeniyle hiçbir zaman tam
olarak uyuyamıyorlardı. Uyku bozukluğu nedeniyle doktora başvuran
kadınlardan çoğu kocalarının evde kendilerine şiddet
uyguladığını söylemekteydi. Öte yandan uyku uyutmama bir
işkence yöntemiydi . Dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi
Irak’ta Ebu Graib cezaevindeki ve Küba’da Guantanamo Körfez
Üssü'ndeki Amerikalı askeri yetkililer “uyku yönetimi
teknikleri” konusunda uzmanlaşmışlardı! Tam uyku uyuyamayan
diğer bir toplumsal grup sokaklarda yaşayan evsizlerdi. P. Rensen
“Sleeping Without a Home: The Embedment of Sleep in the Lives of
Rough-Sleeping Homeless in Amsterdam” adlı yazısında (Night-Time
and Sleep in Asia and the West’in içinde) Amsterdam’da
sokaklarda uyuyanlar için uykunun nerede ve ne zaman mümkün olursa
olsun ele geçirilmesi gereken bir şey olduğunu, gece sokakta
uyumanın zorlukları ve tehlikeleri göz önünde bulundurulduğunda
bu insanların gündüzleri de uyuduklarını ya da yarı uyku hali
içinde olduklarını söyleyecekti. Sokaklarda uyuyanlar, çeşitli
koşulların devamlı olarak yer değiştirmeye zorladığı, yarı
uyku ile bitkinlik arasında bir yerde var olabilen yersiz, evsiz,
yataksız, göçebe düzensiz uykuculardı. Onların durumunda uyku
hali ile mesken, yatak ile ev, uyku ile ikamet arasında bugüne dek
kurulagelmiş bağlantılar pratikte geçersiz hale gelmekteydi.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
A.
Roger Ekirch, At Day’s Close: Night in Times Past, W.W. Norton,
2006, 480 s.
Eluned
Summers-Bremner, Insomnia: A Cultural History, Reaktion Books, 2008,
224 s.
Simon
J. Williams, Sleep and Society: Sociological Ventures into the
(Un)known, Routledge, 2005, 198 s.
Norbert
Elias, Uygarlık Süreci Cilt 1: Batılı Dünyevi Üst Tabakaların
Davranışlarındaki değişmeler, İletişim Yayınları, Çev.
Ender Ateşman, 2001, 342 s.
Camille
W. Anthony and William A. Anthony, The Art of Napping at Work,
Souvenir Press Ltd: New Ed. Edition, 2001, 128 s.
Der.
Brigitte Steger ile Lodewijk Brunt, Night-Time and Sleep in Asia and
the West: Exploring the Dark Side of Life, Routledge Curzon, 2003,
240 s.
Maurice
Blanchot, Yazınsal Uzam, Yapı Kredi Yayınları, Çev. Sündüz
Öztürk Kasar, 1993, 266 s.