Wednesday, July 17, 2019








UYKU VE UYKUSUZLUK


Yaklaşık son iki yüzyıldır egemen olan kesintisiz sekiz saatlik uyku modeli tarih boyunca evrensel bir model değildi. Bölünmemiş, tek bir gece uykusunun kural olmadığı birçok kültürde insanlar gündüzleri de değişik saatlerde, değişen süreler boyunca uyuyorlardı. Öte yandan uyku eskiden –bugünkü anlamında- özel değildi; sıradan insanların dünyasında uyku, uyku yeri ve çıplaklık henüz mahremiyetin kurallarına tabi kılınmamıştı. Yatak odası diye ayrı bir oda yoktu, ısınma sorununun da etkisiyle insanlar evin aynı odasında yaşar ve uyurlardı. Umumi ortamlarda -bazen yarı çıplak halde- uyumak gündelik hayatta sık rastlanan görüntülerden biriydi. Norbert Elias’ın söylediği gibi Avrupa’da ortaçağda insanların ziyaretçilerini içlerinde yataklar bulunan odalarda kabul etmeleri, geceleri birkaç kişinin aynı odada uyuması normaldi. İnsanlar herhangi bir zamanda herhangi bir yerde uyuyabiliyordu. A. Roger Ekirch “Sleep We Have Lost: Pre-industrial Slumber in the British Isles” adlı yazısında ( American Historical Review, cilt 106, no 2, Nisan 2001) İngiltere’de ve İrlanda’da XV. ve XVI. yüzyıllarda evlerde bir yatakta iki, üç bazen daha fazla kişinin uyuduğunu, misafirlerin de bu yatağı paylaştığını söyleyecekti. Bazı aileler çiftlik hayvanlarını –onları yırtıcı hayvanlardan ve hırsızlardan korumak ve kısmen de ısınmak amacıyla- gece evin içine alırlar, onlarla aynı odada uyurlardı. Halkın çoğu çıplak yer üzerine serilmiş saman şilteler üzerinde yatardı. XVII. yüzyılda yerden yüksek tahta yatak çerçeveleri kullanılmaya başladı. Pahalı oldukları için herkesin alamadığı bu yataklar evdeki en önemli ve kıymetli eşyaydı.



Modernlik öncesi Avrupa’da iki bölümden oluşan bir uyku mevcuttu. A. Roger Ekirch “At Day’s Close: Night in Times Past” adlı kitabında XVI. ve XVII. yüzyıllarda insanların hava karardıktan sonra –gece yarısına kadar sürecek- ilk uykularına daldıklarını söyleyecekti. Gece yarısı uyanıldıktan sonra tekrar uyuyana kadar bir saat ya da daha uzun bir süre geçmekteydi. Bu süre zarfında insanlar bazen yataklarında kalarak ilk uykularında görmüş oldukları rüyalar üzerine düşünüyor, dua ediyor, seks yapıyordu. Bazen de kalkıp tütün içiliyor, evdekilerle görülmüş olan rüyalar ve başka konular üzerine sohbet ediliyor, yakın komşulara ziyarete gidiliyordu. Bazıları bu iki uyku arası sürede –kaçak avcılık, bahçelerden meyve çalmak, yakacak odun çalmak, dükkanlardan mal çalmak vb.- küçük suçlar işlemek üzere dışarı çıkardı. İstatistikler iki uyku arasındaki sürede işlenen suç oranında bir artış olduğunu göstermekteydi. Daha sonra insanlar ikinci uykuya yatarlar, şafak söktüğünde ya da kısa bir süre sonra uyanırlardı. Sanayi öncesi dönemin aydınlatılmamış gecesi yasakların işlevini yitirdiği bir ortam sağlamaktaydı. Kaçaklar yakalanma tehlikesi olmadan özgürce dolaşıyor, kiracılar kirayı ödemeden evden kaçıyor, eşcinseller kendi mekanlarında ve parklarda buluşuyor, eşyalar, hayvanlar çalınıyor, kaçakçılık yapılıyor, mezarlar soyuluyor, fuhuş ve zina yapılıyordu.



Gecenin alt sınıfların yasadışı etkinlikleri için uygun bir ortam sağladığını gören modern toplumun otoriteleri karanlığın denetim altına alınması konusunda kararlıydı. Aydınlanmanın karanlığa karşı başlattığı savaşın bir parçası olarak XVIII. ve XIX. yüzyıllarda geceleri sokak ve caddeler aydınlatılmaya başladı, bir çok bölgede her evin kendi önünü aydınlatacak bir ışığı açık bırakması zorunlu hale getirildi, gece sokaklarda dolaşanlar üzerindeki denetim arttırıldı. Tüm bunlara karşın yoksullar ayaklandıkları bölgelerde gece tüm ışıkları söndürerek güvenlik güçlerinin mahallelere girişini engellediler. Sokak lambalarını taş atarak kırmak alt sınıflar için bir eğlence kaynağıydı. Öte yandan modernlik yoksulların gece iki uyku arasında sokaklara çıkmasını da tehlikeli bulmaktaydı. Modernliğin çizgisel olarak ilerleyen zaman anlayışında her türlü kesinti bir tehlike olarak algılanıyordu. Yoksullar ayaklandıklarında modernliğin sokak lambalarını nasıl kırdılarsa meydanlardaki saatleri de öyle kırdılar, “Aydınlanmaya” ve kesintisiz ilerleyen zamanın tiranlığına karşı çıktılar.



Uygarlık sürecinde” yatak odası halkın gece sekiz saat kesintisiz bir biçimde uyuyarak içinden çıkmadığı bir kapatılma mekanına dönüştürüldü. XIX. yüzyılda sekiz saatlik kesintisiz uyku hapishane, akıl hastanesi, yoksullar yurdu, yatakhane, kışla gibi kurumlarda kitleleri disipline etmenin bir aracı haline geldi. XVIII. yüzyıl modernliğinde uyku rasyonel aklın temel koşulunu oluşturan uyanıklık sürecinde bir kesinti olarak ele alınmakta, araçsal aklın işleyişinin sekteye uğradığı karanlık bir bölge olarak görülmekteydi. Oysa modernlik öncesi dönemde uyku olumlu sıfatlarla anılmaktaydı. Uykunun uyanık yaşamın sahip olmadığı bir esine ve iç gözleme ev sahipliği yaptığı düşünülmekteydi. Ekirch yukarıda adı geçen yazısında modern cansız, renksiz, sönük uykuyu önceleyen dönemdeki uyku halinin parlak, canlı ve şaşalı olduğunu söyleyecekti. Sanayi öncesi geçmişte bir çok insan uykunun tanrının fark gözetmeksizin herkese ihsan ettiği bir ödül olduğunu düşünürdü. Tüm yazarlar uykuyu fiziksel zindelikle, canlı bir ruh haliyle, uzun yaşamayla onurlandırırlardı.




Modern toplumun aceleye ve telaşa dayalı hareketli yaşam tarzı uykunun aleyhine bir atmosfer yarattı. XVIII. yüzyıldan itibaren suni aydınlatmanın yaygınlık kazanmaya başlaması iki bölümden oluşan uyku geleneğini olumsuz etkiledi. Gece ışıklandırılan mağaza vitrinleri, geceleri açık kafelerin müdavimi olan kentli bir kesimin oluşması, orta sınıfların alışveriş kültürünün gece saatlerini de içine alacak şekilde genişlemesi kentlerde uykunun payının gerilemesini hızlandırdı. İki bölümlü uyku önce daha iyi aydınlatılan kentsel bölgelerde yaşayan mülk sahibi sınıflar içinde, daha sonra da toplumdaki diğer kesimler içinde giderek seyrelmeye başladı. Modern monoton uykunun yaygınlaşmasıyla birlikte insanlar rüyalarıyla olan canlı temaslarını giderek kaybetti. İngiltere’de kiliselerdeki vaazlarda insanların gece yarısı uyandıkları taktirde akıllarına yararsız ve karışık düşüncelerin gelebileceği söylenmeye başladı. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte çalışma ön plana çıkarılıp aylaklık ve uyku kötülendi, “vakit nakittir” anlayışının güçlenmesiyle birlikte uykuda geçen saatlerin azaltılması yönünde bir basınç oluştu.



Modernliğin gelişmesiyle birlikte uykuya eşlik eden birçok şey mahremiyetin konusu haline geldi. Evde birkaç kişinin birlikte uyuduğu yataklara misafirler daha az kabul edilir oldu. Orta sınıftan insanlar için bağımsız bir yatağa sahip olmak bir statü göstergesine dönüştü. Evde ayrı bir yatak odasının bulunması uygulaması üst sınıflardan aşağıya doğru yaygınlaşmaya başladı. XIX. yüzyılın ilk on yıllarında Avrupa’da yatak odası olarak kullanılan ayrı bir odanın mevcudiyeti birçok kişi için hala bir lükstü. Modernleşme sürecinde erkeklerin –özellikle yarı çıplak ya da uyku kıyafetiyle-etrafta dolaşması ya da umumi yerlerde uyuması olumsuz olarak değerlendirilmeye başladı, uykunun “uygunsuz eşlikçileri” yatak odasının mahrem alanı içine kapatıldı, yatak odasındaki giyim ve davranışlara ilişkin görgü kuralları oluşturuldu. Uyku kamusal alandan kovulup özelleştirildi, kapatıldı.




Uykunun ehlileştirilmesi ve medenileştirilmesi toplumsal olarak cinsiyetlendirilmişti. XV. ve XVI. yüzyıllarda madeni paraların üzerinde bulunan uyuyan çıplak erkek figürleri zihinsel başarıyı temsil etmekteydi. XIX. yüzyılda ise çıplak olarak uyuyan erkek sosyal hayatın ve sanatın dışına itilerek yerini “uyuyan güzel”e bırakacaktı. XIX yüzyıl sonu resminde uyuyan ya da bayılan kadın yaygın bir tema haline gelmişti. Erkek bakışının nesnesine dönüştürülen uyuyan kadın savunmasız ve pasif bir kadınlık imgesini güçlendirmekteydi. XIX. yüzyılın egemen erkeklik imgesi ise uyanık, her an tetikte olan, aktif, “yatay durmayan” erkekti. Aydınlanma döneminden başlayarak mistisizmle ve karanlıkla ilişkilendirilerek değersizleştirilen uyku modernliğin kendini kontrol edebilen, zihni akılcı bir biçimde işleyen birey imgesiyle çelişmekteydi . Öte yandan XIX. yüzyılda Thomas Edison gibi uykuyu ortadan kaldırarak çalışma saatlerini arttırmayı ve böylece üretkenliği, toplumsal refahı ve ilerlemeyi sağlamayı tahayyül eden bilim adamlarının varlığına karşın uyku doğal bir zorunluluktu. Simon J.Williams’ın kitabında uyku teorilerini detaylı bir biçimde anlattığı XIX. yüzyıl modernliği bir yandan uykuyu ölüme çağrışım yapan tekinsiz bir alan olarak görmeye devam ederken öte yandan bilimsel araştırmalarla uykunun biyolojik ve psikolojik mekanizmalarını anlayarak onu denetim altına almaya çalışmaktaydı. Carolyn Marie Fay’in “Stories of the Sleeping Body: Literary, Scientific and Philosophical Narratives of Sleep in Nineteenth-century France” adlı doktora tezinde (2002) belirttiği gibi XIX. yüzyıl uykunun ölümden koparılması çabalarına tanık oldu. Birlik ve bütünlük içinde, sürekliliğe sahip bir kişilik ideasını korumak için zihin uyku sırasında da işlemeye devam etmeli, uyku belirsiz bir boşluk olmaktan çıkarılmalı, hiçlikle ve ölümle olan bağlantıları koparılmalıydı.



XIX. yüzyılda bilimin uykuya “ışık tutarak” onu anlama, kontrol altına alma çabalarına karşın uykuyu çevreleyen tekinsizlik sisi ortadan kalkmadı. Nicole Christina Eugene’nin “Potent Sleep: The Cultural Politics of Sleep” adlı yüksek lisans tezinde (2006) söylediği gibi, XIX. ve erken XX. yüzyılda bilimin elindeki deneysel araçlarla uyku sırasındaki zihinsel ve fizyolojik faaliyetlerin, enerjinin, kas hareketlerinin gözlemlenmesi çok zordu. Bu nedenle uykunun pasif bir hal olduğu düşünülmekteydi. Öte yandan Freud 1900’de yayımlanan Rüyaların Yorumu adlı kitabında rüyaları zihinsel sağlıkla ilişkilendirecek, rüya görmenin bilinçdışı hakkında bilgi sahibi olmak açısından önem taşıdığını söyleyecekti. Freud’a göre rüyalar uykunun bekçileriydi. Rüyalar gündelik hayattaki bastırılmış arzuların ifade bulması için bir imkan sağlıyor, zihin için bir tür emniyet supabı işlevini görüyordu. Uykunun anlaşılması açısından önemli bir gelişme 1950’lerin ilk yarısında REM (Rapid Eye Movement- hızlı göz hareketi) uykusunun keşfedilmesiydi. Uykunun rüya görülen kısmı olarak özetlenebilecek REM uykusunda kişilerin rüya gördükleri sıradaki fizyolojik hareketleri gözlemleniyor, bu uyku sırasında uyandırılan kişiler genellikle gördükleri rüyaları hatırlayabiliyordu. Bir diğer gelişme EEG vasıtasıyla uyku sırasındaki beyin dalgalarının gözlemlenebilmesiydi. Böylece uyku ampirik gözlemin araçlarıyla erişilebilen bir araştırma nesnesine dönüştürülerek objektifleştirilecek, rasyonelleştirilecek, uyku haplarıyla yönetilebilir bir hale getirilecekti. 1970’lerde uyku bozukluklarıyla ilgili yapılan laboratuar çalışmaları ilaç şirketleri tarafından yakından takip edilmekteydi . Bu dönem uyku tıbbının -ilaç endüstrisinin vesayeti altında- gelişmesinde ilk adımların atıldığı dönemdi. Süreç içinde uyku araştırmaları ilaç şirketlerine –uyku haplarını pazarlamaları için- bir meşruiyet sağlayacak, uyku sağlık söylemi içinde paketlenerek ticarileştirilecek, tıbbileştirilecekti.



Bilimin uykunun işleyiş mekanizmalarını açıklama çabalarının hızlandığı dönem boyunca vaktiyle romantiklerin ve sürrealistlerin yüceltmiş olduğu rüya büyüsünü kaybetmeye başladı, insanların rüyalarıyla olan teması giderek azaldı. Post modern topluma geçiş sürecinde uyku modern toplumda kendisine atfedilen tamlığı, bütünlüğü yitirdi! Fordist üretim modelinin egemen olduğu 1970’ler öncesi döneme kadar işle ev, geceyle gündüz, çalışmayla serbest zaman birbirlerinden görece net sınırlarla ayrılmıştı. Çalışma ve uyku saatleri rutin olarak belirlenmişti. Düzenli kitlesel çalışma ve kitlesel uyku, yığınları kontrol etmenin uygun bir aracıydı. 1980’den sonra post fordist esnek üretim modelinin güçlenmesiyle birlikte çalışmaya, uykuya, serbest zamana ilişkin sabitlikler sarsıldı, esnek çalışma ve esnek uyku pratikleri yaygınlaşmaya başladı. Kaygan, istikrarsız, belirsiz hale gelmiş, hızlanmış, “başını sonunu yitirmiş” bir yaşam içinde her gece aynı sabit saatte uyumak zorlaştı. 1980’lerin neo-liberalizmi az uyuyan, çok çalışan, eve iş götürüp gece evde de çalışan yeni bir profesyonel tipini öne çıkardı. Uyku giderek hızlanan gündelik hayat içinde yerine getirilmesi gereken çok sayıdaki görevden biri haline geldi, neo-liberal birey tarafından iş hayatının gereksinimlerine bağlı olarak yönetilmesi gereken objektif, nötr bir zaman parçasına, bir kişisel sorumluluk konusuna dönüştü. 1990’larda küreselleşmenin hızlanması ve internetin gelişmesiyle birlikte ulusal uyku ve ulusal gece delindi! Yirmi dört saat işleyen küresel piyasaya günün ve gecenin değişik saatlerinde hizmet veren bir profesyonel elit oluştu. Uyku mekanikleşmiş bedenlerin kaçınamadığı bir aksaklık süresi olarak görülmeye başlandı. CEO’lar ve politikacılar ne kadar az uyku uyuduklarını övünerek anlatıyorlardı. Eluned Summers-Bremner’in dikkat çektiği gibi anı yakalamanın, gerçek zamanlılığın/eş zamanlılığın, anındalığın öne çıktığı günümüz toplumunda uykunun biyolojik sınırlamalarına tabi olmak istemeyip uyanık kalanlar daha çok şansa sahip olmaya başladı. Anlık harekete en yatkın olanlar, hızını belirleyebilenler yönetenler haline geldi.




Modern kapitalizm uykuyu evdeki yatak odasına kapatıp özelleştirmişti. Post modern kapitalizm uykuyu yatak odasından görece çıkararak ticari-kamusal mekanlara taşıdı. Kısa zaman dilimlerine bölünen uyku ticari bir kazancın konusu haline geldi, sömürgeleştirildi. Hava alanlarına, iş merkezlerine insanların ücret karşılığı bir süre kestirebileceği küçük bölmeler inşa edildi. MetroNaps adlı şirket Empire State Building’de kestirmek için yirmi dakikanın katları biçiminde ücretlendirilen uyku kabinleri kiralamaya başladı. Japonya’da çok sayıda mekan bir saatliğine tabut benzeri uyku kutuları kiralamaktaydı. Modern toplumda işyerinde kestirmek yönetime karşı işlenen bir suç, norm dışı bir davranış olarak değerlendirilirken post modern enformasyon ekonomisinde, proje bazında çalışan, zihinsel emeğin yoğun olarak kullanıldığı şirketlerde, yüksek teknolojiye dayalı sektörlerde, şirketlere hizmet veren hukuk bürolarında yönetimler profesyonellerin işte kestirmesini teşvik etmeye başladı, işyerlerinde bazı odalar kestirmek isteyenlere tahsis edildi. Camille W. Anthony ve William A. Anthony’ye göre çalışanların işyerinde belirli bir süre kestirmesine izin vermekle şirketler hiçbir masrafa girmeksizin doğal bir şekilde hem üretkenliği hem de iş tatminini arttırmış oluyorlardı. Kestirme yavaş yavaş ana akıma dönüşme eğilimi göstermekteydi.




Post modern kapitalizm uykuyu, gecenin uyku dışında geçen zamanını ve uyuyamamayı ticari bir kazancın konusu haline getirdi. 24 saat açık mağazalarla, marketlerle, kafelerle gece sömürgeleştirildi. Uyku endüstrisi uykunun etrafını ticari bir göstergeler halesiyle çevirerek yatak, yatak odası takımı, gecelik, iç çamaşırı, uyku çayı, uyku hapı vb. satışlarını arttırdı. “Uyuyan Güzel” hikayesinin Disney versiyonu kitap, film ve DVD olarak piyasaya sürüldü. Uyku ile ilgili kurslar açıldı, internet siteleri kuruldu, uyku uzmanları ortaya çıktı. Uyku bozuklukları ve gündüz uykulu olma hali post modern kapitalizm için hem bir sorun hem de bir kazanç kaynağı oluşturmaktaydı. 1980’lerde neo-liberalizmin eskinin sosyal refah toplumunun güvencelerini ortadan kaldırmasının, çalışma hayatının kuralsızlaştırılmasının, yalnız alt sınıflar için değil orta sınıflar için de iş güvencesinin yok olmaya başlamasının, gündelik yaşamın hızlanıp “koşturma ve telaş kültürünün” yaygınlaşmasının, insanların zamanlarını iyi kullanamamaktan utanç duyar hale gelmesinin, kesintisiz bir şekilde bir şeyler yapma ve iletişim halinde olmanın bir zorunluluk olarak hissedilmesinin etkisiyle uyku bozuklukları artmıştı. ABD’de uykusuzluğun neden olduğu kazaların ekonomiye yıllık maliyetinin on milyarlarca doları bulduğu söylenmekteydi. 1986’da uzay mekiği Challenger’ın infilak ederek düşmesinde ve Çernobil nükleer santralinde gerçekleşen patlamada uyku yoksunluğunun payının olduğu iddia ediliyordu. ABD’de 1989-1999 arasında uyku bozuklukları kliniklerinin sayısı üç kattan fazla artmıştı. Nicole Christina Eugene’nin söylediği gibi 1982-1983 yıllarında uykusuzluk konusunda makaleler yayınlanmaya başlamıştı. 1990’a gelindiğinde ise Reader’s Digest, New York Times ve Washington Post’ta gündüz uykulu olma hali ve kronik uyku sorunlarıyla ilgili çok sayıda haber yer alacak, 1990’larda gündüz aşırı uyku hali (Excessive Daytime Sleepiness -EDS) bir hastalık olarak tanımlanacaktı. Daha önceden zihinle ilişkilendirilen uyku sorunları giderek artan ölçüde beyin fonksiyon bozukluğu ile ilişkilendirilmeye başlamış, uykusuzluk büyük ölçüde tıbbileştirilmişti. Yeni biyo-medikal söylem içinde uyku sorunları bireylerin içinde yaşadıkları toplumsal koşullardan koparılmakta, uyku objektiflik halesiyle donanmış uzmanların çözebileceği teknik bir konuya indirgenmekteydi.



Tarihte uykusuzluk her zaman olumsuz olarak görülen bir durum değildi. Ortaçağda insanlar uyuyamadıklarında daha önce görmüş oldukları rüyalar üzerine düşünürler, ya da dua ederlerdi. Ortaçağ mistikleri ve çilecileri çok az uyku uyurlardı. Azizlerin uykuya karşı direnmelerinin onları daha kutsal kıldığı düşünülürdü. Uyanık, rasyonel eril bireyi öne çıkaran kapitalist modernlik ise uykulu olma halini, uyuklamayı delilerle, suçlularla, kadınlarla ilişkilendirerek ötekinin alanına sürecekti. Uyku ve uyanıklığı birbirini dışlayan iki karşıt kutup olarak kuran, uykuyu uyanıklığın dünyasının kurallarına tabi kılan modernlik için uykulu olma arada kalan, muğlak, tekinsiz bir bölgeydi. Post modern kapitalizm ise -işleyişi gereği- modernliğin kurmuş olduğu ikili karşıtlıkları sarstı, eskiden birbirini dışladığı varsayılan alanlar arasındaki geçişleri kolaylaştırdı, sınır çizgilerini muğlaklaştırdı; modernliğin sabit uykusunu sarsarak uykunun uyanıklık alanına nüfuz etmesine yol açtı ve bu durumun yol açtığı sorunlarla, “gündüz aşırı uyku hali” ile baş etmek zorunda kaldı! Gün içinde 10-30 dakika süren uyku ataklarıyla baş gösteren narkolepsi kendini-uykusunu-kontrol edebilen birey imgesini aşındırmaktaydı.



1990’lar uyku yoksunluğunun neden olabileceği toplumsal tehlikeler konusunda bilinç yükseltme çabalarına tanık oldu. 1990’da kurulan National Sleep Foundation uykulu halde araç kullanmanın ekonomik maliyetlerine dikkat çekecekti. Nicole Christina Eugene’e göre bu dönemde uykulu olma haline karşı kahve kültürünün gelişmesi teşvik edildi, uyanıklık, tetikte olma fetişleştirildi. Pasifliğe karşı farkındalık ve aktif olma öne çıkarıldı, uyanık ve dikkatli işçi idealine vurgu yapıldı, uyku yoksunluğunun üretkenlikte azalmaya neden olduğu giderek daha çok dile getirilmeye başlandı, uykulu kişiler felaketlere yol açan kişiler olarak tanımlanır oldu. Öte yandan uykulu olma haline karşı tetikteliğin öne çıkarılması ABD’de giderek militaristleşen kültürün bir parçasıydı. 1980’lerden itibaren ABD’de bir seferberlik ruhu, bir toplumsal teyakkuz hali yaratılmak istenmekteydi. İran-Kontra skandalının baş aktörü albay Oliver North’ın 1990’da kurduğu “Freedom Alliance”ın sloganı “özgürlüğün bedeli her zaman tetikte olmaktır” idi. “Hazır ol” söylemi hem “teröre” karşı hem de sosyal hayatta müteyakkız olmayı bir yurttaşlık görevi, kişisel sorumluluk, yükümlülük haline getirmekteydi.



Modern toplumda ve -daha az ölçüde olsa da- post modern toplumda gece ve uyku gündüzün düzeninin kurallarına tabi kılınmıştı. Maurice Blanchot’ya göre uyku bir görev olarak belirmekteydi. Uyku ile insan arasında bir tür antlaşma, sözleşme vardı ve varılan mutabakata göre uyku, tehlikeli bir güç olmaktan uzaklaştırılarak evcilleştirilecekti. Birey, onu gündüze hazırlaması için, hizmetindeki uykuya kendini teslim etmekteydi. Nicole Christina Eugene’e göre günümüzün toplumunda uyku planlanmış, ana hatları belirlenmiş, somut, görünür, denetlenebilir, kullanılabilir bir olgu haline gelmişti. Zaman artık tekilliğe izin vermeyen standart, global bir zamana dönüşmüştü. Ancak uyku tamamen denetlenememekte, gündüz uykulu olma hali ve narkolepsi yönetilebilir yaşama karşı bir güç olarak ortaya çıkmaktaydı. Uykulu olma hali zamanın tiranlığına ve uyanıklığın fetişleştirilmesine karşı direnmekteydi. Sistem uyku ve uyanıklık alanlarının dışında kalan ara bölgeyi, onun griliğini tehlikeli bulmakta, siyah/beyaz karşıtlığının dışında kalarak normdan sapan narkolepsiyi bir hastalık olarak nitelendirmekteydi. Umumi yerlerde istemsiz olarak uyuyakalmak uygunsuz, insanın kişiliğini yok eden bir durum olarak görülmekteydi. Öte yandan uykusuzluk bazı durumlarda insanın yaratıcı faaliyetine aracılık edebiliyordu. Uykusuzluğu hayatının en büyük deneyimi olarak gören Cioran sadece uykusuz gecelerin melankolisi içinde yazabildiğini, en uç, gizemli durumları bu gecelerde kavrayabildiğini söyleyecekti. Yazara göre umutsuzluğun doruklarında, hiç kimsenin uyumaya hakkı yoktu. Ancak Cioran uykusuzluğu mutlak olarak olumlayan biri değildi. “Trajedim” olarak nitelendirdiği uykusuzluğun bir tür kahramanlık olduğunu çünkü uykusuzluğun her yeni günü baştan kaybedilmiş bir mücadeleye dönüştürdüğünü düşünüyordu.



Şüphesiz, bir çok durumda uykusuzluk dışarıdan dayatılan bir zorunluluk biçiminde ortaya çıkmaktaydı. Ev içinde şiddete maruz kalan kadınlar muhtemel bir şiddet tehlikesi nedeniyle hiçbir zaman tam olarak uyuyamıyorlardı. Uyku bozukluğu nedeniyle doktora başvuran kadınlardan çoğu kocalarının evde kendilerine şiddet uyguladığını söylemekteydi. Öte yandan uyku uyutmama bir işkence yöntemiydi . Dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi Irak’ta Ebu Graib cezaevindeki ve Küba’da Guantanamo Körfez Üssü'ndeki Amerikalı askeri yetkililer “uyku yönetimi teknikleri” konusunda uzmanlaşmışlardı! Tam uyku uyuyamayan diğer bir toplumsal grup sokaklarda yaşayan evsizlerdi. P. Rensen “Sleeping Without a Home: The Embedment of Sleep in the Lives of Rough-Sleeping Homeless in Amsterdam” adlı yazısında (Night-Time and Sleep in Asia and the West’in içinde) Amsterdam’da sokaklarda uyuyanlar için uykunun nerede ve ne zaman mümkün olursa olsun ele geçirilmesi gereken bir şey olduğunu, gece sokakta uyumanın zorlukları ve tehlikeleri göz önünde bulundurulduğunda bu insanların gündüzleri de uyuduklarını ya da yarı uyku hali içinde olduklarını söyleyecekti. Sokaklarda uyuyanlar, çeşitli koşulların devamlı olarak yer değiştirmeye zorladığı, yarı uyku ile bitkinlik arasında bir yerde var olabilen yersiz, evsiz, yataksız, göçebe düzensiz uykuculardı. Onların durumunda uyku hali ile mesken, yatak ile ev, uyku ile ikamet arasında bugüne dek kurulagelmiş bağlantılar pratikte geçersiz hale gelmekteydi.

YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:



A. Roger Ekirch, At Day’s Close: Night in Times Past, W.W. Norton, 2006, 480 s.

Eluned Summers-Bremner, Insomnia: A Cultural History, Reaktion Books, 2008, 224 s.

Simon J. Williams, Sleep and Society: Sociological Ventures into the (Un)known, Routledge, 2005, 198 s.

Norbert Elias, Uygarlık Süreci Cilt 1: Batılı Dünyevi Üst Tabakaların Davranışlarındaki değişmeler, İletişim Yayınları, Çev. Ender Ateşman, 2001, 342 s.

Camille W. Anthony and William A. Anthony, The Art of Napping at Work, Souvenir Press Ltd: New Ed. Edition, 2001, 128 s.

Der. Brigitte Steger ile Lodewijk Brunt, Night-Time and Sleep in Asia and the West: Exploring the Dark Side of Life, Routledge Curzon, 2003, 240 s.

Maurice Blanchot, Yazınsal Uzam, Yapı Kredi Yayınları, Çev. Sündüz Öztürk Kasar, 1993, 266 s.