Monday, August 26, 2019

IŞIK, AYDINLANMA VE MODERNLİK







IŞIK, AYDINLANMA VE MODERNLİK


Işığın, aydınlatmanın tarihi ateşin tarihi kadar eski. Wolfgang Schivelbusch’un da söylediği gibi çok eskiden ateş aynı anda hem ısınmaya hem aydınlatmaya hem de yemek pişirmeye yarıyordu. Ateş tekti, farklı işlevlere yönelik olarak bölünmemişti. Daha sonra ateşin aydınlatma işlevi diğer iki işlevinden ayrıldı. Tahta meşaleler, mumlar, yağ lambaları tarih boyunca ışık kaynağı olarak kullanıldı. Evde ateşin alevi etrafında toplanan insanlarda bir sıcaklık hissi, bir ortaklık, birliktelik duygusu oluşmaktaydı. Gaston Bachelard’ın da belirttiği gibi yağ lambası evin merkeziydi, ruhuydu. Mum ateşi düşlerle iç içeydi. Öte yandan açık alanlarda yakılan şenlik ateşleri toplulukta ortak bir esrime, coşku, sevinç duygusu yaratıyordu.



Eski çağlarda ışık tinsel, dinsel olanla ilişkilendirilirdi. Ken Hillis’in “Toward the Light ‘Within’: Optical Technologies, Spatial Metaphors and Changing Subjectivities” adlı yazısında dikkat çektiği gibi (Virtual Geographies’in içinde) eskiden ışık yüksekte, gökyüzünde olanla, tanrıyla ilişkiliydi. Avrupa ortaçağında kilise de insanlığı aydınlatan tanrısal ışığı öne çıkarmaktaydı ve karanlığı kötülükle ilişkilendirmekteydi. Ortaçağda gece ve karanlık tekinsiz ve uğursuz güçlerle, şeytanla, hayaletlerle, kaosla, cadılıkla ilişkilendirilirdi. Gece olunca evlerin ve kentin kapıları kilitlenirdi. Schivelbusch’un da belirttiği gibi XIV. yüzyılda geceleri kapıları kilitlenen evlerin anahtarları bölgenin idari yetkilisine verilmek zorundaydı. Geçerli bir mazeret olmaksızın gece sokağa çıkanlar tutuklanıyordu. Takip eden yüzyıllarda gece bekçileri yanında ışık olmaksızın sokakta dolaşan kişileri tutukluyorlardı. XVI. yüzyılda Paris’te her ev sokağı aydınlatacak bir şekilde ışık yakmak zorundaydı. XVII. yüzyılda şeffaflık, görünürlük, açık seçiklik yönündeki eğilim daha da arttı ve bu durum Paul Virilio’nun da vurguladığı gibi polisin talep ettiği bir şeydi. XVII. yüzyılın sonlarına doğru Paris’te sokaklara lambalar konuldu ve bu lambaların kontrolünü polis üstlendi. Mutlakiyetçi rejimler geceleri sokakları kontrol altında tutmak istiyordu. Paris’te 1697’de mumlu sokak lambalarının sayısı 2736 iken bu rakam 1740’ta 6400’e ulaşacaktı. Ancak ışık bağlamında rasyonel aklın disipliner akılla iç içe geçmesi için XVIII. yüzyılı, Aydınlanma çağını beklemek gerekecekti.


XVIII. yüzyıl sadece daha şeffaf cam yapma tekniklerinin geliştiği, mekanlardaki aynaların sayısının hızla arttığı, aydınlık, görünürlük isteklerinin güçlendiği bir yüzyıl değildi, aynı zamanda Aydınlanma’nın araçsal aklının ışığın yardımıyla dış dünyayı şeffaflaştırmak, onun içine nüfuz etmek yönündeki çabalarının yüzyılıydı. Cathryn Vasseleu'ya göre Aydınlanma felsefesinde ışık nesnelere nüfuz etmeyi, onları görmeyi ve anlamayı mümkün kılan bir araç olarak ele alınmaktaydı. Işık aynı zamanda evrensel bir bilgi ve aydınlanma kaynağıydı. Aydınlanma düşüncesi ışığı öznenin zihniyle, onun aklıyla ilişkilendiriyor, ışık tanrısal olandan uzaklaştırılarak bireyin içine yerleştiriliyordu. Bu modelde öznenin zihninin yöneldiği dışsal madde pasif ve edilgen olarak kabul ediliyordu. Özne aklıyla dış gerçekliğe biçim vermekte, onu bilgi olarak üretmekteydi ama dışsal gerçekliğin özneyi etkilemesi söz konusu değildi, zihin ona bir biçim verene kadar madde bir öneme sahip değildi. Barbara Bolt’un söylediği gibi ( Shedding Light for the Matter, Hypatia, 2000, 15. 2 ) madde karanlık, bilinmeyen, öteki olarak kabul edilmekteydi. Aydınlanmanın ışığı daima maddenin üzerine düşmekteydi ama tersi geçerli değildi. Daniel Roche’un dikkat çektiği gibi XVIII. yüzyıl düşüncesi bilmeye, kavramaya ilişkin olarak duyuları, özellikle de görme duyusunu öne çıkarmıştı. Dönemin düşünürleri aydınlık karanlığa tamamen egemen olduğunda görme gücümüzün çok artacağını belirtmekteydi. Dönemin felsefesi, bilgi teorileri önemli ölçüde görsel, görmeye ilişkin metaforlara, bakış merkezli bir anlayışa dayanmaktaydı. Martin Jay’e göre Aydınlanma düşüncesinde zihnin gözü önem kazanmıştı ve bulanık olmayan, net bir bakışa sahip olan bu gözün dışındaki nesneleri açık seçik biçimler altında tanımladığı düşünülmekteydi. Göz, görme, vizyon, görü felsefenin en önemli öğeleri haline gelmişti. XVIII. yüzyılda görme, görü, bilim, bilimsel bilgi, ışık, aydınlık bir arada anılıyordu. Aydınlanma akıl yoluyla elde edilen bilgiydi, akıl “tinin seküler ışığıydı”.



XVIII. yüzyıl düşünürleri karanlığı, geceyi, gölgeli olanı kötülükle, cehaletle ilişkilendiriyorlardı. Daniel Roche’un belirttiği gibi Aydınlanma düşüncesi şeylerin karanlık, kontrol edilemez yanlarından korkuyordu. İyiliğin kaynağı insanın içindeki ışıktı ve Aydınlanmanın “beyaz ışığı” karanlık, siyah olana karşı savaş açacaktı! Işık uygarlık, bilgi, hakikat demekti, karanlık ise ilkelliği, cehaleti, kötülüğü temsil ediyordu! Aydınlanmanın bu yaklaşımı ırkçılıkla ve sömürgecilikle de ilişkiliydi. Aydınlanmanın büyük düşünürleri siyah Afrikalıları aşağılıyor, onları insan yerine koymuyor, beyaz Avrupalıları üstün görüyorlardı. Öte yandan Aydınlanma düşüncesi sadece bilinmez olanı bilinir hale getirmeye çalışmıyor aynı zamanda henüz karanlıkta bulunanı, keşfedilmemiş olanı ele geçirmek, mülk edinmek istiyordu. Böylece “kara kıtaya”, Afrika’ya ışık götürmek, onu karanlıktan , ilkellikten, cehaletten kurtararak beyaz, uygar, aydınlık dünyaya dahil etmek bir görev olup çıkıyordu! Aydınlanmış bilim adamının içine nüfuz etmesini bekleyen pasif bilgi nesnesi gibi pasif coğrafi nesne de aydınlanmış ilhakçının “uygarlık getirici” müdahalesini beklemekteydi! Aydınlanma düşüncesi sadece beyaz egemen bir ırk ayrımcılığına zemin hazırlamakla kalmıyor aynı zamanda erkek egemen bir cinsiyet ayrımcılığını besliyordu. Bu yaklaşım yalnızca Aydınlanma düşünürlerinin kadınları ikinci sınıf varlıklar olarak görmesiyle sınırlı değildi. Işığı, görünürlüğü, rasyonaliteyi ve bilimi öne çıkaran Aydınlanma düşüncesi için kadın karanlık, gölgeli, anlaşılmaz, gizemli bir nesneydi, esrarlı bir varlıktı. Erkeğin fallusu ışığın altında dimdik bir biçimde kendini görünür kılarken kadının karanlık bir kuyu, uçurum olan “gömülü” rahmi gizem içinde saklanıyor, aydınlatıcı bakışın dışında kalıyordu! Nesneleri, şeyleri ayırt eden, onlara biçim veren eril bakış bu amorf, karanlık kütleyi tanımlamakta, aydınlığa kavuşturmada zorlanıyordu! Luce Irigaray ışığın yardımıyla gerçekliğin içine girme, ona nüfuz etme dürtüsünün fallus merkezci olduğunu söyleyecek, eril bakışın egemenliğinin kadının tabi konumunu güçlendirdiğini belirtecekti. Böylece tarih boyunca karanlık güçlerle ilişkilendirilen kadın, toplumu “ortaçağın karanlığından ve önyargılarından kurtarmayı amaçlayan” Aydınlanmanın hışmına uğramaktan kurtulamayacaktı. ( Tarihte kadından kaynaklanan korkuların cisimleştiği “Kara Tanrıça” miti son dönemde Demetra George , Marcia Starck ve Gynne Stern vb. yazarlar tarafından pozitif bir bağlamda gündeme getirilecektir. )



XVIII. yüzyılda karanlığa karşı savaş açan araçsal aklın eşlikçisi olan idari akıl da “kentsel karanlığa” karşı mücadele başlatarak geceleri kente asayiş, düzen ve şeffaflık getirme işine girişmişti. Foucault XVIII. yüzyılın ikinci yarısında karanlık mekanlardan korkmanın saplantı haline geldiğini, yeni bir siyasi ve ahlaki düzenin bu karanlık yerler ortadan kaldırılmadan kurulamayacağının varsayıldığını söyleyecekti. Karanlık yerleri aydınlatma eğilimi XIX. yüzyılda daha da güçlenecekti. Aydınlatma ve görünür kılma iktidarın bireyleri boyun eğen, itaat eden özneler haline getirmesinin bir aracıydı. Işığın yardımıyla gerçekleştirilen özneleştirme disiplin toplumunun kuruluşu açısından önem taşıyordu. Hapishanelerdeki ve diğer disipliner kurumlardaki panoptikon gözetim modeli aydınlatmayla doğrudan bağlantılıydı. Modernliğin ışığı “polis ışığıydı”! Bazı yazarlara göre lamba en iyi polisti! Paris’te XVIII. yüzyıl sonunda gündüz 1500 üniformalı polis, gece ise 3500 sokak lambası görev başındaydı! Polis bütçesinin hatırı sayılır bir bölümünü aydınlatma giderleri oluşturmaktaydı. Öte yandan halk modernliğin disipliner aydınlatmasına karşı direniyordu! Schivelbusch’un söylediği gibi XVII. ve XVIII. yüzyılda geceleri sokak lambalarını kırmak bir eğlence kaynağıydı! Bunun karşısında iktidarlar sokak lambası kırmayı hapisle cezalandırılan bir suç haline getireceklerdi. 1789’da Fransız devrimi sırasında halk baskıcı düzenin sorumlularını sokak lambalarının direklerine asacaktı.




Uygarlık sürecinin” bir diğer boyutu alevin, ateşin inzibat altına alınmasıydı! Tarih boyunca insanların ortak coşkularına, taşkınlıklarına, esrimelerine, karnavallarına, ayaklanmalarına eşlik etmiş olan şenlik ateşleri XVII. ve XVIII. yüzyıllarda saray aristokrasisinin düzenlediği havai fişek gösterilerine dönüşecek, ateşin yıkıcı, vahşi gücü düzen ve disiplin altına alınmaya çalışılacak, ateş pasifleştirilecekti. Binlerce mum hesaplanmış geometrik şekiller oluşturuyor, saray seremonisini ve kralın gücünü parıltılı bir biçimde yansıtıyordu. Öte yandan Schivelbusch’un belirttiği gibi XVII. ve XVIII. yüz yıllarda aydınlatma henüz büyük merkezi bir güce erişmemişti, daha çok ışık elde etmek için daha çok sayıda mum bir araya getiriliyordu ama bu hem yetersiz, hem de çok masraflıydı, yeni kurulmaya başlanan fabrikaların güçlü suni ışık kaynağına ihtiyacı vardı. XIX. yüzyılın ilk on yıllarında Avrupa’da sokakların aydınlatılması merkezi bir sisteme bağlı gaz lambalarıyla gerçekleşmeye başladı. Işık endüstriyelleşti, evlerin, merkezi gaz sistemine borularla bağlanmasıyla birlikte mumla, yağ lambasıyla aydınlanma yöntemi güç kaybetti, evlerin “ışıksal otonomisi” azaldı. Evdeki gaz borusundan çıkan ışık sadece daha parlak değildi aynı zamanda fitilin her an değişen alevine kıyasla üniform, standart bir ışıktı, her zaman sabit bir parlaklığı sürdürüyor ancak istenirse vanadan ayarlanabiliyordu.



XIX. yüzyılda aydınlatma kamu düzeninin, ahlakın, istikrarın kaynağı olarak görülmekteydi. Öte yandan sokakların aydınlatılmasına karşı direniş işçi ayaklanmalarında görüldüğü üzere kolektif bir hal almıştı. Paris’te 1830 ayaklanmasında işçiler tüm sokak lambalarını kıracak ve barikatlar kuracaktı. Schivelbusch’un söylediği gibi hava karardıktan sonra güvenlik güçleri ayaklanmacıların karanlık mahallelerine giremiyordu. Paris polis şefi yurttaşlardan ayaklanmacılardan uzak durmalarını ve cam kenarında lamba yakarak sokakları aydınlatmalarını istemişti. Ancak ışık yakan evlerin camları taş atılarak kırılıyor, sokak tekrar karanlığına kavuşuyordu. Işık ve aydınlıkla işbirliği yapan güvenlik ve düzen güçlerine karşı ayaklanmacılar karanlıkla işbirliğine girmişlerdi! İşçiler ateşi evcilleştiren ve onu iktidarın hizmetine sokan uygarlık güçlerine karşı doğanın güçlerini, karanlığı yanlarına almışlardı! Barikat kurmak için sökülmüş kaldırım taşlarının altından ortaya çıkan toprağın doğası gecenin doğasıyla kucaklaşıyordu!



Evlerin ve sokakların merkezi gaz sistemiyle aydınlatılması ateşi sunileştirse bile alevi, “doğanın bu son izini” ortadan kaldırmamıştı! 1870’lerin sonunda elektrik ampulünün keşfiyle birlikte alev de ortadan kalkacak, 1880’lerde merkezi elektrik güç istasyonlarının kurulmasını takiben elektrik ışığı caddeleri, sokakları, evleri aydınlatmada birinci plana geçecekti. Schivelbusch’a göre elektrik o dönemde insana çok yararlı bir enerji kaynağı , bir tür “vitamin” olarak görülüyor, tarımda toprağın verimliliğini arttırmak amacıyla da kullanılıyordu. Elektrik ışığı oksijeni tüketip baş ağrısı yapan, mobilyaları karartan gaz ışığına kıyasla kokusuz, temiz bir aydınlatma aracıydı. Eskiden aile fertlerinin etrafında toplandığı, ateşin ve ışığın henüz birbirinden ayrılmadığı mum ya da yağ lambası alevinden farklı olarak elektrik ışığı soğuk, mesafe yaratan, objektif, standart, endüstriyel olarak üretilmiş, soyut, cisimsizleşmiş bir ışıktı; evin sıcaklığını, ateşin etrafında kurulan düşleri ortadan kaldıran bir ışıktı. Aynı zamanda ticari bir ışıktı bu: gece geç saatlere kadar aydınlatılan şık mağaza vitrinleri bazen boş caddelere ölümün soğukluğunu taşıyan ruhsuz bir aydınlatma sağlıyorlardı. Ticari ışıklandırma sönünce bu kez devletin gözetimci sokak ışıklandırması başlıyordu. Modernliğin gölgeye, karanlığa aman vermeyen ışığından kaçış yoktu!



XIX. yüzyılın görünürlüğü öne çıkaran egemen söylemi kendi “aydınlık” dünyasına ancak normları, “normalliği” kabul edeni alıyordu. Bu heteroseksist söylem eşcinselleri “görünmezliğe”, karanlığın alanına itip dışlamaktaydı. Bryan D. Palmer’ın belirttiği gibi bu dönemde karanlık yeraltı dejenerasyonla, suçlulukla, sapkınlıkla, itaatsizlikle ilişkilendirilmekteydi. Paris kanalizasyonu suçluluk ve kötülükle bir arada anılmaktaydı. Karanlığın dünyası emeğin aşırı sömürülmesiyle de ilişkiliydi. Hizmetçi kadınlar için çalışma gündüzle sınırlı değildi, gece geç saatlere kadar süren ve bedeni bitap düşüren ağır bir çalışmaydı bu. Gece sabahlara kadar çalışan başka bir kesim fırın işçileri idi. Alçak tavanlı, havasız, kirli mahzenlerde gece boyunca çalışan bu işçilerin iniltileri sokaklara taşardı. Aydınlığın düzeni “karanlıkta yaşayanların” ağır koşullar altında çalıştırılması temelinde yükselmekteydi. Karanlığın, gecenin dünyasına ait bir başka toplumsal grup fahişelerdi. Fahişeler aydınlığın dünyasının –erkek-üyelerinin şiddetine en çok maruz kalan kesimdi, dayak, taciz ve cinayet fahişelerin bedenini hedef seçmişti. Çürümeyle, dejenerasyonla, çöküşle ilişkilendirilen fahişeler öte yandan modernliğin eril bireyleri açısından bir cazibe kaynağıydı. Bu “dişil karanlık”, “kara cazibe” sanki- modernliğin görünmezliğe, yeraltına ittiği, dışladığı –tüm yoldaşlarının intikamını almak istercesine, aydınlığın erkeğini “dipsiz, tekinsiz bir karanlığa” doğru çekmekteydi!


YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:

Wolfgang Schivelbusch, Disenchanted Night: The Industrialization of Light in the Nineteenth Century, The University of California Press, 1995, 227 s.

Bryan D. Palmer, Cultures of Darkness: Night Travels in the Histories of Transgression, Monthly Review Press, 2000, 609 s.

der. Mike Crang, Phil Crang and Jon May, Virtual Geographies: Bodies, space and relations, Routledge, 1999, 322 s.

Paul Virilio, Polar Inertia, Sage Publications, 2000, 103 s.

Daniel Roche, A History of Everyday Things: The birth of consumption in France, 1600-1800, Cambridge University Press, 2000, 309 s.

Cathryn Vasseleu, Işığın Dokusu, Çev. Aydın Sarıkaya, Öteki yayınevi, 1999, 205 s.

Martin Jay, Downcast Eyes : The Denigration of Vision in Twentieth-Century French Thought, University of California Press, 1993, 632 s.

Gaston Bachelard, La Flamme d’une Chandelle, Quadrige-PUF, 2003, 112 s.

Marcia Starck and Gynne Stern, The Dark Goddess: Dancing With the Shadow, Crossing Press, 1993, 144 s.

Demetra George, Mysteries of the Dark Moon: The Healing Power of Dark Goddess, HarperSanFransisco, 1992, 304 s.