KORKUNUN
MİMARİSİ VE KAPALI YERLEŞMELER
En
çok ABD’de yaygın olmakla birlikte Avrupa’da, Asya’da, Latin
Amerika’da, Avustralya’da, Güney Afrika’da, Ortadoğu’da ve
Türkiye’de de sayıları hızla artan kapalı yerleşmeler (Gated
Communities) çeşitli adlarla anılıyor: kapılı topluluklar,
güvenlikli siteler, kapalı topluluklar, kapalı siteler, yüksek
korumalı siteler, korunaklı konut siteleri vb. Kapalı
yerleşmelerin çevresi genellikle duvarlarla veya demir
parmaklıklarla çevrili oluyor, sitenin kapısında/kapılarında
özel güvenlik görevlileri giriş çıkışları kontrol ediyor,
bazı uygulamalarda sitede oturan kişinin onayı alınmadan kapıdan
içeri misafir sokulmuyor. Kapalı yerleşmeler antikçağın ve
ortaçağın etrafı duvarlarla çevrili kentlerine benzetiliyor.
Ancak aralarında önemli bir fark var: çeşitli toplumsal kesimleri
içinde barındıran, heterojen eski kentlerin etrafındaki surlar
kenti dış düşmanlara karşı korurken, orta ve üst sınıflardan
insanları içinde barındıran, kent merkezlerinden görece uzak
yerlere kurulan, sakinlerinin gelir düzeyi, tüketim alışkanlıkları
ve yaşam tarzı itibariyle görece homojen bir görünüm arz eden
günümüzün kapalı yerleşmelerinin etrafını çeviren duvarlar
site sakinlerini kentteki diğer yurttaşlardan, özellikle
yoksullardan, “renklilerden”, “ötekinden “ korumayı
amaçlıyor. İstanbul’da bulunan Kemer Country’nin bülteninde
şu cümle yer alıyor: “Kemer Country’yi şehirden gelebilecek
herhangi bir istila olasılığına karşı korumak için elimizden
geleni yapmalıyız.”
Batı’da,
modern anlamda, kenti yoksullardan gelebilecek tehlikelere karşı
koruma çabaları XIX. yüzyılda yoğunlaştı. Paris’te askeri
kışlaları yoksul bölgelere en kısa şekilde bağlayan geniş
bulvarlar açıldı, gecekondu bölgeleri askeri araçların
girebileceği genişlikte caddeler tarafından yarıldı, kentteki
sokaklar bireysel düzenli bir yaya akışını kolaylaştıracak ama
insanların toplanmasını güçleştirecek şekilde tasarlandı,
kent trafiği ve toplu ulaşım saatleri yoksulların kent merkezine
ulaşmasını zorlaştıracak şekilde düzenlendi. XIX. yüzyılda
ABD’de ve İngiltere’de içlerinde zenginlerin oturduğu kapalı
yerleşmeler ortaya çıktı. Edward J. Blakely ve Mary Gail
Snyder’in belirttikleri gibi XX. yüzyılın ilk yarısında ABD’de
Hollywood’daki zenginler etrafı duvarlarla, parmaklıklarla
çevrili bölgelerde oturuyorlardı. Ancak bu tür yerleşmeler
toplumun çok küçük bir kesimiyle sınırlı kalmaktaydı. ABD’de
kitlesel ölçekteki ilk kapalı yerleşmeler 1960 sonlarında
Florida’da emekli siteleri biçiminde ortaya çıktı ve 1970’li
yıllarda tatil yerlerine, orta sınıf banliyölerine ve diğer
bölgelere yayıldı. 1980’lerdeki neo-liberal dönemde kapalı
yerleşmeler yeni orta sınıf içinde yaygınlaşmaya başladı ve
1990’larda patlama yaptı. Günümüzde metropolitan bölgelerde
yeni kurulacak yerleşmelerin önemli bir bölümü (bazı bölgelerde
yarıya yakını) kapalı yerleşmeler olarak kurulmaya başladı.
Kent
merkezinden uzak yerlerde kurulan kapalı yerleşmeler bazen
banliyölerle, alt kentlerle ilişkilendirilse de arada önemli
farklar mevcut. İkinci Dünya Savaşından sonraki dönemde ABD’de
klasik orta sınıfın oturduğu banliyölerin yapısıyla günümüzde
yeni orta sınıfların oturduğu kapalı yerleşmeler birbirinden
oldukça farklı. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki sosyal refah
devleti modelinde orta sınıfların yanı sıra, işçi sınıfını
da içine alan bir yurttaşlık ideali mevcuttu. Modern toplumun,
kentin kamusal mekanlarını ortak bir şekilde kullanan bütünleşmiş
yurttaşlar topluluğu miti varlığını sürdürmekteydi.
1970’lerden sonra post-fordist ekonomiye geçilmesi ve neo-liberal
politikalar sonucu sosyal refah devleti dönemi sona erdi, işsizlik
ve yoksulluk tırmanmaya başladı. Klasik orta sınıfların
yaşadığı banliyölere yoksulların ve siyahların yerleşmeye
başlamasıyla birlikte bu bölgeler yeni orta sınıfın yaşamak
istediği yerler olmaktan çıktı. Kapalı yerleşmeler statüye ve
yaşam tarzına önem veren, medyanın alt sınıfları ve yoksul
siyahları suçlulaştıran söyleminin etkisi altına giren yeni
orta sınıf için yeni bir yaşam alanı olarak pazarlanmaya
başladı. Devletin kamu yararı anlayışından uzaklaşmasıyla
birlikte kentteki kamusal mekanların özelleştirilmesi hızlandı.
Tehlikeli ve riskli alanlar olarak sunulan kamusal alanlar
kameralarla ve güvenlik görevlileriyle denetlenmeye başladı ve bu
durum artık kentin kamusal mekanını yoksul insanlarla paylaşmak
istemeyen yeni orta ve üst sınıfların kent merkezinin dışındaki
güvenlikli yerleşmelere taşınmasını hızlandırdı. Teresa
Caldeira’nın söylediği gibi kamusal alanların ortak ve genel
kullanımını öngören modern ideal günümüzde son buldu. Yeni
söylem orta ve üst sınıflara tehlikeli addedilen yoksullardan
uzak durmalarını ve homojen adacıklarda yaşamalarını
önermekteydi. Medya suçu ve şiddeti abartarak yansıtmaktaydı.
Blakely ve Snyder ABD’de 1981-1989 arasında kentlerdeki şiddet
içeren suç oranının yüzde yirmi beş azaldığına dikkat
çekeceklerdi. Aynı bölgede bulunan kapalı ve açık yerleşmeler
arasında suç oranları açısından bir fark yoktu. Setha Low’a
göre diğer orta sınıf banliyöleriyle karşılaştırıldığında
kapalı yerleşmelerin sakinlerinin güvenliğini arttırdığına
ilişkin herhangi bir kanıt bulunmamaktaydı. Kent içindeki suç
oranlarındaki artışla kapalı yerleşmelerin sayısındaki artış
arasında bir doğru orantı mevcut değildi. Yüksek duvarlar ve
kapılar yaşamın değil yaşam tarzının korunmasına hizmet
etmekteydi. Kapalı yerleşmeler korku ve güvensizlik duygusu
üretmekteydi.
ABD’de
insanların yaşadıkları mekanların güvenliğinin sağlanmasına
ilişkin görüşler başlarda insan ilişkilerine dayanmaktaydı.
Jane Jacobs 1961’de yayınlanan The Death and Life of Great
American Cities adlı kitabında mahallede, sokakta, caddede bulunan
insanların doğal, kendiliğinden bir şekilde çevreyi gözetim
altında tutmasının önemini vurgulayacaktı. Çeşitlilik içeren,
insanların sık sık birbiriyle karşılaştığı mahalleli yaşamı
doğal bir güvenlik sağlamakta, insanlar bilinçli olarak
izlemeseler de kimin nereye girip nereden çıktığını
görmekteydi. Mahalledeki rutin yaşam içinde kolektif olarak
üretilen doğal gözetim etkin bir kontrolün oluşmasına imkan
vermekteydi. Jacobs’un yaklaşımı paylaşılan bir kamusal alana
değer vermekteydi. Kentteki sosyal konutlarda suçun engellenmesine
yönelik çalışmalar yapan Oscar Newman 1972 yılında yayımlanan
Defensible Space adlı kitabında sitelerdeki ortak mekanların
bunlar üzerindeki gözetimi arttıracak biçimde nasıl
tasarımlanabileceği üzerine görüşler öne sürecekti. Mekan
doğru bir biçimde tasarımlandığı takdirde kendi kendini
savunur hale gelecekti. Newman’ın önerileri arasında daha az
sayıda ailenin kullanımına açık küçük koridorlar yapılması,
binaların dikdörtgen yerine L şeklinde inşa edilmesi, kapıların
ve pencerelerin caddeden görülebilecek yerlere konması, konutların
güvenli bölgelere bitişik olması gibi önlemler bulunmaktaydı.
Newman mimari tasarım vasıtasıyla toplu konut sakinlerinin,
yakınlarındaki umuma açık yerleri kontrol etme ve gözetim
altında tutma yeteneğini arttırmak istiyordu.
1970’li
yıllar kentsel tasarım aracılığıyla suçun önlenmesi yolundaki
görüşlerin mimari söylem içinde giderek artan bir şekilde
telaffuz edildiği yıllardı. 1980’ler sonrası dönem kentsel
mekanların militarizasyonuna yönelik çabalara tanık oldu, askeri
mimarinin sivil mimari üzerindeki etkisi artmaya başladı.
Neo-liberal devletin kontrol ve güvenlik işlevlerinin artmasının
yanı sıra metalaşan güvenlik özelleştirildi. Kamusal mekanlar,
caddeler, parklar sosyalleşme mekanları olmaktan çıkıp suçla ve
tehlikeyle özdeşleştirildi ve kameralar ve polis tarafından
gözetim altına alındı. Parklara insanların üzerinde
yatamayacağı biçimde yapılan banklar yerleştirildi, yoksulların
uyuyabileceği bina kenarlarına fıskiyeler kondu. Çok sayıda
kamusal mekanı satın alan özel sermaye gurupları bu yerlerin
güvenliğinin sağlanması için özel güvenlik şirketleriyle
anlaştı ve polisle yakın ilişkiler içine girdi. ABD’de yeni
kamusal mekanların tasarımında güvenlik birincil faktör haline
geldi. Mike Davis’in belirttiği gibi Los Angeles emniyet
müdürlüğü kent merkezinin tasarımında önemli bir rol
oynamaktaydı. Hiçbir büyük proje polisin onayı olmadan
gerçekleşemiyordu. Los Angeles’ta alarm sistemleriyle donatılmış
özel konutlar üzerlerine cam kırıkları yerleştirilmiş yüksek
duvarlarla çevrildi, kapılara “içeri girmeye çalışanlara
silahla karşılık verilir” tabelaları asıldı. Kentlerde klasik
kamusal mekanların ortadan kaldırılmasını ulaşım düğümleri
üzerinde kurulan güvenlikli yeni özel kamusal mekanların, dev
alışveriş merkezlerinin (shopping mall) yaygınlaşması izledi.
Bu dev alışveriş merkezleri kapalı yerleşmeler gibi kendilerini
içinde bulundukları bölgeden soyutlamışlardı ve dış
görünüşleri bir kaleyi andırıyordu. Etrafları yoksulları
uzakta tutmayı amaçlayan “görünmez” işaretlerle çevriliydi.
Orta sınıfların arabalarıyla geldiği bu merkezlerin etrafı
tellerle çevrili otoparkları özel güvenlik görevlileri
tarafından denetlenmekteydi.
Kim
Dovey “Safety and Danger in Urban Design” adlı yazısında
(1998) emniyetsiz ve tehlikeli addedilen kent yaşamına bir
alternatif olarak sunulan dev alışveriş merkezlerinin dışa
kapalı, korunaklı, istikrarlı, her şeyin “normal” ve önceden
kestirilebilir olduğu ortamında farklı, sıra dışı olan
davranışların yönetim tarafından kontrol altında tutulduğunu
söyleyecekti. Bu mekanlarda farklı ve eksantrik olana ancak
ehlileştirilmiş ve güvenli olması ve tüketime hizmet etmesi
koşuluyla izin verilmekteydi. Kentteki diğer kamusal mekanlar da
dev alışveriş merkezlerinin kontrollü ortamına benzetilmeye
çalışılmakta, güvenliğin üretiminden aynının üretimine
doğru yol alınmakta, farklılıkla tehlike arasındaki ayrım
ortadan kalkmaktaydı. Dev alışveriş merkezleri Steven Flusty’nin
yasaklayıcı mekanlar olarak adlandırdığı mekanlardan sadece
biriydi. Flusty ‘ye göre kent merkezlerindeki atriyumlar, kapalı
yerleşmeler ve ticaret merkezleri de uygunsuz, tehlikeli gördükleri
kişileri sistematik bir biçimde dışlıyorlardı. Üst sınıflar
kendi yaşamlarını yoksullardan giderek ayırmakta, kendilerine
güvenlikli, özel tüketim, eğlence, iş ve konut kaleleri inşa
ederek kendilerini kentteki ortak yaşamdan soyutlamaktaydı.
Yurttaşların kamusal yaşama ortak katılımını öngören
modernist mit son bulmuş, kamusal alanı sınıfsal sürtüşmelerin
patlamasını engelleyen bir emniyet subabı olarak gören yaklaşım
gözden düşmüştü. Eşitsizliklerin hızla artması ve
keskinleşen toplumsal ayrışma kentteki mekansal ayrışmanın en
önemli nedenlerinden biriydi. Varsılların başlattığı mekansal
ayrışma, alt sınıfları, renklileri dışlayan orta ve üst
sınıfların korunaklı kalelerinin güçlenmesi; bu gelişmeler
“ötekine karşı hoşgörü”, “kültürel çeşitlilik”, “
farklı olanla bir arada yaşama” vb. post modern yaklaşımların
dolaşıma çıktığı bir döneme denk düşmekteydi.
Batıda
kent merkezinin dışına, alt kentlere yönelik büyüme XX.
yüzyılın ikinci yarısında giderek ivme kazandı. Nan Ellin’in
“Shelter from the Storm or Form Follows Fear and Vice Versa” adlı
yazısında dikkat çektiği gibi (Architecture of Fear’in içinde)
Paris’te 1968 olaylarından sonra Üniversitelerin bazı kampüsleri
kent dışına taşındı. Paris’in dış banliyölerinde beş yeni
yerleşim bölgesi kuruldu ve bunlar merkeze yakın banliyölerin
radikal politikasını yumuşattı. Daha sonraki dönemde ABD’de
bir çok şirketin genel merkezi kent merkezlerine oranla daha iyi
kontrol altında tutulan alt kentlerdeki ofis parklarına, şirket
kampüslerine, kenar kentlere taşındı. Kent merkezlerindeki
yüksek maliyet, güvenlik vb. sorunlar nedeniyle konut, sanayi,
ticaret, perakende sektörleri alt kentlere doğru kaymaya başladı.
Öte yandan XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın ilk yarısında
kentleri “eşit bir dağılımla” otoyol, demiryolu, enerji ve
iletişim ağlarıyla, altyapı sistemleriyle donatan modern
ulus-devlet anlayışı 1980’ler sonrasının neo-liberal
toplumunda son buldu. Devlet yoksulların yaşadığı bölgelere alt
yapı hizmetleri götürmekten imtina etmeye başladı, özel
sektörle işbirliği halinde alt yapı yatırımlarını orta ve üst
sınıfların yaşadığı, çalıştığı, alışveriş yaptığı,
eğlendiği, yatırım yaptığı mekanlara yöneltti.
Stephen
Graham ve Simon Marvin’e göre günümüzde kentin mekansal
görünümü bölük pörçük bir biçim aldı. Dünyadaki bir çok
kentin fiziksel yapısı dev hücresel kümeler halinde parçalara
ayrıldı. Bu paketlenmiş peyzajlar isteğe göre düzenlenmiş,
güvenliği sağlanmış şirket, tüketim, araştırma, transit,
borsa, sağlık hizmeti mekanlarından oluşmaktaydı ve her biri
kendini otoyol şebekelerine, global telekomünikasyon
bağlantılarına, birinci sınıf enerji ve su kaynaklarına
yöneltmişti. Teknolojik altyapıların desteklediği bu mekanlar
klasik kente sırt çevirmişler, istenmeyen kullanıcıları
dikkatlice filtreden geçirmeye başlamışlardı. Bu mekanlar
arasındaki ulaşım da bir çok durumda özel yollar, özel
alışveriş caddeleri vasıtasıyla gerçekleşiyor, kapalı
yerleşmelerden camları koyu renkli arabalarıyla yola çıkan yeni
seçkinler çevreye temas etmeden, istenmeyen sosyal temaslardan
kaçınarak dev alışveriş ve eğlence merkezlerine, ofis
parklarına güvenli bir şekilde ulaşıyorlardı. Rowland Atkinson
ve John Flint “Fortress U.K.? Gated Communities, the Spatial Revolt
of the Elites and Time-space Trajectories of Segregation” adlı
yazılarında (2004) daha büyük bir network içindeki korunaklı
düğümler olan kapalı yerleşmelerin sakinlerinin kent nüfusunun
çoğunluğunun bakışlarından gizlenmiş bir biçimde hareket
ettiklerini söyleyecekti. Ulaşım mekanlarının özelleştirilmesi
sonucu kapalı yerleşmelerle varış yerleri arasında güvenlikli
bağlantılar, tünel benzeri güzergahlar oluşmuştu. Korunaklı
kaleler çevrelerindeki sosyal koşullardan kopuk hareket biçimleri
vasıtasıyla birbirlerine bağlanıyorlardı.
Kapalı
yerleşmeler toplumsal eşitsizliklerin arttığı, sosyal refah
devletinin yok olmaya yüz tuttuğu, toplumsal heterojenliğin bir
tehlike olarak görülmeye başladığı, aynı kente ait olma
duygusunun ortadan kaybolduğu, orta ve üst sınıfların kamusal,
toplumsal yükümlülüklerinden feragate yöneldiği koşulların
ürünüydü. ABD’de kapalı yerleşmelerin yükselişi siyahların
mahallelerinin hızla gettolaşması ile el ele gitmekte, kentler
“balkanlaştırılmaktaydı”. Elitler eğitim, sağlık, sosyal
güvenlik gibi gereksinimlerini piyasadan sağlamakta, kamusal
alandan çekilerek müstahkem kaleler içinde yaşamaya
yönelmekteydi. Anthony Giddens’e göre bu durum toplumdaki
ayrıcalıklı kesimlerin gönüllü olarak tercih ettiği bir
dışarıda kalma isteğini yansıtmaktaydı. Oysa toplumdaki fırsat
eşitsizlikleri sonucu gettolarda yaşamaya mahkum olan insanlar için
istenmeden maruz kalınan bir dışlanma söz konusuydu.
Kent
merkezlerinin dışında kurulan etrafları duvarlarla çevrili
kapalı yerleşmeler kamusal bir alanın özelleştirilmesine
dayanmaktaydı. Yerleşme içindeki yollar, parklar, tenis kortları
vb. site sakinlerinin özel ortak mülküydü ve yerleşme
dışındakilerin bu alanlara girmesi yasaktı. Kapalı yerleşmelerin
sakinlerinin oy kullanarak seçtiği, özerk bir yönetim oluşturan
ev sahipleri dernekleri yerleşmedeki bir çok kamu hizmetinin
sağlanmasını üstlenmişti. Site sakinlerinden topladığı
aidatlarla piyasadan özel güvenlik hizmeti satın alıp yerleşmenin
güvenliğini sağlayan, yolların tamiri, çimlerin kesilmesi,
çöplerin toplanması vb. hizmetleri gerçekleştiren yönetim,
içinde bulunduğu bölgedeki yerel yönetimden , belediyeden
bağımsız bir yapı oluşturmuş, bölgenin sorunlarına ve
gereksinimlerine sırtını dönmüştü. Belediyeler kapalı
yerleşmelerden memnundu, çünkü bu yerleşmeler belediyeye yük
olmadan kendi altyapılarının bakımını, kamusal hizmetleri
kendileri gerçekleştiriyor, yerleşmelerdeki evlerin değerleri
yüksek olduğu için belediyelere yüksek emlak vergileri
ödüyorlardı. Öte yandan ABD’de bazı kapalı yerleşmelerin
sakinleri yerleşmedeki özelleştirilmiş kamusal hizmetler için ev
sahipleri derneğine zaten aidat ödediklerini, ayrıca belediyelere
yerel vergileri ödemenin çifte vergilendirme anlamına geldiğini
öne sürerek vergi indirimi ya da muafiyeti talep etmekteydi
Bir
tür özel ortak mülkiyete, kamusal yaşamın özelleştirilmesine
dayanan kapalı yerleşmeler bir özel ütopya olarak
pazarlanıyorlardı. Evan McKenzie’ye göre bu ütopyanın hakim
ideolojisi bireysel çıkarların mutlaklaştırılmasına
dayanmaktaydı. Mülkiyet hakları ve mülk değerleri topluluk
yaşamının odağında yer almaktaydı. Sosyal organizasyonun temeli
homojenlik ve dışlamaydı. Öte yandan bu özel ütopyadaki yaşamı
düzenleyen kurallar liberal demokrasinin normlarıyla uyuşmazlık
içindeydi. Ev sahipleri derneklerinin yetkileri sivil özgürlük
nosyonlarıyla sınırlandırılmamıştı. Kapalı yerleşmelerin
yönetimleri sitedeki yaşama ilişkin çok sert kurallar
koyabilmekteydi. Bazı yerleşmelerde ikamet edebilmek için
çiftlerin belirli yaş aralıkları içinde olmaları zorunluydu,
dışardan gelen misafirlerin ziyaret saatlerine ve sıklığına
ilişkin kısıtlamalar mevcuttu; evde yaşayan çocukların sayısı,
ev hayvanlarının büyüklüğü, evin dış boyasının rengi,
bahçeye ekilecek çiçeklerin cinsi kurallara tabiydi.Yaşlı bir
kadın evinin önündeki arabanın içinde yaşlı erkek arkadaşıyla
öpüştüğü için para cezasına çarptırılmıştı. Tüm
bunlara rağmen kapalı yerleşme sakinleri özgürlük yerine
kuralların ve düzenin egemenliğini baştan kabul etmekteydi.
Paketlenmiş bir yaşam tarzının egemen olduğu bu yerleşmeler
kent ortamı içinde karşılaşılabilecek tesadüfi risklerden,
tehlikelerden, beklenmedik sürprizlerden arındırılmış, güvenlik
bir prestij biçimi haline gelmişti. Site yaşamındaki çoğu şey
önceden kestirilebilir nitelikteydi. Ancak kent sokaklarının
spontane yaşamından, zevklerinden mahrum bir düzenli hayatın, her
şeyin kurallara bağlı olduğu “iyi yönetimin” sonucu can
sıkıntısıydı ve yerleşme yönetimleri sakinlerini eğlendirmek
için temalı parklardaki paketlenmiş eğlenceleri andıran
eğlenceleri, serbest zaman faaliyetlerini organize etmekteydi.
Kapalı yerleşmeler sakinlerine dünyanın birçok yerinde benzer
şekilde tasarlanıp paketlenen “yönetilen mekanlara” özgü
bir yaşam tarzı sunmaktaydı. Hatice Kurtuluş’a göre 1990
sonlarında İstanbul ve Ankara kentlerinin küresel yeni tüketim
kültürüyle bütünleşen ve yeni bir yaşam tarzı arayışı
içinde olan orta ve üst-orta sınıfları, satın alma güçleri ve
tüketim kalıpları birbirine benzeyen insanların yaşadığı
kapalı yerleşmelere yönelmişlerdi.
Kapalı
yerleşmeler modern kapitalizmin “ulusal birlik” ideolojisinin
sarsıldığı, cemaatleşme, kabileleşme eğilimlerinin
güçlendiği post modern koşulların ürünüydü. Kapalı
yerleşmelerin reklamlarında homojen bir topluluk, bir tür
mahallelilik ideali öne çıkarılmaktaydı. Ancak mahallelilik
canlı bir kolektif yaşamın var olduğu bir yer üzerinde oluşurken
kapalı yerleşmeler steril, “inorganik, ruhsuz” bir mekan olarak
belirmekteydi. Kapalı yerleşmelerin orta ve üst-orta sınıflardan
gelen bireyci sakinleri kamusal bir alanın özelleştirilmesine
dayalı bir topluluğun hissedarlarıydı ve topluluktaki insanlarla
ortak paydaları tüketim alışkanlıkları, statü ve imaj
temelinde oluşmaktaydı. Hal böyle olunca bu topluluklardaki
insanlar arasındaki ilişkiler, topluluk hayatına katılım asgari
düzeyde kalıyor, insanlar kendilerini içinde yaşadıkları
topluluğa ait hissetmiyor, ortak bir sorumluluk duygusuna sahip bir
topluluk oluşamıyordu. Komşuluk ilişkilerinde standart nezaket
klişelerinin egemen olduğu bu topluluklarda doğal etkileşim
biçimlerinin yerini kodlanmış, nizam içine sokulmuş davranışlar
almıştı. Yönetimin koyduğu, topluluktaki bireyler arasındaki
ilişkileri düzenleyen kurallar komşular arasındaki ihtilafların
minimum düzeyde tutulması yönünde bir baskı oluşturuyordu. Öte
yandan eski mahallelerde kendiliğinden ya da ortak çabayla oluşan
güvenlik kapalı yerleşmelerde yerini yönetimin sağladığı özel
güvenliğe bırakmıştı. Bu yerleşmelerde kimse kendini
komşusunun güvenliğinden sorumlu hissetmiyordu. Düzenliliğin ve
güvenliğin ön plana çıkarıldığı kapalı yerleşmeler aslında
sakinlerinde korku ve güvensizlik duyguları üretmekte, onların
duvarların dışında yer alan “yaşayan dünyaya” karşı bir
paranoya geliştirmesini teşvik etmekteydi.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Setha
Low, Behind the Gates: Life, Security, and the Pursuit of Happiness
in Fortress America, Routledge, 2004, 288 s.
Teresa
Caldeira, City of Walls: Crime, Segregation, and Citizenship in Sao
Paulo, University of California Press, 2001, 473 s.
Mike
Davis, City of Quartz: Excavating the Future in Los Angeles, Verso,
2006, 480 s.
Der.
Nan Ellin, Architecture of Fear, Princeton Architectural Press, 1997,
320 s.
Der.
Hatice Kurtuluş, İstanbul’da Kentsel Ayrışma: Mekansal
Dönüşümde Farklı Boyutlar, Bağlam Yayıncılık, 2005, 307 s.
Edward
J. Blakely and Mary Gail Snyder, Fortress America: Gated Communities
in the United States, Brookings Institution Press, 1999, 208 s.
Steven
Flusty, Building Paranoia: the Proliferation of Interdictory Space
and the Erosion of Spatial Justice, Ram Distribution, 1994, 60 s.
Stephen
Graham and Simon Marvin, Splintering Urbanism: Networked
Infrastructures, Technological Mobilities and the Urban Condition,
Routledge, 2001, 512 s.
Evan
McKenzie, Privatopia: Homeowner Associations and the Rise of
Residential Private Government, Yale University Press, 1996, 245 s.
Oscar
Newman, Defensible Space: Crime Prevention Through Urban Design, the
Macmillan Co., 1972
Jane
Jacobs, the Death and Life of Great American Cities, Random House,
2002, 472 s.