İDAM
Batıda
XVII. ve XVIII. yüzyıllarda idamlar halka açık olarak
gerçekleşiyordu. Halka açık idamlar bazı ilksel topluluklarda
görülen, günah keçisi ilan edilen kişinin topluca linç
edilmesinden farklı olarak monarkın, onun hukukunun verdiği ölüm
cezasının, onun resmi görevlileri tarafından infaz edilmesi
biçiminde gerçekleşiyordu. Dwight Conquergood’ un “Lethal
Theatre: Performance, Punishment, and the Death Penalty” adlı
yazısında belirttiği gibi (Theatre Journal, 54.3, 2002) devlet,
insanların kurban edildiği korku veren ritüeller olan idamlar
aracılığıyla şiddet üzerindeki tekelini ve mutlak iktidarını
dramatize etmekteydi. İdam halkın adaletin gerçekleştiğini
bizzat gözleriyle görmesi için gerçekleştirilen bir gösteriydi.
Adalet sahnede gerçekleşen bir performanstı, önemli olan
ritüeldi, gösterişti.
XVII.
ve XVIII. yüzyılda ABD’de püriten New England’da halka açık
idamlar insanların kitleler halinde katıldığı gösterilerdi.
Başka herhangi bir amaçla bir araya gelen insan sayısı idamı
izlemeye gelen kitlenin sayısının çok gerisinde kalıyordu. İdam
edilecek kişi hapisten alınıp kiliseye götürülür, idam
vaazından sonra darağacına doğru toplu yürüyüş başlardı.
İdam izleyicisi kitle idam mahkumuyla arasına mesafeli bir
muhakeme koyan bir kitle değildi; idam mahkumunu da kendisi gibi bir
günahkar olarak görüyor, kendini onunla özdeşleştiriyor, idam
performansının angaje bir şahidi olarak görüyordu. İdam
mahkumu, yanlış bir şey yapmış olsa da aynı manevi cemaatin bir
üyesiydi ve idam öncesi nasıl nedamet getirip Tanrıya sığınıyorsa
izleyici cemaat de nedamet getirme ihtiyacı içindeydi. Richard J.
Evans’a göre hem halk hem de yönetici sınıf halka açık idam
gösterilerini manevi bir nedamet getirme ve cezalandırma biçimi
olarak görmekteydi. İdam dinsel bir çerçevede nedametin, günah
çıkarmanın ve inanca doğru dönüşümün hayati öneme sahip
olduğu bir seremoniydi. İdam gösterileri cemaatsel dayanışmanın
, yeniden bir araya gelmenin, günahlardan kurtulma çabasının
ifade bulduğu yerlerdi. İdam edilen kişinin kanı iyileştirici
vasfa sahip bir ilaç olarak görülürdü.
Foucault’nun
dikkat çektiği gibi, halka açık idamlar iktidarın kendini
gösterdiği bir seremoniydi. İdam gösterisinde halkın orada
mevcut bulunması istenmekteydi. İdam bir yandan halka ibret olması
için seyrettirilirken, öte yandan iktidar bu gösteri aracılığıyla
öfkesini idam mahkumunun üzerine kusarak izleyici halkta korku
yaratıyordu. Halk hem idama şahit olmalı, hem ondan korkmalı,
hem verilen cezanın garantörü olmalı, hem de idama bir ölçüde
iştirak etmeliydi. Halk idam edilen kişinin kim olduğunu, onun
yüzünü görmek istiyor, göremediğinde protestoda bulunuyordu.
1792’de Paris’te giyotinle ilk kez idam gerçekleştirildiğinde
izleyiciler idam yerini iyi göremedikleri için yakınmaya
başlamış, “bize darağacımızı geri verin” sloganı
atılmaya başlanmıştı. Halka açık idamlarda idam mahkumu
darağacına kafile halinde götürülüyor, teşhir ediliyor,
kalabalığın aşağılamalarına, küfürlerine, bazen de
saldırılarına maruz kalıyordu. Kralın öcünün yanında yer
alması için halkın öcüne, intikamına davetiye çıkarılmaktaydı.
Bununla birlikte halkın hıncının, öcünün mevcudiyeti esas
değildi, ne de kral halkın öcünü kendi tarzında ifade etmek
zorundaydı. Önemli olan halkın krala idam konusunda desteğini
sunması, darağacı hizmetini yerine getirmesiydi. İdam gösterisi
sırasında halk bazen idam mahkumunun kuklasını yerlerde
sürükledikten sonra onun kafasını kesiyordu. Ancak halkın idam
mahkumuna yönelik tepkilerine karşı iktidarın gösterdiği
toleransın sınırları vardı. İdam mahkumu hem bir hedef hem de
bir örnek olarak kalabalığın saldırılarından korunmalıydı.
Suçlu hem vaat edilmiş hem de yasaklanmış bir “kurbandı”.
Kral kalabalığı idam gösterisine çağırıyor ve halkın
kendisine olan sadakatinin bir göstergesi olarak kabul ettiği
şiddet edimlerine -kısa bir süre için- müsamaha gösteriyordu
ama bu edimler kralın kendi ayrıcalıkları tarafından katı bir
şekilde sınırlandırılmıştı.
Halkın
idam gösterisine katılımı her zaman onaylayıcı bir biçime
sahip değildi. Foucault’nun söylediği gibi halk bazen haksız
bulduğu idamlara karşı çıkıp idam mahkumunu destekleyen
sloganlar atıyor, idamın gerçekleşmesini engelliyor, idam
mahkumunu celladın ellerinden kurtarıyor, zora başvurarak idam
mahkumu için af çıkarılmasını sağlıyordu. Halkın darağacının
etrafında toplanmasının bir amacı da idam mahkumunun hakimlere,
kanunlara, yönetime, dine sövüp saymasını işitmekti. İdam
gösterisi bazen toplumsal kuralların ihlal edildiği, yasanın ve
cezanın ortadan kalktığı, otoriteyle alay edildiği, idam
mahkumunun kahramana dönüştüğü bir tür karnavala
dönüşmekteydi. XVIII. yüzyılda idam gösterileri toplumsal
kargaşalara dönüşme potansiyeline sahipti. Cezaların suçlunun
sınıfsal konumuna göre değişmesi halkta tepki uyandırıyordu.
Zengin biri işlediği takdirde hafif bir cezayla kurtulabileceği
bir suçtan yoksul biri idama mahkum edilince halk rahatsız
olmaktaydı. Gündelik yaşam içindeki -halkın ciddi suçlar
olarak görmediği- küçük suçlara çok ağır cezalar verilmesi
halkı geriyordu. İdam mahkumlarının –bir kısmı pişmanlık
belirten, çoğu kurgusal olan -son sözleri, konuşmaları, yaşam
öyküleri daha sonra yazılı olarak basılıp satılmaktaydı.
Ancak iktidarın halka ibret olur diye teşvik ettiği bu metinler
idam edilenin ününün yayılmasına, onun neredeyse bir halk
kahramanı haline gelmesine yol açabiliyordu. Halk idam edilenlerin
işlediği küçük suçlarda kendi gündelik hayatında
gerçekleştirdiği küçük kanunsuzlukların, mücadelelerin
izlerini buluyor, bu metinlere canlı bir ilgi gösteriyordu.
İdam
günlerinde bir illegallik ortamı oluşmaktaydı. İş hayatı
duruyor, meyhaneler dolup taşıyor, yankesicilik olayları artıyor,
kavgalar çıkıyor, cellada ve askerlere küfredilip taş atılıyor,
mahkumu kurtarmaya teşebbüs ediliyordu. Halk serserilik, sahte
dilencilik vb. küçük suçlardan dolayı mahkum edilenlerle
dayanışma içine giriyor, polisin arama çabalarına direniyor,
muhbirlerin peşine düşüyor, polis müfettişlerine saldırıyordu.
İdamlar gittikçe halkı korkutucu, caydırıcı özelliklerini
kaybetmeye başlamıştı. 1775’teki isyanlardan sonra Paris’te
gerçekleştirilen idamlarda halkla darağacı arasına iki sıra
asker dizilmişti. Birinci sıradaki askerlerin yüzü darağacına
dönüktü. İkinci sıradaki askerlerin silahları ise saldırı
ihtimaline karşı kalabalığa doğru çevrilmişti.
XVII.
ve XVIII. yüzyıllarda suçlular, idam mahkumları kamuya açık bir
biçimde ağır işkencelerden geçiriliyordu. Gatrell’e göre halk
acı çeken mahkumlarla bir empati ilişkisi içindeydi. Yönetici
elit ise acıya ve ölümün bedensel hakikatine sırtını dönmüştü.
XVIII. yüzyılın sonlarına doğru halka açık işkenceler
azalmaya başladı. Foucault’nun dile getirdiği gibi 1792’de
giyotinin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, her idam mahkumu
için aynı, eşit ölüm gerçekleşmeye başladı. Hukukla/cellatla
suçlunun bedeni arasındaki temas bir ana indirgendi. Hukukun
soyutluğuna sahip giyotin sanki yasayı acı çekme yetisine sahip
gerçek bir bedene değil, hukuki bir özneye uygular gibiydi. Süreç
içinde idam cezası kapsamına giren suçların sayısı azaltıldı.
XIX. yüzyılın ilk döneminde giyotin vasıtasıyla
gerçekleştirilen halka açık idamlar devam etmekle birlikte,
zamanla, yönetici elit idamları halkın gözünden gizlemeye
yöneldi. İdam mahkumları üstü kapalı araçlarla giyotine
götürülmeye başlandı, idamlar daha önceden bildirilmeyen
zamanlarda, çok kısa sürecek bir biçimde gerçekleşmeye başladı.
1830’lu yılların sonunda giyotin hapishanenin içine
yerleştirildi ve askerler hapishaneye giden yolları keserek halkın
idamı seyretmesini engelledi. (Fransa’da son halka açık idam
1939’da giyotinle gerçekleştirildi.) Foucault’nun belirttiği
gibi artık kralın şiddetiyle halkın şiddetinin karşı karşıya
gelmesi istenmemekteydi. Kralın öç alması yerine cezai adaletin
merasimsiz cezalandırması daha uygun görülüyordu. Gatrell’in
söylediği gibi 1770-1830 arası çok sert ceza yasalarının mevcut
olduğu İngiltere’de 1830’lu yıllarla birlikte halka açık
idamların sayısı azaldı, daha önce bir çok suça idam cezası
verilirken bu kez idam cezası cinayet vakalarıyla sınırlandı,
cezalar rasyonelleştirildi, halka açık işkenceler azaldı.
1868’de halka açık idamlar sona erdi. Bu gelişmeler yönetici
elitin yeni toplumsal kontrol araçlarına yönelmesiyle ilişkiliydi.
Artık darağacı gösterilerinin sık sık tekrarlanmasının halka
öğreteceği dersin devlete olan yararı azalmış, hatta zararı
artmaya başlamıştı. Darağacının etrafında toplanan kalabalığa
kuşkuyla, korkuyla bakmaya başlayan devlet bundan böyle kirli
işlerini gözden ırak bir şekilde yapmaya yönelecekti.
Halka
açık idamlara son verilmesi burjuva hümanizminin bir sonucu
değildi. Orta sınıf, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçileri,
yoksulları bir pislik olarak görüyordu. XIX. yüzyıla kadar
suçlu, halkın bir parçası olarak belirirken bu yüzyılda suçlu
egemen söylem tarafından öteki olarak kurularak halktan
uzaklaştırıldı, hapishane kurumu içine kapatıldı. Louis
Masur’un dikkat çektiği gibi ABD’de 1830’larda orta sınıflar
kamusal alanların halka açık idamlar sırasında başıbozuk
kalabalıklar tarafından doldurulmasından ürküyorlardı. Sosyal
bilimciler ve psikologlar idam gösterisinin halktaki en alçaltıcı
arzu ve heveslere hitap ettiğini, halkı vahşileştirdiğini, suça,
şiddete, tahripkarlığa teşvik ettiğini düşünüyorlardı.
Ölüm umuma ait, kamusal bir olay olarak değil, bireysel özel bir
olay olarak algılanmaya başlanmıştı. Kamuya kapalı idamlar alt
sınıfların –muhtemelen onlardan biri olan- mahkumun idamını
seyretmesini, onların iktidara yöneltecekleri tepkileri, isyan
havasını engellemeyi amaçlamaktaydı. Yoksulların toplanma yeri
idam alanı değil, kışla, okul vb. disiplin mekanları olmalıydı!
ABD’de 1840’ların ortalarında bir çok eyalette kamuya açık
idamlar son buldu. (ABD’de kamuya açık son idam 1936’da
gerçekleşti). İdamlar hapishane içinde, aralarında kadın
bulunmayan, az sayıda “saygıdeğer” şahidin huzurunda
gerçekleşiyordu. XIX. yüzyılda, ölümü göz önünden
uzaklaştırmaya çalışan, mezarlıkları şehir dışına taşıyan,
ev içinde akrabalarla, dostlarla, mahalleden komşularla çevrili
halde gerçekleşen ölümü, içinde yalnız ölünen steril hastane
odalarına transfer eden modernlik idamı da toplumun gözünün
önünden uzaklaştırmış, onu teknik, bürokratik, “nötr” bir
prosedüre tabi kılmıştı.
XVII.
ve XVIII. yüzyıllarda darağacında gerçekleştirilen idamlarda
idam mahkumunun ailesi cellada idamı fazla acı vermeyecek bir
biçimde gerçekleştirmesi için para verirdi. Öte yandan “uygarlık
süreci” “acı çekmeden idam edilmeyi” gerçekleştirmeyi
amaçlayan bir süreç olarak görünmekteydi. Daha önceki
yüzyıllarda benzerleri yapılmış olan giyotinin modern biçimi
Fransız Devrimci Ulusal Meclis üyesi doktor Guillotin tarafından
icat edildi ve 1792’de tek resmi idam makinesi olarak giyotinin
seri üretimine geçildi. Giyotin “acısız idamı” mümkün
kıldığı gerekçesiyle “insani” bir buluş olarak
görülmekteydi. Tüm idam mahkumlarını standart bir biçimde “aynı
ölüme” maruz bıraktığı için “eşitlikçi” bir icat
olarak değerlendiriliyordu. Ancak giyotin sınıfsal eşitsizliği
engelleyemiyordu! 1792-1794 arasında giyotinle idam edilen yaklaşık
on sekiz bin kişi içinde baldırı çıplakların sayısı
soyluların sayısının üç katıydı. (Giyotin Fransa’da en son
1977’de kullanıldı). İngiltere’de ise ipe asarak
gerçekleştirilen idamlarda ölüm uzun sürüyordu. XIX. yüzyılın
ikinci yarısında boynun kırılarak ani ölümün gerçekleşmesi
için “uzun düşüş” denilen bir yöntem geliştirildi. Boynuna
ilmek geçirilen idam mahkumunun ayağının altındaki kapak
açılarak mahkumun belli bir mesafe boyunca düşmesi sağlanıyor,
sonra idam ipinin aniden yukarı doğru çekilmesi sonucu boyun
kırılıyordu. Ancak bazı durumlarda mahkumun kafası kopmakta,
bazen de mahkum hemen ölmeyip can çekişmekteydi.
XIX.
yüzyıl modernliğinin keşfettiği “en gelişkin” idam aracı
elektrikli sandalye idi. Amerikalı mucit ve iş adamı Thomas
Edison’un şirketi 1882’de doğrudan akımla New York’u
aydınlatmaktaydı. Edison’un en büyük rakibi George Westinghouse
ise alternatif akımla Buffalo’yu aydınlatıyordu. Richard
Moran’ın belirttiği gibi 1888’e gelindiğinde alternatif akımın
üstünlüğü kabul edilmeye başlanmış, Edison’un şirketinin
pazar payı düşmeye başlamıştı. Edison alternatif akımın
kullanımının çok tehlikeli olduğu yolunda söylentiler yayarak
kamuoyunu etkilemeye çalışıyordu. 1890’da ABD’de ilk defa
elektrikli sandalyeyle gerçekleşecek idam için Edison mucit olarak
nüfuzunu kullanarak New York hapishanesinin elektrikli sandalye için
alternatif akımla çalışan Westinghouse jeneratörü almasını
sağladı. Kendi jeneratörüyle gerçekleşecek idamın kamuoyunu
olumsuz etkileyeceğinden korkan Westinghouse elektrikli sandalyeyle
idama mahkum olan William Kemmler’ın idamını engellemek için
avukatlar tuttuysa da başarılı olamadı. 1890’da elektrikli
sandalyeye bağlı Kemmler’a on yedi saniye boyunca elektrik
verildi. Ancak Kemler ölmedi, şiddetli kasılmalarla sarsılan,
bir çok yeri kanayan bedeninden dumanlar yükseliyordu. İkinci kez
verilen elektrik akımı yetmiş iki saniye sürdü, odayı yanık et
kokusu kapladı. Kemmler’ın içten içe yanan, kömürleşmiş
bedeninden çıkan dumanlar son bulduktan sonra öldüğü ilan
edildi. İnfaz sırasında bazı şahitler bayıldı, bazıları da
idam odasından kaçtı.
Elektrikli
sandalyenin tarihinde “beceriksizlikle malul” tek idam
Kemmler’ınki değildi. 1893’ta elektrikli sandalyeye bağlanan
William Taylor’a verilen ilk akım sonucu aşırı kasılan
ayakları bağlı olduğu kayışları kopararak kurtuldu. Hala
yaşayan Taylor’a ikinci kez elektrik verildiğinde bu kez
jeneratör’ün bozulduğu anlaşıldı. Bunun üzerine elektrikli
sandalyeden çıkarılan Taylor’ın bedeni bir karyolanın üzerine
konuldu ve jeneratör tamir edilene kadar canlı kalması için
kendisine morfin ve kloroform verildi. Bir saat dokuz dakika sonra
tekrar elektrikli sandalyeye bağlanan Taylor’a yeniden elektrik
verilerek öldürüldü. Modernliğin elektriğe “ölümcül bir
resmiyet bahşettiği” tek örnek Taylor değildi. 1903’te Fred
Van Wormer elektrikli sandalyede idam edildi. Ancak Wormer’in
bedeni otopsi odasına vardığında yeniden nefes almaya başladı.
Bunun üzerine evine gitmiş olan cellat geri çağrıldı. Cellat
geldiğinde Wormer ölmüştü. Buna rağmen Wormer’in ölü bedeni
yeniden elektrikli sandalyeye bağlandı ve otuz saniye boyunca bin
yedi yüz volt akım verildi.
Öldürme
teknolojileri konusunda uzmanlaşmış ABD’de ilk gaz odasında
idam 1924’te gerçekleşti.(Gaz odasında -2006 yılı
itibarıyla-son idam 1999’da gerçekleşti). Naziler ise 1930’larda
ve 1940’larda gaz odalarında Yahudileri, sakatları, çingeneleri
toplu olarak idam edeceklerdi. ABD’de bir yandan idamlar steril,
bürokratik, yüksek teknolojiye dayalı bir prosedür çerçevesinde
gerçekleşirken öte yandan devlet siyahlara karşı uygulanan
linçlere müsamahakar davranıyordu. ABD’de XIX. yüzyılda iç
savaştan sonra ve XX. yüzyılın ilk on yıllarında
gerçekleştirilen linçlere zaman zaman polisler ve resmi yetkililer
de katılmakta, beyaz linççiler devlet yetkilileri tarafından
korunmaktaydı.
İkinci
Dünya Savaşından sonra, Holocaust’a karşı oluşan tepkilerin
de etkisiyle ABD’de gerçekleşen idamların sayısı azaldı.
1949’da Batı Almanya’da ölüm cezası kaldırıldı.
1970’lerden itibaren süreç içinde Avrupa ülkelerinde idam
cezası kalktı. ABD’de idam cezası 1976’da yeniden yürürlüğe
kondu. İdamlar farklı eyaletlerde elektrikli sandalye, gaz odası
ya da zehirli iğne yoluyla gerçekleştirilmekteydi. 1980’den
sonra elektrikli sandalyeye bağlı idam mahkumlarının infaz
sırasında başları, bedenleri defalarca alevler içinde kaldı.
Bazen mahkumların gözleri yuvalarından dışarı fırlıyor, bazen
de mahkum elektrikli sandalyeye işiyor ya da dışkısını
yapıyordu. Kimi zaman mahkumun ölmesi ilk akımın verilmesinden on
dokuz dakika sonra gerçekleşiyordu. Gaz odasında idamda ise
mahkum-bazen 6-7 dakika boyunca- şiddetli bir şekilde sarsılıyor,
çırpınıyor, ağzından köpükler çıkıyordu. 1983’te Jimmy
Lee Gray’in idamında odaya gaz verilmesinden sekiz dakika sonra
yetkililer temizlemek için odaya girdiklerinde Gray hala yaşıyor,
nefes almaya çalışıyordu. Son dönemde ABD’de yaygın olarak
başvurulan ve acısız ölüm yöntemi olarak sunulan zehirli iğne
kullanımında da durum çok farklı değildi. 1987’de Eliot Rod
Johnson’un göçmüş damarları yüzünden infazın tamamlanması
yaklaşık bir saat sürdü. 1988’de Raymond Landry’ye batırılan
şırınga damardan dışarı fırladı, ölümcül kimyasallar oda
boyunca şahitlerin tarafına doğru fışkırdı. 1992’de Rickey
Ray Rector’a iğne yapmaya çalışan tıp ekibi uygun damar bulmak
için elli dakikadan fazla uğraştı, mahkumla aralarına perde
çekilen şahitler Rector’un iniltilerini dinledi. 1992’de Robyn
Lee Parks iğne vurulduktan sonra on bir dakika boyunca güçlükle
solumaya devam etti ve şiddetli bir şekilde öğürdü. 1997’de
Michael Eugene Elkins’e iğne yapılırken uygun bir damar
bulunması için bir saate yakın uğraşıldı. Joan M. LeGraw ve
Michael A. Grodin’in “Health Professionals and Lethal Injection
Execution in the United States” adlı yazılarında dikkat
çektikleri gibi (Human Rights Quarterly, 24.2, 2002) zehirli iğneyle
idamla amaçlanan, mahkumun acı duymadan uyutulduğu yanılsamasını
yaratmaktı. Jürilerin bu yöntemin “insani” olduğuna inanması
durumunda idam cezası kararını vermeleri daha olasıydı. Zehirli
iğneyle idam tıp ahlakına aykırıydı. Tıbbi bilgi ve beceri
adli cinayeti acı vermeyen bir klinik ehliyet ve insaniyet
görüntüsüyle kuşatıyor ve bu da zehirli iğne yoluyla
gerçekleşen idamları anayasal soruşturmalara ve kamuoyundan
gelecek saldırılara karşı koruyordu. Tıbbi personelin idamlara
iştirak etmesi ve acısız ölüm söylencesi bu açık vahşet
karşısında toplumun duyabileceği suçluluk duygusunu
hafifletmekteydi. Conquergood’a göre zehirli iğneyle idam
kozmetik bir işlev görmekte, idama saygın bir görünüm
kazandırmakta, insani olduğu izlenimini yaratan tıbbi bir
prosedürle devletin öldürmesini ve şiddetini gizlemekteydi.
ABD’de
idamlar sınıfsal bir boyuta sahipti. Jesse L. Jackson’a göre
idam cezası yoksullar içindi. Parası ve tanınmış bir avukatı
olan kişiler idam cezasından kurtuluyordu. İdam cezası konusunda
ırk da çok önemli bir etkendi. Eğer insan yoksul ve siyahsa ve
bir beyazı öldürdüyse sonu idamdı. Bir beyazı öldürmekten
tutuklanmış siyahın idam edilme olasılığı bir siyahı
öldürmekten tutuklanmış beyazınkine oranla on dokuz kat daha
fazlaydı. Conquergood’a göre 1977-2002 yılları arasında idama
mahkum olan 760 kişiden % 40’ı azınlıklara (azınlıklar
nüfusun % 29’unu oluşturuyordu), % 35’i siyahlara (siyahlar
nüfusun %12 sini oluşturuyordu) aitti. ABD’de idam edilen
küçüklerin çoğu azınlıklardan gelmekteydi. İdam cezası
verilen duruşmalarda görev yapan savcıların % 95’i beyazdı.
Öte yandan idamların ırk ve sınıf ayrımcılığına dayanmasına
karşın devlet idamları profesyonel bir biçimde yönetilen, yüksek
teknolojinin kullanıldığı objektif, hukuki bir pratik olarak
sunma eğilimindeydi. Ancak sistem büyük hatalara açıktı. DNA
testi sayesinde masum olduğu anlaşılan 86 kişi ölüm sırasından
(death row) kurtulmuştu. Conquergood’a göre idamın koreografisi
düzeni, kontrolü, kurallara uygunluğu ve kaçınılmazlığı
içermekteydi. Federal Hapishaneler Bürosunun yayınladığı 56
sayfalık el kitabında idam prosedürleri detaylı bir biçimde
tanımlanmaktaydı. Devletin öldürmesinin gerçek şiddeti uygar
görünümlü protokollerin ve idam mahkumuna karşı özenli
davranıldığı söylencesinin arkasına gizlenmek istenmekteydi.
Son yemek, son sözler, son dua tüm bunlar performansı kontrol
etmek amacına yönelikti. İdam senaryosunda spontaneliğe ve
emprovizasyona yer yoktu. Hiçbir şeyin şansa bırakılmadığı,
her şeyin dikkatli bir şekilde planlandığı, koreografisinin
yapıldığı ve yönetildiği bir performans söz konusuydu. İdam
mahkumu son yemeğinin siparişini yedi gün önceden vermeliydi.
Ancak idam mahkumu bazen ölmemek için direniyor ve o zaman özel
bir tim onu zor kullanarak idam odasına götürüyordu. Böylece
medenilik maskesi, düzen, prosedür illüzyonu, gerçekleşen şeyin
doğal, temiz, saygın, insani olduğu kurgusu paramparça oluyordu.
İdamda erkeklik normları yürürlükteydi. Cellatlar idam anında
mahkuma “erkek gibi öl”, “ erkek gibi iğne ol” vb.
klişeler söylüyordu.
Devlet
zor, şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran bir kurumdu. İdam
devlet şiddetinin aldığı biçimlerden biriydi. Austin Sarat’a
göre devletin öldürmesi meşrulaştırılmaya ihtiyaç duyan bir
şiddet biçimiydi. Devletin öldürme hakkını muhafaza edebilmesi
için kendi şiddetini cezalandırmak istediği kişinin şiddetinden
farklı ve üstün kılması gerekiyordu ve bu nedenle bir takım
hukuki prosedürler, pratikler icat edilmişti. Devlet kişisel
olmayan bir biçimde öldürdüğü görüntüsünü vermekteydi.
Devletin mahkumu kamuoyunun bakışından uzakta, gizlice öldürme
eylemini çevreleyen ritüeller, ölüme bürokratik, tıbbi bir
görünüş vermek üzere tasarlanmıştı. Devlet işlediği
cinayeti meşrulaştırmak ve kamuoyunca kabul edilebilir kılmak
için elindeki tüm teknolojileri kullanarak yumuşak bir şekilde
öldürmeye çalışmaktaydı. İdamlarda acı çekmeden ölüme
yapılan yeni vurgu devletin öldürmesini cinayetten farklı hale
getirerek idam cezasına meşruiyet kazandırmaya çalışmakta,
devletle öldürdükleri arasında bir hiyerarşi ilişkisi
kurmaktaydı. Sarat’a göre idamı kamuya kapalı hale getirmek
darağacının pedagojisini sona erdirmiyordu. İdam günümüzde
bile kamuoyunda devletin yürürlüğe koyduğu ölüm cezasıyla
kontrol altına alınması gereken isyankar özgürlük ve kötülük
imajlarının üretilmesi için bir vesile oluşturuyordu. ABD’de
son dönemde devlet idamı suç işleyene karşı bir tür öç alma
olarak kullanmak eğilimindeydi. Hukuk kurbanın suçludan öcünü
alması için kullanılan bir kanala dönüştürülmekteydi.
Kurbanların Hakları Hareketi işlenen suçun kurbanını modern
yasallığın sembolik kalbi haline getirerek güç elde etmek ve
cezalandırma sürecine katılmak istiyordu. İdam cezası yanlısı
bu hareketin kurbanların sesini yükseltme çabası intikam arzusunu
yansıtmaktaydı. İdam cezası kurbanların ve kamuoyunun öç
taleplerini tatmin edici bir uygulamaydı. Devlet, idamları
kurbanların ailelerinin manevi yaralarının iyileşeceği,
kapanacağı bahanesiyle meşru göstermek istemekteydi. İdam
cezasının siyasi popülerliğini karmaşık problemlere basit
çözümler aramakla ve suçluyu şeytanlaştırma politikasıyla
birleştiren kurban hakları hareketi intikamı, öç almayı
hedeflemekteydi. ABD deki hukuk sistemi intikam ihtiyacı üzerine
temellenmiş daha ilkel ve duygulara dayalı bir ceza biçimine
yönelmekteydi. Kurban adına intikam almak bugün Amerikan hukuk
sisteminde meşru bir tarz olarak kabul görmekteydi. Bireysel
öfkelerle kamusal adalet arasındaki sınırlar ihlal edilmekte,
hukuka dayalı cezalandırmayla öç alma arasındaki farklar
belirsizleşmekte, aklın yerini öfke almakta, modern hukukun temel
ilkeleri istikrarsızlaşmaktaydı. Hukukun yükselen kinci,
intikamcı şiddeti kontrol altına alma işlevi yıpranmaktaydı.
Devletin öldürmesi şiddete yol açan toplumsal sorunlara
duyarlılık göstermenin yerine öç ve hınç politikasını ikame
etmekteydi. Suç çeşitli sosyal gurupları birbirine karşı
kışkırtmak için kullanılmakta, tehlikeler ırksallaştırılarak
ırksal korku ve düşmanlık devam ettirilmekte, suç vasıtasıyla
yönetme politikası güç kazanmaktaydı. Bunların sonucu olarak
temel hukuki güvenceler erozyona uğruyordu. Öte yandan zehirli
iğneyle idam yönteminde olduğu gibi devlet öldürme ediminin
içerdiği şiddet izlerini ortadan kaldırmak istemekteydi. Devletin
bir yandan intikam politikasına yönelirken öte yandan idama
insani bir görüntü verme çabası arasında çelişki vardı.
Devlet bir yandan idam mahkumunu devlet şiddetinin kurbanı
statüsüne yükseltmek istemiyor, öte yandan toplumsal yaşamda
kötü suçlu-masum kurban dikotomisini muhafaza etmeye çabalıyordu.
Devlet idamı görünmez, sessiz, bürokratik, idari, prosedüre
ilişkin bir fiile dönüştürmeyi amaçlamaktaydı. Sarat’a göre
idamların televizyonda yayınlanması devletin öldürme aygıtının
kusursuz, temiz olduğu yönündeki yanılsamayı bozacak, insanların
idamın çıplak şiddetiyle yüzleşmesine imkan verecekti. Böylece,
devletin idam cezasını sahiplenmesindeki sadist boyut teşhir
olacak, idamın meşruluğu önceden kestirilemeyecek biçimlerde
sarsılabilecekti.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
V.A.C.
Gatrell, The Hanging Tree: Execution and English People, 1770-1868,
Oxford University Press, USA, 1996, 656 s.
Louis
Masur, Rites of Execution: Capital Punishment and the Transformation
of American Culture, 1776-1865, Oxford University Press, USA, 1991,
224 s.
Austin
Sarat, Devlet Öldürdüğünde, Çev. S. Nihat Şad, Phoenix
Yayınevi, 2002, 398 s.
Michel
Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge
Kitabevi Yayınları, 2000, 445 s.
Richard
Moran, Executioner’s Current: Thomas Edison, George Westinghouse,
and the Invention of the Electric Chair, Vintage, 2003, 304 s.
Richard
J. Evans, Rituals of Retribution: Capital Punishment in Germany,
1600-1987, Oxford University Press, USA, 1996, 1048 s.
Jesse
Jackson, Legal Lynching: Racism, Injustice and the Death Penalty,
Marlowe & Co., 1998, 224 s.