PERFORMANS
TOPLUMU
Batı’da
1990'lı yıllarda “performans kültürü” hızla güçlenmeye
başladı. Sadece performans sanatlarındaki gelişme değildi söz
konusu olan, aynı zamanda toplumsal yaşamın bir çok alanının
bir performans atmosferi çerçevesinde yeniden şekillenmesi,
teatral bir boyut kazanmasıydı. Eğlence ekonomisinin yükselişe
geçtiği bu dönemde gösteri toplumu yüksek teknolojiyle donanmış
medyanın, televizyonun yardımıyla yeniden örgütlendi. İktidarın
ürettiği senaryoların damgasını vurduğu kurgusal dünya gerçek
dünya üzerindeki gücünü arttırmaya, yer yer onun yerini almaya
başladı.
Yukarıda
değinilen olgular şüphesiz sadece 1990 sonrasına ait değildi.
Batıda XIX. yüzyılda kapitalizme dayalı modern toplumun
gelişmesiyle birlikte yeni bir “aldatıcı görünüşler dünyası”
kurulmuştu. Walter Benjamin değişim değerine sahip metaların
fetişistik, parıltılı dünyasına fantazmagori kavramı
çerçevesinde yaklaşacaktı. Öte yandan XX. yüzyılın ilk
yarısında kültür endüstrisinin gelişmesiyle birlikte kitleler
meta olarak üretilen filmlerin ve diğer eğlence endüstrisi
ürünlerinin “büyüleyici yanılsamasına” kendilerini terk
edeceklerdi. Guy Debord 1967’de yayınlanan “Gösteri Toplumu”
adlı kitabında kapitalizmin ürettiği ticari imgeleri, metaların
bir gösteri atmosferi içinde teşhirini, sahnelenmek üzere
üretilmiş olayları eleştirel bir gözle inceleyecekti.
1960’lara
kadar süren modern toplum meta fetişizminin, şeylerin aldatıcı
dünyasının, gösterinin mevcudiyetini sürdürdüğü bir
toplumdu ama “teatral” bir toplum” değildi. Richard Sennett’in
belirttiği gibi XIX. yüzyılda teatralliğin düşüşü kamusal
alanda toplumsallığı imkansız hale getirmişti. Sennett’in
görüşlerinden yola çıkan Anne-Britt Gran “The Fall of
Theatricality in the Age of Modernity” adlı yazısında (
Substance, 31.2-3, 2002) daha önceki tarihsel dönemde tiyatro
sahnesindeki oyuna yorumlarıyla aktif olarak katılan izleyici
tipinin XIX. yüzyılda değiştiğini, tiyatro salonunda oyuncularla
izleyiciler arasındaki karşılıklı etkileşimin koptuğunu, orta
sınıftan izleyicinin kendisiyle sahne arasına mesafe koyarak pasif
, düşünceye dalmış bir izleyiciye dönüştüğünü
söyleyecekti. Kamusal yaşamda da toplumsal etkileşim ve doğrudan
iletişim imkansız hale gelecekti. Öz kontrolü öne çıkaran orta
sınıftan birey kamusal hayatta iç benliğini dışarıya
göstermemek için kişiliğini dizginleyip denetim altında tutuyor,
tiyatroda da sessiz bir gözlemci olarak oyunu izleyip oyunun sonunda
alkışlıyordu.
Modern
toplum bir “ciddiyet toplumu"ydu! Eğlence ve gösteri ciddi
gündelik hayata “dışardan enjekte edilen” olgulardı! Orta
sınıflardan erkekler koyu renkli takım elbiselerle dolaşır, “dik
duruşun hakim olduğu” toplumsal koşullarda dans ederken bir
türlü esneyip gevşeyemezler, parlak renkli, dar giysiler giymeyi
efeminelikle ilişkilendirirlerdi. Uzun süre suçluluk duygusunun
eşlik ettiği serbest zaman faaliyetlerinin kitleselleşmesi için
ise ikinci Dünya Savaşı sonrasını beklemek gerekecekti. Gündelik
hayat şenlikli olmaktan çok uzaktı! Eğlence endüstrisi vardı
ama insanların kendilerini “kastığı” koşullarda “eğlenen
toplum” bir türlü oluşamıyordu . Dönem eğlenmenin, dalga
geçmenin değil çalışmanın, disiplinin dönemiydi! Daha sonra
ortaya çıkacak post modern ”interaktif kültür” henüz
gelişmediği için modern toplumun gösteri izleyicisi pasifti ve bu
durumu teorize eden Frankfurt Okulu düşünürleri daha sonraları
post-modern eğilimli yazarlar tarafından izleyicileri tepki
üretmeyen pasif kabulleniciler olarak gördükleri gerekçesiyle
eleştirilecekti.
Modern
toplum temsilin, temsiliyetin hala önemini koruduğu bir toplumdu.
Modern kapitalist seri üretimin gelişmesi asıl ile kopya
arasındaki karşıtlığın, farkın şiddetini büyük ölçüde
zayıflatmıştı ama “hakiki olanın” gücünü ortadan
kaldıramamıştı. Öz/görünüş, temsil eden/temsil edilen,
gerçek/hayal ürünü vb. karşıtlıklar varlığını
sürdürüyordu. Modernliğin muhalefetinin kullandığı “gerçeğin
çarpıtılması”, yabancılaşma, özünden uzaklaşma vb.
kavramlar da güçlü bir hakikatin, gerçekliğin varlığına
işaret etmekteydi. Guy Debord da gösteri toplumunu eleştirirken
gösterinin gizlediği güçlü bir hakikatin varlığını veri
almaktaydı. Başlarda Debord’un görüşlerinden etkilenen Jean
Baudrillard daha sonraları gösterinin arkasında yatan bir hakikat
bulunmadığını öne sürecek, gösteri kavramından ziyade
gösterge kavramını kullanacaktı. Baudrillard’a göre soyut
göstergeler kendi içlerinde bir dünya kurmuşlar, hakikatle
ilişkilerini kesmişlerdi. Gösterge bir hakikati, gerçeği temsil
etmiyordu, kendi başına bir gerçekliğe sahipti, gerçekten daha
gerçekti. Simülakrların dünyası aslı, kökeni olmayan, kendisi
dışında herhangi bir gerçeği temsil etmeyen işaretlerin
dünyasıydı ve günümüzde anlamlı olan şey hakikati aramak
değil işaretlerin dünyasını araştırmaktı.
Batı'da
1970’lerden sonra gelişen post modern toplum elle tutulur somut
gerçekten, hakikatten daha da uzaklaşılmasını beraberinde
getirdi. Hizmet sektörünün gelişmesiyle birlikte “maddi olmayan
emeğin” güçlenmesi, gösterenin gösterdiği şeyi temsil
etmekten gitgide uzaklaşması, metanın değişim değerinin artık
tek başına belirleyici olmayıp gösterge değerinin önem
kazanması, ironinin, sinizmin, oyunun, parodinin, baştan
çıkarmanın, simülasyonun, yüzeyin, imajın, görünüşün ön
plana çıkması, tüm bunlar hakikatin eskiden sahip olduğu gücün,
kesinliğin aşınmasına neden oldu. 1990’larda internetin
yaygınlaşmasıyla birlikte sanal dünya gerçek dünya üzerindeki
gücünü daha da arttırdı. Bu dönem sadece eğlence ekonomisinin
büyük bir gelişme gösterdiği bir dönem olmakla kalmayıp bu
sektörün değerlerinin toplumun bir çok alanında kabul görmeye
başladığı bir dönem oldu. “Toplumun Disneyleştirilmesi” bu
dönemde hız kazandı. Baudrillard 1996’da yayınlanan
“Disneyworld Company” adlı yazısında Disney’in gerçek
dünyayı ele geçirerek onu sentetik evrenine kattığını
söyleyecekti. Bu sanal evrende gerçeklik temalı parkın
gerçekliğine dönüşmekte, dünya bir interaktif performansa,
insanlar birer figürana dönüşmekteydi. Artık ne gösteri toplumu
ne de yabancılaşma söz konusuydu. Baudrillard’ın sanal
gerçekliği yegane gerçeklik olarak kabul edip alkışladığı bu
yaklaşımı sadece eğlence dünyasıyla sınırlı değildi;
Baudrillard politik hiper gerçekliği de sorgulamayıp veri kabul
ediyor, onaylıyordu. Baudrillard Amerika adlı kitabında Reagan’ın
reklam senaryosuna benzeyen politik bir senaryonun tüm
göstergelerini ürettiğini söyleyecekti. Lider gerçekle ilişkisi
olmayan müstehcen bir iktidar simulakrıydı. Bu saptamada bir
doğruluk payı vardı, ancak Baudrillard sadece liderlerin politik
performansının görünüşüyle ilgileniyor, liderlerin ABD’deki
ekonomik-askeri iktidar elitleriyle ilişkisini, politik performansın
aldığı farklı biçimlerin bu elitlerin amaçlarıyla,
çıkarlarıyla olan bağlantısını gündeme getirmiyordu.
1990’lı
yıllar hiper-gerçek temalı parkların yükselişe geçtiği bir
dönem oldu. Simüle edilmiş çevreler gerçek coğrafi yerlerden
daha çekici hale gelmeye başladı. Gerçek yerler, kentler,
banliyöler, havaalanları, oteller, gazinolar Disneyleştirilerek
temalı park mantığına göre kurulmaya başladı. Kapitalizm
gitgide teatral bir biçim kazandı. David M. Boje’nin “Theatres
of Capitalism” adlı çalışmasında dikkat çektiği gibi
gösteri, karnaval ve festival kapitalizm tiyatrosunun parçaları
haline geldi. Disneyleştirme gerçek dünyanın canlılığını ve
çeşitliliğini ortadan kaldırarak her yeri ve her şeyi
aynılaştırdı. Tatsız sürprizlerden, risklerden arındırılmış,
sıhhileştirilmiş, güvenli bir temalı dünya oluşturulmaya
başlandı. Disney’in dünyasında “karnavalesk bir atmosfer”
hakimdi, oyun, müzik, şov iç içe geçmişti. Şen çizgi roman
kahramanlarının kılığına bürünmüş karakterler sahnede
şirket kültürünün temsilcileri olarak yerlerini almıştı.
Disney’in dünyasında çalışan işçiler “aktör” olarak
adlandırılıyordu ve şovun niteliğine göre farklı kıyafetler
giymiş bu “aktörler” şirket sahnesinde canlı performanslar
gerçekleştiriyorlardı. Satıcılar da mallarını şirketin
hazırladığı senaryoya dayalı bir performans gerçekleştirerek
satıyorlardı. Disney müşterilerini “misafir” olarak
adlandırıyordu ve bu “misafirler” –bir süre kuyrukta
beklemeyi göze alırlarsa- tiyatroda sergilenen oyuna kısa bir
süre için “aktör” olarak katılabiliyorlardı. Böylece
izleyici bazen pelerin giyerek, bazen maske takarak sahnede aktöre
dönüşüyor, satın aldığı eğlencenin aktif tüketicisi haline
geliyordu. Şirket tiyatrosu tüketici tiyatrosuna dönüşmüştü!
Disney’in dünyasında tarih de ihmal edilmemişti! Modernlik
öncesinin folkloru gözden geçirilip yeniden kuruluyor ve Disney
ürünü olarak satılıyordu.
Disney’in
dışında da iş hayatı eğlence ve teatrallik ekseninde
şekillenmekteydi. McDonald’s da çalışanlar servis yaparken
şirketin yazdığı standart senaryoya dayalı bir “gösteri”,
bir “mekanik tiyatro” sergiliyorlardı. Şirketler mallarını ve
hizmetlerini satabilmek için eğlendirici olmaları gerektiğini
kavramışlardı. Bir çok marka eğlence sektörünün ünlüleri
tarafından tanıtılmaktaydı. 1990’larda müşterilerin tüketime
“interaktif katılımının” önemini kavrayan şirketler deneyim
pazarlamasına yöneldi. Alan E. Bryman’ın belirttiği gibi
özellikle hizmet sektöründe işyeri tiyatro sahnesine benzer bir
yer olarak, iş de bir performans, gösteri olarak görülmekteydi.
Bazı işlerde sahne üstü, sahne arkası gibi kavramlar
kullanılmaya başlandı. İşe başvuru formlarında adaylara
geçmişte oyunculuk tecrübeleri olup olmadığı sorulmaktaydı.
Bazı fast-food zincirleri işe alacakları adaylardan, aktörlük
yeteneklerini ispatlayacak küçük bir performans
gerçekleştirmelerini istiyorlardı. Böylece “performatif emek”-
estetik emek ve duygusal emeğin yanı sıra- önemli bir olgu haline
geldi. Çalışanın iyi bir dış görünüşe, dostça bir gülüşe
sahip olması, müşterinin duygularına hitap edebilmesi ve teatral
bir performans deneyimi gerçekleştirmesi gerekmekteydi. Teatrallik
ve performans sadece Disney’in dünyasıyla, Las Vegas’taki
temalı otel ve gazinoların kostümler giymiş çalışanlarıyla,
ya da turistik performanslarla sınırlı değildi. Performatif bir
nitelik kazanan canlı müzeler de eski müzelerden daha popüler
hale gelmiş, müze çalışanları ziyaretçilerle (müşterilerle)
karşılıklı iletişim kuran aktörlere dönüşmüşlerdi. İlgili
tarihsel dönemin ve bölgenin kostümlerini giymiş müze
çalışanları müzeye gelen müşterilerin gözleri önünde o
dönemin el sanatları ürünlerini yapıyor, soruları cevaplıyor,
o döneme ilişkin farklı diyalektleri konuşuyor, böylece bir
otantiklik atmosferi, duygusu yaratmaya çalışıyorlardı.
Modernliğin ciddiyete dayalı eğitimi de gözden düşmüş,
“performatif eğitim” yükselişe geçmişti. Derslerine öğrenci
(müşteri) bulmaya zorlanan hocalar sınıfta stand-up
komedyeninkine benzer performanslar sergiliyorlardı.
Shakespeare’in
özdeyişini hayata geçiren geç post modernliğin global
kapitalizmi dünyayı bir tiyatro sahnesine dönüştürdü!
Hayatlarında tiyatroya hiç gitmemiş ya da çok az gitmiş tüketici
yığınları alışveriş merkezlerinde gerçekleştirilen
performanslara, interaktif sergi ve enstalasyonlara gitmeye başladı.
Ticarileşen performans alışveriş kültürüyle iç içe geçti.
Post modern kapitalizm on yıllar önce ticari objeleri
kültürelleştirmişti. Geç post modernlik ise bu kültürel
metaları bir performans atmosferi içinde harekete geçirdi. Ticari
objelerin ve hizmetlerin statik sunumu yerini bunların bir “aksiyon
kültürü” içinde tüketilmesine bıraktı. Uygulama, olay,
deneyim vb. kavramlar öne çıktı. Derinliğin yerine yüzeyi
geçiren post modernlik görünüşü, imajı, spektaküler, canlı,
hareketli biçimler altında kurmaya başladı, ortadan kaldırmaya
yöneldiği hakikatin yerine Reality şovun hakikatini geçirdi.
Gösteri toplumsal hayatın temel ilkelerinden biri haline geldi,
politikanın dili gösterinin, eğlencenin, reklamın diline
yakınlaştı. Bazıları sinema ve eğlence dünyasının ünlüleri
olan siyasi liderler yönetimleri sırasında şöhret endüstrisinin
yöntemlerini kullandılar. Politika izleyicisi kitle şöhret
izleyicisi kitleye dönüştü. Siyasi aktörlerin izleyici kitle
karşısında sergiledikleri performans siyasi başarının kriteri
haline geldi. Neal Gabler’ın söylediği gibi medyayla iyi
geçinmek zorunda olan politikada aksiyondan ziyade aksiyonun nasıl
göründüğü önem kazandı, her şeyin imaja dönüştüğü bir
ortamda olaylar imal edilmeye, sentetik, sahte olaylar yaratılmaya
başlandı. Gabler kendisiyle yapılan bir söyleşide ABD’de
politikanın, haberlerin, dinin, eğitimin, reklamların eğlenceye
dönüştüğünü, eğlendirici olmayan her şeyin marjinalize olmak
tehdidiyle karşı karşıya kaldığını, kamuoyunun ilgisini
çekmek isteyen her kişinin eğlendirme tekniklerini bilmek zorunda
olduğunu, aksi halde önemsenmeyip unutulacağını, politikacıların
bu gerçeği öğrendiğini söyleyecekti. Ciddiyetin bir kenara
itildiği günümüz toplumunda ciddi basın ile tabloid basın
arasındaki fark ikincisinin lehine azalmıştı.
Günümüzün
performans toplumu izleyicilerin tüketime ve eğlenceye daha fazla
katılabilmesi için interaktif araçlar geliştirdi. İnteraktif
televizyonun yanı sıra medya belli dönemlerde gündemin birinci
sırasına taşıdığı büyük olaylarla ilgili olarak Web siteleri
oluşturdu ve bu sitelerde internet kullanıcıları olayın faklı
açılımlarına imkan veren simülasyon oyunlarını oynamaya
başladı. Douglas Kellner’in belirttiği gibi medya her dönem
belli konuları, olayları (Prenses Diana’nın ölümü ve
cenazesi, Clinton’ın seks skandalı, O.J. Simpson davası, Körfez
Savaşı, ABD’deki 11 Eylül saldırıları, ABD’nin ilan ettiği
Teröre Karşı Savaş vb.) ön plana çıkararak mega gösteriler
oluşturmaya başladı. Öte yandan büyük şirketler de kendi
ürünlerini bir gösteri atmosferi içinde sunmaya yöneldi, marka
adı, imajı toplumsal yaşamın her alanında görünür kılındı.
Metaların gösterisinin yanı sıra ünlülerin yaşamına ilişkin
olaylar ve skandallar da gösterinin parçası haline geldi. Spor
karşılaşmaları ponpon kızlarla, dev maskotlarla, promosyonlarla
büyük bir gösteriye dönüştürüldü. Sinema muhteşem
galalarla, paparazzilerle, gösterişli Oskar törenleriyle medyatik
bir şov alanı haline geldi.. Televizyon ünlü dizilerle, yarışma
programlarıyla, Reality şovlarla bir gösteri ekranı oldu.
Gösteri dünyasının parçası haline gelen moda sektöründe moda
tasarımcıları ünlüler kervanına katıldı, top modellerin
katıldığı moda gösterilerinde tasarım, müzik, eğlence iç içe
geçti. Mimari de gösterinin mantığınca biçimlenmeye başladı,
sanat müzeleri spektaküler yapılar olarak inşa edildi.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Douglas
Kellner, Media Spectacle, Routledge, 2003, 368 s.
Alan
E. Bryman, The Disneyization of Society, Sage Publications, 2004, 200
s.
Neal
Gabler, Life: the Movie: How Entertainment Conquered Reality,
Vintage, 2000, 320 s.
Guy
Debord, Gösteri Toplumu ve Yorumlar, Ayrıntı Yayınları, çev.
Ayşen Ekmekçi, Okşan Taşkent, 2006, 256 s.
Jean
Baudrillard, Amerika, Ayrıntı Yayınları, çev. Yaşar Avunç,
2006, 160 s.
Richard
Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları, çev.
Serpil Durak, Abdullah Yılmaz, 1996, 450 s.