IŞIK,
AYDINLANMA VE MODERNLİK
Işığın,
aydınlatmanın tarihi ateşin tarihi kadar eski. Wolfgang
Schivelbusch’un da söylediği gibi çok eskiden ateş aynı anda
hem ısınmaya hem aydınlatmaya hem de yemek pişirmeye yarıyordu.
Ateş tekti, farklı işlevlere yönelik olarak bölünmemişti. Daha
sonra ateşin aydınlatma işlevi diğer iki işlevinden ayrıldı.
Tahta meşaleler, mumlar, yağ lambaları tarih boyunca ışık
kaynağı olarak kullanıldı. Evde ateşin alevi etrafında toplanan
insanlarda bir sıcaklık hissi, bir ortaklık, birliktelik duygusu
oluşmaktaydı. Gaston Bachelard’ın da belirttiği gibi yağ
lambası evin merkeziydi, ruhuydu. Mum ateşi düşlerle iç içeydi.
Öte yandan açık alanlarda yakılan şenlik ateşleri toplulukta
ortak bir esrime, coşku, sevinç duygusu yaratıyordu.
Eski
çağlarda ışık tinsel, dinsel olanla ilişkilendirilirdi. Ken
Hillis’in “Toward the Light ‘Within’: Optical Technologies,
Spatial Metaphors and Changing Subjectivities” adlı yazısında
dikkat çektiği gibi (Virtual Geographies’in içinde) eskiden ışık
yüksekte, gökyüzünde olanla, tanrıyla ilişkiliydi. Avrupa
ortaçağında kilise de insanlığı aydınlatan tanrısal ışığı
öne çıkarmaktaydı ve karanlığı kötülükle
ilişkilendirmekteydi. Ortaçağda gece ve karanlık tekinsiz ve
uğursuz güçlerle, şeytanla, hayaletlerle, kaosla, cadılıkla
ilişkilendirilirdi. Gece olunca evlerin ve kentin kapıları
kilitlenirdi. Schivelbusch’un da belirttiği gibi XIV. yüzyılda
geceleri kapıları kilitlenen evlerin anahtarları bölgenin idari
yetkilisine verilmek zorundaydı. Geçerli bir mazeret olmaksızın
gece sokağa çıkanlar tutuklanıyordu. Takip eden yüzyıllarda
gece bekçileri yanında ışık olmaksızın sokakta dolaşan
kişileri tutukluyorlardı. XVI. yüzyılda Paris’te her ev sokağı
aydınlatacak bir şekilde ışık yakmak zorundaydı. XVII. yüzyılda
şeffaflık, görünürlük, açık seçiklik yönündeki eğilim
daha da arttı ve bu durum Paul Virilio’nun da vurguladığı gibi
polisin talep ettiği bir şeydi. XVII. yüzyılın sonlarına doğru
Paris’te sokaklara lambalar konuldu ve bu lambaların kontrolünü
polis üstlendi. Mutlakiyetçi rejimler geceleri sokakları kontrol
altında tutmak istiyordu. Paris’te 1697’de mumlu sokak
lambalarının sayısı 2736 iken bu rakam 1740’ta 6400’e
ulaşacaktı. Ancak ışık bağlamında rasyonel aklın disipliner
akılla iç içe geçmesi için XVIII. yüzyılı, Aydınlanma çağını
beklemek gerekecekti.
XVIII.
yüzyıl sadece daha şeffaf cam yapma tekniklerinin geliştiği,
mekanlardaki aynaların sayısının hızla arttığı, aydınlık,
görünürlük isteklerinin güçlendiği bir yüzyıl değildi, aynı
zamanda Aydınlanma’nın araçsal aklının ışığın yardımıyla
dış dünyayı şeffaflaştırmak, onun içine nüfuz etmek
yönündeki çabalarının yüzyılıydı. Cathryn Vasseleu'ya göre
Aydınlanma felsefesinde ışık nesnelere nüfuz etmeyi, onları
görmeyi ve anlamayı mümkün kılan bir araç olarak ele
alınmaktaydı. Işık aynı zamanda evrensel bir bilgi ve aydınlanma
kaynağıydı. Aydınlanma düşüncesi ışığı öznenin zihniyle,
onun aklıyla ilişkilendiriyor, ışık tanrısal olandan
uzaklaştırılarak bireyin içine yerleştiriliyordu. Bu modelde
öznenin zihninin yöneldiği dışsal madde pasif ve edilgen olarak
kabul ediliyordu. Özne aklıyla dış gerçekliğe biçim vermekte,
onu bilgi olarak üretmekteydi ama dışsal gerçekliğin özneyi
etkilemesi söz konusu değildi, zihin ona bir biçim verene kadar
madde bir öneme sahip değildi. Barbara Bolt’un söylediği gibi (
Shedding Light for the Matter, Hypatia, 2000, 15. 2 ) madde karanlık,
bilinmeyen, öteki olarak kabul edilmekteydi. Aydınlanmanın ışığı
daima maddenin üzerine düşmekteydi ama tersi geçerli değildi.
Daniel Roche’un dikkat çektiği gibi XVIII. yüzyıl düşüncesi
bilmeye, kavramaya ilişkin olarak duyuları, özellikle de görme
duyusunu öne çıkarmıştı. Dönemin düşünürleri aydınlık
karanlığa tamamen egemen olduğunda görme gücümüzün çok
artacağını belirtmekteydi. Dönemin felsefesi, bilgi teorileri
önemli ölçüde görsel, görmeye ilişkin metaforlara, bakış
merkezli bir anlayışa dayanmaktaydı. Martin Jay’e göre
Aydınlanma düşüncesinde zihnin gözü önem kazanmıştı ve
bulanık olmayan, net bir bakışa sahip olan bu gözün dışındaki
nesneleri açık seçik biçimler altında tanımladığı
düşünülmekteydi. Göz, görme, vizyon, görü felsefenin en
önemli öğeleri haline gelmişti. XVIII. yüzyılda görme, görü,
bilim, bilimsel bilgi, ışık, aydınlık bir arada anılıyordu.
Aydınlanma akıl yoluyla elde edilen bilgiydi, akıl “tinin
seküler ışığıydı”.
XVIII.
yüzyıl düşünürleri karanlığı, geceyi, gölgeli olanı
kötülükle, cehaletle ilişkilendiriyorlardı. Daniel Roche’un
belirttiği gibi Aydınlanma düşüncesi şeylerin karanlık,
kontrol edilemez yanlarından korkuyordu. İyiliğin kaynağı
insanın içindeki ışıktı ve Aydınlanmanın “beyaz ışığı”
karanlık, siyah olana karşı savaş açacaktı! Işık uygarlık,
bilgi, hakikat demekti, karanlık ise ilkelliği, cehaleti, kötülüğü
temsil ediyordu! Aydınlanmanın bu yaklaşımı ırkçılıkla ve
sömürgecilikle de ilişkiliydi. Aydınlanmanın büyük düşünürleri
siyah Afrikalıları aşağılıyor, onları insan yerine koymuyor,
beyaz Avrupalıları üstün görüyorlardı. Öte yandan Aydınlanma
düşüncesi sadece bilinmez olanı bilinir hale getirmeye çalışmıyor
aynı zamanda henüz karanlıkta bulunanı, keşfedilmemiş olanı
ele geçirmek, mülk edinmek istiyordu. Böylece “kara kıtaya”,
Afrika’ya ışık götürmek, onu karanlıktan , ilkellikten,
cehaletten kurtararak beyaz, uygar, aydınlık dünyaya dahil etmek
bir görev olup çıkıyordu! Aydınlanmış bilim adamının içine
nüfuz etmesini bekleyen pasif bilgi nesnesi gibi pasif coğrafi
nesne de aydınlanmış ilhakçının “uygarlık getirici”
müdahalesini beklemekteydi! Aydınlanma düşüncesi sadece beyaz
egemen bir ırk ayrımcılığına zemin hazırlamakla kalmıyor aynı
zamanda erkek egemen bir cinsiyet ayrımcılığını besliyordu. Bu
yaklaşım yalnızca Aydınlanma düşünürlerinin kadınları
ikinci sınıf varlıklar olarak görmesiyle sınırlı değildi.
Işığı, görünürlüğü, rasyonaliteyi ve bilimi öne çıkaran
Aydınlanma düşüncesi için kadın karanlık, gölgeli,
anlaşılmaz, gizemli bir nesneydi, esrarlı bir varlıktı. Erkeğin
fallusu ışığın altında dimdik bir biçimde kendini görünür
kılarken kadının karanlık bir kuyu, uçurum olan “gömülü”
rahmi gizem içinde saklanıyor, aydınlatıcı bakışın dışında
kalıyordu! Nesneleri, şeyleri ayırt eden, onlara biçim veren eril
bakış bu amorf, karanlık kütleyi tanımlamakta, aydınlığa
kavuşturmada zorlanıyordu! Luce Irigaray ışığın yardımıyla
gerçekliğin içine girme, ona nüfuz etme dürtüsünün fallus
merkezci olduğunu söyleyecek, eril bakışın egemenliğinin
kadının tabi konumunu güçlendirdiğini belirtecekti. Böylece
tarih boyunca karanlık güçlerle ilişkilendirilen kadın, toplumu
“ortaçağın karanlığından ve önyargılarından kurtarmayı
amaçlayan” Aydınlanmanın hışmına uğramaktan
kurtulamayacaktı. ( Tarihte kadından kaynaklanan korkuların
cisimleştiği “Kara Tanrıça” miti son dönemde Demetra George
, Marcia Starck ve Gynne Stern vb. yazarlar tarafından pozitif bir
bağlamda gündeme getirilecektir. )
XVIII.
yüzyılda karanlığa karşı savaş açan araçsal aklın eşlikçisi
olan idari akıl da “kentsel karanlığa” karşı mücadele
başlatarak geceleri kente asayiş, düzen ve şeffaflık getirme
işine girişmişti. Foucault XVIII. yüzyılın ikinci yarısında
karanlık mekanlardan korkmanın saplantı haline geldiğini, yeni
bir siyasi ve ahlaki düzenin bu karanlık yerler ortadan
kaldırılmadan kurulamayacağının varsayıldığını
söyleyecekti. Karanlık yerleri aydınlatma eğilimi XIX. yüzyılda
daha da güçlenecekti. Aydınlatma ve görünür kılma iktidarın
bireyleri boyun eğen, itaat eden özneler haline getirmesinin bir
aracıydı. Işığın yardımıyla gerçekleştirilen özneleştirme
disiplin toplumunun kuruluşu açısından önem taşıyordu.
Hapishanelerdeki ve diğer disipliner kurumlardaki panoptikon gözetim
modeli aydınlatmayla doğrudan bağlantılıydı. Modernliğin ışığı
“polis ışığıydı”! Bazı yazarlara göre lamba en iyi
polisti! Paris’te XVIII. yüzyıl sonunda gündüz 1500 üniformalı
polis, gece ise 3500 sokak lambası görev başındaydı! Polis
bütçesinin hatırı sayılır bir bölümünü aydınlatma
giderleri oluşturmaktaydı. Öte yandan halk modernliğin disipliner
aydınlatmasına karşı direniyordu! Schivelbusch’un söylediği
gibi XVII. ve XVIII. yüzyılda geceleri sokak lambalarını kırmak
bir eğlence kaynağıydı! Bunun karşısında iktidarlar sokak
lambası kırmayı hapisle cezalandırılan bir suç haline
getireceklerdi. 1789’da Fransız devrimi sırasında halk baskıcı
düzenin sorumlularını sokak lambalarının direklerine asacaktı.
“Uygarlık
sürecinin” bir diğer boyutu alevin, ateşin inzibat altına
alınmasıydı! Tarih boyunca insanların ortak coşkularına,
taşkınlıklarına, esrimelerine, karnavallarına, ayaklanmalarına
eşlik etmiş olan şenlik ateşleri XVII. ve XVIII. yüzyıllarda
saray aristokrasisinin düzenlediği havai fişek gösterilerine
dönüşecek, ateşin yıkıcı, vahşi gücü düzen ve disiplin
altına alınmaya çalışılacak, ateş pasifleştirilecekti.
Binlerce mum hesaplanmış geometrik şekiller oluşturuyor, saray
seremonisini ve kralın gücünü parıltılı bir biçimde
yansıtıyordu. Öte yandan Schivelbusch’un belirttiği gibi XVII.
ve XVIII. yüz yıllarda aydınlatma henüz büyük merkezi bir güce
erişmemişti, daha çok ışık elde etmek için daha çok sayıda
mum bir araya getiriliyordu ama bu hem yetersiz, hem de çok
masraflıydı, yeni kurulmaya başlanan fabrikaların güçlü suni
ışık kaynağına ihtiyacı vardı. XIX. yüzyılın ilk on
yıllarında Avrupa’da sokakların aydınlatılması merkezi bir
sisteme bağlı gaz lambalarıyla gerçekleşmeye başladı. Işık
endüstriyelleşti, evlerin, merkezi gaz sistemine borularla
bağlanmasıyla birlikte mumla, yağ lambasıyla aydınlanma yöntemi
güç kaybetti, evlerin “ışıksal otonomisi” azaldı. Evdeki
gaz borusundan çıkan ışık sadece daha parlak değildi aynı
zamanda fitilin her an değişen alevine kıyasla üniform, standart
bir ışıktı, her zaman sabit bir parlaklığı sürdürüyor ancak
istenirse vanadan ayarlanabiliyordu.
XIX.
yüzyılda aydınlatma kamu düzeninin, ahlakın, istikrarın kaynağı
olarak görülmekteydi. Öte yandan sokakların aydınlatılmasına
karşı direniş işçi ayaklanmalarında görüldüğü üzere
kolektif bir hal almıştı. Paris’te 1830 ayaklanmasında işçiler
tüm sokak lambalarını kıracak ve barikatlar kuracaktı.
Schivelbusch’un söylediği gibi hava karardıktan sonra güvenlik
güçleri ayaklanmacıların karanlık mahallelerine giremiyordu.
Paris polis şefi yurttaşlardan ayaklanmacılardan uzak durmalarını
ve cam kenarında lamba yakarak sokakları aydınlatmalarını
istemişti. Ancak ışık yakan evlerin camları taş atılarak
kırılıyor, sokak tekrar karanlığına kavuşuyordu. Işık ve
aydınlıkla işbirliği yapan güvenlik ve düzen güçlerine karşı
ayaklanmacılar karanlıkla işbirliğine girmişlerdi! İşçiler
ateşi evcilleştiren ve onu iktidarın hizmetine sokan uygarlık
güçlerine karşı doğanın güçlerini, karanlığı yanlarına
almışlardı! Barikat kurmak için sökülmüş kaldırım
taşlarının altından ortaya çıkan toprağın doğası gecenin
doğasıyla kucaklaşıyordu!
Evlerin
ve sokakların merkezi gaz sistemiyle aydınlatılması ateşi
sunileştirse bile alevi, “doğanın bu son izini” ortadan
kaldırmamıştı! 1870’lerin sonunda elektrik ampulünün keşfiyle
birlikte alev de ortadan kalkacak, 1880’lerde merkezi elektrik güç
istasyonlarının kurulmasını takiben elektrik ışığı
caddeleri, sokakları, evleri aydınlatmada birinci plana geçecekti.
Schivelbusch’a göre elektrik o dönemde insana çok yararlı bir
enerji kaynağı , bir tür “vitamin” olarak görülüyor,
tarımda toprağın verimliliğini arttırmak amacıyla da
kullanılıyordu. Elektrik ışığı oksijeni tüketip baş ağrısı
yapan, mobilyaları karartan gaz ışığına kıyasla kokusuz, temiz
bir aydınlatma aracıydı. Eskiden aile fertlerinin etrafında
toplandığı, ateşin ve ışığın henüz birbirinden ayrılmadığı
mum ya da yağ lambası alevinden farklı olarak elektrik ışığı
soğuk, mesafe yaratan, objektif, standart, endüstriyel olarak
üretilmiş, soyut, cisimsizleşmiş bir ışıktı; evin
sıcaklığını, ateşin etrafında kurulan düşleri ortadan
kaldıran bir ışıktı. Aynı zamanda ticari bir ışıktı bu:
gece geç saatlere kadar aydınlatılan şık mağaza vitrinleri
bazen boş caddelere ölümün soğukluğunu taşıyan ruhsuz bir
aydınlatma sağlıyorlardı. Ticari ışıklandırma sönünce bu
kez devletin gözetimci sokak ışıklandırması başlıyordu.
Modernliğin gölgeye, karanlığa aman vermeyen ışığından kaçış
yoktu!
XIX.
yüzyılın görünürlüğü öne çıkaran egemen söylemi kendi
“aydınlık” dünyasına ancak normları, “normalliği” kabul
edeni alıyordu. Bu heteroseksist söylem eşcinselleri
“görünmezliğe”, karanlığın alanına itip dışlamaktaydı.
Bryan D. Palmer’ın belirttiği gibi bu dönemde karanlık yeraltı
dejenerasyonla, suçlulukla, sapkınlıkla, itaatsizlikle
ilişkilendirilmekteydi. Paris kanalizasyonu suçluluk ve kötülükle
bir arada anılmaktaydı. Karanlığın dünyası emeğin aşırı
sömürülmesiyle de ilişkiliydi. Hizmetçi kadınlar için çalışma
gündüzle sınırlı değildi, gece geç saatlere kadar süren ve
bedeni bitap düşüren ağır bir çalışmaydı bu. Gece sabahlara
kadar çalışan başka bir kesim fırın işçileri idi. Alçak
tavanlı, havasız, kirli mahzenlerde gece boyunca çalışan bu
işçilerin iniltileri sokaklara taşardı. Aydınlığın düzeni
“karanlıkta yaşayanların” ağır koşullar altında
çalıştırılması temelinde yükselmekteydi. Karanlığın,
gecenin dünyasına ait bir başka toplumsal grup fahişelerdi.
Fahişeler aydınlığın dünyasının –erkek-üyelerinin
şiddetine en çok maruz kalan kesimdi, dayak, taciz ve cinayet
fahişelerin bedenini hedef seçmişti. Çürümeyle, dejenerasyonla,
çöküşle ilişkilendirilen fahişeler öte yandan modernliğin
eril bireyleri açısından bir cazibe kaynağıydı. Bu “dişil
karanlık”, “kara cazibe” sanki- modernliğin görünmezliğe,
yeraltına ittiği, dışladığı –tüm yoldaşlarının
intikamını almak istercesine, aydınlığın erkeğini “dipsiz,
tekinsiz bir karanlığa” doğru çekmekteydi!
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Wolfgang
Schivelbusch, Disenchanted Night: The Industrialization of Light in
the Nineteenth Century, The University of California Press, 1995, 227
s.
Bryan
D. Palmer, Cultures of Darkness: Night Travels in the Histories of
Transgression, Monthly Review Press, 2000, 609 s.
der.
Mike Crang, Phil Crang and Jon May, Virtual Geographies: Bodies,
space and relations, Routledge, 1999, 322 s.
Paul
Virilio, Polar Inertia, Sage Publications, 2000, 103 s.
Daniel
Roche, A History of Everyday Things: The birth of consumption in
France, 1600-1800, Cambridge University Press, 2000, 309 s.
Cathryn
Vasseleu, Işığın Dokusu, Çev. Aydın Sarıkaya, Öteki yayınevi,
1999, 205 s.
Martin
Jay, Downcast Eyes : The Denigration of Vision in Twentieth-Century
French Thought, University of California Press, 1993, 632 s.
Gaston
Bachelard, La Flamme d’une Chandelle, Quadrige-PUF, 2003, 112 s.
Marcia
Starck and Gynne Stern, The Dark Goddess: Dancing With the Shadow,
Crossing Press, 1993, 144 s.
Demetra
George, Mysteries of the Dark Moon: The Healing Power of Dark
Goddess, HarperSanFransisco, 1992, 304 s.
No comments:
Post a Comment