MEDYUMLUK,
KADINLAR VE SPİRİTÜALİZM
XVIII. yüzyıl,
Batı Avrupa’da Aydınlanma düşüncesinin dinsel inanca karşı
savaş açtığı, bilimin, rasyonel aklın egemenliğinin kurulmaya
başladığı bir yüzyıldı. Tarih boyunca ruhlar, bazen sesleriyle
bazen de görüntüleriyle insanlığa varlıklarını hissettirmiş,
şamanlar, büyücüler, din adamları ruhların dünyasıyla maddi
dünya arasında aracılık yapmışlardı! “Öte taraftan gelen”
ya da nereden geldiği anlaşılamayan sesler bazen tanrısal bazen
de şeytani olanla ilişkilendirilmişti. XVIII. yüzyıl sonunda ve
XIX. yüzyılın ilk on yıllarında “gaipten gelen sesler”
modernliğin yeni “teknolojileri” sayesinde seküler bir çerçeve
içine sokulacaktı ! Leigh Eric Schmidt’in de belirttiği gibi (
“From Demon Possession to Magic Show: Ventriloquism, Religion, and
the Enlightenment”, Church History, Haziran 1998, Cilt 67, sayı:
2) bu dönemde vantrilokluk dinden koparak “aydınlanmış
eğlenceye” dönüşecekti. Aydınlanma sihre saldırmaktan ziyade
onu dünyevi bir seyirlik haline getiriyordu. Eskiden, trans halinde,
sanki bir nöbete yakalanmış gibi “insana ait olmayan” sesler
çıkaran vantrilok dinsel ve tekinsiz olanla ilişkilendirilirken bu
kez “büyücülüğü deşifre eden büyücü” kimliğiyle ortaya
çıkıyor, bir gösteri sanatçısı olarak eskinin dinsel
illüzyonlarını teşhir ediyordu. Modernliğin işitsel
teknolojilerine hakim olan vantrilok sadece “karnından konuşmakla”
kalmıyor seyircide sesinin farklı uzaklıklardan ve yerlerden
geldiği yanılsamasını da yaratabiliyor, oyuncak bir bebek uzakta
bir yere gizlenmiş bir vantrilok tarafından “konuşturulabiliyordu”!
Böylece eskiden dinsel olanla, ruhlarla ilişkilendirilen seslerin
aslında işitmeyle ilgili yanılsamalar olduğu ortaya konuyor, öte
dünyadan sesler duyduğunu iddia eden din adamları şarlatan
konumuna düşürülüyordu. Öte yandan Terry Castle’ın da dikkat
çektiği gibi (The Female Thermometer’ın içinde) tekinsizlik
Aydınlanmanın bir icadıydı ve yeni teknolojiler sihri ortadan
kaldırmaktan ziyade onu başka bir düzeyde yeniden üretiyordu.
Gösteri uzmanlarının yarattığı hayalet görüntüleri,
hilelerinin daha sonra açıklanmasına karşın, izleyenlerin
zihninde silinmeyecek izler bırakıyor, hayaletlerin gerçek olup
olmadığı konusundaki kuşkular son bulmuyordu. Böylece hayaletler
düşünce dünyasının içine çekilip emiliyor ve buradan modern
düş (reverie) doğuyordu.
Aydınlanmanın
yeni “seküler eğlencelik sihir kültürü” sadece işitsel,
akustik olanla, ses teknolojileriyle değil aynı zamanda görsel
olanla da ilişkiliydi. Modern optiğin gelişmesi göz yanıltma
yoluyla bazı tekinsiz görüntülerin yaratılmasına, görüntü
oyunlarına imkan vermekteydi. Seyirciler “hayal feneri” ( bir
tür slayt projektörü) vasıtasıyla yaratılan hayaletimsi
görüntüleri merak ve şaşkınlık içinde izliyorlardı.
İlüzyonistler genellikle gösteri bittikten sonra yaptıkları
işin hilelerini didaktik bir biçimde açıklıyorlardı. Böylece
Aydınlanma Hristiyanlığın öte dünyaya ait olduğunu iddia
ettiği sesleri ve görüntüleri maddi olarak üreterek dinsel
düşünceye büyük bir darbe indiriyor, halkı doğaüstü şeylere
karşı şüpheci olmaya sevk ediyordu. Artık büyülü olan, din
adamlarının tekelinden çıkmış, rasyonel düşünceyle,
eğlenceyle ve girişimcilikle işbirliğine girmişti. “Büyünün
bilimle buluştuğu” başka bir alan manyetizma (mesmerism) idi.
Alison Winter’ın da söylediği gibi Viyanalı doktor Franz Anton
Mesmer’in geliştirdiği bu teknik sayesinde genellikle erkek olan
manyetizmacı, bir kadını ipnotize ederek uyutuyordu. Bu teknik,
bir dönem tıpta anestezi amacıyla kullanılacaktı. Öte yandan
1830'larda ve 1840'larda manyetizmacılar gösteri düzenleyerek para
kazanıyorlardı. W. D. King’in de işaret ettiği gibi ( “Shadow
of a Mesmeriser”: The Female Body on the “Dark” Stage, Theatre
Journal, 1997, 49. 2 ) manyetizmada erkek manyetizmacının kadını
kontrolü altına alması, bir tabiyet, itaat ilişkisi söz
konusuydu ve kadının boyun eğme açısından uygun bir kişilik
yapısına sahip olduğu düşünülüyordu. XIX. yüzyılın ilk
yarısında manyetizmada olduğu gibi vantriloklukta ve “ticari
büyücülüğün” diğer alanlarında da göstericilerin büyük
çoğunluğu erkekti. Kadının konuşma organlarının vantrilokluk
için yeterli güce sahip olmadığı, kusurlu olduğu söyleniyordu.
1848 yılında New
York eyaletinde Fox kız kardeşler ( Margaret, Leah ve Catherine)
ölmüş kişilerin ruhlarıyla bağlantı kurduklarını, ruhların
onlara vurma sesleriyle cevap verdiğini açıkladılar. Bu olay
ABD’ de spiritüalizmin (tinselcilik) gelişmesinde önemli bir
başlangıç oldu. Fox kız kardeşler ruhlarla kurdukları
bağlantıyı ispat etmek için “performanslar” düzenlediler ve
din adamları tarafından kınandılar. 1850’lerde evlerde
karartılmış odalarda bir masa etrafında oturan insanların bir
medyum aracılığıyla ölmüş insanların ruhlarıyla ilişki
kurdukları seanslar hızla yaygınlaştı. Önceki dönemin ticari,
profesyonel erkek ilüzyonist gösterilerinden farklı olarak
evlerdeki seanslara katılanların ve medyumların büyük çoğunluğu
kadındı ve ortada ticari bir amaç yoktu. Dönem batıda
spiritüalist hareketin –çoğu kadın- taraftarlarının hızla
arttığı bir dönemdi ve medyum kadınlar hareketin başını
çekiyorlardı. Spiritüalistler hristiyanlık ideolojisine, din
adamlarının iktidarına karşı çıkıyorlar, bireylerin özel
hayatından geçen bir tinsellik oluşturmaya çalışıyorlardı.
Spiritüalist harekette etkin olan medyum kadınlar sadece kadın
haklarını (oy hakkı vb.) savunmakla kalmıyor, köleliğin
kaldırılması ve özgür aşk için mücadele ediyor, burjuva aile
modelini eleştiriyorlardı.
Spiritüalizm
kadınları ev içine hapsetmek isteyen Viktoryen ahlaka adeta meydan
okuyor, kadın medyum hatipler kürsülerde kadın topluluklarına
hitap ediyorlardı. Özgür aşk ve kadınlara oy hakkını savunan
feminist-spiritüalist Victoria Woodhull Amerikan kongresinde
konuşan ilk kadın olmuş, 1871 yılında başkanlık seçimi için
adaylığını koymuş, ancak geçmişte fahişelik yaptığı
ortaya çıkınca başarılı olamamıştı. Woodhull Amerikan
Spiritüalistler Derneği’nin başkanı olmasının yanı sıra
Amerika’daki ilk uluslar arası sosyalist kuruluş olan
Uluslararası İşçiler Derneği’nin örgütlenmesinde yer
almıştı. Devletin ve kilisenin geleneksel orta sınıf aile
modelini destekledikleri Amerika’da Spiritüalistlerin özgür aşkı
savunan gazeteleri “muzır yasası”nın hışmına uğrayacaktı.
Molly McGarry’nin de belirttiği gibi ( Spectral Sexualities:
Nineteenth –Century Spiritualism, Moral Panics, and the Making of
U.S. Obscenity Law, Journal of Women’s History, 2000, 12. 2 )
spiritüalistlerin özgür aşk yaklaşımı dönemin erkek egemen
evliliğinin cinsel, ekonomik ve hukuksal eşitsizliklerini
eleştiriyor, erkeğin yasal olarak kadının bedenini, malını ve
doğurganlığını kontrol etme hakkına karşı bireysel,
anti-otoriter bir saldırıyı temsil ediyordu. Bir çok spiritüalist
evliliğe ve aileye karşıydı ve muhtemelen 1870 lerde ve 1880
lerde boşanmaların artmasında bunun da payı vardı.
Kadın medyumlar
ve spiritüalist hareket egemen değerleri savunan ve bundan çıkar
sağlayan kesimleri rahatsız ediyordu. 1850’lerde profesyonel,
ticari gösteriler yapan erkek illüzyonistler medyum kadınların
ruh çağırma seanslarında vantrilokluk yaparak bunu odadakilere
ruhların sesi diye yutturduklarını iddia edeceklerdi. Kadın
medyumların okült faaliyetlerine karşı olan, rasyonel akılla
donanmış erkek ticari “sahne büyücüleri” açıkça kadın
düşmanlığına soyunmuşlardı. Bunlara göre kadınlar-ve
“efemine erkekler”- irrasyonel, sezgileriyle hareket eden, batıl
inançlara sahip varlıklardı. Rasyonel akıldan nasibini almamış
kadınların varacağı yer zaten okült idi ve burada kadın
medyumlar etraflarındaki kadınları kandırmak için sahtekarlığa
yöneliyor, erkek illüzyonistlerin on yıllardır sahnelerde
sergiledikleri hilelere başvuruyorlardı. Öte yandan spiritüalist
ve medyum kadınlara esas saldırı eril tıp biliminden,
psikiyatristlerden gelecekti. Evli çok sayıda kadının
spiritüalist etkinliklere katılması kocaları telaşa düşürmüş
ve bu kocalar psikiyatristlerden karılarının deli olduğu yolunda
raporlar alarak eşlerini akıl hastanelerine yollamaya
başlamışlardı. Ruh çağırma seanslarının yaygınlaştığı
1860’larda psikiyatristler kocaları karılarında ortaya
çıkabilecek “delilik emarelerini” dikkatle gözlemeleri
hususunda uyarıyorlardı. Eril psikiyatri kadın spiritüalizmini
patolojikleştirip akıl hastanesine kapatmaya yönelmiş, tarih
boyunca insana eşlik etmiş tinsel yoğunlaşma anları artık tıbbı
ilgilendiren bir konu haline gelmişti.
Judith R.
Walkowitz’in de dikkat çektiği gibi İngiltere’de 1870'lerde ve
1880'lerde doktorlarla spiritüalistler arasında basın yoluyla tüm
toplumun izlediği bir tartışma başlamış, spiritüalizmin
eğitimli kesimler arasında da taraftar bulmasıyla birlikte
tartışma şiddetlenmişti. Doktorlar spiritüalistleri boş
inançlar peşinde koşup hileye başvuran deli kadınlar ve efemine
erkekler olarak karikatürize ediyorlardı. Spiritüalislere
saldıranlar daha ziyade nörofizyoloji ve psikiyatri alanlarında
çalışan doktorlardı ve bunlar materyalist bilimsel kültürlerinin
saldırı altında olduğunu düşünüyorlardı. Psikiyatristleri
çileden çıkartan bir olgu spiritüalist kadınların alternatif
tıbba yönelmeleri, karartılmış odalarda gerçekleşen
seanslarda ellerini birbirlerinin ellerinin üzerine koyarak sağaltım
sağlamalarıydı. Doktorlar spiritüalizmi beyindeki anormal,
hastalıklı durumlara bağlıyorlardı. Beyin atomlardan yapılmıştı
ve içinde ruhlara yer yoktu. 1870’lerde doktorlar spiritüalist
“hayal salgınına” karşı kampanya başlatmışlardı. Onlara
göre trans hali bir tür histeriydi ve özellikle kadınlar
dengesiz bir yapıya sahip üreme organları nedeniyle bu
rahatsızlığa yakalanmaya müsaitti. Spiritüalizm özellikle zihni
yapısı zayıf histerik kadınlar arasında akıl hastalığına yol
açmaktaydı.
Doktorların
saldırısı karşısında spiritüalist kadınlar “eril tıbbi
kötülük” imgesini öne çıkaracak, doktorların biliminin
onları zalimleştirdiğini, doktorların içlerindeki tinsel,
kadınsı yanı bastırarak aşırı katılaşmış bir erkek kimliği
oluşturduklarını, doktorların, eskinin cadı avlarını andırır
bir şekilde, kadınları av nesnesi olarak görüp av sürecinde
sadist bir zevk duyduklarını ve kadınları akıl hastanesine
kapatmaya çalıştıklarını söyleyeceklerdi. 1880’lerin
sonlarında –kim olduğu hiçbir zaman bilinemeyen-seri katil Karın
deşen Jack Londra’da geceleri fahişeleri öldürmeye başlayıp
ortalığa dehşet saçtığında Londra’daki kadın medyumlar
seanslar düzenleyerek Karın Deşen Jack’ın kurbanı kadınların
ruhlarını çağıracak ve ölü kadınların ruhları kendilerini
öldüren katilin bir doktor olduğunu söyleyecekti ! Kadın
spiritüalistlerin koca-psikiyatrist-akıl hastanesi işbirliğine
karşı yürüttükleri mücadelenin basını ve kamuoyunu uzun
yıllar meşgul eden örnekleri de vardı. İngiltere’de 1870
sonlarında Georgina Weldon spiritüalist faaliyetlere katıldığı
gerekçesiyle kocası tarafından akıl hastanesine kapatılmaya
çalışılacaktı. Kocası bir erkek psikiyatristten karısının
deli olduğuna dair bir rapor almış ve Weldon’un akıl
hastanesine kapatılması için mahkeme emri çıkarılmasını
sağlamıştı. Ancak Weldon güçlü, kendine güveni yüksek bir
kadındı. Hemen mahkeme kararının iptali için dava açtı ve
kocasına ve psikiyatristlere karşı yıllarca sürecek olan bir
kampanya başlattı. Weldon renkli bir kişiliğe sahip etkileyici
bir kadındı ve iyi bir hatipti, basında ve sokaktaki kürsülerde
yaptığı konuşmalarda kendisine karşı tezgahlanan “erkek
komplosunu” teşhir etti. Weldon on yıl süren kampanyası
sırasında “kapatmacı erkeklere” karşı on yedi dava açmıştı
ve bu davalardan espiriyle “çocuklarım” diye bahsediyordu.
Doktorlar, psikiyatristler, kocalar endişe içindeydi; tıp, akıl
hastanesi, aile kurumu tehdit altındaydı!
Evlerde
gerçekleştirilen, medyumların ve katılımcıların büyük ölçüde
kadınlardan oluştuğu ruh çağırma seansları dönemin egemen
değerleriyle çelişiyordu. XIX. yüzyıl kapitalizmi mezarlıkları
şehir dışına taşıyarak ölümü göz önünden uzaklaştırmaya
çalışıyor, eskiden insanlar evlerinde sevdikleriyle çevrilmiş
halde ölürken artık hastanelerin teknolojik ve steril
ortamlarında, yalnızlık hissi içinde ölüyorlardı. Evlerdeki
seanslarda ise kadınlar ölmüş çocuklarının, yakınlarının
ruhlarıyla “bağlantı kuruyorlar” ve bu onlara iyi geliyordu.
Seansta kamusal alanda hüküm süren erkek egemen bilgi ve iktidar
hiyerarşisi alt üst oluyor genellikle genç olan kadın medyum
bilginin ve kavrama gücünün cisimleştiği kişi olarak
beliriyordu. Molly McGarry’nin de belirttiği gibi ölülerin
ruhları sadece sesleriyle değil aynı zamanda görüntüleriyle de
belirebiliyorlardı! Bazen de ruhla irtibata geçmiş trans halindeki
medyumun eli kalemle otomatik olarak ruhun söylediklerini kağıda
yazıyordu ( Otomatik yazıyı savunan Sürrealistler 1920'li
yıllarda seanslar düzenleyeceklerdir). Ruhlar genellikle
karartılmış odanın köşesinde bulunan bir perdenin ya da kabinin
içinde “cisimleşiyorlar”, bazen baştan çıkarıcı bir
şekilde masadaki erkek ya da kadınları buraya çağırıp onları
öpüyorlardı! Seansta Viktoryen ahlak, kadına uygun görülen
cinsel davranış kodları ihlal ediliyordu.
Seanslara her
sınıftan kadın katılıyordu. “Cisimleşen ruhlar” eril
söylemin kadınlar için bir kapatılma mekanı olarak kurduğu evin
duvarlarını delip içeri giriyor, canlıların dünyasıyla
ölülerin dünyası, özel alanla kamusal alan birbirine
karışıyordu! Masanın etrafındaki insanlar ele ele tutuşarak
“enerjinin” hareketini kolaylaştırıyor, masa bazen hareket
edip gürültüler çıkartıyor, bazen de odadaki eşyalar
“havalanıyordu”! Alex Owen’e göre kadının medyumluğu bir
yandan onu –var olan toplumsal cinsiyet rolleriyle uyumlu bir
biçimde- ruhların mesajını ileten pasif bir özne olarak kurarken
aynı zamanda onun bu rolün sınırlarını ihlal etmesini de
beraberinde getiriyordu. Kadın medyum hem seansın “starıydı”
hem de kadın hakları savunucusu olarak kürsüde halka hitap eden
bir hatipti. Spiritüalist harekette her sınıftan çok sayıda
kadın vardı. Kadın-seans-kürsü ilişkisi özellikle Katolik
hükümetleri endişelendirmiş 1850'lerde İtalya’nın bazı
bölgelerinde seanslar yasa dışı ilan edilmişti. Muhafazakarlar
kadınların ve eğitimsiz sınıfların her tarafa çekilebilen bir
yapıya sahip olduklarını ve kadın şarlatan medyumlar tarafından
kandırılarak gerçek dinden uzaklaştırıldıklarını
söylüyorlardı. Kadınların “spiritüalist cadılığa” yatkın
oldukları iddia edilmekteydi. Ann Braude’nin de belirttiği gibi
spiritüalist kadın hareketi erkeklerin egemen olduğu ana akım
büyük dinler karşısında kadınlara alternatif bir tinsellik
sunuyor, onlara siyasi ve sosyal bir ses kazandırıyordu.
Spiritüalizm eril, hiyerarşik olarak örgütlenmiş, kurumsal,
soyut bir dine karşı çıkıyor, bireylerin tinsel hakikatle
doğrudan kendi deneyimleriyle ilişki kurmasını gündeme
getiriyor, kadının evlilik ve annelikle sınırlanmış rolüne
karşı çıkıyordu. Spiritüalistler çıkar bağlarına dayalı
burjuva evliliğini eleştiriyor, kadın-erkek ilişkisinin etik
mihenk taşı olarak kadının duygulanımını, taraflar arasındaki
psişik uyumu, “ruhsal eşleşmeyi” öne çıkarıyorlardı. Öte
yandan spiritüalizm sınıf, yaş, cinsiyet ayrımcılığı
temelinde hiyerarşik olarak kurulmuş ilişkileri bozabilecek bir
tehdit oluşturmaktaydı. Farklı sınıflardan, cinsiyetlerden,
yaşlardan insanlar seans odasında el ele tutuşarak ortak bir ruh
hali içine giriyorlardı. Ünlü iş adamı Theobald ve ailesi
yanlarında çalışan hizmetçi kızın tinsel güçler taşıdığına
inanmışlar ve bu kızın “kontrolü altına girmişlerdi”. Bu
tür örnekler burjuvaziyi ürkütmeye yetiyordu.
Spiritüalizm
reformcu, cumhuriyetçi çevrelerde ilgi görmekteydi. Jann
Matlock’un saptamasına göre ( Ghostly Politics, Diacritics, 2000,
30. 3 ) spiritüalizm Fransa’da solcu çevreler arasında siyasi
bir dava hakine gelmişti. Çok sayıda sol eğilimli kişi ruh
çağırma seanslarına katılıyor, masalardan “sosyalist
mesajlar” geliyordu! 1853-1855 yılları arasında ruh çağırma
seanslarına katılan Victor Hugo’ya “ruhların gönderdiği
mesajlar” evrensel cumhuriyet, ölüm cezasının kaldırılması
ve insan özgürlüğünün onaylanmasıydı! Elbette materyalist
sosyalistler “konuşan masalara” yüz vermiyorlardı! Marx
Manifesto’da mecazi anlamda komünizmin hayaletinden bahsedecek,
Kapital’de ise spiritüalistlerin seans masalarının fevkalade
bir yanı olmadığını, tahtadan dönüştürülerek meta haline
getirilmiş masanın aşkın bir şey haline geldiğini, tepe taklak
durarak tahta beyniyle harikulade grotesk fikirler geliştirdiğini
belirtecekti. Muhtemelen Marx maddi üretimle bağlantılı meta
fetişizmini daha ilginç buluyordu. Spiritüalizm ve medyumluk
dönemin yazarlarının da ilgisini çekiyordu. Helen Sword’un da
dikkat çektiği gibi Yeats medyumlarla irtibat halindeydi. Öte
yandan bazen iddia edildiği gibi spiritüalist hareket orta
sınıflarla sınırlı değildi. Logie Barrow’un da belirttiği
gibi İngiltere’de alt sınıfların kitlesel olarak katıldığı
bir spiritüalist hareket mevcuttu. Sıradan insanlar medyum
olabiliyordu. Yoksul spiritüalist plebler kendi kendilerini
eğitiyorlar, gündelik hayattan kopuk egemen eğitim sistemine,
akademiye tepki duyuyorlardı. Spiritüalistlerin kurduğu alternatif
Lyceum’larda ya da Pazar Okullarında “kendin yaparak öğren”
anlayışı yürürlükteydi. Spiritüalistler modernliğin
okullarının elitist niteliğini eleştiriyorlar, bilginin herkese
açık olması gerektiğini savunuyorlardı. Resmi eğitim
kurumlarından farklı olarak spiritüalist okullarda öğrencilere
karşı şiddet ve sertlik uygulanmadığı gibi öğrenciler dans
etmeye teşvik ediliyordu. Yoksul spiritüalistler kilisenin
otoritesini reddettikleri gibi elitist ve tekelci hale gelmiş tıp
mesleğini de eleştiriyorlar, şifalı bitkilerin de kullanıldığı
heterodoks tedavi yöntemleri uyguluyorlardı.
Spiritüalizm
elbette modern batı toplumlarında ortaya çıkmış bir olgu
değildi. Afrika’da medyumların yüzyıllardır faaliyet
gösterdikleri bilinen bir şeydi. Batı spiritüalizmi daha ziyade
doğu dinleriyle ilgilenecekti. 1875’de kurulan Teozofi Derneğinin
kurucularından Helena Blavatsky Tibetteki Mahatmalardan
etkilenmişti. Joy Dixon’ın da söylediği gibi Teozofi Derneği
erkek aklının, batı biliminin ve maddi ilerlemenin egemen olduğu
Viktoryen kültürün karşısına doğu düşüncesiyle ilişki
içindeki kadın tinselliğini çıkarıyor, İngiliz
politikasındaki, toplumundaki, kilisesindeki erkek egemenliğine
karşı çıkıyordu. Ancak Teozofi Derneği halkı kucaklamaya
yönelik bir dernek değildi, daha çok içine kapalıydı ve Hint
öğretilerini eğitimli kesimlere aktarmaya çalışıyordu. Öte
yandan 1880 ortalarına kadar dernekteki erkeklerin sayısı
kadınlarınkinden fazlaydı. 1880 ortalarında dernek başkanlığına
G.V. Mead’in geçmesinden sonra dernek neredeyse bir “centilmenler
kulübüne” dönüştü. Ancak 1907’de dernek başkanlığına
-vaktiyle kadın işçilerin grevlerini örgütleyen -Annie Besant’ın
geçmesiyle birlikte kadınlar tekrar çoğunluk haline geldi ve
dernek spiritüalist-feminist bir yönelime girdi, kadınlara oy
hakkı ve sosyal reformlar için mücadele verdi, ana akım
Hristiyanlığa karşı çıkarak kadının özel hayatındaki
tinselliği öne çıkardı.
XVIII. yüzyılın
Aydınlanma düşüncesi sadece erkekleri “aydınlatmayı”
hedefliyor kadınları “karanlıkta bırakıyordu”! Ortaçağda
kadın karanlık güçlerle, şeytanla, cadılıkla, tekinsizlikle,
hayaletlerle ilişkilendirilmişti. Aydınlanma da kadını
“görünmez” kalmaya, “hayalet olarak var olmaya” zorlayarak
aynı çizgiyi devam ettirdi. Terry Castle’ a göre ( The
Apparitional Lesbian’ın içinde) modernlik kadın eşcinselliğini,
lezbiyenliği karanlığa gömmüş , böyle bir şey yokmuş gibi
davranmıştı. Böylece aslında çok yaygın olan lezbiyenlik
bastırılmış, görünmez kılınmış, ama bir hayalet olarak
sürekli bastırıldığı yerden çıkarak, “hortlak olarak
ziyarete gelerek” modernliği rahatsız edegelmişti. Öte yandan
kadınlar XIX. yüzyılda eril dünyanın onlara uygun gördüğü
karanlığı, hayaletleri, ruhlar dünyasını sahiplenecek ve bunu
eril düzeni sabote etmek için kullanacaklardı. Kadın medyum
sadece içinde hayaletlerle ilişki kurduğu karartılmış odanın
hakimi değildi, aynı zamanda kendisi gibi tüm baskı
altındakilerin tinselliğinin meydandaki kürsüye çıkmış
temsilcisiydi ve bu kürsüde eril Aydınlanmanın ve modernliğin
“hayalet avcısı” kültürünü yerden yere vuruyordu.
Spiritüalist pratiklerin başlaması “kadın sorununun” gündeme
geldiği bir döneme denk gelmekteydi. Daha sonra “kadının
karanlığı” biyolojiye konu olacak, kadının eril ideoloji
tarafından dipsiz bir karanlık kuyu olarak kurulan rahmi başta
histeri olmak üzere bir çok “kadın hastalığının” nedeni
olarak görülmeye başlanacaktı. Psikanalizin gelişmesiyle
birlikte bu kez “kadınsal karanlık” psikolojik düzeyde ele
alınacak, Freud kadını “kara kıta” olarak tanımlayacaktı.
Tüm yukarıda
anlatılanlara karşın spiritüalizm modernliğin maddeciliğinden
kopuk değildi. Okült fenomenler bilimsel yöntemlerle ispatlanmaya
çalışılıyor, spiritüalist hareketler bilimsel bir epistemoloji
kurmaya yöneliyorlardı. Ruhların cisimleşmesi ampirik temelde
gösteriler gerçekleştirilerek ispatlanmaya çalışılıyordu.
Spiritüalistler ruhların varlığı konusunda “objektif kanıtlar”
sunuyorlar, deneyler gerçekleştiriyorlardı. Ampirizm spiritüalist
hareket içinde güçlü bir eğilimdi. Spiritüalizm büyük dinlere
ve öteki dünyaya olan inancın azaldığı bir dönemde ölülerin
ruhlarının halen yaşamakta olduğunu “ampirik kanıtlarla
insanlara göstererek” onlara bir rahatlama sağlıyor, onlarda bir
anlamda ölümsüzlük hissi yaratarak ölümün şokunu
hafifletiyordu. İnsanlar artık büyük dinlerin soyut kurumsal
hiyerarşisine gerek kalmaksızın doğrudan kendi bireysel gündelik
hayatlarında hem bilimi hem de tinsel olanı içeren bir pratik
içinde rahatlıyorlardı. XIX. yüzyılın ve XX. yüzyıl
başlarının spiritüalist düşüncesi 1960’larda ortaya çıkacak
olan New Age akımının beslendiği önemli kaynaklardan biriydi.
Başlarda muhalif özellikler taşıyan New Age hareketi 1980’lerden
sonra tüketim toplumuna asimile oldu. Tinsel olan evcilleştirildi,
medyatikleştirildi ve post modern keyif kültürünün bir parçası
haline geldi. Medyumlar televizyona, hayaletler ise Disney’s Magic
Kingdom’ a taşındı!
YAŞAR ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Terry Castle, The
Apparitional Lesbian: Female Homosexuality and Modern Culture,
Columbia University Press, 1995, 307 s.
Alex Owen, The
Darkened Room: Women, Power, and Spiritualism in Late Victorian
England, University of Chicago Press, 2004, 261 s.
Joy Dixon, Divine
Feminine: Theosophy and Feminism in England, John Hopkins University
Press, 2001, 293 s.
Ann Braude,
Radical Spirits: Spiritualism and Women’s Rights in Nineteenth-
Century America, Diane Publishing Co. 1998, 268 s.
Terry Castle, The
Female Thermometer: Eighteenth-Century Culture and the Invention of
the Uncanny, Oxford University Press, USA, 1995, 288 s.
Helen Sword,
Ghostwriting Modernism, Cornell University Press, 2002, 212 s.
Logie Barrow,
Independent Spirits: Spiritualism and English Plebians, 1850-1910,
Routledge and Kegan Paul, 1986, 338 s.
Alison Winter,
Mesmerized: Powers of Mind in Victorian Britain, University of
Chicago Press, 1998, 464 s.
No comments:
Post a Comment