Monday, August 19, 2019

MEDYUMLUK, KADINLAR VE SPİRİTÜALİZM







MEDYUMLUK, KADINLAR VE SPİRİTÜALİZM


XVIII. yüzyıl, Batı Avrupa’da Aydınlanma düşüncesinin dinsel inanca karşı savaş açtığı, bilimin, rasyonel aklın egemenliğinin kurulmaya başladığı bir yüzyıldı. Tarih boyunca ruhlar, bazen sesleriyle bazen de görüntüleriyle insanlığa varlıklarını hissettirmiş, şamanlar, büyücüler, din adamları ruhların dünyasıyla maddi dünya arasında aracılık yapmışlardı! “Öte taraftan gelen” ya da nereden geldiği anlaşılamayan sesler bazen tanrısal bazen de şeytani olanla ilişkilendirilmişti. XVIII. yüzyıl sonunda ve XIX. yüzyılın ilk on yıllarında “gaipten gelen sesler” modernliğin yeni “teknolojileri” sayesinde seküler bir çerçeve içine sokulacaktı ! Leigh Eric Schmidt’in de belirttiği gibi ( “From Demon Possession to Magic Show: Ventriloquism, Religion, and the Enlightenment”, Church History, Haziran 1998, Cilt 67, sayı: 2) bu dönemde vantrilokluk dinden koparak “aydınlanmış eğlenceye” dönüşecekti. Aydınlanma sihre saldırmaktan ziyade onu dünyevi bir seyirlik haline getiriyordu. Eskiden, trans halinde, sanki bir nöbete yakalanmış gibi “insana ait olmayan” sesler çıkaran vantrilok dinsel ve tekinsiz olanla ilişkilendirilirken bu kez “büyücülüğü deşifre eden büyücü” kimliğiyle ortaya çıkıyor, bir gösteri sanatçısı olarak eskinin dinsel illüzyonlarını teşhir ediyordu. Modernliğin işitsel teknolojilerine hakim olan vantrilok sadece “karnından konuşmakla” kalmıyor seyircide sesinin farklı uzaklıklardan ve yerlerden geldiği yanılsamasını da yaratabiliyor, oyuncak bir bebek uzakta bir yere gizlenmiş bir vantrilok tarafından “konuşturulabiliyordu”! Böylece eskiden dinsel olanla, ruhlarla ilişkilendirilen seslerin aslında işitmeyle ilgili yanılsamalar olduğu ortaya konuyor, öte dünyadan sesler duyduğunu iddia eden din adamları şarlatan konumuna düşürülüyordu. Öte yandan Terry Castle’ın da dikkat çektiği gibi (The Female Thermometer’ın içinde) tekinsizlik Aydınlanmanın bir icadıydı ve yeni teknolojiler sihri ortadan kaldırmaktan ziyade onu başka bir düzeyde yeniden üretiyordu. Gösteri uzmanlarının yarattığı hayalet görüntüleri, hilelerinin daha sonra açıklanmasına karşın, izleyenlerin zihninde silinmeyecek izler bırakıyor, hayaletlerin gerçek olup olmadığı konusundaki kuşkular son bulmuyordu. Böylece hayaletler düşünce dünyasının içine çekilip emiliyor ve buradan modern düş (reverie) doğuyordu.



Aydınlanmanın yeni “seküler eğlencelik sihir kültürü” sadece işitsel, akustik olanla, ses teknolojileriyle değil aynı zamanda görsel olanla da ilişkiliydi. Modern optiğin gelişmesi göz yanıltma yoluyla bazı tekinsiz görüntülerin yaratılmasına, görüntü oyunlarına imkan vermekteydi. Seyirciler “hayal feneri” ( bir tür slayt projektörü) vasıtasıyla yaratılan hayaletimsi görüntüleri merak ve şaşkınlık içinde izliyorlardı. İlüzyonistler genellikle gösteri bittikten sonra yaptıkları işin hilelerini didaktik bir biçimde açıklıyorlardı. Böylece Aydınlanma Hristiyanlığın öte dünyaya ait olduğunu iddia ettiği sesleri ve görüntüleri maddi olarak üreterek dinsel düşünceye büyük bir darbe indiriyor, halkı doğaüstü şeylere karşı şüpheci olmaya sevk ediyordu. Artık büyülü olan, din adamlarının tekelinden çıkmış, rasyonel düşünceyle, eğlenceyle ve girişimcilikle işbirliğine girmişti. “Büyünün bilimle buluştuğu” başka bir alan manyetizma (mesmerism) idi. Alison Winter’ın da söylediği gibi Viyanalı doktor Franz Anton Mesmer’in geliştirdiği bu teknik sayesinde genellikle erkek olan manyetizmacı, bir kadını ipnotize ederek uyutuyordu. Bu teknik, bir dönem tıpta anestezi amacıyla kullanılacaktı. Öte yandan 1830'larda ve 1840'larda manyetizmacılar gösteri düzenleyerek para kazanıyorlardı. W. D. King’in de işaret ettiği gibi ( “Shadow of a Mesmeriser”: The Female Body on the “Dark” Stage, Theatre Journal, 1997, 49. 2 ) manyetizmada erkek manyetizmacının kadını kontrolü altına alması, bir tabiyet, itaat ilişkisi söz konusuydu ve kadının boyun eğme açısından uygun bir kişilik yapısına sahip olduğu düşünülüyordu. XIX. yüzyılın ilk yarısında manyetizmada olduğu gibi vantriloklukta ve “ticari büyücülüğün” diğer alanlarında da göstericilerin büyük çoğunluğu erkekti. Kadının konuşma organlarının vantrilokluk için yeterli güce sahip olmadığı, kusurlu olduğu söyleniyordu.



1848 yılında New York eyaletinde Fox kız kardeşler ( Margaret, Leah ve Catherine) ölmüş kişilerin ruhlarıyla bağlantı kurduklarını, ruhların onlara vurma sesleriyle cevap verdiğini açıkladılar. Bu olay ABD’ de spiritüalizmin (tinselcilik) gelişmesinde önemli bir başlangıç oldu. Fox kız kardeşler ruhlarla kurdukları bağlantıyı ispat etmek için “performanslar” düzenlediler ve din adamları tarafından kınandılar. 1850’lerde evlerde karartılmış odalarda bir masa etrafında oturan insanların bir medyum aracılığıyla ölmüş insanların ruhlarıyla ilişki kurdukları seanslar hızla yaygınlaştı. Önceki dönemin ticari, profesyonel erkek ilüzyonist gösterilerinden farklı olarak evlerdeki seanslara katılanların ve medyumların büyük çoğunluğu kadındı ve ortada ticari bir amaç yoktu. Dönem batıda spiritüalist hareketin –çoğu kadın- taraftarlarının hızla arttığı bir dönemdi ve medyum kadınlar hareketin başını çekiyorlardı. Spiritüalistler hristiyanlık ideolojisine, din adamlarının iktidarına karşı çıkıyorlar, bireylerin özel hayatından geçen bir tinsellik oluşturmaya çalışıyorlardı. Spiritüalist harekette etkin olan medyum kadınlar sadece kadın haklarını (oy hakkı vb.) savunmakla kalmıyor, köleliğin kaldırılması ve özgür aşk için mücadele ediyor, burjuva aile modelini eleştiriyorlardı.



Spiritüalizm kadınları ev içine hapsetmek isteyen Viktoryen ahlaka adeta meydan okuyor, kadın medyum hatipler kürsülerde kadın topluluklarına hitap ediyorlardı. Özgür aşk ve kadınlara oy hakkını savunan feminist-spiritüalist Victoria Woodhull Amerikan kongresinde konuşan ilk kadın olmuş, 1871 yılında başkanlık seçimi için adaylığını koymuş, ancak geçmişte fahişelik yaptığı ortaya çıkınca başarılı olamamıştı. Woodhull Amerikan Spiritüalistler Derneği’nin başkanı olmasının yanı sıra Amerika’daki ilk uluslar arası sosyalist kuruluş olan Uluslararası İşçiler Derneği’nin örgütlenmesinde yer almıştı. Devletin ve kilisenin geleneksel orta sınıf aile modelini destekledikleri Amerika’da Spiritüalistlerin özgür aşkı savunan gazeteleri “muzır yasası”nın hışmına uğrayacaktı. Molly McGarry’nin de belirttiği gibi ( Spectral Sexualities: Nineteenth –Century Spiritualism, Moral Panics, and the Making of U.S. Obscenity Law, Journal of Women’s History, 2000, 12. 2 ) spiritüalistlerin özgür aşk yaklaşımı dönemin erkek egemen evliliğinin cinsel, ekonomik ve hukuksal eşitsizliklerini eleştiriyor, erkeğin yasal olarak kadının bedenini, malını ve doğurganlığını kontrol etme hakkına karşı bireysel, anti-otoriter bir saldırıyı temsil ediyordu. Bir çok spiritüalist evliliğe ve aileye karşıydı ve muhtemelen 1870 lerde ve 1880 lerde boşanmaların artmasında bunun da payı vardı.



Kadın medyumlar ve spiritüalist hareket egemen değerleri savunan ve bundan çıkar sağlayan kesimleri rahatsız ediyordu. 1850’lerde profesyonel, ticari gösteriler yapan erkek illüzyonistler medyum kadınların ruh çağırma seanslarında vantrilokluk yaparak bunu odadakilere ruhların sesi diye yutturduklarını iddia edeceklerdi. Kadın medyumların okült faaliyetlerine karşı olan, rasyonel akılla donanmış erkek ticari “sahne büyücüleri” açıkça kadın düşmanlığına soyunmuşlardı. Bunlara göre kadınlar-ve “efemine erkekler”- irrasyonel, sezgileriyle hareket eden, batıl inançlara sahip varlıklardı. Rasyonel akıldan nasibini almamış kadınların varacağı yer zaten okült idi ve burada kadın medyumlar etraflarındaki kadınları kandırmak için sahtekarlığa yöneliyor, erkek illüzyonistlerin on yıllardır sahnelerde sergiledikleri hilelere başvuruyorlardı. Öte yandan spiritüalist ve medyum kadınlara esas saldırı eril tıp biliminden, psikiyatristlerden gelecekti. Evli çok sayıda kadının spiritüalist etkinliklere katılması kocaları telaşa düşürmüş ve bu kocalar psikiyatristlerden karılarının deli olduğu yolunda raporlar alarak eşlerini akıl hastanelerine yollamaya başlamışlardı. Ruh çağırma seanslarının yaygınlaştığı 1860’larda psikiyatristler kocaları karılarında ortaya çıkabilecek “delilik emarelerini” dikkatle gözlemeleri hususunda uyarıyorlardı. Eril psikiyatri kadın spiritüalizmini patolojikleştirip akıl hastanesine kapatmaya yönelmiş, tarih boyunca insana eşlik etmiş tinsel yoğunlaşma anları artık tıbbı ilgilendiren bir konu haline gelmişti.



Judith R. Walkowitz’in de dikkat çektiği gibi İngiltere’de 1870'lerde ve 1880'lerde doktorlarla spiritüalistler arasında basın yoluyla tüm toplumun izlediği bir tartışma başlamış, spiritüalizmin eğitimli kesimler arasında da taraftar bulmasıyla birlikte tartışma şiddetlenmişti. Doktorlar spiritüalistleri boş inançlar peşinde koşup hileye başvuran deli kadınlar ve efemine erkekler olarak karikatürize ediyorlardı. Spiritüalislere saldıranlar daha ziyade nörofizyoloji ve psikiyatri alanlarında çalışan doktorlardı ve bunlar materyalist bilimsel kültürlerinin saldırı altında olduğunu düşünüyorlardı. Psikiyatristleri çileden çıkartan bir olgu spiritüalist kadınların alternatif tıbba yönelmeleri, karartılmış odalarda gerçekleşen seanslarda ellerini birbirlerinin ellerinin üzerine koyarak sağaltım sağlamalarıydı. Doktorlar spiritüalizmi beyindeki anormal, hastalıklı durumlara bağlıyorlardı. Beyin atomlardan yapılmıştı ve içinde ruhlara yer yoktu. 1870’lerde doktorlar spiritüalist “hayal salgınına” karşı kampanya başlatmışlardı. Onlara göre trans hali bir tür histeriydi ve özellikle kadınlar dengesiz bir yapıya sahip üreme organları nedeniyle bu rahatsızlığa yakalanmaya müsaitti. Spiritüalizm özellikle zihni yapısı zayıf histerik kadınlar arasında akıl hastalığına yol açmaktaydı.



Doktorların saldırısı karşısında spiritüalist kadınlar “eril tıbbi kötülük” imgesini öne çıkaracak, doktorların biliminin onları zalimleştirdiğini, doktorların içlerindeki tinsel, kadınsı yanı bastırarak aşırı katılaşmış bir erkek kimliği oluşturduklarını, doktorların, eskinin cadı avlarını andırır bir şekilde, kadınları av nesnesi olarak görüp av sürecinde sadist bir zevk duyduklarını ve kadınları akıl hastanesine kapatmaya çalıştıklarını söyleyeceklerdi. 1880’lerin sonlarında –kim olduğu hiçbir zaman bilinemeyen-seri katil Karın deşen Jack Londra’da geceleri fahişeleri öldürmeye başlayıp ortalığa dehşet saçtığında Londra’daki kadın medyumlar seanslar düzenleyerek Karın Deşen Jack’ın kurbanı kadınların ruhlarını çağıracak ve ölü kadınların ruhları kendilerini öldüren katilin bir doktor olduğunu söyleyecekti ! Kadın spiritüalistlerin koca-psikiyatrist-akıl hastanesi işbirliğine karşı yürüttükleri mücadelenin basını ve kamuoyunu uzun yıllar meşgul eden örnekleri de vardı. İngiltere’de 1870 sonlarında Georgina Weldon spiritüalist faaliyetlere katıldığı gerekçesiyle kocası tarafından akıl hastanesine kapatılmaya çalışılacaktı. Kocası bir erkek psikiyatristten karısının deli olduğuna dair bir rapor almış ve Weldon’un akıl hastanesine kapatılması için mahkeme emri çıkarılmasını sağlamıştı. Ancak Weldon güçlü, kendine güveni yüksek bir kadındı. Hemen mahkeme kararının iptali için dava açtı ve kocasına ve psikiyatristlere karşı yıllarca sürecek olan bir kampanya başlattı. Weldon renkli bir kişiliğe sahip etkileyici bir kadındı ve iyi bir hatipti, basında ve sokaktaki kürsülerde yaptığı konuşmalarda kendisine karşı tezgahlanan “erkek komplosunu” teşhir etti. Weldon on yıl süren kampanyası sırasında “kapatmacı erkeklere” karşı on yedi dava açmıştı ve bu davalardan espiriyle “çocuklarım” diye bahsediyordu. Doktorlar, psikiyatristler, kocalar endişe içindeydi; tıp, akıl hastanesi, aile kurumu tehdit altındaydı!




Evlerde gerçekleştirilen, medyumların ve katılımcıların büyük ölçüde kadınlardan oluştuğu ruh çağırma seansları dönemin egemen değerleriyle çelişiyordu. XIX. yüzyıl kapitalizmi mezarlıkları şehir dışına taşıyarak ölümü göz önünden uzaklaştırmaya çalışıyor, eskiden insanlar evlerinde sevdikleriyle çevrilmiş halde ölürken artık hastanelerin teknolojik ve steril ortamlarında, yalnızlık hissi içinde ölüyorlardı. Evlerdeki seanslarda ise kadınlar ölmüş çocuklarının, yakınlarının ruhlarıyla “bağlantı kuruyorlar” ve bu onlara iyi geliyordu. Seansta kamusal alanda hüküm süren erkek egemen bilgi ve iktidar hiyerarşisi alt üst oluyor genellikle genç olan kadın medyum bilginin ve kavrama gücünün cisimleştiği kişi olarak beliriyordu. Molly McGarry’nin de belirttiği gibi ölülerin ruhları sadece sesleriyle değil aynı zamanda görüntüleriyle de belirebiliyorlardı! Bazen de ruhla irtibata geçmiş trans halindeki medyumun eli kalemle otomatik olarak ruhun söylediklerini kağıda yazıyordu ( Otomatik yazıyı savunan Sürrealistler 1920'li yıllarda seanslar düzenleyeceklerdir). Ruhlar genellikle karartılmış odanın köşesinde bulunan bir perdenin ya da kabinin içinde “cisimleşiyorlar”, bazen baştan çıkarıcı bir şekilde masadaki erkek ya da kadınları buraya çağırıp onları öpüyorlardı! Seansta Viktoryen ahlak, kadına uygun görülen cinsel davranış kodları ihlal ediliyordu.



Seanslara her sınıftan kadın katılıyordu. “Cisimleşen ruhlar” eril söylemin kadınlar için bir kapatılma mekanı olarak kurduğu evin duvarlarını delip içeri giriyor, canlıların dünyasıyla ölülerin dünyası, özel alanla kamusal alan birbirine karışıyordu! Masanın etrafındaki insanlar ele ele tutuşarak “enerjinin” hareketini kolaylaştırıyor, masa bazen hareket edip gürültüler çıkartıyor, bazen de odadaki eşyalar “havalanıyordu”! Alex Owen’e göre kadının medyumluğu bir yandan onu –var olan toplumsal cinsiyet rolleriyle uyumlu bir biçimde- ruhların mesajını ileten pasif bir özne olarak kurarken aynı zamanda onun bu rolün sınırlarını ihlal etmesini de beraberinde getiriyordu. Kadın medyum hem seansın “starıydı” hem de kadın hakları savunucusu olarak kürsüde halka hitap eden bir hatipti. Spiritüalist harekette her sınıftan çok sayıda kadın vardı. Kadın-seans-kürsü ilişkisi özellikle Katolik hükümetleri endişelendirmiş 1850'lerde İtalya’nın bazı bölgelerinde seanslar yasa dışı ilan edilmişti. Muhafazakarlar kadınların ve eğitimsiz sınıfların her tarafa çekilebilen bir yapıya sahip olduklarını ve kadın şarlatan medyumlar tarafından kandırılarak gerçek dinden uzaklaştırıldıklarını söylüyorlardı. Kadınların “spiritüalist cadılığa” yatkın oldukları iddia edilmekteydi. Ann Braude’nin de belirttiği gibi spiritüalist kadın hareketi erkeklerin egemen olduğu ana akım büyük dinler karşısında kadınlara alternatif bir tinsellik sunuyor, onlara siyasi ve sosyal bir ses kazandırıyordu. Spiritüalizm eril, hiyerarşik olarak örgütlenmiş, kurumsal, soyut bir dine karşı çıkıyor, bireylerin tinsel hakikatle doğrudan kendi deneyimleriyle ilişki kurmasını gündeme getiriyor, kadının evlilik ve annelikle sınırlanmış rolüne karşı çıkıyordu. Spiritüalistler çıkar bağlarına dayalı burjuva evliliğini eleştiriyor, kadın-erkek ilişkisinin etik mihenk taşı olarak kadının duygulanımını, taraflar arasındaki psişik uyumu, “ruhsal eşleşmeyi” öne çıkarıyorlardı. Öte yandan spiritüalizm sınıf, yaş, cinsiyet ayrımcılığı temelinde hiyerarşik olarak kurulmuş ilişkileri bozabilecek bir tehdit oluşturmaktaydı. Farklı sınıflardan, cinsiyetlerden, yaşlardan insanlar seans odasında el ele tutuşarak ortak bir ruh hali içine giriyorlardı. Ünlü iş adamı Theobald ve ailesi yanlarında çalışan hizmetçi kızın tinsel güçler taşıdığına inanmışlar ve bu kızın “kontrolü altına girmişlerdi”. Bu tür örnekler burjuvaziyi ürkütmeye yetiyordu.




Spiritüalizm reformcu, cumhuriyetçi çevrelerde ilgi görmekteydi. Jann Matlock’un saptamasına göre ( Ghostly Politics, Diacritics, 2000, 30. 3 ) spiritüalizm Fransa’da solcu çevreler arasında siyasi bir dava hakine gelmişti. Çok sayıda sol eğilimli kişi ruh çağırma seanslarına katılıyor, masalardan “sosyalist mesajlar” geliyordu! 1853-1855 yılları arasında ruh çağırma seanslarına katılan Victor Hugo’ya “ruhların gönderdiği mesajlar” evrensel cumhuriyet, ölüm cezasının kaldırılması ve insan özgürlüğünün onaylanmasıydı! Elbette materyalist sosyalistler “konuşan masalara” yüz vermiyorlardı! Marx Manifesto’da mecazi anlamda komünizmin hayaletinden bahsedecek, Kapital’de ise spiritüalistlerin seans masalarının fevkalade bir yanı olmadığını, tahtadan dönüştürülerek meta haline getirilmiş masanın aşkın bir şey haline geldiğini, tepe taklak durarak tahta beyniyle harikulade grotesk fikirler geliştirdiğini belirtecekti. Muhtemelen Marx maddi üretimle bağlantılı meta fetişizmini daha ilginç buluyordu. Spiritüalizm ve medyumluk dönemin yazarlarının da ilgisini çekiyordu. Helen Sword’un da dikkat çektiği gibi Yeats medyumlarla irtibat halindeydi. Öte yandan bazen iddia edildiği gibi spiritüalist hareket orta sınıflarla sınırlı değildi. Logie Barrow’un da belirttiği gibi İngiltere’de alt sınıfların kitlesel olarak katıldığı bir spiritüalist hareket mevcuttu. Sıradan insanlar medyum olabiliyordu. Yoksul spiritüalist plebler kendi kendilerini eğitiyorlar, gündelik hayattan kopuk egemen eğitim sistemine, akademiye tepki duyuyorlardı. Spiritüalistlerin kurduğu alternatif Lyceum’larda ya da Pazar Okullarında “kendin yaparak öğren” anlayışı yürürlükteydi. Spiritüalistler modernliğin okullarının elitist niteliğini eleştiriyorlar, bilginin herkese açık olması gerektiğini savunuyorlardı. Resmi eğitim kurumlarından farklı olarak spiritüalist okullarda öğrencilere karşı şiddet ve sertlik uygulanmadığı gibi öğrenciler dans etmeye teşvik ediliyordu. Yoksul spiritüalistler kilisenin otoritesini reddettikleri gibi elitist ve tekelci hale gelmiş tıp mesleğini de eleştiriyorlar, şifalı bitkilerin de kullanıldığı heterodoks tedavi yöntemleri uyguluyorlardı.



Spiritüalizm elbette modern batı toplumlarında ortaya çıkmış bir olgu değildi. Afrika’da medyumların yüzyıllardır faaliyet gösterdikleri bilinen bir şeydi. Batı spiritüalizmi daha ziyade doğu dinleriyle ilgilenecekti. 1875’de kurulan Teozofi Derneğinin kurucularından Helena Blavatsky Tibetteki Mahatmalardan etkilenmişti. Joy Dixon’ın da söylediği gibi Teozofi Derneği erkek aklının, batı biliminin ve maddi ilerlemenin egemen olduğu Viktoryen kültürün karşısına doğu düşüncesiyle ilişki içindeki kadın tinselliğini çıkarıyor, İngiliz politikasındaki, toplumundaki, kilisesindeki erkek egemenliğine karşı çıkıyordu. Ancak Teozofi Derneği halkı kucaklamaya yönelik bir dernek değildi, daha çok içine kapalıydı ve Hint öğretilerini eğitimli kesimlere aktarmaya çalışıyordu. Öte yandan 1880 ortalarına kadar dernekteki erkeklerin sayısı kadınlarınkinden fazlaydı. 1880 ortalarında dernek başkanlığına G.V. Mead’in geçmesinden sonra dernek neredeyse bir “centilmenler kulübüne” dönüştü. Ancak 1907’de dernek başkanlığına -vaktiyle kadın işçilerin grevlerini örgütleyen -Annie Besant’ın geçmesiyle birlikte kadınlar tekrar çoğunluk haline geldi ve dernek spiritüalist-feminist bir yönelime girdi, kadınlara oy hakkı ve sosyal reformlar için mücadele verdi, ana akım Hristiyanlığa karşı çıkarak kadının özel hayatındaki tinselliği öne çıkardı.



XVIII. yüzyılın Aydınlanma düşüncesi sadece erkekleri “aydınlatmayı” hedefliyor kadınları “karanlıkta bırakıyordu”! Ortaçağda kadın karanlık güçlerle, şeytanla, cadılıkla, tekinsizlikle, hayaletlerle ilişkilendirilmişti. Aydınlanma da kadını “görünmez” kalmaya, “hayalet olarak var olmaya” zorlayarak aynı çizgiyi devam ettirdi. Terry Castle’ a göre ( The Apparitional Lesbian’ın içinde) modernlik kadın eşcinselliğini, lezbiyenliği karanlığa gömmüş , böyle bir şey yokmuş gibi davranmıştı. Böylece aslında çok yaygın olan lezbiyenlik bastırılmış, görünmez kılınmış, ama bir hayalet olarak sürekli bastırıldığı yerden çıkarak, “hortlak olarak ziyarete gelerek” modernliği rahatsız edegelmişti. Öte yandan kadınlar XIX. yüzyılda eril dünyanın onlara uygun gördüğü karanlığı, hayaletleri, ruhlar dünyasını sahiplenecek ve bunu eril düzeni sabote etmek için kullanacaklardı. Kadın medyum sadece içinde hayaletlerle ilişki kurduğu karartılmış odanın hakimi değildi, aynı zamanda kendisi gibi tüm baskı altındakilerin tinselliğinin meydandaki kürsüye çıkmış temsilcisiydi ve bu kürsüde eril Aydınlanmanın ve modernliğin “hayalet avcısı” kültürünü yerden yere vuruyordu. Spiritüalist pratiklerin başlaması “kadın sorununun” gündeme geldiği bir döneme denk gelmekteydi. Daha sonra “kadının karanlığı” biyolojiye konu olacak, kadının eril ideoloji tarafından dipsiz bir karanlık kuyu olarak kurulan rahmi başta histeri olmak üzere bir çok “kadın hastalığının” nedeni olarak görülmeye başlanacaktı. Psikanalizin gelişmesiyle birlikte bu kez “kadınsal karanlık” psikolojik düzeyde ele alınacak, Freud kadını “kara kıta” olarak tanımlayacaktı.



Tüm yukarıda anlatılanlara karşın spiritüalizm modernliğin maddeciliğinden kopuk değildi. Okült fenomenler bilimsel yöntemlerle ispatlanmaya çalışılıyor, spiritüalist hareketler bilimsel bir epistemoloji kurmaya yöneliyorlardı. Ruhların cisimleşmesi ampirik temelde gösteriler gerçekleştirilerek ispatlanmaya çalışılıyordu. Spiritüalistler ruhların varlığı konusunda “objektif kanıtlar” sunuyorlar, deneyler gerçekleştiriyorlardı. Ampirizm spiritüalist hareket içinde güçlü bir eğilimdi. Spiritüalizm büyük dinlere ve öteki dünyaya olan inancın azaldığı bir dönemde ölülerin ruhlarının halen yaşamakta olduğunu “ampirik kanıtlarla insanlara göstererek” onlara bir rahatlama sağlıyor, onlarda bir anlamda ölümsüzlük hissi yaratarak ölümün şokunu hafifletiyordu. İnsanlar artık büyük dinlerin soyut kurumsal hiyerarşisine gerek kalmaksızın doğrudan kendi bireysel gündelik hayatlarında hem bilimi hem de tinsel olanı içeren bir pratik içinde rahatlıyorlardı. XIX. yüzyılın ve XX. yüzyıl başlarının spiritüalist düşüncesi 1960’larda ortaya çıkacak olan New Age akımının beslendiği önemli kaynaklardan biriydi. Başlarda muhalif özellikler taşıyan New Age hareketi 1980’lerden sonra tüketim toplumuna asimile oldu. Tinsel olan evcilleştirildi, medyatikleştirildi ve post modern keyif kültürünün bir parçası haline geldi. Medyumlar televizyona, hayaletler ise Disney’s Magic Kingdom’ a taşındı!


YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:


Terry Castle, The Apparitional Lesbian: Female Homosexuality and Modern Culture, Columbia University Press, 1995, 307 s.

Alex Owen, The Darkened Room: Women, Power, and Spiritualism in Late Victorian England, University of Chicago Press, 2004, 261 s.

Joy Dixon, Divine Feminine: Theosophy and Feminism in England, John Hopkins University Press, 2001, 293 s.

Ann Braude, Radical Spirits: Spiritualism and Women’s Rights in Nineteenth- Century America, Diane Publishing Co. 1998, 268 s.

Terry Castle, The Female Thermometer: Eighteenth-Century Culture and the Invention of the Uncanny, Oxford University Press, USA, 1995, 288 s.

Helen Sword, Ghostwriting Modernism, Cornell University Press, 2002, 212 s.

Judith R. Walkowitz, City of Dreadful Delight: Narrative of Sexual Danger in Late-Victorian London, The University of Chicago Press, 1992, 353 s.


Logie Barrow, Independent Spirits: Spiritualism and English Plebians, 1850-1910, Routledge and Kegan Paul, 1986, 338 s.

Alison Winter, Mesmerized: Powers of Mind in Victorian Britain, University of Chicago Press, 1998, 464 s.



















No comments: