SAKATLIK
Günümüzün
“normal” insanları açısından başkaları için zihinsel
engelli/özürlü, görme engelli/özürlü, işitme engelli/özürlü
gibi sıfatları kullanmak çok doğal görünür. Oysa ilksel
topluluklardaki insanların görme ve işitme güçleriyle
kıyaslandığında bugünün toplumunu oluşturan bireylerin büyük
çoğunluğunun sakat olduğu düşünülebilir. Günümüz
toplumundan farklı olarak tarih boyunca çok sayıda toplulukta
sakatlık özel bir kategoriye sokulmuyor, sakatlık sınıflandırıcı,
dışlayıcı, lekeleyici politikaların “nesnesini”
oluşturmuyordu. Sakatlık gündelik yaşamın doğal bir parçasıydı
Ortaçağda
Hıristiyanlık boyunca sakat kişilere karşı farklı tavırlar söz
konusuydu. Bir yandan sakatlık kötülükle, şeytanla, büyücülükle,
tanrının lanetiyle ilişkilendiriliyor, sakatlar için dinsel
şeytan kovma ayinleri düzenleniyordu. Bazen de sakatlar insanlık
için acı çeken İsa figürüyle ilişkilendiriliyor, merhamet ve
yardım görüyorlardı. Feodal toplumda sakatlar aileleriyle
birlikte yaşıyor, imkanları nispetinde çalışarak aile
ekonomisine katkıda bulunuyorlardı. Gündelik hayat içinde
sakatların sistematik bir sosyal ayrımcılığa maruz kalmasından
söz etmek güçtü.
Ortaçağın
sonlarından, Rönesanstan başlayarak insanın mükemmelliğine
yönelik arayış sakatlara yönelik bir tavır değişikliğini
beraberinde getirdi. Estetiğin ve güzelliğin yeni normları
insandaki “kusura” karşı hoşgörülü değildi. Öte yandan
XVII. yüzyıldan itibaren insan bedenini bir makine olarak ele alan
mekanik düşünce ondaki “aksayan” yanları tamir edilebilecek
parçalar olarak görme eğilimindeydi. XVIII. yüzyılın Aydınlanma
düşüncesi de aklın denetimi altında arızalanmadan işleyen bir
beden fikrini geliştirecek ve bedenin sakatlıkları artık dinsel
bir çerçeve altında değil seküler, tıbbi bir çerçeve içinde
değerlendirilmeye başlanacaktı.
Makine
gibi çalışan bir beden anlayışı gelişmekte olan kapitalizmle
de ilişkiliydi. Fabrikalarda iş ritminin hızlanmasıyla birlikte
bedenin mekanik hareketlerinin hızlılığı önem kazanmıştı.
Öte yandan XIX. yüzyılın ağır sanayileri güçlü bedenlere
ihtiyaç duymaktaydı. Bedenin değerinin üretkenliğe, çalışma
gücüne bağlı olarak kurulması üretimin katı gerekliliklerine
uymayan bedenlerin dışlanmasını, fabrikaların kapılarının
“üretme engellilere” kapanmasını beraberinde getirdi. Aynı
süreçte kapitalizm üretimi gitgide daha fazla hızlandırmaya
çalıştığı için “ iş kazaları” nedeniyle çok sayıda
işçi sakat durumuna düşüyor ve tazminatsız işten atılıyordu.
Ulusal burjuvazilerin devletleri arasındaki çıkar çatışmasından
kaynaklanan savaşlarda ya da halk ayaklanmalarının bastırılması
sırasında on binlerce insan sakat hale geliyordu.
XIX.
yüzyıl modernliğin kendi normalliğini, normlarını,
standartlarını kurduğu ve bu normların dışında kalanları
dışlayıp anormal olarak tanımladığı alana sürerek disiplin
altına almaya çalıştığı bir yüzyıldı. Böylece beyaz,
erkek, genç, heteroseksüel, sağlam beden norm olarak kabul
edilirken kadınların, eşcinsellerin, yaşlıların, sakatların,
delilerin, hastaların bedenleri ikinci sınıf muameleye maruz
bırakılıyordu. XIX. yüzyılın tıbbı normalliği
biyo-fizyolojik bir temelde tanımlıyor, sakatlığı bir patoloji
olarak sınıflandırıyordu. Bu durumda normal olarak tanımlanan
bedene kıyasla her farklılık denetimi, gözetimi ve disiplin
altına almayı gerektiren bir sapma olarak değerlendirilmekteydi.
Stiker’ın da belirttiği gibi aynılığa vurgu yapan batı
söyleminde sakatlık aynılığın zorunlu bir parçasından yoksun
olma olarak algılanıyordu. Toplum bu eksikliği bir protezle ya da
tedaviyle gidermeye çalışacaktı. Böylece farklılık kodu
altında sınıflandırılan sakatlar kadınlar ve eşcinseller gibi
kamusal alanın dışına sürülecekler , görünmez, suskun, gözden
uzak yaşar hale getirilmeye çalışılacaklardı. Modernliğin
sakatlık söyleminin kurulmasıyla birlikte sakatlar “ortadan
kaybolacak”, hapishanelere, akıl hastanelerine, yoksul yurtlarına,
kolonilere sürüleceklerdi. Sakatlığın sosyal bir problem olarak
tanımlanmasıyla sakatların-eskiden doğal bir parçası oldukları
–sosyal hayattan koparılarak devletin disipliner kurumlarına
sürülmeleri aynı dönemde gerçekleşecekti. Bu kurumlar pratikte
sakatları iyileştirmeye değil , onları denetim altında tutmaya,
onların fiziki ve sosyal ölümünü hızlandırmaya hizmet
ediyorlardı.
Kapitalist
modernlik kendine hakim, kendi sınırlarını kontrol edebilen,
çalışmaya , itaate ve disipline yatkın, eğilip bükülebilir ,
“kendi uzuvlarına söz geçirebilen”, “aklın önderliği
altında örgütlenmiş” bir beden anlayışını öne
çıkarıyordu. İdeal , mükemmel bir bedeni estetize eden bu
yaklaşım normdan sapanlara karşı hiyerarşik farkların
yaratılmasına , dışlayıcı uygulamalara zemin hazırlıyordu.
Normalliğin, normun, aynılığın egemen olduğu modern toplumda
bazı sakatlar sirklerde, fuarlarda “hilkat garibeleri” olarak
halkın karşısına çıkarılıyorlardı. Modernliğin farklı
olanı dışlayıcı kültürü bir çok “negatif” toplumsal
olguyu sakatlığa ilişkin terimlerle ifade ediyordu(ekonominin,
trafiğin felç olması, sakat işler vb). Öte yandan sakatlık
dejenerasyonla, düşüşle, kusurla ilişkilendiriliyor , zaman
zaman yoksulları, kadınları, eşcinselleri , yahudileri,
ihtilalcileri aşağılayıcı metaforlar biçiminde
kullanılıyordu. Mitchell ve Synder’ in söyledikleri gibi batıda
edebi anlatılarda sakatlık doğal düzen içinde bir kusur olarak,
tamir edilmesi gereken bir bozukluk olarak ele alınıyordu.
Davis’de genelde kültürün ve sanatın “normal beden”
kavramını fazla sorgulamadan veri aldıklarını belirtecekti.
Modernliğin
“normal beden” yaklaşımı onun tam/ eksik şeklinde kurduğu
ikili karşıtlığa dayanmaktaydı. Delilerin eksikliği
zihinlerinde, fiziksel olarak sakatların eksikliği bedenlerindeydi.
Kadınlara gelince onların da “penisleri eksikti”(Freud’un
kulağı çınlasın). Modern beden eril, otoriter, tam, üniter bir
beden olarak tasarlanmaktaydı. Normal modern beden sadece
patriyarkaya ve heteroseksizme değil aynı zamanda ırkçılığa
da temel teşkil etmekteydi. XIX. yüzyılın ikinci yarısından
sonra güçlenen sosyal Darwinizm güçsüz, zayıf, sakat
varlıkların doğada yaşamlarını sürdüremeyip elenmesi gibi
toplumsal hayatta da ancak güçlü olanın, sakat olmayanın var
kalmasının doğal olduğunu ileri sürüyordu. Öjenizm de
insanlığın selameti açısından soyun saflığını gözeten
devlet politikalarıyla toplumda seçkin bir kesimin oluşturulması
gerektiğine inanıyordu. Modernlik XX. yüzyılın ortalarına kadar
sürecek olan sakatlara yönelik zorunlu kısırlaştırma
uygulamalarına girişecekti. Fiziksel ve zihinsel engellilik ve suça
eğilimli olma arasında genetik bir ilişki olduğu
varsayılmaktaydı.
Modernlik
için sakat beden bir utanç, suç, ihlal, düşkünlük ve sapkınlık
kaynağıydı. Modernliğin gönlünde yatıp da bir türlü “tam
olarak” gerçekleştiremediği “toplumu sakatlardan arındırma”
projesini hayata geçirme görevi Nazi yönetimine düştü. Nazi
döneminde sakatlara yönelik zorunlu kısırlaştırmanın
yaygınlık ve keyfilik kazanmasının yanı sıra sakat doğan çok
sayıda bebek ve çocuk öldürüldü. Bunu takiben on binlerce
yetişkin sakat Nazilerce öldürüldü. Naziler sakatların hem
alman ırkının saflığını bozduğunu hem de devlete ekonomik
olarak yük olduklarını söylüyorlardı. Öte yandan Naziler çok
sayıda sosyalisti, muhalifi, eşcinseli zihinsel sakatlıkla
damgalayarak onları akıl hastanelerine kapattılar ya da
öldürdüler. Nazilerin sakatlara yönelik zorunlu kısırlaştırma
uygulamaları Nüremberg mahkemelerinde yargılanmadı çünkü o
dönemde ABD, Kanada, İsviçre, Danimarka, İsveç ve başka batı
ülkelerinde sakatlara karşı zorunlu kısırlaştırma
uygulamaları yürürlükteydi ve bu uygulamalar 1950 lere kadar
devam edecekti. Reel sosyalist rejimler de rejim muhaliflerini
zihinsel açıdan sakat oldukları bahanesiyle akıl hastanelerine
kapatacaklardı.
Modernlik
boyunca sakatlar eğitim, iş, sosyal güvence ve gelir düzeyi
açısından en alt seviyede kaldılar. Modernliğin “büyük sol
siyaseti” nasıl kadınlarla, eşcinsellerle ilgilenmediyse
sakatlarla da ilgilenmedi, modernliğin egemen yorumuna paralel bir
biçimde sakatlığı kişisel bir sorun, bir talihsizlik olarak
gördü; sakatlığın tarihsel bir bağlam içinde oluşmuş bir
iktidar söylemi, bir toplumsal kurgu olduğunu anlamadı. İkinci
Dünya Savaşını takip eden sosyal refah devleti döneminde
sakatlara yönelik bazı kurumlar kurulup sosyal yardımlar
arttırıldıysa da sakatların koşullarında kayda değer bir
iyileşme gerçekleşmedi. Sakatların kendilerini politik guruplar
halinde örgütlemeleri ise 1960’larda gerçekleşti.Vietnam
gazilerinin muhalefeti savaş karşıtı direnişin önemli bir
parçasını oluşturdu. Sakatlar hareketi yeni sosyal hareketlerin
içinde yerini aldı; resmi binalara, okullara tekerlekli sandalyeyle
girebilmenin olanaklarının yaratılması, ulaşımda sakatlara
yönelik kolaylıklar sağlanması, sakatlara yönelik tacizlere
karşı önlemler alınıp bu konudaki cezaların arttırılması
vb bir çok hak sakatların mücadeleleri sonucu kazanıldı.
Postmodern
kapitalizm sakatların farklılığını kabul etmiş , yumuşak,
yardımsever, hoşgörülü bir söylemi benimsiyor görünse de
gerçek durum farklıydı. Sakatlık yeni kapitalizmde çok büyük
bir ekonomik sektör ve pazar anlamına geliyordu. Bu nedenle
sakatlara yönelik ilgi ve bakım post modern toplumda tamamen
ticarileşti, profesyonelleşti, teknik bir ilginin konusu haline
geldi. Neo liberal yönetimlerin eskinin refah devletinin sakatlara
yönelik sosyal kurumlarını peşi sıra kapatmasının ardından
devletin sakatlara yaptığı sosyal yardımlar azaltıldı,
sakatlara yönelik hizmetler özelleştirildi. Sakatlık sektörü
esas olarak maddi imkanı olan orta sınıflara hizmet veriyor,
sakat yoksullar, göçmenler, işsizler(özellikle kadın ve
yaşlıysalar) bu hizmetlere erişemiyordu. Neo liberalizmin
yarattığı işsizlik ortamında Blair gibi üçüncü yol
politikacıları sakatlara iş aramaları gerektiğini
söylüyorlardı.
Postmodernlik
modernliğin sakatlara yönelik olarak oluşturduğu normal/ anormal
karşıtlığını-orta sınıflara yönelik olarak- yumuşattıysa
da ortadan kaldırmadı. Göçmen, yoksul ve işsiz sakatlar İhtiyaç
duydukları hizmetlere ulaşamadılar. Öte yandan kadınların,
eşcinsellerin ve sakatların verdikleri mücadeleler modernliğin
güçlü, “engelsiz” eril beden imajını bir ölçüde sarstıysa
da ticari kitle kültürü kusursuz beden imgelerini pompalamaya
devam etti. Sakatlık endüstrisi piyasayı çeşitlendirip
derinleştirmek amacıyla sürekli olarak sakatlıkla ilgili yeni
uzmanlık alanları yaratmaktaydı. Postmodernliğin modernlikten
farkı ikincisinin sakatlığı disipliner bir kategori olarak
kurarken birincisinin ticari bir kategori olarak kurmasıydı.
Sakatlara yönelik endüstriler uzmanları ve profesyonelleri
vasıtasıyla sakatların ihtiyaçlarını biçimlendiriyor, yeni
ürünleri için yeni ihtiyaçlar yaratıyordu. Post modern toplumda
sakatların yaşamı bu piyasanın profesyonelleri tarafından
sömürgeleştirildi. Sakatın farkı bir kar kaynağı haline
getirilerek yeniden üretilmeye başlandı.
Tüm
bunlara karşın postmodern kapitalizmin modernliğe ilişkin
gençlik, zindelik gibi bedenin mükemmelliğine ilişkin normları
koruduğunu belirtmek gerekiyor. Susan Wendells’in de dikkat
çektiği gibi( The Disability Studies Reader’ ın içinde) sakat
bir bedenin içinden günümüzün kültürüne kulak
kabarttığımızda sanki ahlaki erdemlermişçesine sağlıktan ve
aktif fiziksel güçten çok sık bahsedildiğini işitiriz.
Sakatlara ilişkin pozitif ayrımcılığa , sakatlık
çalışmalarındaki (disability studies) artışa karşın sakatlara
karşı gündelik hayattaki ayrımcılık sürüyor. Belki de bu
nedenle Davis‘in söylediği gibi sakatlıkla ilgili çalışmaların
politik bir boyut taşıdığını kavramak gerekiyor. Sakatlık
sabit sınırlara sahip bir konum değil, ancak akışkanlığa
ilişkin olarak anlaşılabilecek bir oluş halidir. Sakatlık
görelidir, daha ziyade bir farklılıkla ilişkilidir. Ancak kendi
“normalliklerini” sorgulayan kişiler “sakat olmayan
çoğunluğun” bir parçası olmanın utancını duyumsayabilir,
normalliğin sakatları terörize edici, şiddet içeren, otoriter
boyutunu hissedebilir.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Henri-Jacques
Stiker, A History of Disability, University of Michigan Press, 2000,
239 s.
Lennard
J.Davis, Enforcing Normalcy: Disability, Deafness and the Body, Verso
Books, 1995, 224 s.
David
T. Mitchell and Sharon L. Synder, Narrative Prosthesis: Disability
and the Dependencies of Discourse, University of Michigan Press,
2001, 264 s.
(Der)
Lennard J. Davis, The Disability Studies Reader, Routledge, 1997, 464
s.
ÇIPLAKLIK
Çok
eski çağlardan beri, gündelik hayatta olsun sanatsal yapıtlarda
olsun erkek çıplaklığı sıkça rastlanan bir olgudur. Bazı
ilksel topluluklarda erkek çocukların cinsel organlarını teşhir
etmeleri teşvik edilirdi. Günümüz antropologları çıplaklığa
alışmış yerli kabile üyelerinin ilk kez giyindirildiklerinde
utandıklarını belirtiyorlar. Susan L. Stanton’ın da belirttiği
gibi, Eski Yunan’da erkek çıplaklığı gündelik hayata yabancı
olmayıp çıplak erkek heykelleri, erkekliğin yüceltilmesinin bir
göstergesiydi. Hristiyanlığın ve Yahudiliğin ise çıplaklığa
iyi gözle bakmadığını söyleyebiliriz. Hristiyanlık, şehvet
duygusu uyandırdığı ve erkekleri doğru yoldan çıkarabileceği
gerekçesiyle kadının çıplaklığına karşıydı. Ancak dinsel
bir çerçeve içinde gerçekleştiğinde (sözgelimi, İsa’nın
çıplaklığı) erkek çıplaklığı kabul görebiliyordu.
Ortaçağ
döneminde Batı Avrupa’da erkek çıplaklığı gündelik hayat
içinde katı normlara tabi değildi. Köylü kültüründe düşmana,
hasıma çıplak kıç göstermek yaygın bir adetti. Bazı
bölgelerde XIX. yüzyıla kadar süren “teşhirci edimler” kur
yapma ritüellerinin, geleneklerin bir parçasıydı. Erkek,
hoşlandığı kızın onayını aldıktan sonra, erkekliğini
ispatlamak için cinsel organını pantolonundan dışarı çıkarıp
kızın elbisesinin üstüne işiyordu. XIX. yüzyılda köylüler ve
işçiler arasında genç bir erkeğin yanındaki genç kadınlara
şakacı bir şekilde çıplak bedenini –kısmen ya da tamamen–
göstermesi az rastlanan bir durum değildi. Batı Avrupa’da
“giyimine dikkat eden” bir erkek kesimi yüzyıllar boyunca
cinsel organlarını belirginleştiren elbiseler giymişti. XVI. ve
XVIII. yüzyıllar arasında, erkekler evliliklerinin bitmesiyle
sonuçlanabilecek iktidarsızlık şikâyetleri ya da söylentileri
karşısında, erkekliklerini ispat etmek için rahiplerden,
doktorlardan ve hukuk uzmanlarından oluşan bir topluluk önünde
ereksiyon olmak hatta boşalmak zorundaydı. Bazen de erkekliklerini
ispat etmek için bu topluluk önünde bir fahişeyle yatmaları
gerekirdi. Elbette, ortaçağda olsun erken modernlikte olsun, erkek
çıplaklığı “normal” bir durum değildi. Hans Peter Duerr’in
de değindiği gibi, erkeklerin göllere ve nehirlere çıplak
girmesi sorun olabiliyordu. Bir utanç duygusu vardı. Angus
McLaren’ın dikkat çektiği gibi, bir erkeğin pantolonu inikken
yakalanması utanç verici bir durumdu. Öte yandan, bir erkeğe
giysilerini zorla çıkarttırmak bir aşağılama yöntemiydi.
Ortaçağda, zina yapanlar bazı durumlarda halk önünde çıplak
teşhir edilirdi. Soyunmak bazen de protesto amacıyla
gerçekleştiriliyor, bazı din adamları bu amaçla şehrin içinde
çıplak olarak yürüyorlardı.
“Uygarlaşma
sürecinin” ivme kazanmasıyla birlikte, XVII. yüzyıldan sonra
erkek bedeni üzerindeki denetim artmaya başladı. Norbert Elias’a
göre erkek bedeninin her türlü teşhiri toplumsal elit tarafından
uygunsuz bir davranış olarak görülmekteydi. Üst sınıflar
içinde, kişinin kendi bedenine dokunması, kaşınması adaba uygun
bulunmuyordu. XVIII. yüzyılın Aydınlanma düşüncesi de erkeğin
cinsel organlarını teşhir etmesine, bunun cinsel bir zevk
sağlayabileceği ve kendi başına bir amaç oluşturabileceği
nedeniyle karşı çıkıyordu. XVIII. yüzyıl, modernliğin erkek
çıplaklığını olumsuzlama eğiliminin ve bu yöndeki baskıların
yol açtığı bir “reaksiyonun,” yani teşhirciliğin
(exhibitionism) örneklerinin artmaya başladığı bir yüzyıldı.
Jean Jacques Rousseau gençken, kendini çıplak olarak kadınlara
teşhir ettiği için yakalanacak, ancak daha sonra serbest
bırakılacaktı.
Ortaçağda
erkek çıplaklığı erkek egemen bir kültürün içinde ifade
buluyordu. Öte yandan bedenle ilgili açık saçık şakalar,
davranışlar, bugünün terminolojisiyle “utanmazca tavırlar”
halk arasında yaygındı. XVII. yüzyıldan sonraki dönemde de
halk, üst sınıflardan farklı olarak, kaşınmaktan, burnunu
karıştırmaktan, yellenmekten vb kaçınmıyor, bedeniyle “doğal”
ilişkisini sürdürüyordu. Erkeğin bedeninin kısmi ya da tam
çıplaklığı –eril– geleneklerle ve âdetlerle ilişkiliydi.
Bu çerçevede düşünüldüğünde ortaçağda, kavramın modern
anlamında teşhircilik azdı. Ortaçağdaki “bedenin doğal
sunumundan” farklı olarak, modern teşhircilik bedenin artık
“doğal olarak sunulamamasıyla,” bu konudaki baskı ve
yasaklarla ilişkiliydi ve bu bağlamda “yapay” bir edimdi.
Ortaçağın gündelik ilişkiler içinde bedenini rahatlıkla şu
veya bu ölçüde yarı çıplak ya da çıplak olarak sunan
erkeğinden farklı olarak, modernliğin erkeği, ancak tıp ve hukuk
söyleminin “sapkın” olarak tanımladığı, suç ve ceza konusu
haline getirdiği marjinal bir edimle kendi çıplaklığını ortaya
koyabiliyordu. Erkek çıplaklığının göz önünden
uzaklaştırılması süreci XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren
hızlanacak, yüzyıllar boyunca sanatta güzellik ikonu olagelmiş
çıplak erkek bedeni XIX. yüzyılın Batı sanatı içinde ortadan
kaybolacaktı. Abigail Solomon-Godeau’nun da gözlemlediği gibi,
1789-1830 arası dönemde çıplak erkek figürü resimde gitgide
daha az rastlanır hale gelerek yerini çıplak kadın figürüne
terk edecekti. Güzel erkek bedenlerinin, bunlara bakan erkeklerde
saf anlamda bir estetik ilginin dışında şehvet hisleri de
uyandırmasından korkulmaya başlamıştı. Erkekliğin sınırlarını
daha kalın ve net çizgilerle belirlemeye ve homoerotizmi disiplin
altına almaya yönelik bir burjuva toplumsal cinsiyet (gender)
ideolojisi güçlenmekteydi. XIX. yüzyılın ilk onyıllarında
resimlerdeki erkek bedenleri şehvani, parlak, baştan çıkarıcı
görünüşlerini yitirecek, soyut, geometrik bir tasarımın ürünü
gibi görünen erkek bedenleri öne çıkacaktı. Öte yandan
erkeklik ve kadınlık arasında kurulan karşıtlığın
güçlendirilmesine paralel olarak, eskinin akışkan, çok biçimli,
cinsel olarak müphem bedenleri gözden düşecekti. Bundan böyle
bedeni gösterme, teşhir etme ve sergileme, kadına özgü
nitelikler olarak görülecekti.
Tarih
boyunca çıplak erkek ve kadın resimleri çoğunlukla erkek
sanatçılar tarafından yapılmıştı. Çıplak erkek resimleri
bazen din, bazen güç ve kahramanlık temalarıyla ilişkili olarak,
bazen de erotik bir bağlamda sunulmaktaydı. Susan Bordo’nun da
vurguladığı gibi, XIX. yüzyılın dinsel referanslardan
uzaklaşmak isteyen homofobik modernliği, bedenin erotik sunumlarına
da tahammül edemez hale gelmişti. Modernlik, kamusal alanı
erkeklere tahsis ederek bir erkek sosyalliği kurmuştu ama bu
sosyallik modernliği tedirgin ediyordu! Modernliğin gelişmesi bir
yanıyla, gitgide erkeğin iktidarının bir parçası haline gelen
nesneleştirici bakışın gelişmesiydi. Öte yandan Eve Kosofsky
Sedgwick’in söylediği gibi, erkekler arasındaki sosyalliğin
(homosociality) muhafaza edilebilmesi için erkeklerin gözlerini,
bakışlarını birbirlerinin bedenlerinden kaçırmaları ve
kadınlar üzerinde odaklamaları gerekiyordu. Erkek bakışı diğer
erkeklere yöneldiğinde erkekler arası sosyalliğin homoerotizme
dönüşme ihtimali ortaya çıkıyordu. Bedeni başka bir erkeğin
bakışına maruz kalan bir erkek, bu nesneleştirici bakış altında
sanki kendisi kadınmış gibi bir korkuya kapılıyordu. Çıplak
erkek bedeni, kadınsı ya da eşcinsel olmayı sert bir biçimde
dışlayan yeni eril toplumsal cinsiyet normları açısından bir
tehlike olarak algılanmaya başlamıştı.
XIX.
yüzyıl, erkek bedeninin gitgide daha fazla giydirilip cinselliğinin
gizlenmesine, kadın bedeninin ise bakılan bir cinsel nesne olarak
kurulmasına tanık oldu. Angus McLaren’ın dile getirdiği gibi,
burjuvazi örtünmeyen erkekleri ruh hastası ya da kriminal kişiler
olarak görmeye başlamıştı. Orta sınıflar açısından, erkek
bedeninin umumi yerlerde şu ya da bu ölçüde gösterilmesi bir
utanç kaynağı haline gelmişti. Orta sınıf evlerinin yatak
odalarında bile –yarı– çıplak dolaşmak uygunsuz hale gelmiş,
pijama ve gecelik giymek alışkanlık olmuştu. XIX. yüzyılın
kadın modası, korse ve kabarık eteklerle kadının göğüslerini
ve arka tarafını belirgin kılarken erkek modası, bol pantolonlar
vb yoluyla erkeğin bacaklarını ve cinsel çağrışım yapabilecek
bölgelerini gizleme eğilimindeydi. Kültürün ve aklın temsilcisi
olan erkeğin, bedenini sergilemeye ihtiyacı yoktu, bedenini
sergilemek “doğayı temsil eden” kadına ait bir davranıştı!
Böylece XIX. yüzyıl modernliği, erkeği bakan özne, kadını ise
gösteren nesne olarak kuracaktı. Öte yandan “geleneksel
çıplaklık haklarından” vazgeçmek istemeyen erkekler yok
değildi. XIX. yüzyıl, nehirlerde ve göllerde çıplak olarak
yüzmeye devam eden erkekler hakkında açılan çok sayıda davaya
tanık oldu. Erkek çıplaklığı üzerindeki baskıların arttığı
1860’lar sonrası dönem, aynı zamanda erkek teşhirciliği
vakalarının da hızla arttığı bir dönemdi. Erkek teşhirciler
bazen pencere kenarlarında, bazen damlarda, bazen umumi yerlerde
çırılçıplak soyunuyorlar, bazen de çocuklara ve kadınlara
cinsel organlarını gösteriyorlardı. İngiltere’de bu tür
vakalara tıp ve psikiyatri çerçevesinden ziyade suç çerçevesinde
yaklaşılıyordu. İngiliz yasaları teşhirciliği yoksul, işsiz,
evsizlerle, düzensiz yaşamı olan kişilerle, alt sınıflarla
ilişkilendirmekteydi. Erkek teşhirciliği ile ilgili yasalar aynı
zamanda eşcinsel edimleri suçlamaya yönelik olarak da
kullanılmaktaydı. Viktoryen İngiltere’de erkek teşhirciliği
mahkemelerce çok sert bir biçimde cezalandırılıyordu. McLaren’ın
ifade ettiği gibi, dönemin ideolojisine göre erkek teşhirciliği
ya bir akıl hastalığıydı ya da işçi sınıfı ahlaksızlığının
bir parçası.
Foucault’nun
Cinselliğin Tarihi adlı kitabında bir örneğini verdiği gibi,
1860’lar sonrasında, bedenin çıplak sunumu, Fransa’da yasal
olarak suç sayılan bir edim haline gelmenin yanı sıra tıbbın el
attığı bir konu da olmuştu. Paris polisine bağlı olarak çalışan
tıp uzmanı Paul Garnier, teşhircilik vakalarının 1870’lerden
sonra çok arttığını ve bu konuda doktorlardan yardım
istendiğini belirtecekti. Teşhirci (exhibitioniste) kelimesi tıp
söylemi içinde ilk kez 1877’de Dr. Charles Laseque tarafından
kullanılacaktı. Teşhirciliğin nedenleri konusunda doktorlar
arasında farklı görüşler vardı. Richard Von Krafft-Ebing’e
göre, teşhirciler psikopat, bunamış, epileptik ve iktidarsız
kişilerdi. Bu görüşe karşı olan çoğu doktor “normal,”
evli kişilerin de teşhirci olabileceğini söylüyordu. Teşhirciler
sessiz ve “tekrarcı” kişilerdi. Kurbanlarını baştan çıkarmak
ya da onlara saldırmak gibi niyetleri yoktu. Genellikle utangaç ve
yalnız olan bu insanlar, kurbanlarıyla direkt temas kurmak
istemiyorlardı. Havelock Ellis, teşhircilerin doğuştan anormal
olduklarını, kadınlarla fiziksel ilişki kuramadıkları için
sapkın bir sembolik aşk ilanında bulunduklarını söyleyecekti.
Garnier ise teşhircilerin dejenere kişiler olduklarını
belirtecekti. Freud’a göre ise her teşhirci aynı zamanda bir
röntgenciydi.
Yirminci
yüzyıl başlarına gelindiğinde, teşhirciliğin alt sınıfların
ahlaksızlığıyla özdeşleştirilemeyeceği açık seçik ortaya
çıkmıştı. McLaren’ın da belirttiği gibi, erkek teşhirciler
arasında orta ve üst sınıflardan evli, mevki sahibi çok sayıda
insan bulunuyordu. İngiliz sömürgeler bakanı Lewis Harcourt’un,
malikânesinde kendisini çıplak olarak çocuklara teşhir ettiği
ortaya çıkmıştı. Zengin kesimlerdeki teşhircilik edimleri çoğu
durumda –kurbana ve ailesine yapılan baskı, para vaadi vb sonucu–
polise intikal etmiyor, polise intikal ettiği zaman da örtbas
ediliyordu. Dönemin doktorları, mülk sahibi sınıfların bu
“ahlaki zayıflığını” gizlemek, onların “damgalanmasını
önlemek” için azami çaba gösteriyorlardı ve “masum orta
sınıf teşhircilerini” mazur göstermek üzere “hafifletici
nedenler” bulma peşindeydiler. Bu doktorlara göre alt sınıflardan
farklı olarak orta sınıflar zihinlerini, beyinlerini çok fazla
yorup stresli bir hayat yaşıyorlar ve bu durum teşhirci edimlere
yol açabiliyordu.
Modernliğin
doktorlarının teşhirciliğe yaklaşımı –eril– cinsiyetçi
bir ideoloji çerçevesinde biçimlenmişti. Onlara göre tecavüzcü,
teşhirciye göre “daha sağlıklı” bir heteroseksüel kimlik
sergiliyordu. Cinsel birleşme istemeyen teşhirci erkeklerin cinsel
gücü hakkında soru işaretleri oluşmaktaydı. Tıp uzmanlarına
göre teşhircilik aptalca bir eylemdi ve erkekliğin küçük
düşürülmesini beraberinde getirmekteydi. Teşhirci sapkındı ama
tecavüzcü sapkın değildi, çünkü “normal cinsel birleşmeye”
yönelmişti! Öte yandan, dönemin doktorlarına göre sadece
erkekler teşhirci olabilirdi. Kadınlar dış görünüşleri
açısından erkekler gibi ölçülü değillerdi, bedenlerini
“göstermek” konusunda “doğal” bir eğilime sahiplerdi.
Başka bir deyişle kadınlar zaten “doğal olarak” teşhirci
oldukları için, sapkınlık anlamında teşhirci olmaları mümkün
değildi! 1920’lerin psikanalistleri, kadınların bedenlerini
gösterebildikleri “kabul edilmiş sosyal kanallara” sahip
olduklarını ve bu şekilde teşhirci dürtülerini tatmin
ettiklerini düşünüyorlardı. Bu yaklaşım açısından,
kadınların “doğal ve normal” kabul edilen teşhirciliği,
egemen –eril– toplumsal cinsiyet normları açısından bir
tehlike oluşturmuyordu. Kadınlar zaten cinsel olarak pasif bir role
sahipti ve bedenlerini erkek bakışına sunmaları doğaldı!
Çocuklar gibi kadınlar da sapkın olarak değil, doğal olarak
teşhirciydi. (Burada “çıplak ilkellerin” de sapkın olarak
kabul edilmediğini belirtmek gerekir.) Erkeğin bedenini çıplak
olarak sunması ise onu pasif, “bakılan” konumuna sokuyor, erkek
egemen toplumsal cinsiyet rollerini ve sınırlarını netleştirmek
ve güçlendirmek yerine onları müphemleştiriyordu. Doktorlar,
erkek teşhirciliği ile kadınsılık arasındaki benzerliklere
dikkat çekiyordu. Erkek teşhirci, eril cinsel gücü tehlikeye
sokuyor, erkekliğinden emin olmayan haliyle, aktif, heteroseksüel
erkeklik imajının değerden düşmesini ve olgun olmayan, çocuksu,
kadınsı ve eşcinsel bir erkek imajının güçlenmesini
beraberinde getiriyordu!
Geç
modernlikte çıplaklığın “suçlu olmayan” bir biçimi de
vardı. Batı’da nüdist gruplar hem dergi çıkarıyor hem de
“çıplaklar kampı” kuruyorlardı. Modern iktidarın nüdistlere
“izin vermesinin” nedeni sadece, çok küçük, eğitimli bir
azınlık olmalarıyla ilişkili değildi. Nüdistler, modernliğin,
çıplak erkek bedeninin “tehlikelerine” ilişkin endişelerini
yatıştırmak için her şeyi yapıyorlardı! Duerr’e göre
nüdistlere göre insan çıplaklığı erotik değil saf, iffetli
bir çıplaklıktı. Bedenin çıplaklığını “doğal bir giysi”
olarak kabul eden nüdistler, çıplaklar kampında erotik bir
atmosferin yaratılmasına katkıda bulunabilecek her şeyi
dışlıyorlardı. Alkol kullanmak, seksten konuşmak ve bedensel
temas uygunsuz davranışlar olarak görülüyordu. Nüdistler erotik
olabileceği endişesiyle, ortalıkta soyunmayıp kabinlerde
soyunuyorlardı. Nüdistlerinkine benzer bir biçimde Naziler de
çıplaklığın aseksüel olduğu görüşündeydi. Naziler ilk
başlarda nüdist harekete karşı çıktılarsa da daha sonra buna
izin verdiler. George L. Mosse’un da söylediği gibi, klasik
güzellik idealini yansıtan çıplak erkek bedeni Nazi sanatının
önemli bir parçasını oluşturuyordu. Kamu binalarına da konan
çıplak güçlü erkek heykelleri Nazi sembollerinden biriydi. Ancak
Naziler, erkek bedeninin sembolik olmayan biçimlerde kamusal
teşhirine karşıydı. Kişilerin umumi yerlerde soyunmasının
utanç duygusunu ortadan kaldıracağını düşünüyorlardı.
Nazilere yakın heykeltıraşlar çıplak erkek heykellerinin soyut
ve dingin bir görünüm taşımasına dikkat ediyor, erotik bir
izlenim yaratabilecek her şeyi minimuma indirmeye çalışıyorlardı.
Çıplak erkek heykelleri, hayranlık uyandıracak ama asla arzuyla
bakılamayacak bir görünüme kavuşturulmaya çalışılıyordu.
Nazilerin bu yaklaşımı eşcinselliğe karşı olmalarıyla
ilişkiliydi. Naziler erkekler arasındaki ahbaplığın eşcinselliğe
yol açabileceği endişesini taşıyorlardı.
Çıplak
erkek bedeni üzerindeki baskılar “daha az erkeksi” olan
postmodern toplumda görece azaldı. Bu gelişmede gey hareketinin ve
kültürünün önemli bir etkisi oldu. Ama modernliğin homofobik
ideolojisinin geriletilmesi kolay olmadı. Susan Bordo’nun da
belirttiği gibi, 1970’lerde gey fotoğrafçıların açtığı,
çıplak erkek fotoğraflarını içeren sergiler hâlâ
eleştirmenlerden tepki çekiyor, “rahatsız edici ölçüde
cinsel” bulunuyordu. Moda ve reklam dünyası da erkek
çıplaklığıyla ilgilenmeye başlamıştı ama öne çıkarılan
çıplak erkeklerin kadınsı, eşcinsel kodlar taşımamasına
dikkat ediliyor, erkeksi bir estetik hâkim kılınmaya
çalışılıyordu. Ama sonunda, gey hareketin mücadelelerinin de
etkisiyle modernliğin, cinselliğinden arındırmaya çalıştığı
çıplak erkek bedeni cinselliğine tekrar kavuştu! Elbette, erkek
çıplaklığı, büyük bir gey tüketici kitlenin mevcut olduğunu
anlayan piyasanın ilgisini çekmişti. Postmodern tüketim kültürü,
erkek bedeninin erotik sunumunu büyük ölçüde piyasanın bir
parçası haline getirdi. Modernlik çıplak kadın bedenini nesne
haline getirmişti. Postmodern kapitalizm buna ilaveten çıplak
erkek bedenini de bir tüketim nesnesi haline getirdi; onu sadece
bakan değil “bakılan” bir beden olarak da kurdu!
Tüm
bunlara karşın, çıplak erkek bedeninin sonunda çıplak kadın
bedeniyle “eşit” bir konuma getirildiğini öne sürmek doğru
olmaz. Postmodern dönemde ne toplumsal cinsiyet rolleri ne
patriyarki ne de heteroseksizm ortadan kalkmıştır. Bugün şahit
olunan şey, modern toplumda zayıf, örtük, gizli biçimler altında
var olan “erkek kırılganlığının” görünür hale
gelmesidir. Modernlikte, egemen erkek kimliğini tehdit ettiği
gerekçesiyle korkulan bu “kırılganlık” bugün esnek, gücünü
görece müphemliğinden alan yeni bir erkeklik modeli kurulmasının
hizmetine girmiştir. Bugün erkeklik, eşcinsel ve kadınsı olanla
daha esnek bir ilişki içine girerek kendini modernliktekine kıyasla
çok daha güçlü bir biçimde kurmaktadır. Gilles Lipovetsky’nin
de söylediği gibi, günümüzün “erkeklerin bozgunu” ya da
“erkeklik krizi” yolundaki tezleri abartılıdır. Sadece maço
değerler, erkeksiliğin en vurgulu belirtileri değer kaybına
uğramıştır. En dikkat çekici olgu, erkeklik krizinden ziyade
erkekliğin, üstüne geçirdiği örtmeceli kalıpların ötesindeki
kimliksel sürekliliğidir, incinmiş olmaktan ziyade yeniden
yönlendirilmiş erkek kimliğidir.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Eve
Kosofsky Sedgwick, Between Men: English Literature and Male
Homosocial Desire
Columbia
University Press, 1985, 244 s.
Angus
McLaren, The Trials of Masculinity: Policing Sexual Boundaries
1870-1930,
The
University of Chicago Press, 1999, 308 s.
Abigail
Solomon-Godeau, Male Trouble: A Crisis in Representation
Thames&Hudson,
1997, 264 s.
George
L. Mosse, The Image of Man: The Creation of Modern Masculinity
(Studies
in the History of Sexuality), Oxford University Press, 1996, 232 s.
Susan
L. Stanton, Being Naked: Attitudes Toward Nudity Through the Ages
Ablaze
Press, 2001, 143 s.
Susan
Bordo, The Male Body: A New Look at Men in Public and in Private
Farrar
Straus&Giroux, 2000, 368 s.
Brett
Kahr, Exhibitionism (Ideas in Psychoanalysis)
Totem
Books, 2001, 80 s.
Hans
Peter Duerr, Çıplaklık ve Utanç: Uygarlaşma Sürecinin Miti
çev.
Tarhan Onur, Dost Kitabevi Yayınları, 1999, 415 s.
Gilles
Lipovetsky, Üçüncü Kadın: Kadında Süreklilik ve Yenilik
çev.
Filiz Nayır Deniztekin, Varlık Yayınları, 1999, 247 s.
Norbert
Elias, Uygarlık Süreci
çev.
Ender Ateşman, İletişim Yayınları, I. cilt, 2000, 342 s.
Norbert
Elias, Uygarlık Süreci, çev. Erol Özbek
İletişim
Yayınları, II. cilt, 2002, 448 s.
MASTÜRBASYON
Hayvanlarda
da görülen mastürbasyon insanlık tarihine eşlik eden bir olgu.
İlksel topluluklarda, Eski Mısır’da, Eski Yunan’da Roma
İmparatorluğunda mastürbasyon gündelik hayatın bir parçasını
oluşturuyordu. Roma İmparatorluğunun geç döneminde kirlilikle
ilişkilendirilen mastürbasyon ortaçağda Katolik kilisesince de
eleştirilecekti. Kilise üreme amacına yönelik olmayan
mastürbasyonu tekinsiz bir cinsellik biçimi olarak
değerlendirmekteydi. Tüm bunlara karşın mastürbasyon ortaçağ
boyunca kendi haline bırakılmış, üzerinde çok fazla durulmayan
bir olguydu.Thomas M. Laqueur’ün de belirttiği gibi
mastürbasyonun ‘keşfedilmesi” için 18. yüzyıl başlarını
beklemek gerekecekti.
1712'de
yayınlanan Onania adlı broşür mastürbasyon konusundaki ilk
metindi. Bu metinde mastürbasyon bir çok rahatsızlığa, hastalığa
neden olan kötücül bir edim, bir bela olarak sunuluyor, kişinin
kendi kendini kirletmesi olarak değerlendiriliyordu. Mastürbasyon
konusundaki en önemli çalışma ise 1760'da doktor Tissot
tarafından yayınlanacaktı. Tissot 400 sayfayı bulan kitabında
gençlerin mastürbasyonu alışkanlık haline getirmesinin
tehlikelerinden dem vuruyor, meni kaybının hastalıklara,
zayıflığa, halsizliğe, görme gücünün zayıflamasına, sinir
sisteminin tahribatına neden olduğunu ileri sürüyordu. 18.
yüzyıldaki mastürbasyon karşıtı tıbbi-ahlaki söylemin
Protestanlıkla da ilişkisi vardı. Birikimi ve tutumluluğu öne
çıkaran Protestan ideolojisi açısından mastürbasyon bir israf,
boşa harcamaydı.18. yüzyılın aydınlanma düşüncesi de
mastürbasyona karşıydı. Kendi bedenine egemen, öz kontrole sahip
özerk bireylerin, gençlerin yetiştirilmesini amaçlayan, beden ve
hazları konusunda aklın hakimiyetini öne çıkaran Aydınlanma
düşüncesi açısından mastürbasyon kişinin öz kontrolünü
yitirerek bedeninin zevklerine teslimiyeti anlamına geliyordu.
Aydınlanma düşünürlerinden Voltaire, Kant, ve “heretik
Aydınlanmacı” Rousseau mastürbasyona karşıydı. Faydacı
düşünür Bentham da üretken ve faydalı bir faaliyet olmadığı
için mastürbasyona karşı çıkıyordu. Bu yalnız başına
gerçekleştirilen, kontrol dışı ihlal bireyi sağlıksız bir
şekilde içe kapanmaya, anomiye sürükleyerek üretken bir
sosyalliğin gelişmesini engellemekteydi! Jean Stengers ve Anne Van
Neck’in de söyledikleri gibi mastürbasyon korkusu 18. ve 19.
yüzyıllarda resmi politikalar üzerinde etkili olacaktı. Vernon
A. Rosario ise mastürbasyonun Fransa’da kamusal bir tehdit olarak
algılandığını söyleyecekti.
Ondokuzuncu
yüzyıl mastürbasyon karşıtı söylemin ve politikaların daha
da güçlendiği bir yüzyıldı. Bu disipliner söyleme göre
mastürbasyon “sağlıklı” bir cinsel arzunun toplumca arzu
edilen amaçlara (üremeyi hedefleyen karı-koca ilişkisi)
yönelmesini engellemekte, toplum üzerinde istikrarı bozucu
etkiler yaratmaktaydı. 19. yüzyıldaki mastürbasyon korkusu
ortaçağdan kalma halk inançlarından kaynaklanmayıp son derece
modern bir kurguydu. Doktorlar, uzmanlar, hijyenciler, ahlakçılar,
eğitimciler mastürbasyonun bedensel ve zihinsel açıdan zararlı
olduğu konusunda birleşmişlerdi. Foucault’nun da dikkat çektiği
gibi mastürbasyoncu bir dış gözlemci tarafından teşhis
edilebilir fiziksel, zihinsel ve sosyal niteliklere sahip bir tip,
bir kişi haline gelmişti. Çocukların mastürbasyonu, cinselliği
pedagojinin konusu haline getirilmekte ve disiplin altına alınmaya
çalışılmaktaydı. Eskiden kilise mastürbasyonu günahla
ilişkilendiriyordu. 19. yüzyıl modernliği ise mastürbasyonu
kişinin kendini kirletmesiyle, kendi değerini düşürmesiyle
eşleştiriyor, mastürbasyon yapanlarda suçluluk duygusu
yaratıyordu. Mastürbasyonu normdan, normal olandan sapma olarak
kuran 19. yüzyılın tıp söylemi onu “tehlikeli cinsellik”
kategorisi içine yerleştirmekteydi. Modernlik mastürbasyonun
denetlenmesini bio-politikanın, disipliner beden denetiminin bir
parçası haline getirmişti. Özellikle İngiltere ve Amerika’daki
okullarda öğrencilere mastürbasyon kontrolü yapılmakta,
mastürbasyonu engellemek amacıyla jimnastik, izcilik teşvik
edilmekteydi. Doktorlar mastürbasyonu önlemek için soğuk duşun
yanı sıra fahişelerle ilişki kurulmasını önermekteydi.
Mastürbasyon
korkusu modernliğin irrasyonel olana karşı duyduğu korkunun bir
parçasıydı. Kirlenme, düşkünlük, yozlaşma, güçsüzleşme,
dejenerasyon, sağlıksızlık tüm bunlar modernliği ürkütüyor,
onun “mükemmel insan” idealini sarsıyordu. Cinsel tutumluluğa
ve temizliğe dayalı Viktoryen ahlak için mastürbasyon bir
hakaret, ihlal anlamına gelmekteydi. Cinselliği aile-üreme
çerçevesiyle sınırlamaya çalışan modernlik için mastürbasyon
bir aşırılık, çeşitli hastalıklara, erken ölüme, zihinsel
bozukluklara yol açan bir kötülük, nüfus artışını engelleyen
bir belaydı. Öte yandan erkek mastürbasyonu modernliğin
erkeklik imgesini sarsmaktaydı. 19. yüzyılda bir çok doktor erkek
menisinin zenginliğinden, kıymetli oluşundan dem vurmaktaydı.
Böyle değerli bir sıvının üreme amaçlı birleşmeye
yönelmeyip israf edilmesi, dönemin doktorlarını ve ahlakçılarını
rahatsız etmekteydi. Ama bundan kötüsü de vardı! Çünkü
mastürbasyon sadece oto erotik bir edim değil aynı zamanda “
homo erotik” bir edimdi! Mastürbasyoncu kendi kendisiyle,
dolayısıyla kendi cinsiyle ilişkiye girmekteydi. Dönemin
homofobik ideolojisiyle bütünleşmiş doktorlar ağızlarıyla
cinsel organlarına uzanabilip mastürbasyon yapan erkekler
karşısında dehşete düşüyorlardı. Öte yandan modernliğin
kitleleri disiplin altına almak için kurduğu hapishane, kışla,
okul gibi erkeklerin çoğunlukta olduğu kurumlar mastürbasyonun
yeşerdiği mekanlardı. Egemen düzenin en büyük korkusu bu
mekanlardaki mastürbasyonun eşcinselliğe yol açmasıydı. Okul
yatakhanelerindeki kıdemli öğrencilerin yeni gelenlere
mastürbasyonu “ öğretmeleri”, karşılıklı mastürbasyon
yapılması eğitim otoritelerini çileden çıkarmaktaydı. Öte
yandan erkeksi değerlerin, sömürgeci eril gücün simgesi olan
ordudaki mastürbasyonun askerlerin gücünü azalttığı,
karşılıklı mastürbasyonun ve eşcinsel pratiklerin orduyu
zayıflattığı yolundaki kanı askeri yöneticiler arasında
egemendi.
Ondokuzuncu
yüzyıl tıbbı erkekleri mastürbasyonun zararlı etkilerinden
korumak için bir takım “ mekanik icatları” devreye sokmasının
yanı sıra “neşter kullanmaktan” da geri durmayacaktı.
Özellikle Amerika ve İngiltere'de uygulama alanı bulan “
seküler sünnet” ameliyatlarıyla penisin üst derisi kesiliyor
ve böylece iyice hassaslaşan deri üzerinden mastürbasyon yapmak
-acı verici olduğundan- güçleşiyordu. Mastürbasyonu
engellemeye yönelik bu “hijyenik” uygulama yüzünden
Yahudiliğin itibarı Yahudi olmayan ülkeler nezdinde artmış,
eğitimli orta ve üst sınıflar içinde “sünnet olmak” uygar
olmanın koşullarından biri olup çıkmıştı. 19. yüzyılın
modernliği kadın mastürbasyonunun da başını boş bırakmamıştı!
1850'lerin sonlarında doktor Isaac Baker Brown kadın
mastürbasyonunu engellemek için bir tür sünnet (clitoridectomy)
ameliyatını “keşfetmiş” klitorisleri kesip almaya
başlamıştı. 19. yüzyılda çoğu doktor kadınların
histerisinin, “ruhsal dengesizliğinin” onların cinsel
organlarından kaynaklandığını düşünmekteydi. “Radikal
çözüm” önerisi 1873’te doktor Robert Battey’in “ kadın
kastrasyonu”nu keşfiyle gündeme gelecek, Battey kadınlardaki
ruhsal hastalıkların tedavisi için onların yumurtalıklarının
kesilip alınması gerektiğini söyleyecekti. Mary Daly’ye göre
19. yüzyılın ikinci yarısındaki kadın düşmanı tıbbi
söylemin gelişmesi yükselen kadın hareketine karşı bir
tepkiyle de ilişkiliydi. 1848’de ilk kadın hakları meclisinin
toplanmasını takip eden dönemde kadınların cinsel organları
nedeniyle histeriye, deliliğe ve kriminal dürtülere açık
oldukları yolundaki iddialar artmıştı. Bram Dijkstra’nın
aktardığı gibi 1870’de kadın hastalıkları profesörü
Augustus Gardner uygarlık “hayvani” kadın cinsellik organını
uykuya yatırdığı için şükrediyor ancak bu “uyuyan canavarın”
kadın elinin tahrikiyle uyandırılmasının felaketle
sonuçlanabileceğini belirtiyordu. Tehlike erkeğin ölçülü,
görevşinas, dölleyici duhul (penetrasyon) ediminden değil kadının
öz kirlenmeye yol açan mastürbasyon pratiğinden
kaynaklanmaktaydı.
Ondokuzuncu
yüzyıl sonundaki/ 20. yüzyıl başındaki cinsel reforma yönelik
yaklaşımlar mastürbasyon konusunda çok önemli bir değişiklik
getirmemekteydi. Freud 1896’da mastürbasyonun nevroza yol
açabileceğini söyleyecekti. Freud çocukluğun erken dönemlerinde
çocuğun haz amacıyla dışkılamayı geciktirdiğini, dışkısı
anüsünden çıkarken zevk aldığını, çocuğun eliyle anüsüyle
ve cinsel organlarıyla oynayarak mastürbasyoncu davranışlara
yöneldiğini belirtiyordu. Freud bebekte bu davranışların doğal
olduğunu, ancak erkek çocukların zamanla “normal”
heteroseksüel cinselliğe yönelmeleri gerektiğini düşünüyordu.
Yetişkinlerin mastürbasyonu çocukluğun ilk evresine dönmeye
yönelik bir regresyonu ifade etmekteydi. Eğer çocukluktaki
mastürbasyon edimi daha ileri yaşlarda da devam ederse bu “uygar
erkeğin” yolundan bir sapma anlamına gelmekteydi. Freud’un
yaklaşımının erkek egemen boyutu onun kadın mastürbasyonuna
ilişkin görüşlerinde belirginlik kazanmaktaydı. Freud’da
gerçek mastürbasyonun sadece penisle yapılabileceğine ilişkin “
örtük” bir ön kabul vardı. Kız çocuklarda “ penis haseti”
olduğunu öne süren Freud onlardaki klitoral otoerotizm dönemini “
fallik” olarak niteleyecekti. Penisinin olmadığını, kastre
edilmişliğini, klitorisinin aşağı konumunu anlayan kız çocuk
hayal kırıklığı içinde mastürbasyondan vazgeçiyordu! Kate
Millett’in de dikkat çektiği gibi Freud bizden küçük kızın
mastürbasyon yaparken klitorisini bir penis olarak hayal ettiğine,
mastürbasyon için en uygun aracın penis olduğunu varsaydığına
inanmamızı beklemekteydi. Kız çocuğun, klitorisinin aşağı
bir konuma sahip olduğunu idrak etmesi onda bir “aydınlanmaya”
yol açıyor ve böylece kız çocuk mastürbasyonu terk ederek
olgunlaşmaya, kadınlığa doğru adım atmaya başlıyordu. Freud’a
göre klitoral mastürbasyon eril bir faaliyetti. Freud kadının
kendine ait gerçek bir arzuya sahip olamayacağını, “eksik
erkek” olduğunu, klitoral mastürbasyon pratiğinin sapkın bir
eylem olduğunu, kadının tatmininin ancak vajina içindeki penis
vasıtasıyla pasif bir şekilde gerçekleşebileceğini, ancak bunun
da eksik bir tatmin olduğunu savunan geleneğin devamcısıydı.
Modernliğin
mastürbasyon konusundaki disipliner, heteroseksist, patriyarkal
söyleminin sarsılması 1960'lardan sonra gerçekleşti.
Mastürbasyonun herkesin yaptığı normal bir edim olduğu, sağlığa
zararlı bir yanının bulunmadığı kitaplaştırılan “
raporlarla” ortaya kondu, Freudcu mastürbasyon yaklaşımı
itibarını kaybetti. 1960'ların ve 1970'lerin feminist hareketleri
mastürbasyonun kadın cinselliği açısından özgürlükçü bir
imkan olduğunu söyleyeceklerdi. Mastürbasyon kadının kendi
bedenini tanımasına, bir erkeğe gerek olmadan bedeniyle doğrudan
ilişki kurmasına, bağımsızlığının ve öz güveninin
artmasına olanak sağlamaktaydı. Feminist hareket kadın
orgazmının ancak erkek dolayımıyla vajinal olarak
gerçekleşebileceğini savlayan modernlik söylencesini reddediyor,
klitoral orgazmı selamlıyordu. Hite Raporu'nda kadınlar onlarca
sayfa boyunca mastürbasyon deneyimlerini anlatıyor, modernliğin
kadın mastürbasyonunu suçlulaştıran yaklaşımını
eleştiriyorlardı.
Postmodern
tüketim toplumunun gelişmesiyle birlikte mastürbasyon cinsel
ürünler endüstrisinin ilgi konusu haline geldi, sex shop’ların
sayısında patlama yaşandı. Modernlik mastürbasyonu
suçlulaştırmış, yeraltına itmişti. Postmodern kapitalizm ise
mastürbasyonu meşru bir bireysel tercih olarak ticarileştirdi.
Mastürbasyon modernliğin tutumluluğa, biriktirmeye dayalı
tasarrufçu ekonomik söylemiyle, “neticeci” cinsel mantığıyla
(üreme, çocuk) bağdaşmıyordu. Tüketimi, harcamayı, bireysel
zevkleri, “bireyin kendini keşfini” onaylayan postmodern
kapitalizm ise “yararsız cinselliği”, “cinsel israfı”
piyasanın derinleşmesi açısından bir fırsat olarak görmekteydi.
Bu nedenle modernliğin “yararsız harcama” olarak lanetlediği
mastürbasyon postmodern toplumda keyif kültürünün “liğht”
bir unsuru haline geldi. Bireylerin cinsel ilişkilerin “
ağırlığından”, sorumluluğundan, riskinden (AIDS) kaçınmak
istemeleri, “sanal seksin” gelişmesi, mastürbasyonun yeni
bireyselci cinsel kültür içinde öne çıkmasının nedenlerinden
bazılarıydı. Eskiden ihlalle ilişkilendirilen mastürbasyon
günümüz toplumunda insanları izole bireysel tüketiciler olarak
kurmayı amaçlayan konformist kitle kültürünün bir parçası
haline geldi, mekanik, cool bir post modern ritüele dönüştü.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Mary
Daly, Gyn/Ecology, The Women’s Press, 1991, 485 s.
Bram
Dijkstra, Evil Sisters:The Threat of Female Sexuality and the Cult of
Manhood, Alfred A. Knopf, 1996, 480 s.
Kate
Millett, Cinsel Politika, Çev. Seçkin Selvi, Payel, 1987, 519 s.
Thomas
W. Laqueur, Solitary Sex: A Cultural History of Masturbation, Zone
Books, 2003, 498 s.
Der.
Jean Stengers, Anne Van Neck, Masturbation:The History of a Great
Terror, St. Martin’s Press, 2001, 260 s.
Der.
Paula Bennett, Vernon A. Rosario, Solitary Pleasures: The
Historical, Literary and Artistic Discourses of Autoeroticism,
Routledge, 1995, 286
Shere
Hite, Hite Raporu, Çev. Esin Eden, Cep Kitapları, 1984, 555 s.s.
Michel
Foucault, Cinselliğin Tarihi, Çev. Hülya Tufan, Afa Yayınları, 3
cilt, 1992, 1994, 167 s, 296 s, 280 s.
Sigmund
Freud, Three Essays on the Theory of Sexuality, Basic Books, 2000,
130 s.
Luce
Irigaray, This Sex Which is not One, Cornell University Press, 1985
STAND-UP
KOMEDİ, MİZAH VE KADINLAR
Stand-up
komedinin öncüleri XIX. yüzyıl Amerika’sında ortaya çıktı.
1830’lardan itibaren gerçekleşen Minstrel gösterilerinde
yüzlerini siyaha boyamış beyaz komedyenler dönemin egemen
klişelerini kullanarak Afro amerikalıları hicvediyor, onlarla alay
ediyorlardı. Anne Marie Hubbell’in “Six Funny Women: Gender,
Body, Sexuality and Power in the Stand-up Comedy of Judy Tenuta,
Paula Poundstone, Ellen Degeneres, Roseanne Barr Pentland Arnold
Thomas, Adele Givens and Margaret Cho” adlı doktora tezinde
belirttiği gibi XIX. yüzyılın son döneminde Minstrel gösterileri
yerini vodvil gösterilerine bıraktı. Bu gösteriler içinde bazı
monologcular izleyiciye doğrudan hitap ediyorlardı. 1920’li
yılların sonlarında -sesli filmlerin gelişmesinin de etkisiyle-
vodvil gerilemeye başladı. 1930’lu ve 1940’lı yıllarda New
York’ta Borscht Belt adıyla anılan yazlık evlerin bulunduğu
bölge önemli ölçüde Yahudi geleneklerinden beslenen komedi
etkinliklerine sahne oldu ve modern stand-up komedinin temelleri
burada atıldı. ABD’de 1950’li yıllarda gece kulüpleri
komedyenlerin mesleklerini icra ettikleri başlıca mekanlar haline
geldi.
Modernlik
sürecinde mizah ve komedi kadınlar için uygun görülmeyen
şeylerdi. Mizah aklı temsil ettiği varsayılan erkek tarafından
yapıldığı sürece bir sorun yoktu. Mizah ve nükte erkeğe ait
aktif, kamusal, anlamlı, değer yaratan bir kültürel çaba olarak
değerlendirilirdi. Ancak mizah doğayla, kaos ve düzensizlikle
birlikte anılan kadın tarafından yapıldığında bir tehdit
olarak algılanıyor, komedi yapan kadınlar erkeksi, patetik,
grotesk bulunuyordu. Komiklik yapan kişinin bedeni ve yüzü
çarpılmaya uğruyor ve bu durum modernliğin kadını ağırbaşlı,
sade, iffetli olarak kurmak isteyen anlayışıyla çelişiyordu.
Egemen anlayışa göre espriyi ve şakayı erkek yaparken kadının
payına gülümsemek düşmekteydi. Helga Kotthoff “Gender and
Humor: The State of Art” adlı yazısında (Journal of Pragmatics,
sayı 38, 2006) kadınlardan ciddi ve hanımefendiliğe yakışır
davranışlar beklendiğini, kadının şaka yapmasının onu kibar
bir kadın olmaktan çıkardığının düşünüldüğünü
söyleyecekti. Komedi ve taşlamanın saldırganlığa dayandığı
ve bu nedenle kadınlar için uygun olmadığı varsayılmaktaydı.
Kadının “palyaçoluğa soyunması”, “maskaralık etmesi”
hoş karşılanmıyordu! Kadınların -özellikle umumi mekanlarda-
şaka yapması uygunsuz görülmekteydi. Kadınlar şakaların öznesi
değil objesiydi, konusuydu. Hubbell’e göre kadınların mizah
üretme yeteneğinden yoksun oldukları yönünde yaygın bir klişe
mevcuttu. Özellikle vodvilde kadınlar sık sık alay konusu
yapılmakta, kadının komik olması onun gülünç, aptal, şapşal,
sersem bir kadın olması anlamına gelmekteydi. Öte yandan “kamusal
alanın hakimi” erkeğin yaptığı akılcı, “yüksek mizah”
değerli bulunurken kadınların yaptığı mizahın ev içi yaşamın
önemsiz konularıyla sınırlı olduğu düşünülür, bu mizah
temsil edilmeye değer bulunmazdı. Modernliğin “yüksek
komedisinin” yanı sıra “yüksek edebiyatında” da durum
farklı değildi. 1980’lere kadar yayınlanan mizah antolojilerinde
kadın mizah yazarları yer almıyordu. Kadın yazarların eser
verdiği çeşitli edebi türler arasında mizah edebiyatı –erkek-
eleştirmenler tarafından en çok görmezlikten gelinen türdü.
Modernlik
için “makbul” olan şey kadının aklını değil bedenini
sergilemek üzere sahneye çıkmasıydı! Kadın komedyenin
-özellikle stand-upçıysa- tek başına sahneye çıkması, aktif
bir özne olarak zekasıyla, eleştirel esprileriyle izleyiciyi
güldürmesi sakıncalı bulunmaktaydı. Klasik stand-up komedi,
performansçıların neredeyse tamamının erkek olduğu yegane
gösteri sanatıydı, bir erkek mesleğiydi. (Kadın stand-upçıların
oranı ancak 1980’lerin sonlarında yüzde on beşe yükselecekti).
Stand-up komedi heteroseksüel, erkek bir izleyici kitleyi veri
almaktaydı. Tipik espriler ve şakalar fallik gücün savunulması
etrafında şekillenmekteydi. Bazı feminist yazarlar erkek
stand-upçının elinde mikrofonun fallik bir sembole dönüştüğünü
ileri süreceklerdi. Toplumsal yaşam içinde de kadından beklenen
şey bedenini pasif, içine kapalı biçimlerde taşıması,
kararsız, tereddütlü bir konuşma tarzına sahip olması, göz
temasından kaçınmasıydı. Patriyarkal düzen kadın hakları
savunucularının kürsüye çıkıp kalabalıklara hitap etmesinden
hep ürkmüştü ve bu kez kadın hatip, komedyen kılığında
sahneye çıkmaya yeltenmekteydi! Stand-up komedi diğer birçok
sahne sanatından farklı olarak yazılı bir oyunun kurgusuyla,
dekorla, doğrusal bir şekilde ilerleyen bir anlatıyla, müzikle
çerçevelenmemişti. Boş bir sahnede elinde mikrofonuyla stand-up
komedyeni izleyici karşısında tek başınaydı ve her şeyi
söyleyebilirdi.
Klasik
stand-up komedi tamamen erkekler tarafından icra edilmesinin yanı
sıra yapısı itibariyle erkekliğin değerleriyle yakın ilişki
içindeydi. Danielle Russell, “Self-deprecatory Humor and Female
Comic: Self Destruction or Comedic Construction? ” adlı yazısında
kadınlıkla ve hanımefendilikle ilgili geleneksel tanımların
stand-up komediye içkin olan üstünce duruşu kadınlar için
uygunsuz hale getirdiğini söyleyecekti. Stand-up komedi saldırgan
bir performanstı. İzleyici kitleyi güldürmek, onun üzerinde bir
kontrol ve iktidar uygulamak, kadınlara uygun görülen itaatkâr,
pasif rolle karşıtlık içindeydi. Kadın stand-up komedyeni
izleyici üzerinde hakimiyet kurmaya yöneldiğinde alışılagelmiş
eril iktidar yapılarına meydan okumuş oluyordu. Kamusal bir mekan
olarak kabul edilebilecek sahnede stand-up yapan kadın komedyen
“kadın gibi davranmaya” son vermiş olmaktaydı!
ABD’de
1950’lerde stand-up komedyenlerinin neredeyse tamamı erkekti.
Susan Horowitz’in söylediği gibi bir çok erkek komedyen
kariyerlerine striptiz kulüplerinde komedi yaparak başlıyordu. Bu
kulüplerin erkek müşterileri için erkek mizahla, kadın ise
soyunmakla özdeşleştirilmişti. Kadın stand-up komedyeni Joan
Rivers bu kulüplerden birinde giyinik bir şekilde komedi yapmaya
kalkınca sinirlenen erkek izleyiciler onu yuhalayarak sahneyi terk
etmeye zorlamış, “kızları getirin” diye bağırmışlardı.
Böyle bir dönemde kadın stand-up komedyenleri bu meslekte var
kalabilmek için hassas bir dengeyi gözetmek zorunda kalıyorlardı:
bir yandan –erkek- izleyiciyi kontrol altına almaya yetecek ölçüde
bir gücü kullanmaları, diğer yandan bir tehdit olarak
algılanmamak için yeterince savunmasız görünmeleri gerekiyordu.
Kadının hem güzel hem de zeki/esprili olması egemen değerlerle
çelişmekteydi. Bu değerlere göre komik kadınlar ya seksi/güzel
ve aptal ya da iğneleyici/zeki ama çekici olmayan kadınlardı.
1950’lerde
kadın stand-up komedyenleri üzerinde katı kültürel kısıtlamalar
vardı ve bu koşullar altında kadın komedyenler kendi kendilerini
denetlemek zorunda kalıyor, kendilerini alay konusu haline getirerek
erkek egemenliği karşısında tehditkâr görünmeyen bir tavır
sergilemeye çalışıyorlardı. Joanne R. Gilbert’e göre kadın
komedyenler izleyiciler, kulüp sahipleri, hatta erkek komedyen
arkadaşları tarafından bir tehdit olarak algılanmaktaydı. Bu
yüzden ilk kadın stand-up komedyenler kadınları gülünesi
biçimler altında sunan bir tarza yöneldi. 1950’lerin ortalarında
ilk kadın stand-upçılardan biri olarak komedi mesleğine atılan
Phyllis Diller hem kulüplerdeki hem de televizyondaki gösterilerinde
dönemin ana akım, muhafazakar izleyicisini ürkütmeyecek, kendi
kendini küçümsemeye dayalı bir mizah anlayışına yöneldi.
Diller 1950’ler Amerika’sının banliyölerinde kurulan çekirdek
aile modeli içindeki ev kadınını sahnede gülünç, “negatif”,
“çekiciliği olmayan” biçimler altında sunmakta, yeteneksiz,
beceriksiz bir anne figürü çizmekteydi. Kadın stand-upçı Joan
Rivers da 1960'ların başlarında Diller’ınkine benzer bir
biçimde ev kadınlarını komik, gülünesi durumlar içinde
gösteren bir tarza yönelecekti. Ancak Diller’ın ve Rivers’ın
“kadını küçültücü” komedileri eleştirel bir boyuta da
sahipti, kadının ev kadını olarak idealleştirilmesine dayalı
modeli sorguluyorlardı. Heather Kathryn Osborne-Thompson, “Routine
Adjustments: Re-viewing Women’s TV Comedy Genres, 1950-1969” adlı
doktora tezinde Phyllis Diller , Joan Rivers ve Totie Fields’in
kadının içine hapsedildiği ev hayatını eleştirdiklerini,
kadınların ev içi uğraşının kirli ve pis yanlarını
göstererek bunları gizlemeye çalışan egemen toplumsal ideallerle
alay ettiklerini söyleyecekti. Linda Naranjo-Huebl “From
Peek-a-boo to Sarcasm: Women’s Humor as a Means of Both Connection
and Resistance” adlı yazısında kendi kendini küçültmeye
dayalı mizahın kadının kendini değerden düşürmesinin kabulünü
yansıtabileceği gibi bu değerden düşürmeye karşı bir saldırı
aracı da olabileceğini söyleyecekti. Kadın komedyen kendini
kötülemekle kendi savunmasızlığının bilgisi üzerinde hak
talep etmekte ve bu bilgiyle kendi incinebilirliği üzerinde
hakimiyet kurmaya yönelmekteydi.
1950
sonlarında ve 1960’larda stand-up komedi kısa şakalardan, tek
cümlelik esprilerden uzaklaşarak -sık sık kara mizah ve keskin
yergiler içeren- nispeten uzun anlatılara, monologlara yöneldi.
1960’larda yeni komedi toplumsal eşitsizlikleri, ırksal
önyargıları eleştirdi. İsyancı tavırlarıyla bilinen erkek
komedyen Lenny Bruce Amerikan orta sınıfının kutsal kurumlarını,
dini eleştirdi, uyuşturucu ve müstehcenlik suçlarından defalarca
tutuklandı, Vietnam’da sürdürülen savaşa karşı çıktı. Öte
yandan ikinci dalga feminist hareket kadın stand-upçı komedyenleri
etkiledi. 1970’lerde feminist harekete sempati duyan Lily Tomlin
toplumsal cinsiyete ilişkin eşitsizlikleri dile getirdi,
heteroseksizme karşı çıktı. Susan C. Pastika’nın
“Disappearing Acts: Lesbian Solo Performance in San Fransisco”
adlı doktora tezinde belirttiği gibi 1970’lerin sonlarında
diskoların gerilemesiyle birlikte stand-up komedi ucuz, yapımı
kolay bir alternatif olarak hızla yükselişe geçti, Komedi
kulüplerinin sayısı hızla arttı, bu kulüplerde yapılan
çekimler kablolu televizyonlarda gösterilmeye başlandı.
Kulüplerde yetişen stand-up komedyenler filmlerde, televizyon
komedilerinde, sitcom’larda rol aldı.
1980’lerdeki
kadın stand-upçı komedyenler 1950’lerin, 1960’ların,
tehlikesiz, gülünç kadın tiplemeleri çizen, öfkelerini içlerine
atan komedyenlerinden farklı olarak kavgacı, aktif, öfkelerini
dışarı vurmaktan çekinmeyen performansçılardı. Roseanne
Barr’ın sahnede canlandırdığı ev kadını kocasına karşı
öfkesini yüksek sesle dile getiriyor, ev içine ilişkin hakim
kültürel kodlara meydan okuyor, kadınlara dayatılan kısıtlamalara
karşı çıkıyor, “fazla” kilolu olma hakkını savunuyor,
böyle olmayanlarla dalga geçiyordu. Suzanne Lavin, Roseanne’ın
1950’lerdeki kadın stand-upçıların dolaylı eleştirilerinden
farklı olarak cepheden saldırıyı seçtiğini, hedef tahtasına
kendisini değil erkekleri koyduğunu söyleyecekti. Roseanne kadını
güçlendirici bir stili benimsiyor, sokak ağzını kullanımıyla,
patriyarkal normlara karşı yönelttiği öfkeyle eril sistemin
kurduğu kadınsal davranış normlarının büyüsünü bozuyordu.
Roseanne kurban/mağlup rolünü oynamayı reddederek
muzaffer/savaşçı kadın kimliğini üstlenmekteydi. Judy Tenuta
gösterilerinde isyankâr, özgür kadın tipini canlandıracaktı.
Lezbiyen, feminist komedyen Kate Clinton radikal bir siyasi mizah
sergiledi, katılımcı bir lezbiyen izleyici topluluğu oluşturmak
için çaba gösterdi. Whoopi Goldberg gösterilerinde toplumun
haklarından mahrum bırakılmış kesimlerinin lehinde tavır aldı,
sınıfsal, ırksal ve toplumsal cinsiyete ilişkin eşitsizlikleri
gündeme getirdi. Margaret Cho 1990’lı yıllarda gerçekleştirdiği
stand-up komedilerde Asyalılara yönelik ırksal önyargılarla,
klişelerle alay etti, gey hareketini destekledi.
Stand-up
komedi İkinci Dünya Savaşı sonrası refah toplumu koşullarında
gelişmeye başlamıştı. Ancak stand-up komedinin patlama yapması
1970’ler sonrasının post modern toplumunda -bazı yazarların
komedi toplumu olarak adlandırdığı dönemde- gerçekleşti.
Modernliğin “ciddiyet toplumundan” farklı olarak post modern
toplum eğlencenin, mizahın, parodinin, ironinin gündelik yaşam
içinde yaygınlaştığı bir toplumdu. “Uzun, büyük anlatılarla
yorulmak istemeyen”, bilgiyi de, haberi de, eğlenceyi de kısa ve
hızlı bir biçimde, “hap halinde” tüketmek isteyen post modern
izleyici-tüketici-müşteri kitlesi için ana akım stand-up komedi
hızla art arda anlatılan kısa eğlendirici öyküleriyle,
monologlarıyla biçilmiş kaftandı. Stand-up komedi post
modernliğin enformel, teklifsiz konuşma diliyle uyum içindeydi.
Öte yandan stand-up komedi diyalojik değil monolojik idi; kendini
diyalogu ve çok sesliliği savunurmuş gibi göstermeye çalışırken
aslında tek sesliliğe yönelen post modern iktidar yapılanmasının
bir parçasıydı. Stand-up komedyenin spontaneliği kontrollü bir
spontanelikti. İzleyicilerin stand-upçıya cevap verme hakkı vardı
ama stand-up gösterilerinin büyük çoğunluğunun televizyonda
yayınlandığı bir ortamda televizyon stüdyosuna davet edilmiş
olan “seviyeli” orta sınıf konuklar kendilerine “ayrıcalıklı”
bir rol verildiğini kabul etmişlercesine genelde sessiz kalıyorlar,
ya da “terbiyeli” cevaplarla yetiniyorlardı.
Stand-up
komedi sessiz çoğunluğa hitap eden bir monologa dönüşmüş olan
Amerikan siyasal sisteminin eşlikçisiydi. ABD’de nüfusun önemli
bir kısmı başkanlık kampanyalarını haberlerden değil adayların
davet edildiği ya da taklit edildiği televizyondaki
–stand-up-komedi programlarından izliyorlardı. Başkan adayları
kendilerinin ve başka adayların taklit edildiği stand-up
programlarını izlemeleri için –aralarında sosyologların ve
medya teorisyenlerinin de bulunduğu- ekipler kuruyorlardı. ABD
başkanları zaman zaman medyadaki sunumlarında stand-up
komedyenlerinkine benzer davranışlar sergiliyorlardı. Stand-up
üretilmesi ve tüketilmesi kolay, maliyeti düşük bir
yönetim/eğlence biçimiydi! Betsy Borns’a göre 1980 başlarında
stand-up komedi büyük Amerikan şehirlerinde kendilerine eğlence
arayan yeni genç profesyonel orta sınıf izleyicilerin rağbet
ettiği bir komedi türüydü. Philip Auslander ise 1980’lerde
stand-up komedinin yükselişini baby boom kuşağından kesimlerin
ilgisiyle ilişkilendirmekteydi. 1968 döneminin siyasi radikalizmi
içinde şu ya da bu ölçüde yer almış bu kuşağın üyeleri
1980’lerde yeni orta sınıf mesleklerinde çalışmaya
başlamışlardı ve işten eve dönüp televizyondaki isyankâr,
non-konformist tavırlı stand-upçıları izlediklerinde içleri,
çoktan geride bırakmış oldukları bir karşı kültürün
nostaljisiyle doluyordu.
Bazı
feminist kuramcılar klasik stand-up komedinin yapısı itibariyle
feminist bir mizaha imkan veremeyeceğini, stand-up komedinin
performansçı ile izleyici arasında zorunlu bir hiyerarşi
oluşturarak ikincisini pasif bir konuma yerleştirdiğini,
performansçıyı saldırgan olarak kurarken izleyiciyi
silahsızlandırdığını söyleyeceklerdi. Diğer bazı feminist
yazarlar ise stand-up komedinin ve mizahın patriyarkal sistemi
eleştirmek için bir araç olarak kullanılabileceğini, kadın
komedyenlerin retorik stratejistler olarak değerlendirilebileceğini
söyleyeceklerdi. Tarihte kadınlar arasındaki mizah -erkeklerden
farklı olarak- bir statü ve hiyerarşi yaratmak yerine empatiye,
duygulara, ilişki kurmaya yönelik bir iletişimin aracı olmuştu.
XIX. yüzyılda kadınlar -erkeklerin gözlerinden ırak- güvenli
yerlerde, mutfaklarda, toplantılarda bir araya geliyorlar ve
buralarda kendilerine özgü bir mizah oluşturup eğleniyorlardı.
1980’lerdeki ve 1990’lardaki feminist stand-upçı komedyenler
–bazen tamamen, bazen de çoğunlukla- kadınlardan oluşan
izleyicilerle hiyerarşi ve kontrole değil duygudaşlığa dayalı
bir ilişki kuruyor, erkek egemen sisteme yönelttikleri öfkelerini
onlarla paylaşıyorlardı. Regina Barreca’ya göre kültürel
olarak dayatılmış sınırlamalara karşı duyulan öfkenin motive
ettiği kadın komedisi kültürel otoriteyi sarsıyor, destabilize
ediyordu. Kadınların ve erkeklerin mizah anlayışları da
farklıydı; erkekler espri yaparken kadınlar mizahi öyküler
anlatıyorlardı. Bir-iki can alıcı cümleden oluşan geleneksel
şakalar çoğu kadına çekici gelmiyordu. Naranjo-Huebl kadınların
şakalarının daha uzun ve anekdotlara dayalı olduğunu
söyleyecekti. Öte yandan kadın stand-up komedisi görece sabit bir
karaktere dayalı erkek stand-up komedisinden farklı olarak akışkan,
değişken kimliklere dayanıyordu. Çoklu, merkezsiz kimlikler
sergileyen kadın stand-upçıların açık uçlu performansları
farklı, çoklu okumalara açıktı.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Philip
Auslander, From Acting to Performance: Essays in Modernism and
Postmodernism, Routledge, 1997, 173 s.
Der.
Regina Barreca, Last Laughs: Perspectives on Women and Comedy, Gordon
& Breach Science Publishers, 1988, 322 s.
Suzanne
Lavin, Women and Comedy in Solo Performance: Phyllis Diller, Lily
Tomlin, and Roseanne, Routledge, 2004, 162 s.
Susan
Horowitz, Queens of Comedy: Lucille Ball, Phyllis Diller, Carol
Burnett, Joan Rivers, and the New Generation of Funny Women,
Routledge, 1997, 184 s.
Joanne
R. Gilbert, Performing Marginality: Humor, Gender, and Cultural
Critigue, Wayne State University Press, 2004, 256 s.
Betsy
Borns, Comic Lives: Inside the World of American Stand-up Comedy,
Fireside, 1987, 304 s.
UYGARLAŞMA
SÜRECİNDE
SAÇ
VE KIL
Saç
tarih boyunca insanlar için önemli sembolik anlamlar taşıdı.
Saçların tamamen kazındığı ya da kelliğin güçlü cinsel arzu
ile ilişkilendirildiği kültürlerin varlığına karşın saç
bir çok uygarlıkta erkekliğin, gücün önemli bir parçası
olarak görülüyor, bazı durumlarda saçın kesilmesi uğursuz
addediliyordu. Sakal da genellikle kutsal olanla ilişkilendirilirdi.
M.Ö. 2000’de Mısır’da tıraş takımları mevcuttu. Ayrıca
Wendy Cooper’ın belirttiği gibi Eski Yunan’da saç tanrılara
sunulurdu. Gücünü saçlarından alan Samson uyurken saçları
kesildiğinde tüm gücünü kaybedecekti. Eski uygarlıklar güneşi
uzun altın sarısı saçlarla tasvir etmişlerdi. Roma’da yenilmiş
düşmanın saçını kesmek bir aşağılama yöntemiydi. Öte
yandan saç dökülmesi ve kellik insanlığı rahatsız eden
sorunlardan biriydi. Hipokrat M.Ö. 400’de kelliğin tedavisi için
ilaçlar geliştirecekti. Bununla birlikte kelliğe methiyeler düzen
düşünürler de yok değildi. M.S. IV. yüzyılda kelliği öven
Kyreneli Synesios kılın aklın düşmanı olduğunu, başta koyun
olmak üzere en aptal hayvanların vücudunun kıllarla kaplı
olduğunu söyleyecekti.
Tarihte
saça ilişkin değerlendirmeler cinsiyete göre değişiyordu.
Erkeğin saçının genelde kısa ya da kadınınkinden daha kısa
olması doğal kabul edilirken kadın genelde uzun saçla birlikte
anılmaktaydı. Aziz Paul kadının uzun saçlı olması gerektiğini
söyleyecekti. Bazı din bilimciler kadında kısa saçı tanrının
buyruğuna karşı çıkmakla özdeşleştiriyorlardı. Öte yandan
kadının -özellikle iğne ya da tokayla tutturulmamış, serbestçe
aşağı doğru sarkan, darmadağınık - saçı cinsellikle
ilişkilendiriliyordu ve bazı dinlerde kadınların saçı
örtülmekteydi. Saç kestirme mekanları da cinsiyete göre
farklılık gösteriyordu. Eski Mısır’da, Yunan’da, Roma’da
erkekler sokaktaki berberler tarafından tıraş edilirken kadınlar
saçlarını sadece evlerinin içinde, çoğunlukla kölelere
kestiriyorlardı ve XX. yüzyıla kadar batıda kamusal alanda kadın
berberleri yok denecek kadar azdı. Erkek berberlerinin görevi
sadece saç, sakal kesmekle sınırlı değildi, berberler aynı
zamanda diş çekiyor, küçük ameliyatlar yapıyorlardı.
Sosyalleşme ortamı sağlayan berber dükkanlarında yaralar
sarılıyor, müzik çalınıyor, son haberler konuşuluyordu. Karen
Stevenson’ın “Hairy Business: Organising the Gendered Self”
adlı yazısında söylediği gibi (Contested Bodies’in içinde)
ortaçağda berberler erkekler için aynı zamanda bir eğlence ve
dedikodu yeriydi ve mahalle berberi akıllı, önemli bir arkadaş
olarak görülürdü. İlk cerrah-berberin 1301’de kayda geçtiği
Fransa’da yüzyıllar boyunca tıp cerrahlarıyla berber-cerrahlar
birbirleriyle rekabet ve mücadele edecek, en sonunda 1745’de
parlamento kararıyla cerrahlık ile berberlik birbirinden
ayrılacaktı. İlk kez XVII. yüzyıl başlarında bir erkek berber
tarafından kadınlara yönelik olarak açılan berber dükkanı
kilise tarafından ahlaksızlık suçlamasıyla aforoz edilecekti.
XVII. , XVIII., ve XIX. yüzyıllarda kadınlar saçlarını
çoğunlukla evlerinde kadın arkadaşlarına ya da akrabalarına
yaptırıyorlardı. XVII. yüzyılda kadının derli toplu bir
biçimde tutturulmuş ve üzeri örtülmüş saçı bir erdem
göstergesiydi ve bu saç ahlaklı kadını serbest, dağınık
saçlı, “hafif meşrep” kabul edilen kadınlardan ayırıyordu!
Cadılar resimlerde genellikle darmadağınık, yabani saçlı
kadınlar olarak tasvir edilirdi. Başı açık, uzun, dağınık
saçlı kadının saçlarını karşısındaki kişiye doğru
sallamasının bir çok kötülüğe neden olacağı varsayılırdı.
Cadı olduğundan şüphelenilen kadının saçları, bazen de tüm
bedenindeki kılları kazınır, böylece gücünü kaybedeceği
düşünülürdü.
On
sekizinci yüzyıl, Aydınlanma çağı , “uygarlık sürecinin”
hızlandığı, insanın dağınık, “hayvani” kıllarından
uzaklaşmaya başladığı bir dönemdi! Aydınlanmanın büyük
düşünürlerinin Afrikalıları-hayvana yakın görerek-
aşağıladığı bu yüzyılda beyaz üstün Avrupalının
“kontrollü saçını” Afrikalıların “vahşi”, dağınık
saçı karşısında yücelten yaklaşımlar revaçtaydı. Angela
Rosenthal’in “Raising Hair” adlı yazısında belirttiği gibi
( Eighteenth-Century Studies, 2004, 38. 1 ) Avrupalı bireyin dalgalı
saçı ideal bir saflıkla ve aydınlanmış bir özne modeliyle
ilişkilendirilirken Afrikalıların kıvırcık saçı bazıları
tarafından şeytanilikle ve şehvet düşkünlüğüyle bir arada
anılıyordu. Afrikalı köleler saçlarının kıvırcıklık
derecesine bağlı olarak muamele görmekteydi. Neal A. Lester’in
“Nappy Edges and Goldy Locks: African-American Daughters and the
Politics of Hair” adlı yazısında dikkat çektiği gibi (The Lion
and the Unicorn, 2000, 24. 2 ) ten renkleri daha açık, saçları
daha düz, “iyi saçlı” Afrikalı köleler “ayrıcalıklı”
ev köleleri olarak çalıştırılırken daha koyu tenli ve
kıvırcık, “kötü saça” sahip köleler çalışma şartlarının
sert olduğu tarlalara gönderiliyordu. “İyi saçla” doğmayan
köle çocukların saçlarını düz hale getirmek için aileleri
çeşitli yağlar ve aletler kullanıyorlardı. Öte yandan kendi
bedenini kontrol altında tutan özne modelini öne çıkaran
Aydınlanmanın saç modeli de “inzibat altına alınmış,
vahşiliğinden, dağınıklığından kurtarılmış” saçtı,
aklın, estetiğin biçim verdiği saçtı!
Grant
McCracken’e göre XVIII. yüzyıl sonunda “büyük saç”
salgını ortalığı sarmıştı. Bazen çiçeklerle süslenen
heybetli saçlar adeta bir ağacı andırmaktaydı! Bu saç modeli
Aydınlanmanın “ağaç biçimli” düşünce modeline ve “bahçe
tanzimi” mantığına yabancı değildi! Vahşi haldeki bahçe(saç)
düzensiz, kaotik halinden kurtarılıyor, doğa akıl tarafından
nizama sokuluyordu! Aydınlanmanın düşüncesi gibi saçı da
hiyerarşiye dayalı ve kontrol edici bir akla dayanmaktaydı!
Afrikalıların dağınık, karmakarışık, kıvırcık, bir türlü
biçim verilemeyen saçı ise Aydınlanmanın sömürgeleştirmek
istediği “vahşi ötekinin” saçıydı ve bu saç “kaotik”
görünüşüyle adeta bir rizomu andırıyor, Aydınlanmanın
düzenli bahçe modeline meydan okuyordu! “Dağınık kıllara”
karşı savaş açan Aydınlanma düşüncesi kadının edep yeri
kıllarını da ihmal etmiş değildi! Johannes Endres’in “Diderot,
Hogarth, and the Aesthetics of Depilation” adlı yazısında
belirttiği gibi (Eighteenth-Century Studies, 2004, 38. 1 ) kadın
bedenini bakış karşısında şeffaf kılmak isteyen bu yaklaşım
kadının edep yeri kıllarının tıraş edilmesini ve böylece
kılların altındaki “güzel konturun”, “kılsız konturun”
ortaya çıkarılmasını öneriyordu! Aydınlanma düşünürü
Diderot bir kadın heykelini değerlendirdiği bir çalışmasında
kadının edep yeri kıllarının tıraş edilmesi gerektiğini
söyleyecekti. Böylece kılların altındaki güzel hatlar, çıplak
konturlar ortaya çıkmış olacaktı. Bu konudaki görüşleri
Diderot’nun görüşlerine yakın olan dönemin İngiliz ressamı
William Hogarth da kadının edep yeri kıllarının karmakarışık
ve güzel olmayan kıllardan oluştuğunu, güzel hatlara dayalı
norma uymadığını söyleyecekti. Kadının “darmadağınık,
anarşik” edep yeri kılları XVIII. yüzyıl sanatçısının
bakışı açısından “gözü yoran”, “yanıltan” bir
“direniş kümesi” oluşturmakta, bunun karşısında
kıllarından arındırılmış, düz çizgilerden ve yumuşak
kıvrımlardan oluşan bir kadın bedeni imgesi öne çıkarılmaktaydı.
Kadın bedeni adeta buluğ öncesi, kılsız çocuk bedenine
dönüştürülmek istenmekteydi. “Çocuk kadın” imajı
Aydınlanmanın hijyen saplantısıyla da ilişkiliydi. Edep yeri
kılları bölgede “havasızlığa” , kirlerin birikmesine ve
karanlığa yol açan bir perde oluşturuyor, adet kanaması
nedeniyle durum” daha da vahim bir hal alıyordu! Bu durumda
kadının edep yeri kıllarının kesilerek Aydınlanmanın ışığının
bu bölgeye nüfuz etmesinden başka çare kalmamaktaydı!
On
dokuzuncu yüzyıl saç üzerindeki disiplinin daha da sıkılaştığı
bir yüzyıl oldu. Carol Rifelj’in “The Language of Hair in the
Nineteenth-Century Novel” adlı yazısında belirttiği gibi
(Nineteenth -Century French Studies , Güz-Kış 2003, cilt: 32,
Sayı: 1-2 ) tüm yüzyıl boyunca kadınların saçı taranmış,
şekil verilmiş, genellikle özenle yapılmış durumda idi.
Kadınlar evin içinde bile saçları toplanmış halde dolaşıyordu.
Erdemli kadının saçının toplanmış, tutturulmuş olması
gerektiği düşünülmekteydi. Kadının sokakta saçları açık
dolaşması uygunsuz addedilir, orta sınıftan kadınlar genellikle
şapka giyerdi. Serbest bırakılmış saç cinsellikle
ilişkilendiriliyordu. Sadece işçi ve alt sınıflardan kadınların
açık saçla sokağa çıktıkları ve bu kadınların iffetsiz,
hafifmeşrep oldukları varsayılırdı. XIX. yüzyıl modernliği
kadın-erkek toplumsal cinsiyet rollerini net sınırlarla
birbirinden ayırmaya kararlıydı ve bu bağlamda kadının saçının
uzun olması gerektiği düşünülmekteydi. Stevenson’ın da
dikkat çektiği gibi Viktoryen dönemde kadınların saçlarını
kestirmesi, hatta kısaltması az rastlanan bir durumdu, saçlara
sadece biçim veriliyordu. Uzun saçlı kadın ideali beyaz Avrupalı
ulusların tarihinin bir parçasıydı. Peri masallarındaki
prensesler mavi gözlü, uzun sarı saçlıydı. Avrupa’da XIX.
yüzyılın ikinci yarısında berberler esas olarak erkeklere hizmet
veriyordu. İlk kadın berberi Paris’te 1872’de Marcel Grateau
tarafından açılacaktı. Grateau küçük dükkanında yeni
geliştirdiği ondüle yapma tekniğini tanıtmak amacıyla kadınlara
bedava saç yapıyordu. Başlarda dükkanına çok az sayıda yoksul
kadın geldi. Erkek olduğu için uzun süre yadırganan Grateau
zamanla tanınınca parayla saç yapmaya başladı ve dükkanına
zengin kadınlar da gelmeye başladı. Ancak XX. yüzyıla kadar
kadınların çoğu saçlarını evlerinde yaptırmaya devam edecek,
kamusal alandaki berber dükkanları erkek mekanı olmaya devam
edecekti.
On
dokuzuncu yüzyıl modernliğin- özellikle kadında- “kılsız
beden” idealini güçlendirmeye çalıştığı bir yüzyıldı.
Rebecca M. Herzig’in “The Woman Beneath the Hair: Treating
Hypertrichosis, 1870-1930” adlı yazısında söylediği gibi (
NWSA Journal, 2000, 12. 3 ) Darwin’in evrim teorisini izleyen
dönemde bedendeki “fazla kıllar” maymun atalarımızla
ilişkilendirilmeye başlamış, insanın evrim süreci içinde vücut
kıllarının azaldığı yolundaki görüşler daha çok vurgulanır
olmuştu. Böylece Avrupalı ırkların dışındaki bazı ırklar
“aşırı kıllı” oldukları gerekçesiyle aşağı bir konuma
yerleştirilecek, vücut kılları ırk ayrımcılığının elinde
bir ölçüt olup çıkacaktı. Etnologlar ırksal tipolojiler
kurarak vücut kıllarını tiplerine ve kalınlıklarına göre
sınıflandırmaya başlamışlardı. Modernliğin kıla dayalı
ayrımcılığının hedef aldığı beden sadece “ırksal
ötekinin” bedeni değildi, “cinsel ötekinin” bedeniydi de.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında “kıllı kadın korkusu”
etrafı saracaktı! Histeri, nemfomani, kleptomani vb. “kadın
hastalıklarının” “keşfedildiği” bu dönemde kadının
yüzündeki kıllar eril tıp bilimince patolojikleştirilecek, 1870
sonlarında hypertrichosis bir hastalık olarak tanımlanacaktı.
Kadının toplumsal cinsiyetini kılsız olarak tanımlayan modernlik
açısından kadının “aşırı” kılları ona biçilen cinsel
rolün ihlal edilmesi anlamına gelmekte, eril tıbbın müdahalesini
gerektiren bir “kötülük” olarak kurulmaktaydı. Doktorlar
“kadınsı kılları” “erkeksi kıllardan” ayırma,
sınıflandırma uğraşına girişmişlerdi. Basında yüzlerindeki
kıllar nedeniyle intihar etme noktasına gelen kadınların öyküleri
yayınlanıyordu.
Dönemin
iki cinsi kesin olarak birbirinden ayırmayı hedefleyen tıp
literatürü doktorlara başvuran “kıllı kadınların” tekrar
kılsız olmayı, “yeniden gerçek kadın tipine kavuşmayı”
şiddetle arzulayan ifadeleriyle doluydu. Cinslerin görünüşlerinin
“birbirine karışmaması” gerektiğini söyleyen doktorlar
başarılı bir tıbbi müdahaleyle kadının yüzündeki kıllar
alındıktan sonra derinin “düzgün, beyaz, normal” hale
geldiğini belirteceklerdi. Öte yandan kadının edep yeri kılları
da XIX. yüzyıl modernliğini rahatsız edecek, gazetelerde nikah
gecesi ilk kez karılarının edep yerindeki kılları görünce
düşüp bayılan erkeklere dair haberler yayınlanacaktı. Viktoryen
dönemde yapılan resimlerde kadının edep yerindeki kıllar ya
gizlenmişti, ya da tıraş edilmişti. Daha sonraki dönemde kadının
edep yerindeki kılların “olumlu yanları” da gündeme gelecek,
Sigmund Freud kadınların örgü örerken bilinçaltlarında edep
yerlerindeki kıllarını örnek aldıklarını söyleyecekti.
Freud’a göre kadınlar insanlık tarihindeki keşiflere ve
icatlara çok az katkıda bulunmuşlardı. Tek katkıları örgü
örme ve dokumaydı. Kadın penisi olmaması nedeniyle haset duyuyor
ve utanç hissi içinde cinsel bölgesindeki penis eksikliğini
gizlemeye çalışıyordu. Edep yerindeki kılların bu utanılası
eksikliği örtmesini bilinçaltında kendine model alan kadın örgü
örerek, dokuyarak, iplikleri, edep yerindeki kılların doğal
örtüsünü oluşturur gibi, birbiriyle birleştiriyordu!
Yüzyıllar
boyunca patriyarkal söylem kadının saçını uzun olarak kurmuştu.
Öte yandan “sapkın” kadınların saçını kesmek, kazımak
bilinen bir cezalandırma yöntemiydi. Hapiste tutulan köle
kadınların saçları sık sık kesilirdi. Savaş dönemlerinde
karşı tarafla işbirliği yaptığı, ya da karşı taraftan bir
askerle ilişkisi olduğu söylenen kadınlar saçları kazınarak
teşhir amacıyla caddelerde dolaştırılırdı. Kadında kısa saç
bir biçimde tekinsizlikle ilişkili görülürdü. Öte yandan eril
kamusal bakışın dayattığı bakımlı uzun saç normuna uymak
kadınlar için saatlerce süren bir çabayı gerektirmekteydi.
Kadınların oy ve çalışma hakkı taleplerinin yükseldiği
1910’lu yıllarda kısa saç erkek egemen toplumun değerlerine
karşı mücadele etmenin bir aracı haline gelmeye başladı.
Stevenson’ın belirttiği gibi 1916’da feminist Charlotte Perkins
kadında kısa saçın sadece daha sağlıklı, kolay ve rahat
olmakla kalmayıp aynı zamanda kadınların daha eşitlikçi bir
topluma doğru ilerlemesinin bir göstergesi olduğunu söyleyecekti.
Perkins’in görüşlerini kınayan ve alaya alan New York Times’a
göre kadında kısa saç romansın, tarihin, edebiyatın ve şiirin
sonu demekti, şairler artık kadınların güzel uzun saçları
hakkında dizeler yazamayacaktı!
Kadınlarda
kısa saça şiddetle karşı çıkan, kısa saçı kadınsı olmayan
bir saç olarak gören –erkek- berberler de benzer görüşleri
savunacak, 1923’te berberlerin dergisinde yayınlanan bir yazıda
tarih boyunca erkekler tarafından hayranlık duyulan, yumuşak,
parlak, örgülü kadın saçının son bulmakta olduğu esefle dile
getirilecekti! Berberler kadında kısa saçın dükkanlarının
kazancında bir azalmaya yol açacağını düşünüyorlardı.
1920’li yıllar kadınların yığınsal bir biçimde saçlarını
kestirmelerine şahit oldu. Kadında kısa saç erkek egemen
toplumsal cinsiyet normlarına karşı bir başkaldırıya dönüşmeye
başlamıştı. Muhafazakar çevreler ateş püskürüyordu. Kısa
saçlı kadınlar erkeklerce küçümsenip aşağılanıyor,
patronlar kısa saçlı kadın çalışanlarını işten atmakla
tehdit ediyordu. Ancak kadınlar kitleler halinde saçlarını
kestirmeye devam etmekteydi. Bu durum karşısında ilk pes eden
berberler oldu. Sonuçta saçını bir kez kestiren kadın daha sonra
kısaltmak için tekrar berber dükkanına gelecek ve bu durum
kazançlardaki korkulan düşüşü engelleyecekti. Öte yandan
berberler salonlarını kadınların zevklerine uygun bir şekilde
dekore etmeye, kadınlara kozmetik tavsiye ve ürünler sunmaya,
manikür yapmaya başlamışlardı. Berberler kısa kadın saçının
“erkeksi sertliğini” yumuşatmak için losyonların ve
spreylerin takviye ettiği stilize saç biçimleri oluşturmaya
yönelecek, 1930’larda saç kısaltma bir sanatkarlık olup
çıkacaktı. Zamanla kadında kısa saç erkekliğin kurduğu uzun
saçlı kadın idealine meydan okuma özelliğini yitirmeye başladı
ve toplumsal olarak kabul gören bir olgu haline geldi. 1930’lardan
sonra uzun saç tekrar popüler olacaktı.
Yirminci
yüzyılın ilk yarısında erkeklerin saç modeli kadınlarınkine
oranla daha az değişikliğe uğradı, erkeklerde kısa saç büyük
ölçüde norm olma özelliğini korudu. Afrikalıların “dolaşık”
saçı ise küçümsenmeye devam etti. 1950’lerde beyaz Avrupa
merkezci düz, uzun saç modeli orta sınıftan Afro amerikalı
kadınlar üzerinde de etkisini sürdürüyor, bu kadınlar düz
takma saç satın alıyorlardı. Afro amerikalı kadınlara peruk ve
saç düzleştirici kimyasal ilaçlar ve aletler satan bir endüstri
gelişmişti. Bell Hooks “Straightening Our Hair” adlı yazısında
Afro-amerikalı kadınların beyaz kadınları taklit ederek
saçlarını düzleştirmeye çalıştıklarını söyleyecekti.
Baskı altında olmanın getirdiği psikolojiyle ve beyazlar gibi
görünme yönündeki eğilimle birlikte bu kadınlar kendilerine
ait güzelliği reddetmekte, sarı peruklar takarak beyazların
dünyası içinde başarılı olmaya çalışmaktaydı. Bell Hooks
“Happy to be Nappy” adlı çocuk kitabında beyazların düz
saçlı güzellik kültürü karşısında küçük Afrikalı kızın
doğal, kıvrım kıvrım, kıvırcık saçlarını övecek ,
Noliwe M. Rooks, Ayana D. Byrd, Lori L. Tharps gibi yazarlar
Afrikalıları saçlarını düzleştirmeye iten toplumsal koşulları
inceleyeceklerdi. 1960’larda ve 1970’lerde muhalif Afro
amerikalı hareketler kıvırcık saça sahip çıkacak, “happy to
be nappy” Afrikalıların kurtuluşunu hedefleyen bazı militan
gurupların sloganlarından biri haline gelecekti.
Aynı
dönemde eskinin erkeğe ilişkin “ciddi, kısa saç modeli” de
değişikliğe uğradı, hippilerin ve punkların muhalif saç
biçimleri özellikle gençlik yığınları içinde taraftar buldu.
Öte yandan 1960’lardan başlayarak güçlenen ikinci dalga
feminist hareket kadında kısa saçı sahiplenerek kısa saçı
erkek egemenliğine meydan okuyan politik bir duruşun parçası
haline getirecekti. 1970 başlarında muhalif kadınlar sadece
saçlarını kısa kestirmekle kalmayıp, aynı zamanda yüzlerindeki,
kollarındaki ve bacaklarındaki kılları da almıyorlar, edep
yerlerindeki kılların dışarı taştığı bikiniler giyiyorlar,
“kılsız kadın” modeline meydan okuyorlardı. Medya da kitlesel
kadın hareketinin gücü karşısında esneyecek, 1972’de
Playboy’da Miss October ilk kez edep yerindeki kılları tıraş
edilmemiş bir şekilde poz verecekti. 1980’lerden sonra kadında
kısa saç erkek egemen toplumsal cinsiyet rollerini ihlal edici
muhalif bir gösterge olmaktan uzaklaşmaya, tüketime endeksli bir
yaşam tarzı göstergesi olmaya başladı. Saçsal çeşitliliği
teşvik eden, farklı sosyal grupların tüketimi için farklı saç
modelleri üreten yeni tüketim kapitalizmi saçı kişisel bir
tüketim tercihi, bir kimlik işareti haline getirdi, saç kendi
kendini kurmakla yükümlü yeni bireyin hizmetine sunulan
tüketimsel bir göstergeye dönüştü, saç ve güzellik salonları
kısa süreli kimliklerin üretildiği mekanlar haline geldi. Saç
yapımı ve bakımı milyarlarca dolarla ifade edilen bir endüstriye
dönüştü. Öte yandan post modern toplumda vücut kıllarına
ilişkin toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ortadan kalkmadı.
Kadının yüzündeki, bacaklarındaki, koltuk altlarındaki kıllar
bir sorun olarak görülmeye devam etti, edep yerindeki kılların
bikini çizgisinin dışına taşmaması norm haline getirildi,
kadının kaşı inceltilmiş bir hatta dönüştürüldü, erkekteki
kellik cinsel güç mitiyle onurlandırılırken benzer durumdaki
kadınların peruk takması bir “zorunluluk” olarak görülmeye
devam etti. 1990’ların başlarından itibaren hijyenin saplantı
haline gelmesiyle birlikte özellikle kadın bedeninin- koku ve
kirliliğin nedeni olarak görülen- kıllardan arındırılması
gerektiği yönündeki söylem güçlendi, steril, pürüzsüz bir
beden imgesi öne çıkarıldı. Kadın bedenini “kılsız”
olarak kuran norm modernlikte buyurgan bir eril ahlak ve kılı
patolojikleştiren bir söylem çerçevesinde kurulurken post
modernlikte “kıllı kadını” bir müşteri olarak gören,
bedeni temiz, nötr bir yüzey olarak yeniden inşa etmeye yönelen,
“light”, incelmiş bir eril ayrımcılığa dayalı piyasa
söylemi egemen hale geldi.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Bell
Hooks, Happy to be Nappy, Jump At The Sun, 1999, 32 s.
Wendy
Cooper, Hair: Sex, Society, Symbolism, Stein and Day/ Publishers,
1971, 233 s.
Kyreneli
Synesios, Kelliğe Övgü, Çev. Cana Aksoy, Sel Yayıncılık, 2003,
64 s.
Sigmund
Freud, “Femininity”, The Standart Edition of the Complete
Psychological Works of Sigmund Freud, Hogarth Press, 1964, Cilt 22
Grant
McCracken, Big Hair: A Journey into the Transformation of Self,
Overlook Press, 1996, 240 s.
Noliwe
M. Rooks, Hair Raising: Beauty, Culture and African American Women,
Rutgers University Press,1996, 160 s.
Ayana
D. Byrd, Lori L. Tharps, Hair Story: Untangling the Roots of Black
Hair in America, St. Martin’s Press, 2002, 208 s.
John
Hassard and Ruth Holliday, Contested Bodies, Routledge, 2001, 208 s.
MODERNLİĞİN
YARATTIĞI ÖTEKİ:
UCUBE
Türkçeye
ucube olarak çevrilebilecek “freak” sözcüğü çeşitli
anlamlara geliyor; garabet, acayiplik, anormal yaratık, hilkat
garibesi vb. Ucube bazen de canavar (monster) anlamında
kullanılıyor. Canavar, insanlar için de kullanılmakla birlikte
daha çok vahşi hayvanları , doğaüstü yaratıkları nitelemek
için uygun görülen bir sözcük. Ancak “yarı insan yarı hayvan
yaratıklar” ucube ile canavar arasındaki sınırı
müphemleştiriyor. Ucubeliğe ilişkin olarak batıda XIX. yüzyılda
daha çok insanlardaki bedensel, fiziksel “anormallikler” öne
çıkıyor. Yapışık ikizler, cüceler, ikiden fazla eli veya ayağı
olanlar, kolları ya da bacakları olmayanlar, derisi aşırı esnek
olanlar , hermafroditler, sakallı kadınlar, “aşırı” şişman
ya da zayıf olanlar, “deforme” yüz ve bedenlere sahip olanlar
vb. Öte yandan ucubelik kültürel ve sosyal olarak kurulmuş,
yaratılmış bir kategori olduğu için batının dışladığı
ötekinin çok farklı biçimlerini de kapsıyor. (Ucube, cüce ve
benzeri kavramlar olumsuz –ve ayrımcı-bir yargı içerdikleri
için bu yazımda bu tür kavramları tırnak içinde kullandığım
varsayılmalıdır)
Eski
Mısır kralları, Romalı soylular, ortaçağ Avrupa kraliyet
aristokrasisi cüceleri eğlence amacıyla çevrelerinde
bulundururlardı. İnsanın bedensel yapısındaki “anormallikleri”
inceleyen bilim dalı (teratology) esas olarak XIX. yüzyılda
gelişmiş olmasına karşın “canavarlar biliminin” kökenleri
çok eskilere gitmekteydi. Eski Yunanda “canavarımsı bedenler”
tanrısal bir ceza ya da ikaz olarak görülürdü. Yunan mitolojisi
insan ve hayvanın çeşitli birleşimlerinden oluşan canavarlarla
doluydu. İnsan etiyle beslenen yarı insan yarı boğa şeklindeki
canavarlar (minotaur), tek gözlü devler (cyclops) bunlardan
bazılarıydı. Ortaçağda canavarımsı bedenler uğursuz şeylerin
habercisi olarak görülür ya da kehanetle, tanrının gazabıyla
ilişkilendirilirdi. Bu tür bedenler tanrının gücünün
göstergesi olduğu için hem korku hem de hayranlık uyandıran
büyülü bir var oluşa sahipti. XVI. yüzyılda canavarımsı
bedenleri tıbbi bir çerçeve içinde açıklamaya çalışan bir
yönelim ortaya çıktı ve Fransız cerrah Ambroise Pare canavarımsı
bedenleri, olağanüstü yaratıkları sınıflandırdı. Pare bu tür
bedenlerin oluşmasının nedenleri arasında hayvanlarla cinsel
ilişkiye girmeyi, dini günlerde gerçekleşen cinsel ilişkileri de
saymaktaydı. Tıbbın fizyolojik “anormallikleri” sınıflandırma
ve bunları bilimsel olarak açıklama çabalarına karşın XVIII.
yüzyıla kadar olağanüstü bedenlerin etrafını saran büyü
ortadan kalkmadı ve canavarımsı bedenler fantastik, harikulade,
nadir ve değerli varlıklar olarak görülmeye devam etti. XVIII.
yüzyılın sonundan başlayarak canavarımsı bedenlerin yeni
gelişmeye başlayan kliniklere getirilip orada incelenmesiyle
birlikte bu bedenlerin yarattığı hayranlık duygusu azaldı ve
teratoloji doğmaya başladı. Rosemarie Garland Thomson’ın da
dile getirdiği gibi ( Freakery’nin içinde) ucube kavramının
tıbbi çerçeve dahilinde bir bedensel anormallik olarak algılanması
XIX. yüzyılın ortalarında gerçekleşecek, teratoloji eskinin
şaşkınlık uyandıran ucubesini ehlileştirecek,
rasyonelleştirecek, onu seküler bir hale getirmeye başlayacaktı.
On
dokuzuncu yüzyıla kadar olağandışı fiziksel görünüşe sahip
kişiler hanlarda, yol kenarlarında para karşılığı bedenlerini
teşhir ederlerdi. XIX. yüzyılda olağandışı bedenin teşhiri
kurumsallaştı, ticari eğlence sektörünün bir parçası haline
geldi, eskiden ilahi gücün göstergesi olan şey XIX. yüzyılda
eğlenceye dönüştü. Sirkler, fuarlar, “müzeler”, lunaparklar
olağanüstü bedenlerin sergilendiği yerler haline geldi. Yapışık
ikizler, cüceler, “devler”, “yaşayan iskeletler” ( “aşırı
zayıf kişiler”), albinolar, sakallı kadınlar, çok küçük bir
başa sahip (mikrosefal) kişiler, derisi çok esnek olanlar,
hermafroditler, kolsuz ya da bacaksız olan kişiler, doğuştan tüm
vücudu beyaz renkli olanlar, derilerinde leke olanlar, yüzleri ya
da bedenleri bazı hayvanları andıranlar (“aslan yüzlü çocuk,
maymun kız, leopar çocuk, fil adam”) , tüm vücudu dövmelerle
kaplı kişiler ucube gösterilerinde (freak shows) küçük bir para
karşılığında sergileniyordu.
Sergilenen
sadece doğuştan ya da sonradan olan bedensel anormallikler değildi
. Vantrologlar, ipnotizmacılar, kılıç yutanlar, vücutlarını
tuhaf biçimlere sokabilen kişiler, ateş yutanlar, canlı yılan
yiyenler de ucube gösterilerinin bir parçasıydı. Öte yandan
ucube gösterileri ırkçı özellikler taşıyordu. Dünyanın
balta girmemiş ormanlarından, uzak ücra köşelerden getirildiği
söylenen “ilkel yerliler”, “insan yiyen vahşiler” de bu
gösterilerin önemli bir parçasıydı! XIX. yüzyıl batı
sömürgeciliği bir yandan yerli halkları katleder ve
köleleştirirken öte yandan onları “egzotik ilkeller” olarak
kurarak gösteri dünyasının bir parçası haline getiriyordu.
Ucube gösterilerinde teşhir edilen yerlilere ilişkin söylenceler
sömürgeci seferlerden alınmakta, ilave ve çarpıtmalarla “vahşi
Afrikalı” imajı yaratılmaktaydı.Yerlileri tanıtmak üzere
bazen 40 sayfayı bulan broşürler hazırlanıyor, anlatıyı hakiki
kılmak için bunların içinde dönemin tıp ve bilim adamlarının
görüşlerine yer veriliyordu. Ucube gösterilerini seyircilere
sunanlar çoğu kez kendilerini doktor ya da profesör gibi
sıfatlarla tanımlıyorlardı. Bu gösterileri izlemeye gelenlerin
sayısı bir günde elli bine varabiliyor, Afrika’dan “yamyam”
getiren gemileri karşılamak üzere limanlarda sayıları yüz bine
yaklaşan kalabalıklar toplanıyordu. Bernth Lindfors’un da
belirttiği gibi (Freakery’nin içinde)1810-1811 yıllarında
Londra’da “Hotanto Venüsü” adıyla sunulan ve steatopygia
nedeniyle arka tarafı büyük olan kadın kafes içinde
sergilenmekteydi. Zaman zaman seyircilerin “tetkikine” sunulmak
üzere kafesinden çıkması istenen bu kadın eğer çıkmak
istemezse “bakıcısının” tehditkar el hareketleriyle
kafesinden çıkartılıyor, izleyiciler bazen elleriyle, bazen
baston ve şemsiyeleriyle kadının arka tarafının sahte olup
olmadığını kontrol ediyorlardı. İlkel kadın stereotipi olarak
sunulan bu kadının bedeni 1815’de öldükten sonra tıp
otoriteleri tarafından kesip açılıp incelenecekti.
Afrika’nın
“geriliğine” örnek olarak sunulan bir diğer gösteri iki erkek
, iki kadın ve bir çocuktan oluşan Bonjesman kabilesiydi. Mülkiyet
duygusuna sahip olmayan, hiçbir kalıcı yapı oluşturmayan bu
avcı-toplayıcı insanlar vahşiliğin sembolleri olarak
görülüyorlardı. “Normal”, beyaz , batılı insandan en küçük
bir sapma bir barbarlık belirtisi olarak ele alınıyor, böylece
batının kültürel üstünlüğü bir kez daha onaylanmış
oluyordu. Yerlilerin orangutanlara, şempanzelere, maymunlara
benzetildiği XIX. yüzyılda etnosentrizm ve sömürgecilik iç içe
geçmiş, yerlilerin “ilkelliği , barbarlığı,
aydınlanmamışlığı, ucubeliği” İngiliz sömürgeciliğini
haklı çıkarmanın bir aracı haline gelmişti. İngiliz
sömürgeciliği “kara kıtanın” hangi alanına yönelir, savaşa
girerse o bölgedeki yerlilerin İngiltere’deki ucube
gösterilerindeki “değeri” artıyordu! Dönemin bazı
romancıları yerlileri aşağılayacak, Charles Dickens “vahşileri
ortadan kaldırmaktan” bahsedecekti.
On
dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı insanın tarihsel gelişimine
ilişkin evrimci kuramın güçlendiği bir dönemdi. Darwin’in
1859’da yayınlanan Türlerin Kökeni adlı çalışması
özellikle Almanya’da popülerlik kazanmıştı. Nigel Rothfels’in
vurguladığı gibi ( Freakery’nin içinde) insanla maymun
arasındaki son bağlantı halkası, eksik bağlantı, insanla maymun
arasında bağ oluşturan yaratık merak konusu haline gelmiş,
insanın gelişimindeki eski aşamaları temsil eden “yaratıkların”
bulunması fikri heyecan uyandırmaya başlamıştı. “Medeni”
batılılar maymuna benzeyen “atalarını” aramaya girişmişlerdi.
Böylece “fazlaca tüylü olan” ya da maymuna benzetilen yerliler
ucube gösterilerinde sergilenecekti. Irksal ötekinin, beyaz olmayan
“ilkelin” bir söylem olarak üretildiği XIX. yüzyılın
etnolojisi hiyerarşik bir yönteme sahipti. Leonard Cassuto’nun da
söylediği gibi (Freakery’nin içinde) insanlık ilkel olandan
medeni olana doğru ilerleyen bir cetvel , merdiven temelinde
sınıflandırılıyor, yerliler ırksal olarak aşağılanıyordu.
Ucube hayvan değil ama insanla hayvan arasında bir yaratık olarak
kurulmuştu. Ucube elleri olmadığı durumda bile ayaklarıyla dikiş
dikiyor, seyircilere fotoğraflarını imzalayıp veriyordu. Ucube
bir yandan insanlığın dışına itilirken öte yandan gösteri
sahnesi yoluyla insanlığın içinde tutuluyordu! Amerika’ya
Afrika’dan getirilen “ilkeller” beyaz izleyicilerden
-Amerika’da yerleşik siyahlara olan tavırlarına kıyasla -
daha çok "kabul görüyorlardı" çünkü beyaz izleyici
açısından sahnedeki Afrikalıyla yüz yüze kalma durumu
geçiciydi, güvenliydi, egemen beyaz kültür karşısında bir
tehlike oluşturmayıp keyifli bir eğlenceye konu oluyordu. Ucube
gösterileri beyaz Amerikalının bir hiyerarşi çerçevesinde
kendi farkını ve üstünlüğünü kurma ihtiyacının bir
belirtisiydi.
Ucubelik
modernliğin kendine ilişkin korkularının ve bu korkuların
üstesinden gelinmesi çabalarının ifade bulduğu, perdede
yansıdığı bir yeri temsil ediyordu. Leslie A. Fiedler’in de
belirttiği gibi mitolojik, hayal mahsulü canavarlardan farklı
olarak ucube “bizden biriydi”, tam olarak kavranamayan bazı
güçler tarafından esrarlı bir varlığa dönüştürülmüş olsa
da bir insandı. Öte yandan Elizabeth Grosz’un da dikkat çektiği
gibi ( Freakery’nin içinde) ucube müphem niteliğiyle gündelik
hayatta kurulmuş olan ikili karşıtlıklar sistemini tehdit ediyor,
“aradaki” bölgede var olup tekinsizlik yaratıyordu. “Maymun
kız ve köpek yüzlü çocuk” insan/hayvan karşıtlığına,
“vahşi insan” doğa/kültür karşıtlığına, sakallı kadın
ve hermafroditler erkek/kadın karşıtlığına, cüceler
çocuk/yetişkin karşıtlığına, “devler” insan/tanrı
karşıtlığına meydan okumaktaydı! Ucube öznenin kendini müphem
olandan ayırdığı sınırı aşıyor, ihlal ediyor, kendilikle
ötekilik arasındaki sınırı muğlaklaştırıp endişe
yaratıyordu. Ucube insanları, kimlikleri, cinsiyetleri tanımlamak
için kabul edilegelmiş en temel kategoriler hakkında kuşkuya
neden oluyor, modern öznede yabancı, ürkütücü bir ötekilik
içinde yitip gitme , yutulma korkusu yaratıyordu. Öte yandan
Robert Bogdan’a göre ucube toplumsal olarak üretilmiş,
yaratılmış bir kurguydu. İnsan ucube doğmuyor ama ucube
yapılıyordu. Thomson’ın ifade ettiği gibi ( Extraordinary
Bodies’in içinde) XIX. yüzyıl toplumu kendi normalliğini
tanımlamak için normalliğin karşıtını, anormalliği kuruyor,
onu aşağılıyor ve böylece kendi üstünlüğünü yaratıyordu.
Susan Stewart’ın yaklaşımına göre ötekinin bedeninin sosyal
olarak kurulması sömürgecilikle yakından ilişkiliydi. Ötekinin
bir gösteri içinde teşhir edilmesi hem ötekiyle uygar arasındaki
sınırı kuruyor hem de “vahşilik”, “dışarısı”
gösterinin kontrollü mekanı içinde ehlileştiriliyordu.
Modernliğin
“normal”, özerk, bedeni üzerinde tam kontrole sahip, bedensel
olarak kusursuz özne modeli kendi kendini yönetemeyen, “kusurlu,
sakat , anormal” bedenlerin yaratılmasına dayanıyordu. Sakat
gibi ucube de modernliğin norm dışı olarak kurduğu bir
kategoriydi. XIX. yüzyıl psikiyatrisi nasıl “ruhsal olarak
anormal ötekini” kurduysa tıp ve teratoloji “fiziksel olarak
anormal ötekini”, etnoloji “etnik olarak anormal ötekini”
kurmuştu ve bunlar eğlence sektöründeki ucubenin kurulmasıyla
yakından ilişkiliydi. Sömürgecilik, tıp , etnoloji ve- o dönemin
“kültür endüstrisinin” önemli bir parçasını oluşturan-
ucube gösterisi sektörü batılı-eril- öznenin ayrımcılığa
dayalı kuruluşu yolunda el ele vermişti. XIX. yüzyıla kadar
cemaat içinde doğal yaşamını sürdüren “ucube” bundan böyle
delilerle birlikte toplumsal hayattan koparılıp ya akıl
hastanelerine kapatılacak ya da para karşılığı ucube
gösterisinde sahnede teşhir edilecekti. Ucubenin akıl hastanesine
kapatılması ya da gösteride sergilenmesi modernliğin aynı
dışlayıcı mantığından besleniyordu, koğuş da sahne de
ucubenin tehlikesiz hale getirilip inzibat altında tutulduğu
mekanlardı.
On
dokuzuncu yüzyılda ucubenin yanı sıra “canavar” da yoğun bir
ilgi konusu haline geldi. Shelagh Wilson’ın da belirttiği gibi
(Victorian Culture and the Idea of Grotesque’in içinde) dönemin
doğa tarihi kitaplarında “tuhaf yaratıkların” resimleri
yayınlanıyor, o güne kadar adı duyulmamış “yarı mitsel”
hayvanlar- canlı ya da iskelet halinde- dünyanın dört bir
yanından hayvanat bahçelerine ve müzelere getiriliyordu. İçi
doldurulmuş kuşların yanı sıra içi doldurulmuş maymunlar da
revaçtaydı ve talebin çokluğu nedeniyle bu işle uğraşanlar
canlı maymun bulmakta zorluk çekiyorlardı. Bazen de “insan
yiyen” bir kaplanın “saldırı konumundaki” postu dişleriyle,
pençeleriyle birlikte bir koltuğa kılıf oluşturuyor, böylece
“vahşilik” ev içinin konforlu ve güven verici ortamı içinde
bir eğlenceye dönüşüyordu! Benzer bir şekilde ucube de
gösterinin güvenli mekanı içinde seyircide hem bir ürküntü ve
irkilme yaratıyor hem de onu eğlendiriyordu. Seyirci yarı
hayranlık yarı ürpermeyle gerçekleşen bu “ötekiyle
karşılaşma”sonucunda haline şükrediyor, onay gören bir
toplumsal kategoriye ait olduğunu hissediyordu! Savaş dansı
yapan, törenle köpek kurban edip etini elleriyle yiyen “ilkellerin”
etrafını sarmış “uygar” kalabalık olayı şaşkınlık ,
tedirginlik ve merak içinde izliyordu. Ucube gösterilerinin de yer
aldığı sirklerde etnoloji, zooloji, sömürgecilik, tıp, eğlence
ve oryantalizm bir araya gelmişti! Osmanlı haremine satılmak
üzereyken kurtarıldığı söylenen “Çerkez güzeli”, “egzotik
hayvanlar”, “egzotik kabile üyeleri”, “fiziksel
anormallikler” gösterenler hepsi bir aradaydı! Sirkte ya da
fuarda gösterilen ucube daha sonra tıp fakültelerine “konuk
edilerek” tıp dünyasına “takdim ediliyor”, inceleniyor,
sınıflandırılıyor ileride öldükten sonra da otopsi yapılarak
“tıp bilimine katkıda bulunuyordu”! Dönemin ucube gösterisi
patronlarından biri “doktorlar da biz de ucubeyle ilgileniyoruz
ancak onlardan farklı olarak biz ucubeye gösteriye çıkması için
para ödüyoruz” demişti.
Modernlik
her ucubeye aynı şekilde davranmıyor, uygarlaştırılabilir,
egemen değerlere asimile edilebilir gördüğü ucubeye karşı daha
hoşgörülü bir tavır takınıyordu. “Çerkez güzeli”
bunlardan biriydi. Oryantalist bir söylem içinde sergilenen bu
kadın “güzel kültürel ötekinin” cinsel obje olarak batılı
göze sunulmasını simgeliyordu. Modernliğin “sempatiyle
yaklaştığı” ucubenin bir diğer örneği yapışık ikizler
olan Daisy ve Violet Hilton kız kardeşlerdi. 1920’lerin
sonlarında sahnede şarkı söyleyip dans eden yapışık ikiz kız
kardeşler beğeni topluyordu. Ancak dönem kadınların oy hakkını
elde etmek için mücadele ettikleri, kamusal, politik hayata
katılmaya çalıştıkları ve bu nedenle muhafazakar kesimler
tarafından ucube sıfatıyla suçlandıkları bir dönemdi. Allison
Pingree’e göre ( Freakery’nin içinde) evlenmeden, heteroseksüel
bir kocaya ihtiyaç duymadan yaşayan, erkeklere gereksinimleri
olmayıp mutlu, zengin ve bağımsız bir hayat sürdüren,
birbirlerine yeten bu yapışık ikiz kız kardeşlerin “erkek
dünyasının değerlerine ters düşebilecek” konumları gösteri
patronları tarafından fark edilmiş ve sahnedeki gösterileri eril
kodlarca kuşatılmış yeni bir senaryo yazılarak “disiplin
altına alınmıştı”.
Şirin,
sevimli ucubenin diğer örnekleri arasında cüceler ve çocuklar
vardı. Ortaçağ saraylarında yetişkinlerin asla söylemeye
cesaret edemeyeceği sözlerin- çocukların yanı sıra- cüceler
tarafından söylenmesi toleransla karşılanıyordu. Cüceler evcil
hayvan, eğlence objesi muamelesi görüyorlardı. Lori Merish’in
dile getirdiği gibi (Freakery’nin içinde) çocuk yetişkin
olmayan biri olarak ucubeye benzer bir konumda bulunuyor, “tam
insanla” “eksik insanı” birbirinden ayıran sınırlarda,
eşiklerde yaşıyordu. Çocuğun ucubeliğe en yakın biçimi
“büyümüş de küçülmüş” çocuktu. Bu “vaktinden önce
gelişmiş” çocuk ne çocuk ne de yetişkindi, her ikisiydi ! Bu
çocuk tipinin sinemadaki örneklerinden biri Shirley Temple idi. Bu
“minyatür kadın” küçük ihlalleriyle “patriyarkal yasayı
deliyor” ama akabinde sevimli bir tavırla yaptığı yanlışı
telafi ediyordu! Temple’ın ucubeliğini “dengelemek ve kontrol
altında tutmak” için ona şirin bir görünüm verilmesinin yanı
sıra Temple’a bir çok filminde askeri üniforma giydiriliyor ya
da yanında onu denetleyecek bir yetişkin bulunduruluyordu. Böylece
erken gelişerek "biyolojik kanunları ihlal etmiş olan”
Temple fiziksel bedeni sosyal beden içinde konumlandıran
kültürel-patriyarkal yasa tarafından denetim altına alınıyordu!
Temple’ın yetişkinlerin dünyasına karşı giriştiği küçük
ihlallerin seyircide yol açtığı “endişe” onun cana
yakınlığının, güçsüzlüğünün ve kontrol altında
tutulmasının etkisiyle ortadan kalkıyor, onun ötekiliği hem
kabul edilip hem kontrol altına alınıyor, patriyarkal kodlar
altında ehlileştiriliyordu.
Ucube
batı söylemi içinde hem korkulan hem de bir tür hayranlık
duyulan ötekiydi. Rosi Braidotti’nin de söylediği gibi( Writing
on The Body’nin içinde) batı tarihi içinde kadın değersiz
farklılıkla, alt insanla, canavarımsı olanla birlikte
anılmaktaydı. İnsan bedeni için erkek modelini veri kabul eden
Aristoteles açısından kadının doğması bile bir anomali
göstergesiydi. Kadının şeytanla, canavarımsı olanla, tehlikeli
doğaüstü güçlerle ilişkilendirilmesi ortaçağda da sürmüştü.
XVI. ve XVII. yüzyıllarda “canavarımsı”, “hayvanı andıran”
fiziksel özelliklere sahip çocukların (“ köpek yüzlü bebek”)
kadının cinsel birleşme sırasında hayvanlara bakması ya da
korkunç şeyler hayal etmesiyle bağlantılı olduğu
düşünülüyordu. Böylece kadın esas olarak “babanın ürünü
olan” (spermler) bebeği bozan, deforme eden bir ucube şeklinde
kuruluyordu. Modern toplum da kadını öteki olarak kurmuştu.
Shirley Peterson’a göre (Freakery’nin içinde) kadın
patriyarkal kültürün “biz” inin içindeki ucubeydi. XX.
yüzyıl başlarında kadınların oy hakkı için mücadele eden
sufrajetlerin hareketi eril kültürü tehlike altında görenler
tarafından bir ucube gösterisi, deforme olmuş, kadınlıktan
çıkmış yaratıklar çetesi olarak görülüyordu.
Ucube
gösterileri Amerika’da 1840-1940 yılları arasında varlığını
sürdürdü. Özellikle XIX. yüzyılda müzelerde ( en ünlüsü
P.T. Barnum’un Amerikan Müzesi’dir) gerçekleştirilen
gösteriler en itibarlı olanlarıydı. Müzede gösteriye çıkan
ucubenin ücreti ve çalışma koşulları diğer eğlence
mekanlarında çalışan meslektaşlarına göre daha iyiydi. Ucube
topluluğu içinde çok az sayıda kişi üne kavuşup zengin
olabiliyordu ama çoğunun çalışma ve yaşam koşulları kötüydü,
para kazanacak başka bir yol bulamadıkları için bu işi
yapıyorlardı. Öte yandan her ucube “hakiki değildi”. Tanıtım
broşürlerindeki bilgilerin bazen bir kısmı bazen de tamamı
düzmeceydi. Afrika’nın ücra köşelerinden getirildiği söylenen
“vahşi adamların” bazıları çevredeki limanlarda çalışanlar
ya da işsizler arasından bulunuyor, uygun makyaj ve giysiyle
birlikte sahneye çıkarılıyorlardı. Çerkez güzeli olduğu
söylenen kadın Amerikalıydı, iki başlı ya da dört ayaklı
olarak sahneye çıkan ucubenin arkasına başka birisi gizlenmişti.
XX. yüzyılın ilk on yıllarında tıbbın gelişmesi ve -Jan
Bondeson’un kitaplarında detaylı bir biçimde anlattığı-
bedensel “anormalliklerin” bilimsel olarak açıklanmasıyla(
“devin” akromegali, “köpek yüzlü çocuğun” hypertrichosis
olduğunun anlaşılması vb.) birlikte bu tür ucube gösterileri
güç kaybetti, ucube bir hasta olarak görülmeye başladı. İki
dünya savaşının sonucu çok sayıda insanın sakat hale
gelmesiyle birlikte sakat ucubenin eğlence amacıyla teşhirine
karşı toplumda tepkiler oluştu. XX. yüzyılın ilk çeyreğinde
müzelerdeki ucube gösterilerinin son bulmasından sonra bu işlerde
çalışanlar fuarlarda, eğlence parklarında, karnavallarda,
sirklerde çalışmaya başladılar ama iş bulmak gitgide
zorlaşıyordu. 1940’tan sonra ucube gösterileri düşüşe
geçti. Sinema, müzik vb. alanlarda bir kültür endüstrisi gelişti
ve kitle kültürü üzerinde belirleyici olmaya başladı.
1950’lerden sonra azınlıklara, sakatlığa, etnisiteye ilişkin
hakların gündeme gelmesi ile birlikte ucube gösterileri güç
kaybetti ve 1960 larda televizyonun yaygınlaşmasının da
etkisiyle neredeyse tamamen sona erdi.
Modern
toplum ana akım değerlerin, normun, normalliğin ötekini
sınıflandırdığı, disiplin altına aldığı bir toplumdu.
Thomson’ın da belirttiği gibi bu toplumdaki ucube gösterileri
ırkı, etnisiteyi, sakatlığı, tipik olmayan cinselliği,
dışlayıcı sistemler olarak yeniden kuruyordu. Ucube gösterisi
sektörü bedensel birörneklik söyleminin, akıl
hastanesi-kışla-okul-hapishane gibi kurumlar vasıtasıyla
disiplinli tek tip bedenler yaratmaya çalışan üniter-milliyetçi
sistemin tamamlayıcısıydı. Modernliğin otoriter-disipliner
kurumlarına karşı çıkan 1960' ların ve 1970'lerin muhalefeti
bir anlamda ucubeliği üstlendi. Önce hipiler sonra Punk hareketi
modernliğin ana akım değerlerini savunanlarca ucube olmakla
eleştirildi. 1970’lerde muhalif sanatçılar bedenlerinin
“biçimini bozarak” kendilerini ucube haline getirdiler, öteki
olmayı üstlendiler! Daha sonraları siber Punk ve siber feminizm
kendi “ucubeliklerini” yarattı! Mutantlar, insan şeklindeki
robotlar(androidler) ,siborglar, biyonik kadınlar gündeme geldi.
Body Art , performans sanatçıları “normal” bedeni kırılmaya
uğrattılar. Rachel Adams’ın dile getirdiği gibi ironik tarzda
bir izleyiciliği öğrenmeye istekli bir alt kültüre yönelik
alternatif gösteriler gündeme geldi.
Modernliğin
kaba bir biçimde aşağıladığı ötekiyi light biçimler altında
ticarileştirerek piyasaya dahil etmeyi amaçlayan post modern
kapitalizm ucubeliği medyatik keyif kültürünün bir parçası
haline getirdi. İlk başlardaki bilim kurgu filmleri ırkçı,
yabancı düşmanı nitelikler taşırken daha sonraları “çok
kültürlülüğün, kültürel çeşitlilik ve relativizmin
gelişmesine” paralel olarak “dünyalı olmayan” yaratıklara,
ucubeye karşı daha “hoş görülü” bir tutum benimsendi, ama
insan, daha doğrusu batılı beyaz erkek gücünü hep korudu. Öte
yandan bedenin bireyci tüketim kültürünün basıncı altında
sürekli olarak yeniden tasarımlanmasının gündemde olduğu post
modern toplumda modernlikte ucubelik göstergesi olan dövme
sıradanlaştı, piercing yaygınlaştı, Katherine Dum’ın Geek
Love adlı kült romanı ve diğer yayınlarla birlikte ucubelik
edebiyat içinde kendine yer buldu. Ucubelik Michael Jackson gibi
yıldızların kendilerini ifade etmesinin bir aracı haline geldi!
Jackson derisinin rengini açmasıyla, ömrünü uzatmak için
geceleri içinde uyuduğu iddia edilen yüksek basınçlı (
hyperbaric) oda içinde uyur halde göründüğü fotoğrafıyla,
ünlü ucube “Fil Adamın” iskeletini satın almak istediği
yolundaki söylentiyle, bilim kurgu dekoru içinde çekilen video
klipleriyle alışılagelmiş toplumsal cinsiyet ve ırk rollerini
“ihlal ediyor”, “gey miyim heteroseksüel miyim neyim kimse
bilmiyor” diyordu.
David
D.Yuan’a göre (Freakery’nin içinde) eskinin sabit fiziksel
“anormalliklere” dayalı statik ucubeliğinden farklı olarak
yeni ucubelik plastikti. Post modern toplumda kimliklerin yanı sıra
beden de her an değiştirilebilir, üzerinde oynanabilir, esnek bir
nitelik kazandı, sabitlikleri sarsıldı, akışkan hale geldi. Yeni
toplumda “ucube gösterisinin” aldığı tipik biçim
televizyondaki talk show programlarıydı. Modernliğin fiziksel
“anormalliklerin” ağırlıkta olduğu ucube gösterilerinden
farklı olarak post modern toplumda psikolojik ucubelik, “yaşam
tarzı ucubeliği” ağırlık kazandı! Andrea Stulman Dennett’in
de belirttiği gibi (Freakery’nin içinde) talk show’larda
eşcinsellik, teenager’ lar arasındaki cinsellik, ihlalci seks,
aralarında cinsel uyum olmayan çiftler, “sadakatsizlik ve
gebelik”, “teenager’lar ve iffet”, birbirine benzemeyen
cinsel itkilere sahip eşler, farklı cinsel tercihlere sahip
ikizler, eşcinsel evlilikler, bigami, travestilik, aralarında çok
yaş farkı olan çiftler vb. konular gündeme gelmekte, zaman zaman
uzmanlar da bu programlara katılarak görüş belirtmekteydi.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
der.
Katie Conboy, Nadia Medina and Sarah Stanbury, Writing on the Body:
Female Embodiment and Feminist Theory, Columbia University Press,
1997, 430 s.
der.
Rosemarie Garland Thomson, Freakery: Cultural Spectacles of the
Extraordinary Body, New York University Press, 1996, 400 s.
Rosemarie
Garland Thomson, Extraordinary Bodies: Figuring Physical Disability
in American Culture and Literature, Columbia University Press, 1997
Leslie
A. Fiedler, Freaks: Myths and Images of the Secret Self, Simon&
Schuster Books, 1979, 367 s.
Robert
Bogdan, Freak Show: Presenting Human Oddities for Amusement and
Profit, University of Chicago Press, 1990, 322 s.
Rachel
Adams, Sideshow USA: Freaks and the American Cultural Imagination,
University of Chicago Press, 2002, 289 s.
Susan
Stewart, On Longing: Narratives of the Miniature, the Gigantic, the
Souvenir, the Collection, Duke University Press, 1993, 232 s.
der.
Colin Trodd, Paul Barlow and David Amigoni, Victorian Culture and the
Idea of Grotesque, Ashgate Publishing Company, 1999, 212 s.
Jan
Bondeson, A Cabinet of Medical Curiosities, W.W. Norton & Company
1999, 250 s.
Jan
Bondeson, The Two-Headed Boy and Other Medical Marvels, Cornell
University Press, 2000, 320 s.
“BURJUVA KADIN
HASTALIĞI”
OLARAK KLEPTOMANİ !
Bir dükkandan kimse fark
etmeden bir şey çalıp cebe indirmenin ve parasını ödemeden
dükkandan ayrılmanın tarihi şüphesiz çok gerilere
götürülebilir. Ancak bu olgunun kleptomani adı konularak bir
rahatsızlık, “hastalık”, daha doğrusu bir “kadın
hastalığı”olarak tanımlanması için 19. yüzyılı beklemek
gerekecektir. “Modern anlamda” dükkan hırsızlığı
(shoplifting) 17. yüzyıldan itibaren artmaya başlamıştır.
Kleptomaninin tıbbi söylem içinde dile getirilmesi 19. yüzyılın
ilk yarısında gerçekleşmekle birlikte onun büyük mağazalarla (
department store) ilişkilendirilen bir kadın hastalığı olarak
kurulması 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşecektir.
Kleptomani 1816’da
İsviçreli doktor André Matthey tarafından “keşfedilmiştir”.
Daha önceki dükkan hırsızlarından farklı olarak kleptomanlar
eylemin itkisel doğası ve tek bir konuya odaklı bir saplantı
biçiminde ortaya çıkması nedeniyle mono manyak (sabit fikir
delisi) olarak kabul edilecektir. Kleptomaninin bir hastalık, ruhsal
dengesizlik olarak kurulması özellikle kadınların
gerçekleştirdiği dükkan hırsızlığına ilişkin davalarda
hafifletici neden olarak görülmeye başlanacaktır. 1840’ta adli
tıp uzmanı doktor C.C.H. Marc’ın çabalarıyla birlikte
kleptomaninin işlenen suçu hafifletici bir neden olarak görülmesi
süreci hızlanacaktır. Kleptomaniyi esas olarak kadınlara özgü
bir hastalık olarak gören Marc biyolojik nedenlerin
belirleyiciliğini öne çıkarmaktadır. Regl kanaması ve süt gibi
salgılar, doğumun neden olduğu sinirsel gerginlikler kleptomaniye
yol açan nedenler arasında sayılmaktadır. Marc olayı araştıran
adli tıp uzmanı açısından çalınan objenin değerinin, suçlunun
ait olduğu sosyal sınıfın ve eğitim düzeyinin önemli olduğunu
belirtecektir. Bu yaklaşıma göre eğer suçlu burjuva ve kadınsa
kleptomani teşhisi neredeyse kesindir. 19. yüzyılın ikinci
yarısına kıyasla 19. yüzyılın birinci yarısındaki
çalışmalarda erkeklerden sıkça bahsediliyor olmasına karşın
her iki dönemde de “hastalar” büyük ölçüde kadınlardan
oluşmaktadır. Aradaki fark 19.yüzyılın ikinci yarısında
toplumsal cinsiyet rollerinin daha net ve kesin sınırlarla
tanımlanmaya başlamasıyla, bir başka deyişle toplumsal cinsiyete
dayalı eril ayrımcılığın güçlenmesiyle ilişkilidir. Leslie
Camhi’nin de belirttiği gibi ( Stealing Femininity: Department
Store Kleptomania as Sexual Disorder, Differences, Cilt 5, No 1,
Bahar 1993’ün içinde) 19.yüzyılın ikinci yarısında
kleptomani kadınlara özgü cinsel kökenli bir rahatsızlık
çerçevesinde kurulacaktır.
1860’ta B.A. Morel
kleptomaninin oluşumunda hastanın aile tarihinin önemini vurgular
ve yozlaşma kavramını öne çıkarır. 1880’ de V. Magnan
zihinsel yozlaşmanın kalıtımsal boyutunu araştırır.
Kleptomaninin “patlama yaptığı” 1880’ler sonrasında konuyla
ilgili yüzlerce makale ve kitap yayınlanır. Patricia O’Brien’in
de dikkat çektiği gibi ( The Kleptomania Diagnosis: Bourgeois Women
and Theft in Late Nineteenth-Century France, Journal of Social
History, 17:1, 1983 : sonbahar) bu çalışmalarda kadınlar
erkeklere kıyasla “zayıf cins” olarak tanımlanmakta, daha az
akıllı , daha çok duygusal , zihinsel hastalıklara, şiddetli
patlamalara daha çok yatkın olarak ele alınmaktadırlar.
Psikiyatristler, adli tıp uzmanları -kadın-hastanın kişisel
tarihini, bu tarih içindeki “hastalıklı olayları” yakından
inceleyerek, onu yeniden kurarak kleptomaniye yol açan patolojik
durumu açıklığa kavuşturmaya çalışmaktadırlar. Kadın
hastanın anne ya da babasının geçirdiği ruhsal rahatsızlıklar,
hastanın yaşadığı cinsel problemler ondaki asabiyeti ve
gerginlikleri açıklamada kullanılmaktadır. Özellikle düzensiz
regl, doğum, hamilelik, menopoz gibi durumların kleptomaninin
nedenleri arasında olduğu düşünülmektedir. Böylece kadındaki
kleptomani kalıtımsal ve biyolojik nedenlerle açıklanmaya
çalışılmakta , kadınlardaki bu “sapkınlığın” nedeni
olarak onların cinsel doğaları, üreme organları ( bunların
“düzensiz” yapısı) öne çıkarılmaktadır. Bu yaklaşım
kadının biyolojik, cinsel yapısı nedeniyle kriminel eğilimlere
sahip olduğunu öne sürmektedir. ( 1960’lardan sonraki feminist
kriminoloji çalışmaları kadınların biyolojileri, cinsellikleri
nedeniyle modernliğin tıbbı tarafından nasıl suçlulaştırılmak
istendiğini anlatan çok sayıda çalışmanın yayınlanmasını
beraberinde getirecektir.) Doktorlar kadınların büyük mağazalarda
hırsızlık yaptığı dönemlerle onların regl dönemleri
arasında bağlantı kurmaya çalışmaktadırlar. Kadınların
suçluluklarını onların biyolojilerine bağlayan iddiaların en
aşırı biçimleri 20.yüzyıl başlarında ortaya çıkacak, adet
kanaması, emzirme, yumurtlama, doğurma, menopoz vb. durumların
kadınları suç işlemeye eğilimli hale getirdiği öne
sürülecektir. Bazı klinik vaka araştırmalarında kadınların
hırsızlık yaptıkları sırada orgazm oldukları belirtilmektedir.
Zor geçen hamilelik dönemleri, düzensiz regller, “başarısız”
evlilikler, kötü sağlık durumu, kocasını kaybedip dul kalma
kleptomaninin nedenleri arasında sayılmaktadır. Böylece kadın
tıp söylemi içinde fiziksel ve zihinsel açıdan dengesiz,
histerik bir yaratık olarak kurulmaktadır.
Kleptomani esas olarak
19.yüzyılın ikinci yarısında açılan büyük mağazalarla
ilgili bir hastalık olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemde
toplumsal cinsiyet rollerine dayalı işbölümü çerçevesinde
alışveriş kadına düşen bir görev ve bir “boş zaman
faaliyeti” olarak kurulmaktadır. Kitlesel üretime kitlesel
perakendeciliğin eşlik ettiği 19.yüzyıl sonlarında büyük
mağazalar çoğu kadınlardan oluşan müşterilerini cezbetmek
için ürünlerini kolayca erişilebilir, parıltılı, baştan
çıkarıcı biçimler altında sergilemektedirler. Patricia
O’Brien’in de söylediği gibi küçük dükkanlardan farklı
olarak büyük mağazalarda malları eline alıp incelemek ve aşırmak
çok daha kolaydır. Büyük mağazalar kleptomaninin koşullarını
bizzat kendileri yaratmaktadırlar. Kleptomanın genelde ihtiyacı
olmayan malları çaldığı düşünüldüğünde bu durumun
tüketicide suni ihtiyaçlar yaratarak ona gerçekten ihtiyacı
olmayan mallar satmak isteyen mağazalarla ilişkisi hakkında bir
fikir edinilebilir. Bir malın faydasından bağımsız olarak ona
sahip olmanın kendini gerçekleştirme yolu olarak belirdiği ,
malların çok kolayca erişilebilir göründüğü, satın alarak
sahip olmayla aşırarak sahip olma arasındaki sınırın aşınmaya
başladığı bir ortamda kleptomani sahip olma eğiliminin aşırıya
götürülmüş, “sapkın” bir biçimi olarak görülebilir!
Şimdi kleptomaninin
toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde kadınlıkla nasıl
ilişkilendirildiğine gelelim. Genellikle bedeli kolaylıkla
ödenebilir, ihtiyaç duyulmayan, faydasız objeleri çalmaya yönelik
hastalıklı bir itki bağlamında tanımlanan kleptomaninin
irrasyonel bir eylem olduğu varsayılmaktadır. Akıl ve
rasyonelliğin erkeklikle , duygusallığın ve irrasyonelliğin
kadınlıkla ilişkilendirildiği 19.yüzyılda kleptomaninin bir
“kadın hastalığı” olarak kurulmasına şaşmamak gerekir.
Kleptomaninin yine bir “kadın hastalığı” olarak kabul edilen
histeriyle ilişkilendirilmesi de boşuna değildir. Mağazalarda
hırsızlık yaparken yakalanan kadınların verdiği “aklım
başımda değildi”, “ kendimi kontrol edemedim” türünden
ifadeler “kendini kontrol eden aklı başında erkek” imajının
teyit edilmesi olarak algılanmaktadır. Elaine S.Abelson’a göre (
The Invention of Kleptomania, Signs, 15:1, 1989, Sonbahar’ın
içinde) başarılı perakende satıcılığı kadının etkilenmeye
çok açık olduğunu varsaymaktadır ve mağaza yöneticileri
kadınlardaki öz kontrolü ve rasyonel davranış biçimlerini
çökertme yeteneklerine güvenmektedirler. Büyük mağaza
rasyonelliği “kadın irrasyonelliğinden” yararlanarak
satışları arttırmak için malları baştan çıkarıcı biçimler
altında sunmakta, kadınları “tuzağa düşürmeye”
çalışmaktadır. Emile Zola’nın büyük mağazayı konu aldığı
romanında mağaza sahibi, “kadınların tanrısı”, “giysi
tanrısı” Octave Mouret kadınları mağazasındaki mallarla
büyüleyerek onları “tapınağında” (mağazasında) “esir
tutmakta” , onların gururunu okşayarak, onlara yağ çekerek
kendine menfaat sağlamak için durmadan yeni fikirler
geliştirmektedir. Yaşı kırkı henüz geçmiş güzeller güzeli
Madame de Boves mağazadaki malların büyüsüne kapılıp
hırsızlık yapacaktır.
Büyük mağazaların
kadınların “doğal kamusal alanı”, eğlencesi olarak görüldüğü
19.yüzyıl sonunda kadınla mağazanın “birbirleriyle
kaynaştığı” yolunda görüşler öne sürülmektedir.
1900'lerin başında büyük bir mağazayı ziyaret eden müşteri
sayısı günde 150.000 civarındadır ve bu rakamın yaklaşık
yüzde doksanı kadınlardan oluşmaktadır. Mağaza yöneticileri bu
“aylak aylak gezen” kadınları “kandırıp” mallarını
satmak için her türlü yolu denemekte, kadın davranışlarının
sırlarını bulmaya çalışan amatör psikologlara
dönüşmektedirler. Büyük oluşlarından dolayı kadınlarda
görünmezlik duygusu uyandıran bu mağazalarda aslında görünmez
bir kontrol söz konusudur. Mağazalarda hırsızlık yaparken
yakalanan kadınlardan bazıları mağazaları serbestlik duygusu
uyandırdıkları ve mallara sahip olma arzusunu aşırı ölçüde
tahrik ettikleri nedeniyle suçlayacaklardır. 1900'lerde itkisel
satın alma bir “hastalık” haline gelecektir. Bazı kadınlar
mağazalardan kullanmayacakları pek çok malı satın alıp
evlerine göndertmekte ve bazı kocalar bu malların faturasını
mağazalara ödemeyi reddetmektedir.
Mağazalarda hırsızlık
yapanlar sadece kleptomanlar değildir elbette. Profesyonel
hırsızlar, ihtiyaçları olduğu için çalan yoksullar ya da
mağazada çalışan bazı görevliler de hırsızlık yapabilmekte,
ancak bunlar kleptomaninin “ayrıcalığından” yararlanamamakta,
“normal hırsız” olarak kabul edilip hapse gönderilmektedirler.
Sadece üst ve orta sınıflara mensup mağaza hırsızlarının
(özellikle kadınlarsa) kleptomani savunuları kabul görmektedir.
Bu kadınlar (genellikle kocaları) hemen tanınmış bir avukat
bulmakta ve bu avukat mahkemeye suçlunun kleptoman olduğuna dair
bir rapor hazırlayacak doktoru ayarlamakta, mahkeme de sanığın
servetini , sosyal statüsünü de göz önünde bulundurarak onu
serbest bırakmaktadır. Abelson’ın da belirttiği gibi “hastalık”
bir savunma aracına dönüşmüştür. Kleptoman hasta olarak kabul
edildiği için hukuki-cezai sorumluluktan kurtulmakta,
fiziksel-zihinsel rahatsızlığı nedeniyle çalma edimi
ahlaksızlıkla ya da kötülükle özdeşleştirilmemekte, hatta
anlayışla karşılanmaktadır. Böylece kleptomani hem bir açıklama
hem de bir mazeret olma işlevini üstlenmektedir. Abelson’ın
söylediği gibi (When Ladies Go A-Thieving’in içinde) otoriteler
zengin, mevki sahibi kocaları olan burjuva kadınların
mağazalardaki malları çalmaları karşısında ne yapacaklarını
şaşırmışlardır ; “Leydiler hırsız olamazdır”. Bu durumda
tek çare bu kadınların hırsızlığını “kleptomani”
teşhisiyle bir hastalık olarak ilan ederek onları içlerine
düştükleri uygunsuz durumdan kurtarmaktır!
Mağaza hırsızlığının
tıbbileştirilmesiyle hem kleptoman kadının hem de nüfuz sahibi
kocasının saygınlığı zarar görmemekte, büyük mağaza da
polisiye bir olayla ilişkilendirilmesinin yol açacağı tatsız
durumdan kurtulmaktadır. Büyük mağazalar kamu oyunda sansasyonel
mahkumiyetlerle anılmaktansa kleptomanların yol açabileceği
görece küçük kayıplara razıdır. Mağaza görevlisi hırsızlık
yapan iyi giyimli kadına kibarca yaklaşmakta, alçak bir sesle
“hanımefendinin müdüriyete kadar kendisini takip etmesini rica
etmektedir”. Mağaza sahipleri, polis, adli tıp, psikiyatri ve
mahkemeler hem üst sınıfın saygınlığını gölgelememek hem de
tüketim kültürünün karanlık yüzünü ört bas etmek için
kleptomani kavramına sarılmışlardır. Kamuoyu ve suçlanan
kadınlar da kleptomani tanımlamasını itirazsız kabul
etmektedir. Kleptomanide “sapkın” davranışın kabahati
kadınların “hastalık üretmeye eğilimli” biyolojik-psikolojik
yapısına bağlanmakta , kadın zayıf, hastalıklı, itkilerini
kontrol edemeyen bir cins olarak kurulmakta, egemen –eril-
toplumsal cinsiyet rolleri bir kez daha onaylanmaktadır. Kleptomani
onları hapse girmekten kurtararak üst sınıf kadınlarına
ayrıcalıklı bir konum sağlamakta ama bunun karşılığında
onları kadın olarak aşağı bir konuma yerleştirmektedir.
Mağazalarda ihtiyacı olduğu için hırsızlık yapan yoksul
kadınlar ise iyi bir avukata ve kleptomani raporu verecek tanınmış
bir doktora ulaşacak imkanlara sahip bulunmamakta, mahkemeler bu
kadınları “aşağı” sınıfsal konumları nedeniyle kleptoman
olarak kabul etmemekte, normal hırsız kabul ederek hapse
göndermektedir.
Kleptomani zenginlerin
hırsızlık yapmayacağı, ancak ihtiyacı olan ve kötü yaşam
koşullarından ötürü ahlaki açıdan yozlaşmış oldukları
varsayılan yoksulların hırsızlık yapacağı yolundaki
geleneksel inancı sarsmıştır. Popüler kültürde kleptoman
kadınlar bir yandan anlayışla karşılanırken öte yandan mizah
konusu olmaktadırlar. Skeçlerde, vodvillerde, popüler şarkılarda,
filmlerde kleptomaniye sık sık göndermeler yapılmaktadır. Öte
yandan kleptomani teşhisi konulan kadınlar genellikle dava
sürecinde kendilerinden beklenen “ hasta kadın rolünü
oynamakta” ve sonuçta serbest bırakılmaktadır. Bazı durumlarda
kleptoman kadının kocasının, karısının tedavisiyle yakından
ilgileneceği, ona göz kulak olacağı yolunda mahkemeye verdiği
söz beraat kararının çıkmasında etkili olabilmekte, böylece
denetime muhtaç kadın imgesi gücünü korumaya devam etmektedir.
Tüketmenin “gerçek
ihtiyaçların tatmininden iyice koptuğu” 1970'ler sonrasının
post modern hiper tüketim toplumunda mağaza hırsızlığında
büyük bir artış olmuştur. FBI’a göre 2001'de bir milyon kişi
mağaza hırsızlığından dolayı tutuklanmıştır. Mağaza
hırsızlarının çoğunun yakalanmadığı düşünüldüğünde bu
rakamın buzdağının sadece görünen yüzeyini yansıttığı
söylenebilir. Mağaza hırsızları arasında Winona Ryder gibi
ünlüler de bulunmaktadır. Post modern toplumda kleptomani
modernlikte sahip olduğu “büyüyü “ kaybetmiştir. Her yaştan
ve kültürden geniş orta sınıfların büyük alışveriş
merkezlerini (shopping mall) doldurması, alışverişe ilişkin
cinsiyet rollerindeki değişiklikler, kadını biyolojisinden dolayı
hastalıklı kabul eden yaklaşımın güç kaybetmesi, sınıflar
arası kutuplaşmanın kültürel planda zayıflaması vb.
kleptomaniyi eskiden bir “burjuva kadını hastalığı” olarak
kurmuş olan sosyal iklimde değişikliklere neden olmuştur. Julie
Williams'a göre günümüzde kleptomaniye bir itki kontrolü
rahatsızlığı (İmpulse-control disorder) çerçevesinde
yaklaşılmaktadır. Kleptomani daha ziyade depresyonla,
anksiyeteyle, ruh haliyle (mood), insanın içinden gelen ve önüne
geçilemeyen (compulsive) hislerle ilişkilendirilmekte, bir tür ruh
hali rahatsızlığı (mood disorder) bağlamında
değerlendirilmektedir. Kleptomani artık bir “manyaklık”(
kleptomaniac) olmaktan uzaklaşarak insanın haleti ruhiyesine bağlı
bir sorun olarak ele alınmakta, doktorlar hastalara onların beyin
kimyasını etkileyerek ruh hallerini değiştirecek ilaçlar
vermekte ve rahatsızlık bir anlamda “teknik” bir soruna
indirgenmektedir. Mağazalardan mal çalan yoksullara gelince onlar
eskiden olduğu gibi günümüzün post modern toplumunda da
“sıradan hırsızlar”, “olağan şüpheliler” olarak kabul
edilmektedir.
YAŞAR ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Elaine S. Abelson, When
Ladies Go A-Thieving: Middle Class Shoplifters in the Victorian
Department Store, Oxford University Press, 1989, 320 s.
Julie Williams, Pyromania,
Kleptomania, and Other Impulse-Control Disorder, Enslow Publishers
Inc. , 2002, 128 s.
Emile Zola, The Ladies’
Paradise, Oxford Press, 1999, 480 s.
HAYVANLIK
İnsanlık hayvanlıktan
uzaklaşmayla başlıyor. İki ayak üzerinde dik duruş insanın
ayırt edici özelliklerinden birini oluşturuyor. Yüksekte duran
bir yüz, insanı dışkı ve cinselliğin alçak, “belden aşağı”
seviyesinden uzaklaştırıyor! Yüz, bedenin yaşamsal, “hayvani”
ihtiyaçlarının ötesinde sözün, aklın, ruhun, bilincin yüce
bölgesini temsil ediyor! Hayvanların yüzü “yok” başı var!
İnsan zamanla hayvansal olan her şeyden tiksinmeye, onunla arasına
mesafe koymaya başlıyor. Anal bölge, dışkı, koku, çıplaklık
dışlanıyor, cinsellik kontrol altına alınıyor, işlevi aile
çerçevesi içinde üremeyle sınırlanıyor, doğadan kültüre
geçiş sürecinde ensest yasaklanıyor.
Moscovici’nin belirttiği
gibi (Si les lions pouvaient parler’nin içinde) hayvansal
içgüdülerin etkisinden kurtulup mükemmelliğe ulaşma süreci
içinde insanlık kendi içinde bir ayrımcılığı başlatıyor;
vahşi, “ilkel” insan (ilerde buna göçebeler, köylüler,
kadınlar, çocuklar, Afrikalılar vb. eklenecektir) negatif bir
özneye göndermede bulunurken aklı, kültürü, ince davranış ve
zevkleri sahiplenen evcilleşmiş insan pozitif bir özneyi temsil
etmeye başlıyor. Evcilleştirme iki yönlü işliyor; insan bir
yandan “kendi kendilerini evcilleştirme yeteneği olmayan”
hayvanları evcilleştirirken öte yandan “kendi içindeki
hayvanı”, içgüdüyü, spontane olanı evcilleştiriyor, kontrol
altına alıyor. Ayrım, hiyerarşi ve yasak üzerine kurulu insan
dünyasında farklı iktidar yapılarının gereksinimlerine bağlı
olarak her çağ kendi “vahşilerini” yaratırken hayvanlar da
suni olarak hiyerarşik bir sınıflandırmaya tabi tutuluyor;
insanların hayvanlarla kurduğu ilişki ikincisinin alt ya da üst
kategorilere ait oluşuna, yararlı ya da “zararlı” oluşuna
göre değişiyor. Bu insan merkezci, türcü çerçeve içinde
insanın dünyanın, doğanın egemen gücü olduğu, diğer
varlıkları kendine tabi kılmaya hakkı olduğu yolundaki görüş,
tarihte eski Yunan felsefesi, Hristiyanlık ve bilim tarafından
onaylanıyor.
Ortaçağın başlarında
hayvanlar dinsel çerçeve içinde kendilerine küçük de olsa bir
yer bulabiliyorlar. Bazı azizlerin “iyi huylu” hayvanlarla
sembolik ilişkisinin bunda payı var. Foucault’nun söylediği
gibi ortaçağda Adem’in adlandırdığı hayvanlar sembolik olarak
bir insanlığa sahip. Bununla birlikte kilise bedenin günahkâr
eğilimlerinden, zevklerinden sorumlu tuttuğu hayvanlığa iyi gözle
bakmıyor, XVII. yüzyıldan itibaren dinsel motifli resimlerin
içindeki hayvanların varlığı azalıyor. Ortaçağda kilise,
hayvanı şeytani güçlerle, canavarlıkla, cadılıkla
ilişkilendiriyor. Buna karşın halk, gündelik hayatında
hayvanlarla içli dışlı bir biçimde aynı çatı altında
yaşıyor, hayvanlar bazen de bir tanık, bir “şahsiyet” olarak
mahkemelerde hazır bulunuyor.
İnsanın hayvandan esas
kopuşu insanı yücelten Rönesans’tan itibaren gerçekleşiyor.
17. yüzyılda Descartes insanla hayvanı, zihinle bedeni birbirinden
ayırıyor, insanı ve hayvanı birer makina olarak tasarlıyor.
İnsan hayvandan farklı olarak bir ruha, maddi olmayan düşünceye
sahip olması nedeniyle doğanın efendisi kabul ediliyor. Daha
sonraları Darwin’in evrim kuramı kilise öğretisine büyük bir
darbe indirmekle birlikte insanın merkezi rolünü azaltmıyor,
maymundan gelen insan, evrimin en üst noktası olarak bilimle
desteklenen bir üstünlük kazanıyor. Darwin’in evrimci,
biyolojist görüşlerinden etkilenen Engels modernliğin insanı
yücelten yaklaşımı çerçevesinde maymundan insana geçişte elin
ve işin rolünü vurguluyor, üreten insanı öne çıkartıyor.
Ütopik sosyalistler ancak insana olan faydaları çerçevesinde
hayvanlara ütopyalarında yer veriyor. Ortaçağda din nezdinde
aileyi, temizliği, iffeti temsil eden arı Fourier’de sosyal
dayanışmayı, çalışmayı, uyumu, karşılıklı yardımı temsil
ediyor. At, savaşlardaki rolü ve başı dik duruşu nedeniyle soylu
bir nitelik kazanıyor. “Gözyaşı dökebilen” bu duyarlı
hayvan aynı zamanda “enseste karşı olması” nedeniyle
insanlığın takdirini kazanıyor. XIX. yüzyılda köpek,
mülkiyetin bekçisi olması ve sadakati itibariyle –eril–
insanlığın gözüne girerken kedi, bağımsızlığı ve ne
yapacağının kestirilemezliği itibariyle kadınla
ilişkilendiriliyor.
Rönesans’tan önce
“öteki” (barbarlar, ilkeller!) şüphe ve zan altında olmakla
birlikte insanlıktan çıkarılmazken yeni kıtaların keşfi ve
modernlikle birlikte mükemmellik arayışına giren Avrupalı beyaz
insanlık, diğer halkların insanlığa tam anlamıyla sahip
olmadıklarını ama zamanla gelişip medenileşeceklerini düşünüyor.
Le Bras-chopard’ın dikkat çektiği gibi daha sonraki aşamada
biyolojik bir ırkçılık fikri gelişiyor ve Avrupalı beyaz ırkın
dışındaki “renkli” ırkların kalıtımsal olarak ilkel bir
aşamada takılıp kaldıkları varsayılarak bu ırklar ve etnik
topluluklar hayvan statüsüne indirgeniyor. Hegel siyahları hayvan
olarak görüyor. Sömürgeciler de siyahları ve Kızılderilileri
hayvan olarak görüyorlar. Bireyselleşmenin geliştiği bir çağda
hayvanlaştırılan “öteki,” bir sürü gibi görülerek toplu
olarak mahkûm ediliyor. İnsanların yüzünde hayvanlığın izleri
aranmaya başlanıyor. Zihinsel patoloji insanla hayvan arasındaki
bölgeyi araştırırken beyaz ırkın üstünlüğünü veri alan
antropoloji, ilkellerdeki hayvanı bulmaya çalışıyor.
Sömürgecilik ve köle ticareti “öteki”ne iki seçenek sunuyor:
“Evcilleştirilme” ya da yok edilme.
Geçmişte Aristoteles’in
köleleri evcil hayvan olarak gören yaklaşımı sömürgeci dönemde
de karşılık buluyor. Öte yandan halkın irrasyonel bir hayvan
sürüsü olduğu yolundaki görüş Avrupa siyaset bilimini içten
içe besliyor. Hobbes kalabalık sürünün politikadan uzak
tutulması gerektiğine işaret ediyor. XIX. yüzyıl Avrupa
kapitalizmi bir yandan istemeye istemeye oy hakkı verdiği, yasalar
önünde eşit kıldığı bu “sürüyü” fabrikalarda,
kışlalarda, okullarda, akıl hastanelerinde, hapishanelerde
disiplin altına almaya çalışırken öte yandan- Raoul Vaneigem’in
dikkat çektiği gibi-onların “hayvani” içgüdülerini
savaşlara kanalize ediyor. Rasyonel burjuva düzeni, aklı yönetici
sınıfın bir meziyeti olarak yüceltirken halkın payına “hayvani
bedensel gücü” kol emeği olarak üretimde kullanmak düşüyor.
Kültürden, eşitlikten, incelikten dem vuran burjuvazi, güçlünün
zayıfı ezmesine dayalı mevcut orman kanununu kabul etmekte bir
sakınca görmüyor. İnsanı hayvandan kesin bir biçimde koparan
akılcı düşünce hayvanlık karşısında eşit bir egemen
bütünlük oluşturan bir insanlık yaratmadığı gibi tam tersine
insanlık içinde hayvanlıkla ilişkilendirdiği büyük –ırksal,
cinsel– eşitsizliklere, ayrımcılıklara neden oluyor. Ayrımcılık
başlarda sadece Avrupa dışındaki ırklara yönelikken daha sonra
Yahudileri de kapsıyor. Yahudilere domuz, akbaba gibi sıfatlar
yakıştırılıyor, yüzlerinin hayvana benzediği, ellerinin parayı
kapmak içn pençe şeklinde olduğu söyleniyor. Nazi yönetimi
sırasında parazit, virüs, mikrop gibi sıfatlarla anılan
Yahudiler hayvan taşımak için yapılmış vagonlar içine istif
edilerek bir tür mezbahayı andıran toplama kamplarına taşınıyor
ve orada katlediliyorlar.
İnsan merkezci, akılcı
modernliğin hayvan kategorisine indirgeyerek baskı ve şiddet
uyguladığı bir diğer kesim akıl hastalarından oluşuyor.
Ortaçağda akıl hastaları yakınlarının yanında ve ilgisi
altında gündelik yaşamlarını sürdürürken XIX. yüzyılda akıl
hastaneleri kuruluyor, akıl akıldışından kesin çizgilerle
ayrılarak insanlık içinde yeni bir hiyerarşi oluşturuluyor. Deli
hayvanla, delilik hayvanlıkla ilişkilendiriliyor. İlk modern
hayvanat bahçelerinin ve akıl hastanelerinin XIX. yüzyılda
kurulması tesadüfi değil. Foucault’nun söylediği gibi delinin
hayvanla aynı anlama geldiği, onunla özdeşleştirildiği bu
düzende deliler akıl hastanelerindeki kafeslere tıkılıyor,
zincirleniyor, delinin hayvanlığının onu açlığa, soğuğa,
acıya karşı dayanıklı kıldığı düşünülüyor. Deli,
rahatsızlığı tedavi edilebilecek bir hasta olarak değil ancak
şiddet ve baskıyla zaptedilebilecek bir hayvan olarak ele alınıyor.
Deli, hayvanlığı içinde kalıp insan olarak ortadan kalkınca
insana özgü bir deliliğin yarattığı skandalın azalacağı
düşünülüyor. Aynı şekilde hapishaneler de suçlunun eğitilip
topluma kazandırılmasını değil suçlunun suçlu olarak kalıp
toplumdan izole edilmesini amaçlıyor. Tarihte ilk kez akıl kendi
kodunun dışına çıkanları bu kadar sert bir biçimde toplumdan
dışlayıp izole ediyor.
Hayvanların konumuyla
kadınların konumu arasında yakın bir ilişki var. Tarihte
toplayıcılıktan avcılığa geçişle birlikte erkek egemenliği
güçleniyor, hayvanların evcilleştirilmesine paralel olarak
cinsler arası eşitsizlikler artıyor, hayvan yetiştiriciliği
sürecinde kadınların doğurganlığının denetlenmesine yönelik
yöntemler geliştiriliyor. Türcülük ve insan merkezcilik
cinsiyetçilikle bir arada var oluyor. Köleleri ve hayvanları
aşağılayan Aristoteles kadını eksik erkek olarak görüyor.
Yahudi-Hıristiyan geleneği de kadını çocuk doğurmaya yarayan,
aynı zamanda tekinsiz güçlere sahip ikinci sınıf bir yaratık
olarak ele alıyor. Fransız devriminin ilk işi kadın kulüp ve
derneklerini kapatmak oluyor. Burjuva dünyasında erkek, akıl ve
kültürü temsil ederken kadın doğayı, hayvanlığı, kontrol
edilemeyen bedeni, içgüdüleri temsil ediyor. Bu cinsiyetçi
yaklaşım muhalif düşünürleri de etkiliyor. Proudhon kadının
düşünceden nasibini almadığını, sadece taklit yeteneğine
sahip olduğunu, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilecek bir
ahlaka sahip olmadığını, güzel bir hayvan olmasına karşın
sonuçta bir hayvan olduğunu söylüyor; başka bir yazısında ise
kadını insanla hayvan arasında bir yere yerleştiriyor. Tarih
boyunca patriyarki tarafından ezilen kadınların ve hayvanların
ortak yanları hiç de az değil: şiddete maruz kalmak,
nesneleştirilmek, alınıp satılmak, et olarak görülmek,
deneylerde kobay olarak kullanılmak, bir süs objesi olarak
evcilleştirilerek eve kapatılmak, statü için sahip olunmak,
eğlence amacıyla kullanılmak, ucuz işgücü olarak kullanılmak,
aşağılanmak, içgüdüsel, kontrol edilemez bir yaratık olarak
görülmek vb. Günümüzde kadın hakları ve hayvan özgürlüğü
savunucularının ayrımcılığa karşı yakın dayanışma içinde
olması patriyarkiye karşı bir “kader birliğinin” ifadesi
olarak da yorumlanabilir.
Önemli olan belki de
Adorno’nun dediği gibi hayvan dünyasının suskunluğu ve buna
eşlik eden acıdır; araçsal aklın hem insan dışındaki doğa
hem de “negatif doğayla” özdeşleştirdiği insanlık kesimi
üzerinde kurduğu baskının yol açtığı suskunluk ve acı.
Foucault’nun “Bilginin Arkeolojisi” ve “Deliliğin Tarihi”
adlı kitapları birbirini tamamlar çünkü iktidara eklemlenen
bilgi hayvanlıkla ilişkilendirilen delinin maruz bırakıldığı
acının kaynağıdır. “Suskunluğun dili” susturulmuşların
diline komşudur; hayvanın çığlığı, “suskunluğu”,
“dilsizliği,” acısı delinin, Afrikalının, kadının,
eşcinselin, yoksulun, dışlanmışın, suçlulaştırılanın
acısı, “suskunluğu” ve çığlığıyla aynı tınıdadır!
YAŞAR ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Armelle le Bras-chopard,
Le zoo des philosophes: de la bestialisation à l’exclusion
Plon, 2000, 390 s.
Elisabeth de Fontenay, Le
silence des bêtes: la philosophie à l’épreuve de l’animalité
Fayard, 1998, 784 s.
Boris Cyrulnik (der.) , Si
les lions pouvaient parler: essais sur la condition animale
Gallimard, 1998, 1503 s.
Michel Foucault, Akıl ve
Akıl Bozukluğu: Klasik Çağda Deliliğin Tarihi
çev. M. Ali Kılıçbay
İmge Kitabevi, 2000, 802
s.
Gilles Deleuze, Francis
Bacon: logique de la sensation
Éditions de la Différence
cilt 1, 1981, 112 s.
LİNÇ
Grupların, kitlelerin
kalabalıkların psikolojisini ve hareketini açıklayabilecek bir
kuram oluşturmak çok zor olsa da bazı ip uçlarının varlığından
söz edilebilir. Freud’un “Grup Psikolojisi ve Egonun Analizi”
adlı çalışmasında belirttiği gibi birbirleriyle ortak bir
yanları yokmuş gibi görünen insanları grup içinde olduklarında
birbirine bağlayan bir şey vardır. O halde insanın grup
içindeyken “kendisi gibi davranmadığını” söyleyebiliriz.
“Uygar”, “barışçıl”, kurumsal yapının “sorunsuz
işlediği” toplumsal koşullarda kitle içindeki bireylerin
tamamen kendilerinden geçmesi , kendilerini hareketin büyüsüne
kaptırması ihtimali azalır. Burjuva toplumunda kamusal insanın
siyasal sisteme aklıyla, “sağduyusuyla” katılması
beklenmektedir. Bununla birlikte ulus- devletin milliyetçi söylemi
kitleleri ulusal törenler, seferberlikler, savaşlar vb.
dolayısıyla harekete geçirir, topluluklarda ortak ruh halleri
yaratarak onları devletin amaçları doğrultusunda mobilize eder.
Kendiliğinden halk
hareketleri iktidarlar için her zaman bir tekinsizlik ve endişe
kaynağı olagelmiştir. Kalabalıkların psikolojisinin teorik bir
ilginin, sosyolojinin konusu haline gelmesi öfkeli ve isyancı
kalabalıkların kapitalizmi tehdit etmeye başladığı on dokuzuncu
yüzyılda gerçekleşmiştir. Bu konudaki önemli çalışmalardan
biri görüşleri daha sonra Freud’u etkileyecek olan Gustave Le
Bon’a aittir. Gustave Le Bon kitlelerin kahramanlığından ve
fedakarlığından da bahsetmesine karşın esas olarak
kalabalıkların kriminel eğilimleri ve davranışları üzerinde
durmuştur. Gustave Le Bon’a göre katil olarak adlandırılan
kitlelerin karakterleri bütün kitlelerdekiyle aynıdır; kitleler
telkinlere açıktırlar ve çabuk inanırlar . Kitle ruhu ilkel akıl
yürütmeyle biçimlenir, kitleler genellikle güçlü bir telkinden
sonra cinayete yönelirler ve bunu bir göreve uyduklarına
inanarak yaparlar. Serge Moscovici’ nin de söylediği gibi
görüşleri liberal ve burjuva bir geleneğe yakın olan Gustave Le
Bon devrime ve sosyalizme karşıdır. Gustave Le Bon’a göre
ortak bir duyguda birleşen kitle içinde kişilikler arasındaki
farklar silinmeye başlar, zihinsel yetiler zayıflar. Kalabalığın
bir parçası haline geldiğinde cahil insan da bilgili insan da
objektif değerlendirme yapamaz hale gelir. Kalabalıklar yıkıcılık
ve düzensizlik kaynağıdır.
19. yüzyılın
kalabalıklar sosyolojisi halk hareketlerini ilkel, kriminel,
patolojik, sapkın, anormal oluşumlar olarak ele alır. Akla dayalı
modernlik yıkıcı ve kötücül duygularla, iç güdülerle
ilişkilendirdiği kalabalık hareketlerini suçlulaştırmak
istemektedir. 19.yüzyılda yaşamış Fransız Sosyologu Gabriel de
Tarde kalabalığın her şeye kolayca inanması, kaprisi, asabi
oluşu, ani olarak duygusal uçlar arasında gelip gidişi açısından
kadına benzediğini söyleyecektir. Düşünüre göre tüm
kolektiviteler haset ve nefret tarafından yönlendirilmeye
eğilimlidir, onlara bir nefret objesi sunulduğunda seferber olurlar
ve yıkıma yönelirler, kelle isterler. Hamle yapan bir kalabalık
çoğunluğu akıllı insanlardan oluşsa dahi çocukça ve hayvani
bir boyut taşır. Adaleti yerine getirdiğini sanan katliamcı
kalabalık hipnotize olmuş ve bilincini yitirmiş bir kalabalıktır.
Tüm üretken insiyatifler bağımsız ve güçlü bireysel
düşünceden kaynaklanır ve düşünmek için birey kendini
kalabalıktan izole etmelidir.
On dokuzuncu yüzyıl
modernliğinin kalabalık korkusu “ilkel olana, ne yapacağı belli
olmayana, doğaya ait olana, akıl dışı olana, sapkın olana”
karşı duyulan bir korkudur ve modern akıl devletin zor gücünü
de kullanarak kalabalıkları kurumsal yapısı içinde kontrol
altına almaya çalışır. Ama düz bir şekilde ilerleyen , tek
boyutlu bir süreç değildir bu. Bazen devlet denetim altında
tutmak istediği “ilkel ötekiye” karşı “uygar”
yurttaşlarının ilkelleşmesine, linççi bir kalabalık olarak
terör estirmesine izin verir hatta destekler. Amerika’ da 19.
yüzyılda Afro amerikalıların linç edilmesi bu durumun çarpıcı
bir örneğini oluşturur. Linçin tarihi çok eskilere gitmesine
karşın linç sözcüğü Amerikan devrimi sırasında suçlu
bulduklarını adamlarıyla birlikte derhal öldürmesiyle tanınan
albay Charles Lynch’le birlikte yaygın olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Amerika’da iç savaş öncesi dönemde kölecilik
karşıtlarının yanı sıra kumarbazlar, at hırsızları, sığır
hırsızları linç kurbanları arasındadır. Hadley Cantril’e
göre Amerikan iç savaşından sonra güney eyaletlerinde Afro
amerikalılara yönelik linçler artmış, “zenci avları”
düzenlenerek çok sayıda Afro amerikalı öldürülmüştür.
1889-1899 arasındaki dönemde kayıtlara göre 1875 kişi linç
edilerek öldürülmüştür. Kayda geçen linç nedenleri arasında
“uygunsuz davranmak, bir beyaz gibi davranmaya çalışmak, trende
beyaz yolcularla birlikte seyahat etmek” gibi nedenler de
bulunmaktadır. Linççilerin tutuklanıp cezalandırılmaları
nadir görülen bir durumdur. Bazen şerifler, şerif yardımcıları,
gardiyanlar, polisler, bölgenin ileri gelen iş ve siyaset adamları
linçlere bizzat katılmaktadır. Linç kurbanı bir yahudi, bir
“kızıl”, bir sendika örgütçüsü de olabilmektedir.
Robert L. Zangrando’ nun
da dikkat çektiği gibi (Reader’s Companion to American History’
nin içinde) 1880’ lerden itibaren linççi kalabalıkların
şiddeti “gerçek beyaz Amerikalıların” Afro amerikalıları
kontrol altında tutmasının bir aracı haline gelmiştir.
1870'lerden sonra güneyde resmi yetkililer linçlere karşı Afro
amerikalıların haklarını korumak yönünde bir çaba
göstermemiştir. 1890’larda beyaz linççiler kurbanlarını
yakmakta, işkence yapmakta, yavaş yavaş ölmeleri için onların
ellerini ve ayaklarını kesmektedirler. Linç gizlice yapılmak bir
yana seyirlik bir olaya dönüştürülmüştür. Beyaz aileler linçi
seyretmeleri için küçük çocuklarını getirmekte, demiryolu
acenteleri linç yapılacağı söylenen yerlere tur düzenlemektedir.
Kalabalıklar Afro amerikalı kurbanların el ve ayak parmaklarını,
kulaklarını, cinsel organlarını kesip “hatıra olarak”
götürmektedir. Linç bir suçu cezalandırmaktan ziyade Afro
amerikalılar üzerinde ırkçı bir sosyal kontrol aracına
dönüşmüştür. Lince neden olan en yaygın söylenti bir Afro
amerikalının beyaz bir kadına tecavüz ettiği iddiasıdır. Oysa
bu durum kayda geçen suçlamaların sadece yüzde yirmi beşini
oluşturmaktadır. “Tecavüzcü zenci” söylencesinin altında
Afro amerikalı erkekleri “cinsel vahşi hayvan”, bir toplumsal
kaos kaynağı olarak gören bir ideoloji yatmakta, beyaz aileyi,
beyaz vatanı savunan bir milliyetçilik hakim kılınmak
istenmektedir. Bu milliyetçilik ekonomik çıkarlardan bağımsız
değildir. Bazı durumlarda linçler tehlikeli bir ekonomik rakip
olarak görülen iş sahibi Afro amerikalıları tasfiye etmek
amacını da taşımaktadır. Amerikanın güney eyaletlerinde
1880-1940 arasında kadınların aktif bir biçimde katıldığı
linç karşıtı bir muhalefet oluşmuş, kampanyalar düzenlenmiştir.
1940’lardan itibaren linç olaylarında azalma görülmesine
karşın lincin “klasik” biçimleri Amerika’da 1960' lara
kadar varlığını sürdürmüştür.
Linçte kalabalığı
kaynaşmış bir bütün haline getiren şey şiddettir. Elias
Canetti’nin de belirttiği gibi linçte her kol ortak bir kolun
bir parçası olarak vurur. Linçte hem kurbanın savunmasız olması
açısından hem de öldürmenin cezası olmadığından linççiler
açısından bir risk yoktur. Saldırgan kitlenin tarihi avcı
sürüsüne kadar götürülebilir. Wolfgang Sofsky’ye göre insan
avlarında kurbanlar cinsel ya da dini suçlarla, şeytani güçlere
sahip olmakla, salgın hastalık taşıyıcısı olmakla, sapkın
fikirlere sahip olmakla itham edilmektedir. Öteki suçlu ilan
edilmiştir. Kalabalık ahlaki sınırlamaları aşar ve suçluluk
duygusu taşımayan bir şiddetle öldürmeye yönelir. Homojen
kitlenin hareketi kan banyosuyla sonuçlanır. Şiddetin özneleri
suçluluk duygularını ve vicdanlarını bir kenara bırakmışlardır.
Linç edilenler genellikle güçlüler değil güçsüzlerdir. Büyük
ideolojiler insanların kurban edilmesini beraberinde getirir ve
şiddeti haklı çıkarmaya çalışırlar. İnsan avı toplumsal
bir anomi değil homojenleşme ve yayılma politikasının bir
ifadesidir. Kıyım, katliam saf ve mutlak bir şiddettir; her şeye
izin verilen ortamda yasağın yokluğuna dayalı vahşi bir sevinç,
kanlı bir orji vuku bulur. Öldüren kişinin büyüyüp yayılan
beni onun varlığının özündeki ısıyı yükseltir ve
duygularını genişletir. Vahşet katile nadir olarak hissedilen bir
bütünlük, tamlık duygusu verir. Katliamcı kalabalık her türlü
ahlaki kaygının ötesine geçmiş bir heyecan topluluğudur.
Katliamda insanın orijinal bütünlüğü, eşitliğin sarhoşluğu
sezilir, aşırılık ortamında tek tek bireylerin önemsiz hale
geldiği negatif bir topluluk, bir yıkım ortaklığı oluşur.
Kalabalığın yoğunluğu bireysel var oluşun yükünü ortadan
kaldırır, bireyler arasındaki farkları yok edip insanları eşit
ve benzer kılar. Ortak sarhoşluk bireysel kimliği çözer, birey
toplulukla kaynaşır, onun içinde erir ve kendini unutur.
Öldürmeye yönelmiş
kalabalık içinde bireysel farklar ortadan silinir, kişisel
seçimlerin yok olduğu farksızlaşmış bir kitle oluşur. Elias
Canetti’ye göre deşarj durumunda kitleye dahil olan herkes
farklılıklarından kurtulur. Öte yandan kolektif öldürme
eyleminin seyircisi de masum değildir. Tarihte halka açık
idamlarda cellat kestiği başı havaya kaldırdığında kitle hep
birlikte haykırır. İdam sehpasının etrafında toplanan ve dehşet
manzarasını onaylayan kitle aslında gerçek cellattır. Kesilen
başta ifade bulan adalet kitle için yerine getirilir. Sofsky’nin
de belirttiği gibi ateşe verilmiş odunların üstünde yanan
heretikler ve “cadılar” izleyici kalabalıkta kolektif bir
duygu, büyülenme yaratır. Benzer duygular gladyatörlerin
dövüşmesini, yahudilerin katledilmesini , vahşi sporları, boğa
güreşlerini, hayvan dövüşlerini vb. izleyen seyirci
kalabalığında da gözlenir.
Halka açık idamlar
günümüzde büyük ölçüde ortadan kalkmış olsa da kitlenin
insanların öldürülmesine olan “yakın ilgisi” sona
ermemiştir. Canetti insanların gazeteler aracılığıyla idam
sürecine iştirak ettiğini, idamları onayladığını ve suçluluk
duygusu hissetmediğini, gazete okurları arasında mütecaviz
kitlenin daha yumuşatılmış, olaylardan uzaklığı nedeniyle daha
sorumsuz, en aşağılık ama aynı zamanda en dayanıklı bir
biçiminin varlığını sürdürmekte olduğunu söylemiştir. Bu
kitle bir araya gelmesine gerek bulunmadığından dağılması da
söz konusu değildir. Canetti’nin “Kitle ve İktidar”
kitabının yayınlandığı 1960'tan sonra televizyonun
yaygınlaşmasıyla birlikte ekranda şiddet görüntülerinde bir
patlama yaşanmıştır. Sofsky’ye göre televizyondaki şiddet
görüntülerinin izleyicisi olan kitle daima şiddeti uygulayandan
yanadır. Onu büyüleyen şey şiddete maruz kalan kişi değil
şiddet eyleminin kendisidir. İzleyiciler şiddet ararlar, ondan
heyecan duyup zevk alırlar.
İnsanların kolektif
şiddet uygulamaya, şiddet uygulamalarını kolektif olarak izlemeye
yönelik eğilimi uygarlık tarihinin ayrılmaz bir parçasını
oluşturmaktadır. Kabilelerin birbirlerine karşı giriştiği
katliamlarda, din adına girişilen kıyımlarda, hınç ve nefrete
dayalı kalabalıkların hareketinde, etnik soykırımlarda, boks
seyircisi kitlede, intihar etmek üzere damın kenarında duran
kişiye “atla, atla” diye bağırıp atlamayınca yuhalayan
kalabalıkta, savaş dönemlerinde kadınlara toplu olarak tecavüz
eden askerlerde, muhalifleri yakalayan polislere “vur, vur” diye
bağırıp alkışlayan toplulukta, “iffetsiz kadını” linç
etmek isteyen cemaatte, geyleri dövmek için bir araya gelen
toplulukta, aydınların içinde bulunduğu oteli ateşe verip
seyreden toplulukta bu şiddetin farklı tezahürleri görülür.
Üniter, tek sesli, homojen, hınç ve nefret dolu bir kolektif ruh
hali kalabalıkların negatif şiddetine zemin hazırlayan önemli
nedenlerden biridir. Ancak muhalif bireylerin ve grupların kendi
farklılıklarını kaybetmeden, kendi iradeleriyle, gönüllü
olarak oluşturacakları, esnek, şiddeti dışlayan bir dayanışma
ve direniş ağı tarih boyunca kalabalıkların hareketinin üzerinde
dolaşan “lanetin” ortadan kalkmasını sağlayabilir.
YAŞAR ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Wolfgang Sofsky, Traité
de la Violence, Gallimard, 1998, 215 s.
Elias Canetti, Kitle ve
İktidar, Çev.Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, 1998, 496 s.
Hadley Cantril, The
Psychology of Social Movements, Transaction Publishers, 2002, 275 s.
Serge Moscovici, L’age
des Foules: Un Traité historique de Psychologie des Masses, Editions
Complexe, 1981, 503 s.
Gustave le Bon,
Psychologie des Foules, Quadrige/PUF, 1995, 132 s.
Der.Eric Foner and John
A.Garraty, Reader’s Companion to American History, Houghton Mifflin
Co., 1991, 1248 s.
Gabriel Tarde, L’opinion
et la Foule, Presses Universitaires de France, 1989, 184 s.
REMBRANDT
VE
OTOPORTRELERİ
1-
Rembrandt’ın otoportreleri. Gravür ve desenler dahil yaklaşık
doksan adet. Sanatçı ortalama olarak yılda iki otoportresini
yapmış.
Rembrandt
ve aynası. Genç bir sanatçı zamanın tekinsiz basıncını nasıl
algılar? Aynada kendisine baktığında belli belirsiz bir acı
hissediyor. Artık otoportrelerini yaparken aynadaki görüntüsüne
ne kadar sadık kalmak isterse istesin, portresi aynadaki
görüntüsünden farklı olacaktır.
Genç
Rembrandt’a acı geçici bir durum olarak gözükür. Anlık, kısa
süreli ruh hallerinin sonucu gibi. Ressam oyuncu bir şekilde farklı
duygularının yüzeysel göstergeleri üzerinde yoğunlaştığı
gençlik otoportrelerinde kendini kandırmaya çalışıyor sanki.
Ama serüven başlamıştır artık ve her yeni oto portrede acı,
yeni bir yüz ifadesi altında ürkek, dehşet içindeki bir hayvanın
çığlığıyla kendini ortaya koyacaktır.
----------------------
2-
Rembrandt olgunlaştıkça geçici ruh hallerini ifade eden
otoportreleri de ortadan kalkıyor. İlerleyen bir zaman, gitgide
yaşlanan bir beden ve ölüm korkusunun yol açtığı tedirginlik
olgunluk dönemi otoportlerindeki yüzlere kalıcı bir biçimde
yapışmıştır bu kez.
Rembrandt
aynasına daha az heyecanlı bir yüzle bakıyor artık. Ancak bu oto
portrelere yansıyan gerginlik gençlik dönemi oto
portrelerindekinden hiç de az değil. Zamana yayılmış bir endişe
bu. Kanlı canlı insan etiyle ölümün kaçınılmazlığı
arasındaki çelişkinin derinden hissedilmesidir oto portrelerdeki
telaşsız ama kaygılı yüz ifadelerine yansıyan.
Ressam
arada boşluk bırakmaksızın otoportrelerini yaparsa yaşlanmayı
durdurabilir, onu portrelerin içine hapsedebilir mi? Aynada dün
gördüğü yüzüyle bugünkü arasında bir fark görünmüyorsa
oto portrelerdeki yüzlerin de yaşlanmamasını sağlayamaz mı?
“Her an yaşlanıyorum” “her an aynıyım”a dönüştürülemez
mi? Zamanın acımasızlığı karşısında Rembrandt’ın elinden
bir şey gelmez. Yaşlanmasının peşinde koşar, yakalar ve tekrar
bırakır otoportrelerinde. Her defasında aynadaki yüzünden
farklı bir yüz olacaktır otoportredeki yüz. Rembrandt dış
görünüşün, yüzeyin ressamı değildir çünkü. Hep
görünmeyeni, bilinmeyeni, karanlıkta olanı resmeder.
Yaşlanmakta
olduğunu fısıldar otoportrelerindeki yüzler, ten bozulmaktadır.
Ressam
kendi kendinin celladı olup çıkmıştır.
----------------------
3-
Rembrandt zaman karşısında yenilmiştir. İnsan teni yaşlanmaya,
sarkmaya yazgılıdır.
Geçip
giden zaman karşısında acı duymayanlar yaşlanmayı
sıradanlaştıran dünyanın düzeniyle bireysel varlıkları
arasında, ortak bir zamansallık ölçütünün kabulüne dayalı
bir uzlaşma gerçekleştirirler. Gündelik uğraşların insanı
geçici hazlarla, oyalanmalarla yaşlanmanın paniğini unutmaya
yönelir. Rembrandt gençlik otoportrelerinde anlık kızgınlığı,
şaşkınlığı, ürkekliği resmetmişti. Yaşlı Rembrandt’ın
yüzünde ise kaygı dolu bir ifade vardır. Bu, ölüm karşısında
kendini yalnız ve aciz hisseden bir insanın kaygısıdır. Zamanı
gerçek boyutuyla kavramış ressamın yüzünde dehşetin izi
görülmektedir. Otoportredeki yüz ölümlü olma gerçeği
karşısında kendini katılaştıran bir yüzdür aynı zamanda.
Rembrandt
deforme olan, gevşeyen, bozulan etin, kadavranın ressamıdır.
---------------
4-
Ölüm korkusuyla birlikte yaşamak kolay değildir. İnsan bünyesi
bu korkuyu aşmaya doğru itilir ister istemez. Rembrandt’ın son
yıllarında oto portrelerin sayısı azalır. Ressam her yeni
portresini bitirdiğinde teninin gitgide bozulduğunu görmektedir
çünkü.
Gençliğinde
şaşkın, ürkek, anlık yüz ifadelerini yansıtmıştı oto
portrelerine. Şimdi ölüme yaklaştığı şu son yıllarında
gülen bir oto portresini yapsa nasıl olur?
Rembrandt
kendisini zamanın dışına çıkarmak istiyor. İnsanların
arzuları, üzüntüleri, gündelik kaygıları, korkuları, umutları
ona uzak artık. Bütün bunlara yukarıdan, alaycı, sinik bir
bakışla bakıp ölümün dehşetini aşabileceğine inandırmak
istiyor kendini. Ancak otoportresinde gülen yüzü kendi
çaresizliğine gülüyor aslında. Tuhaf, trajik bir boyuta da
sahip, acıyı içinde barındıran bir gülüş bu. İroni ve
bilgece bir kayıtsızlığa yöneliyor Rembrandt.
-------------------------
5-
Rembrandt’ın öldüğü yıl yapmış olduğu son oto
portresinde bir dinginlik göze çarpıyor. Ressamın yüzünden
zamanın ağırlığı kalkmış sanki. Yaşlılık ve ölümle
uzlaşan Rembrandt’ın yüzünde huzur dolu bir ifade var.
İlerleyen zamana karşı başkaldırı ve ironiden geçen süreç
yenilgiyi kabulle sonuçlanmıştır. Sanatçının içindeki gerilim
ortadan kalkmış gibidir. Kendisiyle, dünyayla, zamanla barışmıştır
Rembrandt. Otoportredeki yüz onun ölüme sunacağı son yüzüdür.
Öfkenin yerini hüzne bıraktığı, sükuna ermiş bir yüzdür bu.
Acının ve endişenin dışındaymışçasına gülümseyen bir
bebek yüzü. Bebeğin huzuru artık ölümle eş anlamlıdır
sanatçı için.
Bir
nokta var. Sanatçı oto portrelerini yapmaya bir endişeyle
başlamıştı. Kendini aracı kılarak insanın iç dünyasının
derinliklerini eşelemiş ve bunları otoportrelerindeki yüz
ifadelerine yansıtmıştı. Ama bu endişe ortadan kalkmış durumda
şimdi.
Sanatçı
bu son otoportresini yaptığı yıl ölmeyip daha uzun yaşasaydı
acaba başka oto portresini yapar mıydı? Bence hayır. Şöyle
hayal ediyorum: Rembrandt son oto portresini bitirdikten sonra
aynasına baktı ve tuvaldeki yüzle aynadaki görüntüsünün aynı
olduğunu gördü. O an ölümünü çok yakında hissetti, bu kez
bir kurtarıcı olarak belki de. Bir vizyoner için katlanılmaz bir
şeydi çünkü şahit olduğu.
Rembrandt’ın
son otoportresinde teknik açıdan bir yetersizlik yoktur ama
ressamın ifade gücünün azaldığı hissedilmektedir. Son
otoportredeki yüz ifadesi derinlik ve yoğunluktan yoksundur.
---------------
STRİPTİZ
Modern anlamda striptiz
–kaba şakaya dayalı yergili bir oyun türü, açık saçık
komedi, taşlamalı gösteri olarak tanımlanabilecek -burleskin
içinden doğdu. Burlesk kavramı, alaya alma, hicvetme, komik
taklit, parodi vb. anlamlar taşımaktaydı. 1868’de İngiliz Lydia
Thompson kadınlardan oluşan British Blondes adlı burlesk grubuyla
New York’a geldi ve burada gösteriler sundu. Gösterilerde
dönemin tanınmış tiyatro eserlerinin parodisi yapılıyor, kadın
göstericiler erkek kılığına girip dans ediyor, sahnede “bacak
gösterisi” gerçekleşiyordu. Burlesk gösterilerinde yer alan
kadınlar önceki dönemin “saygın balerinlerinden” farklıydı.
Balerinlerin sahnedeki disiplinli, uyumlu, dengeli davranışlarından
farklı olarak burlesk gösterisi yapan kadınlar “külhan”
davranışlar sergiliyorlardı.
Robert C. Allen’e göre
burlesk o dönemde kadınlara uygun görülen düzgün davranış ve
görünüş normlarını ihlal ediyor, kışkırtıcı biçimde
erkekliğin parodisini yapıyor, kamusal ortamda kadınların konuşma
ve bedenlerini gösterme biçimlerini düzenleyen eril kurallara
meydan okuyordu. Burleskte kadın performansçıların
cinselliklerine vurgu yapmaları bir itaatsizlikle, bir meydan
okumayla bir arada gerçekleşmekteydi. Burlesk bağımsız kadını
“aşağı öteki” olarak kabul eden klişeye saldırıyor ve bu
klişeyi tersine çevirerek, değiştirerek sahnede daha özgür,
bastırılmamış, alternatif değerleri canlandırıyordu. Burlesk
ihlalin, tersine çevirmenin ve groteskin estetiğini temsil
etmekteydi.
İlk başlarda burleskin
yapımcıları, performansçıları ve yazarları kadınlardı.
Önceleri burlesk gösterilerini izlemeye giden orta sınıf zamanla
aşağı, değersiz, kirli olanla özdeşleştirdiği burleskten
uzaklaştı. Viktoryen dönem orta sınıfının saygınlığa ve
kibarlığa ilişkin değerleriyle çelişen burlesk kirli bir
cinsellik kültürüyle ilişkilendirilip erkek işçi sınıfına
hitap eden eğlence kültürünün alanına sürüldü,
gettolaştırıldı. Bu sürgün muhtemel bir ahlaksızlık
bulaşmasının karantina yoluyla kontrol altında tutulabilmesinin
bir yolu olarak belirmekteydi ve orta sınıf daha temiz, saygın
bir eğlence türü olarak gördüğü vodvile yönelecekti. Orta
sınıfın -kadınların edebini öne çıkartan- patriyarkal kültürü
burleskin karizmatik kadın cinselliğinin ve itaatsizliğinin
birliğinden oluşan ihlalci gücünden ürkmüştü.
Burlesk cinselliğin
sergilendiği, kamuya açık, ticari bir komediydi. Burjuvazinin
“yüksek kültürünün” karşısında “aşağı kültürün”
alanında ikamet etmekteydi! Jessica Glasscock’a göre Lydia
Thompson Amerikan kültüründe kitlesel olarak tüketilen ilk seks
sembolüydü. Burlesk gösterilerinde müstehcen cinsel teşhirin
yanı sıra ahlaksızlık ve edepsizlik kol gezmekteydi! Dar, kısa,
minimal giysiler giyen kadın performansçılar hem arzu hem de
büyülenme nesnesi olarak beliriyorlar, günahkar bir güzellik
sergiliyorlardı! Burleskte izleyiciyi erotik olarak heyecanlandırmak
ve eğlendirmek için imalı kelime oyunları, çift anlamlı
kelimeler kullanılmaktaydı. Komik kısa skeçlerde sık sık üst
sınıfların sosyal davranışları hicvediliyor, yüksek kültürün
klasik yapıtlarıyla dalga geçiliyordu. Ne performansçıların ne
de izleyicilerin katı kurallarla sınırlanmadığı gösteri ortamı
vulgar ve cinsel imalarla dolu bir diyalogun oluşmasına olanak
sağlıyordu.
Burleskin “bayağı
sınıfsal-kadınsal öteki” boyutuna 1893’te “bayağı
ırksal-kadınsal öteki” boyutu eklendi ve burlesk “egzotik
ötekinin” ilavesiyle oryantal bir boyut kazandı! 1893’te
Chicago Dünya Fuarında Mısırlı kadın dansçıların
gerçekleştirdiği “egzotik”, oryantal göbek dansı gösterisi
büyük ilgi topladı. Katherine Liepe-Levinson’un belirttiği gibi
Mısırlı dansçılar Viktoryen dönemin kadının bedenini
“disiplin içinde tutan” korsesini kullanmadıkları gibi ince
bluzlar giyiyorlardı. Özellikle Little Egypt adlı (öteki “büyük”
olamazdı!) kadın dansçı beğeni kazanacak, daha sonraları bir
çok performansçı ondan ilham alarak “hootchy-kootchy”,
“oryantal”, “salome”, “venüs” vb. danslar icat
edecekler, bazıları göbek dansının hareketlerini soyunmayla
birleştireceklerdi.
Orta sınıf, göbek
dansçılarının “ilkel”, “hanımefendiliğe yakışmayan”
hallerinden, bazı Arap kadın dansçıların erkek elbisesi
giymesinden rahatsız oluyordu. Allen’a göre 1890 sonlarında
göbek dansının striptizin habercisi cooch dansa evrilmesiyle
birlikte izleyicinin bakışı kesin bir biçimde kadın
performansçının bedeni üzerine odaklandı. Cooch dansı burleskin
daha önceki biçimlerine kıyasla daha direkt ve yakın bir biçimde
kadın performansçının cinsel gösterisini erkek izleyicinin
“hedefe yönelik” arzusuna bağlıyordu. Erkek izleyicinin arzusu
bir grup kadın performansçı arasında dağılmıyor, sadece tek
bir kadının bedeni üzerinde odaklanıyor, araya drama girmiyordu.
Buna karşılık kadın performansçının, gösterisini sadece o
erkek izleyiciye yönelik olarak gerçekleştirdiği, hareketlerinin
onu tahrik etmek ve memnun etmekten başka bir işlev taşımadığı
izlenimi yaratılıyordu. XX. yüzyıl başlarında artık sözü
elinden alınmış kadın performansçı bedenini stilize, erotik,
spiral hareketler çerçevesinde teşhir eder hale gelmişti.
Burleskin ilk döneminden farklı olarak artık cinsellik
itaatsizlikten koparılmış, kadın performansçı izleyiciye cevap
veremez hale getirilmiş, eskiden sahip olduğu yıkıcı, bozucu
gücü kaybetmişti.
On dokuzuncu yüzyılın
son döneminden itibaren kadın performansçıların sahnede
bedenlerini teşhir etmeleri yönündeki eğilim güçlendi. 1893’te
Paris’te kankan dansında kadın performansçılar seyircilerin
karşısında bacaklarını havaya kaldırıp uyluk bölgelerini
gösteriyorlardı. 1903’te Berlin’de “tül dansı” yapan Mata
Hari üzerine sadece bir sutyen giymiş halde dans edecekti. İlk
striptizler ise 1920’li yıllarda ABD’de burlesk gösterilerinin
içinde gerçekleşmeye başladı. 1920’lerin sonunda striptiz
burlesk şovların temel atraksiyonu haline geldi. ABD’de “caz
çağı” olarak da adlandırılan 1920’li yıllar “cinsel
devrimin” gerçekleştiği, kadınların oy hakkını elde ettiği
yıllardı. Kadınlar saçlarını kısa kestiriyor, kısa etek
giyiyor, cinsellik yüklü müzikler eşliğinde dans ediyorlardı.
Kadını “doğal olarak” sakin ve “oturmasını kalkmasını
bilen” cins olarak kuran söylemin gücü azalmaya başlamış,
Viktoryen XIX. yüzyılın “leydiler kıpırdamaz" anlayışı
değişmeye başlamıştı. Muhafazakar kesim sahnelerdeki çıplaklığa
, müstehcen, oto erotik hareketlere karşı tepki göstermekteydi.
Ama striptiz etkinlikleri giderek artmakta, seyircilerin içine doğru
uzanan podyum sayesinde tüm dikkatlerin performansçının bedeninin
üzerinde toplanması sağlanmaktaydı.
Jacey Collyer Erwin’in
“Play It on the G-String: the Sexuality and Subculture of
Neo-Burlesque Striptease” adlı çalışmasında dikkat çektiği
gibi 1920’lerin sonlarında sesli filmlerin yapılmasıyla birlikte
burleskin ve vodvilin popülerliği azalmaya başlamış, burlesk
kalabalıkları çekmek için cinselliğe yönelmişti. Soyunmaya
seyircilere şaka yollu takılma ilave edilmiş, giysileri çıkarmak
sanata dönüştürülmüştü. Striptizciler birkaç temel hareketi
kendi tarzlarına uyarlıyorlardı. Önemli olan striptizi uzatmaktı
çünkü çıplak kalınca olayın cazibesi bitiyordu! 1929’da
başlayıp 1930’lu yıllarda devam eden büyük ekonomik kriz
nedeniyle New York’ta bir çok tiyatro ve gösteri salonu kapandı.
İşsiz kalan bir çok kadın ayakta kalmayı başaran striptiz
sektöründe iş aramak zorunda kaldı. Ancak striptiz gösterisi
yapılan salonlar üzerinde büyük bir polis baskısı vardı,
striptiz patronları ve performansçıları zaman zaman tutuklanıyor,
haklarında ahlaka aykırı davranmaktan dava açılıyordu.
1930’larda striptiz gösterilerinin bir kısmı “konulu” hale
gelmiş, şampanya ve süt banyolarının yanı sıra hayvanların
eşliğinde striptiz gösterileri yapılmaya başlanmıştı. Öte
yandan “entelektüel striptizci” olarak tanınan Gypsy Rose Lee
striptiz sırasında kitaplardan alıntılar okuyor, striptizin
“takılma” kısmında erkek izleyicilerle inceden inceye alay
ediyordu. Rachel Shteir’e göre Lee soyunmayı şık, edebi ve
sofistike hale getirmişti. Lee 1940’larda polisiye romanlar
yazacak, filmlerde rol alacaktı.
1930’ların ikinci
yarısında striptiz salonları üzerindeki baskılar arttı, 1937’de
New York’ta burlesk gösterileri yasaklandı. Striptiz yer altına,
mafya mekanlarına indi. Ben Urish’in “Narrative Striptease in
the Nightclub Era” adlı yazısında belirttiği gibi (The Journal
of American Culture, cilt 37, Sayı 2, Haziran 2004) striptizin
yeniden canlanması ikinci dünya savaşından sonraki “gece kulübü
çağında” gerçekleşecekti. Striptiz gösterilerinin bazıları
anlatısaldı ve bu gösterilerde toplumsal cinsiyete ilişkin
kültürel kodların parodisi yapılıyordu. Striptizcinin
hareketleri ayrıntılandırılmış, özenle kurgulanmış,
bireyselleştirilmiş, striptizin süresi uzamıştı. Striptiz
sahnesi bir tiyatro sahnesi gibi dekore ediliyor, striptizciler dans
ediyor, ritmik bir anlatıyı dillendiriyorlardı.
1950’lerde ABD’nin
yanı sıra Paris’te de striptiz kulüpleri faaliyet
göstermekteydi. Erwin’e göre burlesk tiyatrolarının çoğunun
kapanmış olduğu bir dönemde striptiz gösterileri düzenleyen
gece kulüpleri eski büyük salonlara kıyasla daha küçük ve
samimi bir ortam sağlıyorlardı. 1950’lerde striptiz kendini
danstan ayrı bir gösteri biçimi olarak kurmuştu ve
striptizcilerin kişisel ifade biçimlerine ve “şovmenliğine”
vurgu yapılmaktaydı. 1950’lerin sonlarından başlayarak
striptiz düşüşe geçmeye başladı. Bunun bir nedeni
striptizcinin izleyiciye gitgide yaklaşmasıyla birlikte izleyiciye
“sataşmak” için gerekli olan mesafenin ortadan kalkmasıydı ve
seyirciyle inceden inceye dalga geçmenin yok olmasıyla birlikte
geriye sadece soyunmak kalmıştı. Dahlia Schweitzer “Striptease:
The Art of Spectacle and Transgression” adlı yazısında
striptizcinin performansının mesafeye ve ulaşılamazlığa bağlı
olduğunu söyleyecekti. Yakın mesafede striptiz görsel bir
etkinlik olmaktan çıkıyordu. Samimiyet striptiz şovda en az
ihtiyaç duyulan şeydi. Striptizci daima kavramsal bir mesafeyi
muhafaza etmeli, arzu uyandıran ama gelip geçici olan bir karakter
yaratmalıydı. Erişilemez, “gerçeğin dışında” olmalıydı.
Kavramsal olarak kadın striptizci erkeğin kafasının içinde
ikamet eden bir ideanın temsili idi, erkek fantezisine hizmet
ediyordu.
1960’lı yıllarda
striptiz seyircisinin sayısı azaldı. Televizyonun yaygınlaşması
özellikle anlatısal striptizin gerilemesini hızlandırdı. Hızlı
tüketmenin yaygınlaşmasıyla birlikte striptizin hızı da arttı,
striptizcinin sahnede kalma süresi kısaldı, izleyiciye takılma
ikinci plana düştü. Striptizin içerdiği mizah ve parodi ortadan
kalktı. Striptizcilerden beklenen şey kısa bir süre içinde
şovlarını bitirip daha sonra izleyicilerin/müşterilerin
yanlarına gitmeleri, onlara içki ısmarlatmalarıydı. Striptizin
gerilemesinin bir diğer nedeni özellikle 1960’ların sonlarına
doğru “cinsel devrimin” etkisiyle çıplaklığın
yaygınlaşmasıydı. Topless barların, porno tiyatroların , revü
performansçılarının sahnede çırılçıplak gösteri yaptıkları
“Oh Calcutta” şovunun varolduğu bir ortamda striptizin eski
büyüsünü koruması çok zordu. Roland Barthes “Striptiz” adlı
yazısında kadının soyunup çıplak kalınca seyircinin gözünde
cinselliğini yitirdiğini söyleyecekti. Striptizin sonunda suni ve
uygunsuz giysilerin bir kenara atılmasıyla birlikte çıplaklık
kadının doğal giysisi olarak ortaya çıkıyor ve bu da tenin
iffetli halini temsil ediyordu. Barthes’a göre klasik striptizde
giysiler, sahne donanımı ve dans kadının çıplaklığının
üzerini örten giysi tabakalarıydı ve bunlar vasıtasıyla estetik
bir mesafe kuruluyordu. Performansçının mesafe oluşturmasının,
bedenini gizlemesinin bir başka biçimi bir personanın , idealize
edilmiş bir cinselliğin yaratılmasıydı. Striptizin koreografisi
aslında soyunmanın tersini üretiyor, performansçının bedenini
ortaya çıkarmak yerine onu gizliyordu.
Striptizin gerilemesiyle
birlikte bir çok striptizci kendilerini barlarda para ile çalışan
otomatik pikaptan gelen rock and roll müziği eşliğinde dans eder
buldu. Erwin’in söylediği gibi bazı striptizciler çıplak
modellik yapmaya başladı, bazıları kokteyl salonlarında ve gece
kulüplerinde garsonluk yaptı, bazıları go-go dansına yöneldi.
Striptiz çıplak kadın dansçının mekanik bir şekilde kendini
müziğin ritmine adapte ederek sallandığı bir rutine indirgendi.
1960’larda ve 1970’lerde striptizcilerden beklenen şey şahsi
cinselliklerini dışa vurmalarından ziyade erkek izleyicilerin
bakışlarını kendilerine çekmek, onların bakışlarını kabul
etmekti. 1970’lere gelindiğinde striptizden geriye kalan sadece
hızlı bir şekilde soyunmak ve öyle kalmaya devam etmekti.
Hard core pornonun
yükselişi de striptize darbe vurdu. Öte yandan eski burlesk
tiyatroları belden aşağı çıplak seks şovları düzenlemeye
başladı. Performansçılara dokunmak zaman içinde serbest hale
geldi. 1970’li yıllarda erkek performansçılar da striptiz
yapmaya başladı, gey ve kadın izleyicilerin sayısı hızla arttı.
Ana akım striptiz 1970’lerden günümüze çok büyük
değişikliklere uğramadan devam etti. Striptiz çubuğu ya da rock
müziği eşliğinde yapılan striptizler yaygınlaştı. Kadın
striptizciler ilk birkaç dakika içinde soyunduktan sonra
müşterilerin yanına gidiyorlar, onlara ya içki ısmarlattırıyorlar
ya da kucak dansı yapıyorlardı. Kucak dansında hiç dokunmamayla
friksiyon arasındaki yelpaze içinde farklı alternatifler mevcuttu.
Anlaşmaya bağlı olarak striptizciler müşterilere kulüpteki
odalarda özel gösteriler sunuyorlardı. İnteraktifliğe vurgu
yapan post modern toplumda bazı striptiz kulüpleri, izleyicileri
sahnedeki mini oyunlarda rol almaya davet ediyorlardı.
1990’lı yıllar ABD’de
ve Avrupa’da striptizin ana akım kültür içine çekildiği,
kültürün cinselleştirildiği bir dönem oldu. Brian McNair’in
belirttiği gibi kamusal çıplaklık, röntgencilik ve
cinselleştirilmiş görünüş kabul görüp teşvik edildi. Ana
akım kültür pornografikleştirildi, kültürel striptiz
yaygınlaştı. Moda, reklam, sanat vb. pornografik biçimler aldı.
“Porno şıklığı” post modern kültürün bir çok alanına
nüfuz etti. Cinsel göstergelerle kuşatılmış bir tüketimcilik
geniş kitlelere yönelik olarak yaygınlaştırıldı. Post modern
toplumda striptiz kültürü cinsel itiraf ve kişinin hayatının
mahrem yanlarını ifşa etmesi şeklinde ortaya çıkmaktaydı.
Televizyonda ünlü, ünsüz herkes cinsel yaşamına ilişkin
sırları anlatmaya başladı, cinsel itiraflara dayalı talk-show
ların sayısı arttı. Ekranda striptizle ilgili belgesel filmler,
çıplak şovlar yayınlandı. Striptease (1996), The Full Monty
(1997) vb. filmlerle striptiz popüler kültürün bir parçası
haline geldi. Televizyon, film ve pop yıldızlarının çıplak
fotoğraflarının yanı sıra sıradan insanların çıplak
fotoğrafları dergilerde, ajandalarda, takvimlerde yayınlandı.
Ünlülerin seks skandalları, “frikikleri” medyanın sürekli
ilgilendiği konular haline geldi.
Striptiz kültürü özel
hayatın mahremiyetini ortadan kaldırarak onu kamuya açık hale
getirdi. Kadınların soyunurken, duş alırken gösterildiği Big
Brother (Türkiye’de “Biri Bizi Gözetliyor”) vb.
programlarla izleyici kitle röntgenciye dönüştürüldü. Bazı
internet siteleri gerçek zamanda genç, güzel kadınları
evlerinde “doğal yaşamları içinde” göstermeye başladı.
İnternette You Tube’da kadın, erkek bir çok kişinin,
kendilerinin ya da arkadaşlarının kameraya aldıkları
striptizleri küresel bakışa sunuldu. Striptiz bekarlığa veda
partilerinin, şirket kokteylerinin, ürün tanıtımının bir
parçası haline geldi. Oskar sahibi İtalyan aktör Roberto
Benigni’nin televizyonda canlı yayın sırasında doğaçlama
striptiz yapmasının yanı sıra bazı televizyon kanallarında
kadın spikerler haberleri striptiz yaparak sundu. Post modern
toplumda striptiz fitness kültürüyle iç içe geçti. Fitness
salonlarında aerobik striptiz ve kardio striptiz yapılmaya
başlandı. Egzersiz “seksersize” dönüştü! ABD’de binlerce
spor salonunda kadınların “pole dansı” yapması için
“striptiz çubuğu” bulunmaktaydı.
Klasik striptiz kültürel
olarak kurulmuş egemen cinsiyet rollerini, toplumsal cinsiyete
ilişkin klişeleri yansıtan bir performanstı. Kadın striptizci
bedenini onu nesneleştiren erkek bakışına sunuyordu ve bu bakış
kadının bedenini parçalarına indirgeyerek fetişleştiriyordu.
Striptizciler müşteriler ve patronlar tarafından taciz
edilmekteydi. Öte yandan striptiz kulüplerinin sahipleri genellikle
organize suçla bağlantılı kişilerdi ve bu durum striptizci
kadınların direnme imkanını kısıtlıyordu. Striptizciler düşük
ücretlerle çalıştırılıyor, sendikalaşma çabaları
engelleniyordu. Öte yandan Urish, Shteir vb. yazarların striptizin
kadın performansçıyı güçlendiren bir gösteri olduğunu ileri
sürmelerine karşın klasik striptiz kadın bedenine, güzelliğine
ve cinselliğine ilişkin egemen anlayışı devam ettirmekteydi.
Öte yandan ABD’de 1990
ortalarından itibaren gerçekleştirilen bazı neo-burlesk striptiz
gösterilerinde durum farklıydı. Erwin’in belirttiği gibi
neo-burlesk performanslar retro ve punk alt kültürleri ile
bağlantılıydı. İzleyiciler arasında erkeklerin yanı sıra çok
sayıda kadın, geyler, lezbiyenler, biseksüeller, transseksüeller
bulunmaktaydı. Performansçılar kadın olabileceği gibi queer ya
da biseksüel olabiliyordu. Ana akım striptiz gösterilerinden
farklı olarak neo-burlesk striptiz gösterilerinde performansçılar
vaktiyle klasik burleskin kullanmış olduğu mizahtan ve görsel
stilden esinlenerek kadınlığı ve cinselliği biçimlendiren
hegemonik normların parodisini yapıyorlardı. Alt kültürlere
hitap eden gece kulüplerinde gerçekleşen striptiz gösterilerinde
erkek arzusunun nesnesi olarak kadınlığın parodisi yapılıyor,
cinsellik performansının doğal bir şey olmadığı, bedenin doğal
değil kurulan bir şey olduğu izleyiciye gösteriliyordu.
Neo-burlesk performansçıları egemen kadınlık modelini oluşturan
toplumsal cinsiyet normlarından söz ediyorlar, ana akım kültüre
ait kadınlık rollerinin parodisini yaparak izleyiciye hakim
cinsiyet rollerinin bozguna uğratılabileceği mesajını
veriyorlardı. Böylece izleyicilerde toplumsal cinsiyetin kültürel
olarak onaylanmış kodların stilize tekrarı olduğu fikri
uyanıyordu. Performansçılar kadın bedeninin nesneleştirilmesini
ve parçalara ayrılmasını eleştirirken mizaha başvuruyorlar,
erkek cinsel fantezileriyle dalga geçiyorlar, idealize edilmiş bir
heteronormatif cinselliğin karikatürünü sunuyorlar, erkek bakışı
içinde kitlenmiş, nesneleştirilmiş kadın bedeni paradigmasını
bozuyorlardı. İzleyici kadınlar da sahnedeki striptizcilerin kadın
bedeninin nesneleştirilmesini oyunlaştırdıklarını anlıyor ve
alkışlıyorlardı. Neo-burlesk striptizde sahnede düetin yanı
sıra grup halinde de striptiz yapılmaktaydı. Striptizlerde
normatif olmayan bedenlere de yer veriliyor yaşlı, şişman vb.
kadınların performansları vasıtasıyla egemen standart beden ve
güzellik normları sorgulanıyordu.
YAŞAR ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Robert C. Allen, Horrible
Prettiness: Burlesque and American Culture, The University of North
Carolina Press, 1991, 382 s.
Katherine Liepe-Levinson,
Strip Show: Performances of Gender and Desire, Routledge, 2002, 272
s.
Brian McNair, Striptease
Culture: Sex, Media and the Democratisation of Desire, Routledge,
2002, 256 s.
Rachel Shteir, Striptease:
The Untold History of the Girlie Show, Oxford University Press, USA,
2005, 448 s.
Jessica Glasscock,
Striptease: From Gaslight to Spotlight, Harry N. Abrams, 2003, 176 s.
Roland Barthes, Çağdaş
Söylenler, Çev.Tahsin Yücel, Metis Yayınları, 1998, 221 s.
HAYVANAT BAHÇESİ
İnsanlar yaklaşık M.Ö.
3000’den bu yana vahşi ve egzotik hayvanları yakalayıp muhafaza
ettiler. M.Ö.1400’de Mısır’da , M.Ö.1000’de Çin’de vahşi
hayvanların içine kapatıldıkları mekanlar mevcuttu. Rebecca
Bishop’un “Journeys to Urban Exotic: Embodiment and the Zoo-going
Gaze” adlı yazısında belirttiği gibi vahşi hayvanların
kafese kapatılması ve teşhiri sosyo-politik güç ve statü
pratikleri ile ilişkiliydi. Roma yöneticileri askeri güçlerini
sergilemek için düzenledikleri gösterilerde aslan, kaplan gibi
hayvanları ve filleri teşhir ediyorlardı.
Batıda erken ortaçağ
vahşi hayvanların muhafazası ve teşhirinde bir gerilemeye tanık
oldu. Rönesans döneminden itibaren egzotik hayvan
koleksiyonculuğuna yönelik ilgi arttı. Yeni kıtalara giden
seyyahlar nadir bulunan hayvanları Avrupa’ya getiriyordu. Gezici
şovmenler ucubelerin yanı sıra vahşi hayvanları küçük bir
ücret karşılığında halka gösteriyorlardı. Öte yandan krallar
ve soylular, içinde egzotik ve vahşi hayvanların bulunduğu büyük
özel bahçelere (menagerie) sahipti. Bu bahçeler monarkın doğa ve
vahşi yaşam üzerindeki hakimiyetinin sembolleriydi. Elizabeth
Hanson’ın dikkat çektiği gibi sadece soylu bir azınlık bu
hayvan koleksiyonlarını görme şansına sahipti. Nadir hayvanları
içinde barındıran kraliyet bahçeleri mimari biçimleri
itibarıyla kontrolün, gözetleyici, denetleyici bakışın egemen
olduğu mekanlardı. Fiona Cleugh Sinclair’in “ Animals/Spectacle
and the Cultural Production of Knowledge” adlı yazısında
söylediği gibi XVII. yüzyılda inşa edilen Versailles hayvan
bahçesinin tam ortasına hangi pencereden bakılırsa bakılsın
hayvanların görülebileceği bir pavyon inşa edilmişti. Panoptik
modele göre inşa edilen bu bahçede tüm hayvanların
kapatıldıkları bölümlerin demir parmaklıklı tarafı pavyona
bakmaktaydı. (Daha sonra XIX. yüzyılda hapishaneler panoptik
modele göre inşa edilecekti). Kral ve soylular zaman zaman
dinlenmek ve hayvanları seyretmek için pavyona geliyorlardı.
Eric Baratay ve Elisabeth
Hardouin-Fugier’in kitaplarında anlattıkları gibi Fransa’da
Aydınlanma döneminde kraliyet bahçelerine karşı muhalif görüşler
dile getirilmeye başladı. Ansiklopedi’de yayınlanan bazı
makalelerde halk yiyecek ekmek bulamazken kaynakların bu bahçelere
aktarılması eleştirilmekteydi.1789 devriminden sonra Fransa’da
kraliyete ait hayvan bahçelerinin varlığı sona erdi. 1794’te
Paris’te, modern anlamda Avrupa’daki ilk hayvanat bahçesi olan
Jardin des Plantes açıldı. Bunu 1828’de Londra’da Regent’s
Park’ın içinde açılan hayvanat bahçesi ve diğer Avrupa
ülkelerinde açılan hayvanat bahçeleri takip etti. Avrupa’daki
soylu sınıflara ait bahçeler zaman içinde ya kapandı ya da
millileştirildi. Yeni hayvanat bahçelerinden bazıları başlarda
halka açık değildi, bilimsel araştırma amacına yönelik
faaliyet göstermekteydi.
Dünyadaki ilk halka açık
akvaryum 1853’te Londra hayvanat bahçesi içinde açıldı.
ABD’de ilk hayvanat bahçeleri 1860’lardan sonra kurulmaya
başladı. İki kutuplu karşıtlıkları mutlaklaştırmaya yönelen
XIX. yüzyıl söylemi insanla hayvan arasındaki sınırları net
bir şekilde çizmeye, iki varlık alanını –birincisinin lehine-
birbirinden kesin bir şekilde ayırmaya kararlıydı. Daha önceki
yüzyıllarda gündelik hayatın doğal bir parçası olan hayvanlar
XIX. yüzyılda -sanayinin gelişmesinin de etkisiyle- ortadan yok
olmaya başladı. “Vahşi siyahları”, “tekinsiz bir doğaya
sahip kadınları”, ötekini ehlileştirmeye, uygar hale getirmeye
kararlı modernlik, hayvanları ev hayvanı olarak ya da hayvanat
bahçeleri içinde eğitmeye yöneldi. Evcil hayvan norm kabul
edilerek diğer hayvanlar bu norma yakınlıklarına-uzaklıklarına
göre sınıflandırmaya tabi tutuldu. 1793’te Paris’te vahşi
hayvanların caddelerde teşhiri yasaklandı. Büyük kentlerin
içindeki sığır pazarları kentin kenar bölgelerine doğru
itilirken egzotik hayvanlar kent merkezindeki şık dükkanlarda
satılmaya başladı.
Modernliğin insan
merkezci söyleminin insanlarla hayvanlar arasına kesin sınırlar
koyma anlayışı hayvanat bahçelerinin tüm yapısına sinmişti.
İçindeki her şeyin adeta insanın hayvana karşı üstünlüğünü
teyit etmek üzere tasarlanmış göründüğü hayvanat bahçesi
modernliğin “ilkel objelerin” sergilendiği müzeleriyle benzer
bir zemini paylaşmaktaydı. Hayvanat bahçesinin tasarımı
insanları hayvanlardan korumak esasına dayanmaktaydı.
Ziyaretçilerin hareketini kolaylaştıran yolların varlığına
karşın hayvanların yaşam koşulları üzerinde kafa yorulmamış,
hayvanlar binaların içindeki dar, demir parmaklıklı kafesler
içine sıkıştırılmış, bina dışındaki “doğayı temsil
eden” düzenlenmiş bahçe ile ilişkileri koparılmıştı.
Panoptik gözetimin hakimiyetini sürdürdüğü modern hayvanat
bahçelerinde ziyaretçiler bir bölüme girdiklerinde oradaki tüm
hayvanları aynı anda görebiliyorlardı.
Doğayı düzene sokmaya
kararlı olan modernlik, botanik bahçelerini nasıl adeta askeri bir
düzeni çağrıştıracak şekilde tanzim ettiyse hayvanat
bahçelerini de benzer bir intizam içine sokmaya yönelmişti.
Türlerine göre sınıflandırılmış ve art arda yerleştirilmiş
kafesler içine konulmuş hayvanların oluşturduğu düzen bir
kapatılma rejiminin bir çok özelliğini taşımaktaydı. Mullan ve
Marvin’in dikkat çektikleri gibi XIX. yüzyılın hapishaneleri,
akıl hastaneleri ve hayvanat bahçeleri benzer bir mimariye sahipti
ve bu mimari kapatılanların ayrı bölümlerde tutulmasını,
yöneticilere itaati, sınırlandırma ve kontrolü, abartılı
kısıtlamaları, önceden kestirilemezlik ile başa çıkmayı
mümkün kılacak bir mimariydi. Hayvandaki ve insandaki vahşilik
kaotik olarak görülmekteydi. Hem akıl hastanesinde hem de hayvanat
bahçesinde bakıcılar sabah ilk iş olarak kapatılanları gece
büzülüp uyudukları köşelerden, müdür ve üst düzey
yöneticilerin teftiş etmesi için, daha umumi alanlara
çıkartıyordu.. Her iki kurum da katı zaman çizelgelerine bağlı
bir biçimde yönetiliyordu.. Yemekler hep aynı saatlerde
verilmekteydi.
Hayvanat bahçesinin temel
gerçekliği hayvanların zorla kapatılmasıydı. XIX. yüzyılın
egemen söylemi hayvanat bahçelerinin bilimsel gelişmeye ve eğitime
hizmet ettiğini söylese de asıl amaç orta ve üst-orta sınıfların
boş zamanlarında eğlenebilecekleri bir mekan yaratmaktı. John
Berger’ın “Why Look at Animals” adlı yazısında dile
getirdiği gibi ( About Looking’in içinde) insanların hayvanlarla
tanışmak, onları görmek için gittikleri hayvanat bahçesi
gerçekte bu tür karşılaşmaların imkansızlığını temsil eden
bir abideydi. Orta sınıf, hayvanat bahçesinin sadece ziyaretçisi
değildi, hayvanat bahçesine çıkar ilişkileriyle bağlıydı.
Nigel Rothfels’in vurguladığı gibi (Representing Animals’ın
içinde) hayvanat bahçesi yeni burjuva elitin gücü ve hırsları
ile bağlantılıydı. XIX. yüzyıl kentinde bir hayvanat bahçesine
sahip olmak statünün ve kentsel-belediyesel zenginliğin bir
göstergesiydi.
Burjuvazinin hayvanat
bahçeleriyle olan çıkar ilişkisi sadece etkin olduğu belediyeler
nezdindeki statüsüyle sınırlı değildi; kolonyal hayvan
ticaretinde etkin olan iş adamları sömürgelerden getirdikleri
hayvanları hayvanat bahçelerine ve sirklere satıyorlardı. Bu iş
adamlarından biri olan ve daha sonra kendi hayvanat bahçesini
kuracak olan Carl Hagenbeck sadece hayvanları değil , “ilkel”
insanları da ucube gösterilerinde kullanılmak üzere sirklere
satıyordu. Avrupa’daki bazı hayvanat bahçeleri sömürge
yöneticileri tarafından kurulmuştu. Büyük kolonyal şirketler
hayvanat bahçesini andıran geniş hayvan bahçelerine-depolarına
sahipti. Köleler gibi hayvanların da önemli bir kısmı
sömürgelerden batıya taşınırken yolda ölüyordu. Öte yandan
batıya sağ olarak ulaşmayı başarabilmiş hayvanlar egzotik
mimariye sahip hayvanat bahçeleri içinde teşhir ediliyordu.
Cornelius Holtorf ve David Van Reybrouck’un “Towards an
Archaeology of Zoos” adlı yazılarında ifade ettikleri gibi (
International Zoo News, Cilt:1, 50/4, 325, Haziran 2003) XIX.
yüzyılda Avrupa’da egzotik, kolonyalist, oryantalist nitelikler
taşıyan hayvanat bahçesi binaları görülmekteydi. Öte yandan
kadını doğayla, ötekiyle ilişkilendiren modernliğin hayvanat
bahçeleri de eril-merkezci özellikler göstermekteydi. Ralph R.
Acampora’nın “Extinction by Exhibition: Looking at and in the
Zoo” adlı yazısında belirttiği gibi hayvanat bahçeleri
paternalizmin ve patriyarkinin izlerini taşıyordu.
XX. yüzyıl başlarında
serbest zamanın artması ve eğlence sektörünün geniş yığınlar
için bir çekim alanı yaratmasıyla birlikte alt-orta sınıflar da
giderek artan ölçüde hayvanat bahçelerine gitmeye başladı.
Hayvanat bahçelerinin bilime ve eğitime katkısının daha az
vurgulanır hale gelmesi ve eğlence boyutunun kendi başına bir
meşruluk ve özerklik kazanmasıyla birlikte sirklerle hayvanat
bahçeleri arasındaki etkileşim arttı. Hanson’un dikkat çektiği
gibi bazı hayvanlar hem sirke hem de hayvanat bahçesine ait
olabiliyor, ikisi arasında hayvan değiş tokuşu yapılıyor,
gösteri hayvanları her iki yerde de performans gerçekleştiriyor,
bazı sirk hayvanları kışı hayvanat bahçesinde geçiriyordu. Öte
yandan yüzyıl başlarında hayvanat bahçelerine ilişkin olarak
Hagenbeck’in öncülük ettiği bir tür natüralist romantizm
gelişmeye başladı. Nigel Rothfels’in söylediği gibi (Savages
and Beasts’in içinde) Hagenbeck 1907’de açtığı hayvan
parkında hayvanları kafesler ve demir parmaklıklar içine koymak
yerine onları içi su dolu hendeklerle ve çukurlarla bölümlere
ayrılmış büyük bir bahçe içinde “serbest halde”
sergiliyordu. Yeni bahçe mimarisi teknikleri kullanılarak bir
özgürlük, vahşilik, doğal yaşam alanı görüntüsü yaratılmak
istenmekteydi. Egzotik-vahşi hayvan tüccarı olan Hagenbeck
kendisiyle ilgili “hayvan dostu” imajı yaratmak istemesine
karşın hayvanları yakalamak için aşırı şiddete dayalı
yöntemler kullanıyor, av sırasında birkaç hayvanı canlı
yakalamak için tüm sürü katledilebiliyordu. Hagenbeck hayvanat
bahçesinden gelir sağladığı gibi burayı hayvan ticareti için
bir depo olarak kullanıyordu. “Vahşi yerli” ticaretiyle de
uğraşan Hagenbeck dünyanın uzak yerlerinden getirdiği
“ilkelleri” kolonyal imgelemin klişelerine uyacak “otantik,
egzotik” biçimlere sokup gösterilerde para karşılığı
sergiliyordu. Öte yandan sömürgelerdeki insan ve hayvan
varlıklarının teşhiri rakip emperyalist devletler için bir
ulusal gurur kaynağıydı. 1924’te Londra’da gerçekleştirilen
İngiliz İmparatorluk Sergisine 15.000 insanın yanı sıra 730
deve, 500 eşek, 300 at, 72 maymun, 7 fil, 3 ayı katılmıştı.
XX. yüzyıl başlarındaki
doğal görünümlü hayvanat bahçelerinin ömrü uzun sürmedi.
1920’lerden sonra Taylorizmin, bilimsel yönetimin, işlevselliğin,
makine estetiğinin toplumun tüm alanlarına yayılmasıyla birlikte
hayvanat bahçesindeki hayvanlar temiz, fonksiyonel, içi rahatça
görülebilen, iyi aydınlatılmış hücrelere konuldu. Doğanın
karmaşık dokusu içinde yaşamaya alışmış hayvanlar temizliği
kolay olsun diye düz, pürüzsüz zeminler üzerinde yaşamak
zorunda bırakılıyordu. Hayvanların gündelik yaşamı Taylorist
fabrika yönetmeliklerine benzeyen kurallara tabiydi. Beslenme
sorunu da “bilimsel olarak” çözülmüş, hayvanlar için özel
bisküitler üretilmişti. Hayvanlar hastane odasının sterilliğini
çağrıştıran ortamlarda yaşamak zorundaydı. Tüm bunlar elbette
hayvanların psikolojisini olumsuz etkiliyordu; modernist hayvanat
bahçesindeki hayvanlar bıkkın, bunalmış, uyuşuk bir görünüm
arz ediyorlardı. ABD’de ikinci dünya savaşından sonra gelişen
refah toplumu ortamı hayvanat bahçelerini de etkiledi! Hayvanların
yaşadığı bölümlere air-condition ve düzenli aralıklarla su
fışkırtıp yeri temizleyen bir düzenek kondu. Jeffrey Hyson
“Jungles of Eden: The Design of American Zoos” adlı yazısında
(Environmentalism and Landscape Architecture’un içinde) ultra
hijyenik koşulların yaratılmaya çalışıldığı bu dönemde
hayvanların sıhhi, klinik biçimler altında teşhirinin öne
çıktığını söyleyecekti. “Banyo stili” olarak da
adlandırılan yeni mimaride hayvanlar her bir tarafı fayans kaplı,
iyice aydınlatılmış, içinde hemen hemen hiçbir şey olmayan,
kırılmaz camlı, paslanmaz çelik yataklı kabinlerin içinde
kalıyorlardı.
Hayvanat bahçeleri
1970’lerde çevrecilik hareketinden etkilendi ve “doğanın içine
dalma” yaklaşımını benimsemeye başladı. Megan Selby’nin
“Creating Conservation: The Role Of Zoos in the Future of Bio
Diversity Conservation” adlı yazısında dikkat çektiği gibi
eski “manikür yapılmış” hayvanat bahçelerinden ve
çimenliklerden farklı olarak yeni hayvanat bahçelerinde
kendiliğinden oluşmuş bir doğa görüntüsü hakim kılınmak
isteniyordu. Ziyaretçilerin bu düzenlenmemiş, vahşi doğa içine
dalma, onun tarafından kuşatılma duygusunu hissetmeleri
amaçlanmaktaydı. 1960’lar öncesinin modern hayvanat bahçesinde
ziyaretçiler ile hayvanlar arasında kesin bir sınır mevcutken
1970’ler sonrasının post modern toplumundaki hayvanat
bahçelerinde bu sınır esnekleşti. Kafeslerin, demir
parmaklıkların yerini hendekler, dikenli çalılar, gizli
elektrikli teller, çukurlar –hayvanların tırmanmasını
engellemek için- üzerlerine kaygan madde sürülmüş yapay kayalar
aldı.
Eski hayvanat bahçesinde
ziyaretçi pasif, sessiz bir izleyici konumundayken interaktifliği
vurgulayan yeni hayvanat bahçesinde ziyaretçiden beklenen şey onun
orman olarak tasarlanmış doğa parçası içinde keşfe çıkması,
eko-maceralar içinde yer alması, post modern Tarzana dönüşmesiydi.
Yeni hayvanat bahçesinde aktivizm, deneyim, empati, duygu gibi
kavramlar öne çıkmaktaydı. Keşif ruhuyla dolu ziyaretçinin
içinde bir eko-turist olarak dolaştığı doğa parçası yeniden
düzenlenmişlikle simülasyonun çeşitli karışımlarından
oluşmaktaydı ve hayvanların doğal yaşam alanı izlenimini
veriyordu. Hayvanat bahçesi ziyaretçiliğinin bir performansa
dönüştüğü post modern toplumda modernliğin bir bakışta her
şeyin görüldüğü panoptik mimari yapısı ortadan kalkmıştı.
Yeni hayvanat bahçesi keşif amaçlı bakışa imkan verecek şekilde
tasarlanmıştı. Ziyaretçiler, işaret levhalarının da
yardımıyla, orman içinde keşfe çıkıyor, kendilerine farklı
güzergahlar oluşturabiliyordu. Bazen yollar ziyaretçilerin
birbirlerini görmelerini engelleyecek bir şekilde tasarlanmış
bir doğa örtüsünün içinden geçiyor, böylece birey orman
içinde yalnız olduğu hissine kapılıyordu. Bazen de ziyaretçiler
görevlilerin rehberliği altında ormanda küçük maceralara
atılıyordu. Ancak ziyaretçi maceranın her halükarda güvenli
bir şekilde gerçekleşeceğini biliyordu. Hayvanlar dünyası,
modernlikteki pasif seyir objesi konumundan “uzaklaşarak”
ziyaretçileri deneyime davet eden performatif bir alan olmaya doğru
evrilmekteydi. “Eko-deneyime” yatkın olmayan klasik
ziyaretçilerin canlarının sıkılmaması için performans işini
hayvanlar ve görevliler üstlenmişti. Kaplanla köpek birlikte oyun
oynuyor, yunuslar gösteri yapıyor, bakıcılar başlarını
timsahların, balinaların ağızlarının içine sokuyorlardı.
Yeni hayvanat bahçeleri,
özellikle hayvan temalı parklar, önemli ölçüde doğa
simülasyonuna dayanıyordu. Banttan verilen yağmur sesi , gök
gürlemesi ve hayvan seslerinin yanı sıra kokular, ısı, nem
yapay olarak üretilmekteydi. Amazon ormanları, bataklıklar,
çöller, Afrika savanaları vb. doğa parçaları simüle edilmişti.
Öte yandan XIX. yüzyılda uygarlaştırıcı bir misyon üstlenen
hayvanat bahçeleri post modern toplumda soyu tükenmekte olan
hayvan türlerini, vahşi hayatı koruma sloganını
benimsemişlerdi! Ölümden, çürümeden, düzensizlikten
hoşlanmayan modernliğin hayvanat bahçeleri doğayı hep daha
güzel bir biçimde sunmaya çalışırlardı. Post modern
toplumdaki hayvanat bahçelerinde ise -bazen doğal bazen de yapay
olarak- doğadaki çürümüş görüntüler ziyaretçilerin
bakışına sunuluyor, eko sistemlerin ortadan kalkmakta olduğu,
yağmur ormanlarının gitgide azaldığı çeşitli panolarla,
levhalarla ziyaretçilere hatırlatılıyor ve onlardan doğayı
koruma çabalarına destek için küçük bir para yardımı
isteniyordu. Doğayı koruma söylemlerine karşın hayvanat
bahçelerinin temel ilkeleri insan merkezciydi, insanın doğayı
kullanımı, ondan faydalanması veri kabul edilmekteydi.
Yeni hayvanat
bahçelerindeki doğa simülasyonları gerçek doğanın tıpatıp
benzeri değildi, doğayla ilgili genel geçer imajlara uygun olarak
üretilmişti. Yeşil alanlar, kayalar, küçük göller, nehirler,
şelaleler ziyadesiyle mevcuttu. Büyük şirketlerin sahip olduğu
hayvan temalı parklar çeşitli anlatıların üretilip
ziyaretçilere aktarıldığı, hayali bir dünyanın kurulduğu
eğlence mekanlarıydı. 1998’de açılan Disney’s Animal
Kingdom’ın Afrika bölümünde görülen ve duyulan her şey
insanda Afrika’da bir yerde olduğu hissini uyandırıyordu.
Selby’ye göre doğa temalı parklarda eğlenceyi maksimize etmek
için hayvanlar, kültürler, ve bölgelerle ilgili klişeler
kullanılıyor ve güçlendiriliyordu. Doğa temalı parklarda
çeşitlilik sınırlıydı, doğa ve hayvanlarla ilgili kurgular az
sayıda formüle dayanmaktaydı. Hayvanat bahçeleri, temalı parklar
gibi “yer olmayanlara” dönüşmekte, hepsi -tatil köyleri,
gazinolar vb. gibi- birbirine benzemekteydi. Hayvanların
“tüketilebilir öteki” olarak sunulduğu hayvanat bahçeleri
adeta bir tiyatro sahnesini andırıyordu. Hayvanat bahçesi kapanıp
ziyaretçiler gittikten sonra yapay doğa örtüsü içine gizlenmiş
kapılar açılıyor, içeri giren hayvanlara yemek verilip
bakımları yapılıyor, hayvanlar bir sonraki günün mesaisine
hazırlanıyordu. Görevliler hayvanat bahçesine fare vb
“tiksintiye yol açabilecek”, “yabancı hayvan” girmemesi
için çetin bir mücadele veriyorlardı! Hayvanat bahçesindeki
hayvanlar hayvanlıktan çıkmıştı! Stephen Spotte’ye göre
günümüzün hayvanat bahçeleri insanlara doğa hakkında hiçbir
şey öğretemezdi. Göstergeler sistemi hayvanları doğal
hakikatlerinden koparmıştı. Temalı parklarda hayvanlar onlar için
üretilmiş imajlara dönüştürülüyor, post modern aylak için
görsel bir tüketim objesi haline geliyorlardı. Vitrin seyretmekle
hayvanat bahçesini ziyaret etmek arasında ortak çok şey vardı.
YAŞAR ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Elizabeth Hanson, Animal
Attractions: Nature on Display in American Zoos, Princeton University
Press, 2004, 256 s.
Eric Baratay and Elisabeth
Hardouin-Fugier, Zoo: A History of Zoological Gardens in the West,
Reaktion Books, 2004, 356 s.
Nigel Rothfels, Savages
and Beasts: The Birth of the Modern Zoo, The John Hopkins University
Press, 2002, 288 s.
der. Nigel Rothfels,
Representing Animals, Indiana University Press, 2002, 264 s.
Robert Mullan and Garry
Marvin, Zoo Culture, University of Illinois Press, 1998, 208 s.
der. Michel Conan,
Environmentalism in Landscape Architecture, Dumbarton Oaks Research
Library and Collection, 2000, 292 s.
John Berger, About
Looking, Vintage, 1992, 224 s.
Stephen Spotte, Zoos in
Postmodernism: Signs and Simulation, Fairleigh Dickinson University
Press, 2006, 208 s.
BABALIK
Batıda çağlar boyunca
hüküm süren “baba egemenliği” XIX. yüzyılda önemli bir
değişim geçirdi. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda iş ve ev henüz
mekansal olarak birbirinden çok fazla ayrılmadığı için baba
vaktinin büyük bir kısmını evde geçiriyor, zanaatını
çocuklarına öğretiyor, sürekli onların yakınında bulunarak
onları eğitiyor, onlara ahlaki değerleri aşılıyordu. Amerika’da
Protestan el kitapları babalığı bir iş olarak tanımlamaktaydı.
Öte yandan baba karısı ve çocukları üzerinde mutlak bir
otoriteye sahipti. Shawn johansen’in de belirttiği gibi çocukların
babaya tam itaati esastı. Ancak Jeff Hearn’in “Men, Fathers and
the State: National and Global Relations” adlı yazısında dikkat
çektiği gibi XIX. yüzyıldan önce farklı ülkelerde farklı
babalık biçimleri mevcuttu. İngiltere’de XVIII. yüzyılın
ortalarında devlet kamusal patriyarkayı kurmak için sınırlı bir
biçimde de olsa bireysel babalığa müdahale edecekti. Ancak
bireysel babalıkla kamusal-kurumsal babalık-patriyarki arasındaki
müzakere süreci esas olarak XIX. yüzyılda başlayacak ve günümüze
kadar uzanan bir evrim içinde bireysel babalık “babalığın
kolektif yönetiminin”, kurumsal erkekliğin lehine sahip olduğu
bazı ayrıcalıklardan vazgeçmek zorunda kalacaktı.
XIX. yüzyılda
kapitalizmin gelişmesiyle birlikte babalar fabrikalarda çalışmaya
başladı. Griswold’un da söylediği gibi babalığın gündelik
işlerin bir parçası olduğu sanayi öncesi ev merkezli ekonomik
faaliyetlerden kopuşla birlikte babanın zamanı fabrikadaki çalışma
saatleri tarafından belirlenmeye başladı. ABD’de XIX. yüzyılda
babanın ailesiyle birlikte geçirdiği zaman azaldı ve anne
çocukların yetiştirilmesinde öne çıkmaya başladı. Batıda
XIX. yüzyılda çalışma hayatı, kamusal hayat erkeğin alanı, ev
ve aile hayatı ise kadının alanı olarak inşa edilmekteydi. Öte
yandan XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren serbest zamanın
artmasıyla birlikte erkekler iş dışındaki zamanlarını ev
dışında, içki salonlarında, kulüplerde, sportif faaliyetlerde
geçirmeye başladı. Böylece daha önceki yüzyıllarda babanın
zamanının çoğunu evde geçirmesi doğal kabul edilirken XIX.
yüzyılda bu durum “erkeksi olmayan” bir davranış olarak
değerlendirilir oldu. Babanın çocuklarıyla yakın ilişkisi artık
erkeğe yakışır bir davranış olarak değil “olgun olmayan”
bir davranış olarak görülüyordu. Claudia Nelson’ın
“Deconstructing the Paterfamilias: British Magazines and the
Imagining of the Maternal Father:, 1850-1910” adlı yazısında
ifade ettiği gibi (The Journal of Men’s Studies, Bahar 2003,
cilt: 11, sayı: 3) o dönemde erkekler evin amatörleri olarak
görülmekteydi. Erkeklerin payına kişisel istek, arzu, parasal
başarı peşinde koşmak düşerken kadınların başkaları için
(çocuklar vb) yaşadıkları varsayılmaktaydı.
Duygusallığın kadına
ait bir olgu olarak kurulduğu XIX. yüzyılda kız çocukların
duygusal olarak babaya değil anneye bağlı olduğu düşünülürdü.
Baba daha ziyade erkek çocuklarla ilgiliydi ama onlarla ilişkisi
“kadınsı bir duygusallıktan” uzaktı! XIX. yüzyılın
Viktoryen babası, otoriter ve sertti, çocuklarıyla arasına bir
mesafe koyuyordu. Bununla birlikte XIX. yüzyılda babalar çocukların
yetiştirilmesine ilişkin görevleri tamamıyla karılarına
devretmiş değildi. Kamusal alanın öznesi olarak kurulan baba evde
de bu alana ilişkin değerleri-özellikle erkek-çocuklara
aktarıyordu. Orta sınıftan babalar erkek çocuklarına eğitim,
meslek seçimi, siyasal ve mali konular hakkında söylevler
veriyorlardı. XIX. yüzyılın orta sınıf babalığı “erkek
kamusallığının ciddiyetine yaraşır bir biçimde” sınırlı
zamanında çocukları mesafeli ama güçlü bir denetim altında
tutuyordu. Bu kontrolün maddi bir zemini de vardı. XIX. yüzyılda
baba evin geçimini sağlayan, dolayısıyla mali olarak tüm aile
bireylerini kendine bağımlı hale getiren tek aktör olarak
beliriyordu. Evin reisi olan babalar karıları ve çocukları
üzerindeki haklarıyla, kadınlar ise ev ve çocuk bakımına
ilişkin görevleriyle birlikte anılmaktaydı. Babalık sadece
cinsiyet ayrımcılığı temelinde değil aynı zamanda
sınıfsal-ırksal ayrımcılık temelinde de kuruluyordu. Viktoryen
dönemin ideal orta sınıf-beyaz-batılı babalığı alt
sınıflardan babaları, “renkli” babaları “kötü baba”
olarak kurmaktaydı.
XIX. yüzyılda babalığın
toplumsal olarak kuruluşu ulus-devletin kurulmasıyla yakından
ilişkiliydi. Daha önceki yüzyıllarda desteğini önemli ölçüde
lokal güçlerden alan patriyarki XIX. yüzyılda ulus-devletle iç
içe geçecekti. Bu dönemde erkeklik kendini gündelik aile
hayatının ötesinde bir alanda, kamusal alanda, politik alanda,
“soyut yüksek düşüncenin” alanında, felsefenin, bilimin
alanında inşa etmeye girişmişti. Erkekliğin ve babalığın
“yüksek menfaatleri” bireysel babalığın bir müzakere süreci
içinde yeniden düzenlenmesini, bir anlamda devletin kontrolü
altına girmesini birlikte getirecekti. Çatışmanın öne çıktığı
bir süreç değildi bu, ne de olsa devlet “babaların devletiydi”,
ama babalığın genel menfaati tek tek babaların kişisel
menfaatlerinden daha önemli görülmeye başlamıştı. Patriyarki
ulusal düzeyde kurumsallaşma yönelimine girmişti. Çocuk giderek
artan ölçüde evde babalar tarafından eğitilmek yerine “devlet
babanın” tek tipleştirici kurumları (okul, çocuk islah evleri,
sosyal hizmet uzmanları vb.) tarafından biçimlendirilecek,
disipline edilecekti.
Devletin, kurumsal
patriyarkinin aileye el atma girişimleri XX. yüzyılın ilk on
yıllarında hız kazandı. Bu müdahalenin önemli bir nedeni XX.
yüzyıl başlarından itibaren kadın hakları hareketlerinin
güçlenmesi, kadınların sosyal yaşama artan ölçüde
katılmalarıydı. Bu durumda devlet evin kontrolünü sadece
bireysel babaların inisiyatifine bırakmayı yetersiz buluyordu. İlk
müdahale anneliğe yönelik olarak gerçekleşecekti. Annenin çocuğu
yetiştirmedeki birincil rolü korunuyordu, ancak anne artık
çocuklarını “bilimsel anneliğin” kuralları çerçevesinde
yetiştirecekti. Devlete göre çocukları yetiştirmek açısından
annelik içgüdüsü ve sevgisi yeterli değildi, anneler çocuklarını
akla (erkek aklına) dayalı bir biçimde, bilimsel, pedagojik,
rasyonel bir temelde yetiştirmeliydi. Böylece devlet eril,
pozitivist bir rasyonalite ve bilim aracılığıyla anneliği
inzibat altına almaya girişecekti. Sosyal hizmet uzmanları, ev
ekonomisi, okullardaki pedagoji öğretmenleri devletin bu yolda
kullandığı araçlardan bazılarıydı. Öte yandan devlet bireysel
babalığa ilişkin yeni bir söylem geliştirerek anne-çocuk
ilişkisini denetim altına almaya çalışacaktı.
1920’lerde erkek
çocukların anneleriyle yakın ilişkisinin bu çocukları
“efemineleştireceği” yolunda endişeler mevcuttu. Uzmanlar bu
durumun çocukta anne saplantısına, bağımlılığına yol
açabildiğini, çocukların olgunlaşmasını engellediğini
söylüyorlardı. Bu durumda babanın erkek çocuklarıyla daha fazla
ilgilenmesi, onlara erkeklik değerlerini aşılaması gerekmekteydi!
Gerçi zorunlu hale getirilen eğitim erkek çocukları anne
bağımlılığından bir ölçüde kurtararak onları okulda eril
ideoloji çerçevesinde biçimlendiriyordu ama bu yeterli değildi,
ailenin içinden bir öznenin, babanın desteği gerekmekteydi. Ancak
eskinin Viktoryen sert, katı baba modeli bu iş için uygun değildi,
çocukla baba arasında çok fazla mesafe yaratıyordu. Öte yandan o
dönemde eviyle, ailesiyle fazlaca vakit geçiren erkekler
arkadaşları tarafından kılıbık erkekler olarak alaya
alınıyordu. Ama devlet, babanın çocuklarıyla daha fazla
ilgilenerek onlara erkek rolü modeli oluşturmasını gerekli
bulmaktaydı.
Batıda 1970’ler
sonrasında piyasaya sürülecek olan “yeni baba” idealinin ilk
tohumları 1920’lerden itibaren atılmaya başladı. LaRossa’ya
göre bu orta sınıf baba modelinde baba işten eve geldikten sonra
–özellikle erkek- çocuklarıyla oyun oynuyor, onlara yakınlık
gösteriyor, hafta sonları onlarla birlikte gezmeye çıkıyor,
onlara futbol oynamasını öğretiyordu. Böylece “paradoksal bir
biçimde” evcillik erkeksileştirilirken aynı zamanda erkeklik
evcilleştirilmekteydi! Ancak “babanın evcilleşmesi”
yüzeyseldi, vitrinin ötesine geçmiyordu. Babalar çocuklarıyla
oyun oynayıp onlara daha arkadaşça davranıyorlardı ama iş bu
kadarla sınırlı kalıyordu. Bebeklerin altını değiştirmek,
onları yedirmek, uyutmak, yıkamak vb. işler anneye aitti.
Çocuklara ilişkin babaya düşen işin eğlence ve serbest zaman
faaliyetleri kısmıydı. Babalarıyla birlikte spor yapan erkek
çocukların bağımsız ve kendine güvenen bir erkek kimliğinin
gelişmesine yardımcı olduğu düşünülmekteydi. “Babacık
kültürü” güler yüzlü patriyarkal babalığı temsil
etmekteydi. Yeni söylem babanın aile içindeki otoritesini
azaltmıyor, “çocuklarıyla ahbap baba” modeli aracılığıyla
annenin çocuklar üzerindeki etkisine karşı bir denge
oluşturuluyordu.
İkinci Dünya Savaşı
sırasında babaların askerde olması evde erkek rolü modelinden
mahrum kalan çocukların “efemineleşebileceği” korkusunu
yeniden gündeme getirecekti. Babasız yetişen çocukların “daha
az erkeksi” olacakları düşünülmekteydi. ABD’de İkinci Dünya
Savaşından sonraki dönemde banliyölerde babanın sorumlulukları
söylemi güç kazandı. 1950’lerde babalık – erkeğin evdeki
brikolaj, küçük tamirat faaliyetlerinin yanı sıra- bir “hobi”
olarak sunulmaya başladı, güler yüzlü, sıcak baba imajı
güçlendirildi. ABD’de 1950’lerde ekranlar çocuklarıyla dost
“televizyon babaları” tarafından işgal edilecekti! Ancak
bunlar arasında Afroamerikan, hispanik, gey babalara rastlanmıyordu.
Orta sınıftan, heteroseksüel, güler yüzlü, iyi niyetli babalar
erkek çocuklarının “kız gibi oğlan”,“hanım evladı” ya
da eşcinsel olmaması için ellerinden gelen gayreti
gösteriyorlardı! Öte yandan çocukların bakımına ilişkin
zahmetli işler hala anneye aitti. Doktor Benjamin Spock “Bebek ve
Çocuk Bakımı” adlı ünlü kitabının 1946 baskısında bebeğin
altını değiştirmek vb. zahmetli görevlerden anneyi sorumlu
tutacak, ancak kitabın otuz yıl sonraki yeni baskısında evlilikte
eşitliğe dayalı ortaklık ruhunu öne çıkaracaktı!
Batıda 1970’li
yıllardan sonra babalığa ilişkin yeni bir söylem kurulmaya
başladı. Ev işleriyle, çocuklarıyla daha fazla ilgilenen, bu
konularda karısıyla işbirliği yapan “yeni baba” imajı
gelişmeye başladı. İkinci dalga feminizmin mücadeleleri sonucu
babanın çocuğun fiziksel bakımına daha fazla katılması yönünde
bir basınç oluştu. Öte yandan 1970’lerde gelişmeye başlayan
post-fordist hizmet ekonomisi kadınların yoğun bir biçimde iş
hayatına katılmasını beraberinde getirdi, babanın evin geçimini
sağlayan tek kişi olma özelliği zayıflamaya başladı. Çalışan
kadınlar kocalarından ev işlerine ve çocukların bakımına daha
fazla katılmalarını talep ediyorlardı. Scott Coltrane’in “The
Future of Fatherhood: Social, Demographic, and Economic Influences on
Men’s Family Involvements” adlı yazısında söylediği gibi
(Fatherhood’un içinde) filmlerde ve televizyon dizilerinde baba
çocuklarına sevgi gösteren, ev işlerine yardım eden kişi olarak
beliriyordu. 1980’lerde televizyon reklamlarında annelerden ziyade
babalar bebekleri kucaklıyorlar, bebek arabalarını itiyorlardı.
Çocuklarının bakımıyla, yetiştirilmesiyle yakından ilgilenen
bir baba imajı öne çıkarılmaktaydı. Babanın bu yeni rolü Mr.
Mom (1983), Three Men and a Baby (1987) vb. filmlerde ifadesini
bulacaktı. Viktoryen modernliğin sert baba imajı post modern
“duygu toplumunda” yerini yumuşak, duygusal, “kadınsı
özellikler taşımaya başlayan” bir baba kimliğine bırakıyor
gibiydi!
Bir çok ailede annelerin
çalışma hayatına girerek ekonomik bağımsızlıklarını
kazanması, çocuklarını yalnız büyüten annelerin sayısının
hızla artması, babanın ailenin mutlak reisi olma konumunun
sarsılması, “ailenin feminizasyonu”, çocuklarını cinsel
olarak taciz etmeleri nedeniyle çok sayıda baba hakkında dava
açılması 1980’li yıllardan itibaren eski aile değerlerine
dönüşü savunan yeni-sağ, yeni-muhafazakar çevreleri harekete
geçirecekti. Babanın aileye ilişkin rolü açısından
marjinalleşmeye doğru gittiğini iddia eden bu kesim babanın
sarsılan otoritesini yeniden kurmak istiyor, çocuğun yetişmesi
açısından baba kontrolünün zorunlu olduğunu savunuyordu.
1990’lı yıllarda Blankenhorn ve diğer bazı yazarlar babasız
yetişen çocukların suç işlemeye, uyuşturucu kullanmaya,
intihara, fahişeliğe yöneldiklerini, onlu yaşlarda evlilik dışı
çocuklara sahip olduklarını öne süren çalışmalar
yayınlayacaklardı. Anna Gavanas’ın belirttiği gibi 1990’larda
ABD’de babalığı eski gücüne kavuşturmaya çalışan
“Fatherhood Responsibility Movement” ailenin kadınsılaştığından
yakınıyor, babalığı tekrar “erkeksileştirmek” istiyordu.
Babalığın erkeksi boyutunun heteroseksüel bir çerçeve içinde
vurgulanması kadınlara karşı olduğu kadar geylere karşı da
negatif bir tavrı içermekteydi. Bunun karşısında -David Strah ve
Susana Margolis’in de kitaplarında yer verdikleri- gey babalar
kendi yaşam tarzlarını oluşturmaya yöneleceklerdi.
Post modern toplumda
medyanın yaygınlaştırmaya çalıştığı “müşfik baba”
imgesine karşın evlerini, çocuklarını terk eden baba sayısında
bir patlama yaşanmaktaydı. Uzun süreli yükümlülüklerden,
zahmetli angajmanlardan kaçınan light kimlikler üreten post modern
toplumda babaların evlerini terk etmesi, çocuk bakımına ilişkin
yükümlülüklerden uzak durması aslında “çok normaldi” !
1980’lerden sonra ABD’de devlet çocuklarıyla ilgilenmeyen
babalara karşı önlemler alacak, yeni sosyal programlar devreye
sokulacaktı. Devlet, babaları maddi ve manevi sorumluluklar almaya
yönlendiriyordu. Öte yandan medyanın yansıttığı çocuklarıyla
ilgilenen baba görüntülerine karşın çocuk bakımı hala büyük
ölçüde anneler tarafından gerçekleştirilmekteydi. Marcus jacob
Goldman’ın babaları bebek bakımına ilişkin olarak
bilgilendiren “Babalık Coşkusu” adlı kitabı “yeni, meşgul
babalar” için yazılmıştı! LaRossa’ya göre “yeni baba”
ev işlerinin ve çocuk bakımının büyük ölçüde kadınlar
tarafından yapıldığı gerçeğini gizlemeye yönelik, televizyon
tarafından üretilen bir mitti. Yeni baba ideali üst ve orta
sınıflara aitti.
Babalık modern devlet
tarafından inşa edilen sosyal bir kurguydu. Modern toplumda
ulus-devlet tarafından kurulan babalık post modern toplumda büyük
ölçüde medya tarafından oluşturulan bir söylem içinde varlık
kazandı. Büyük ölçüde batılı, orta sınıftan, heteroseksüel,
sakat olmayan babaları veri kabul eden bir söylemdi bu. Jeff
Hearn’ın söylediği gibi son iki yüz yılda tek tek, bireysel
babaların egemenliğinden kurumsal, kamusal, küresel patriyarkanın
egemenliğine doğru bir gelişme oldu. Öte yandan “babalık
krizi” hakkında üretilen yazınsal imgelere karşın devlet,
babalığın hegemonik iktidarını güçlendirmeye çalıştı.
Babalık ile patriyarkal devlet arasındaki yakın ilişkiler gücünü
korudu. Devlet aile içindeki baba şiddetinin üstünü örtmeye
çalıştı. Tüm bunlara karşın kadın hakları ve çocuk hakları
savunucularının mücadeleleri sonucu devlet, baba şiddetine
sınırlı bir biçimde de olsa müdahale etmek zorunda kaldı. Öte
yandan devletin heteroseksüel babalığı savunma yönündeki
çabalarına karşın eşcinsel hareketin mücadeleleri sonucu bazı
ülkelerde gey babalar varlıklarını kabul ettirdi.
YAŞAR ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
der. William Marsiglio,
Fatherhood: Contemporary Theory, Research, and Social Policy, Sage
Publications, 1995, 334 s.
Robert L. Griswold,
Fatherhood in America: A History, Basic Boks, 1993, 356 s.
Anna Gavanas, Fatherhood
Politics in the United States: Masculinity, Sexuality, Race and
Marriage, University of Illinois Press, 2004, 208 s.
David Strah, Susanna
Margolis, Gay Dads: A Celebration of Fatherhood, Jeremy P. Tarcher,
2004, 270 s.
Shawn Johansen, Family
Men: Middle Class Fatherhood in Industrializing America, Routledge,
2001, 256 s.
Ralph LaRossa, The
Modernization of Fatherhood: A Social and Political History, The
University of Chicago Press, 1996, 295 s.
Marcus Jacob Goldman,
Babalık Coşkusu, Çev. Murat Ersin, Hayat Yayınları, 2000, 292 s.
David Blankenhorn,
Fatherless America: Our Most Urgent Social Problem, Perennial, 1996,
336 s.
AYLAKLIK
XIX. yüzyıl
modernitesinin en önemli kahramanlarından biri Baudelaire’in
flâneur (aylak, avare) tipidir. Aylak, dönemin düzenli bir işe ve
ev (aile) hayatına sahip olan bireyinden farklı olarak çalışmayan,
ev hayatının boğucu kapalılığından bunalıp kamusal alanlarda,
sokaklarda rahat edebilen bir tiptir. Disipliner bir çalışma
ahlakı ve saat zamanı ona itici gelmektedir. Aylak 1830’lardan
1850’lere kadarki dönemin Paris’iyle ilişkilendirilen bir
tiptir. 1820’lerden başlayarak Paris’te çok sayıda pasaj
yapılmıştır. Bu pasajlar binaların arasında yer alan, üzerleri
camekânla kaplı, her iki tarafında şık dükkânlar bulunan
mekânlardır. Pasajlar aylağın evi gibidir. Dönemin caddeleri
gibi kaldırımları da dardır ve yayaları, hızla geçen atlı
arabaların çarpma tehlikesine karşı çok az korumaktadır.
Pasajlar aylağa arabalardan uzak rahatça gezip dolaşabileceği,
etrafı gözlemleyebileceği bir ortam sağlamaktadır.
Baudelaire’in aylak
tipi, bir kalabalık insanıdır. Ama öte yandan Walter Benjamin’in
belirttiği gibi aylak yabancılaşmış bir bakışa sahiptir,
toplumun marjında durmaktadır. Kalabalığın içindedir ama
kalabalıktan biri değildir. Kalabalık aylak için bir sığınaktır.
Minyatür bir kente benzeyen pasajın kalabalığı içinde aylak
kendi kimliğini belli etmeden şeyleri geçicilikleri, uçuculukları
içinde bir tür detektif gibi gözler. Aylak, olup bitenlere
müdahale etmez, mesafeli bir şekilde gözlemde bulunur. Rob
Shields’e göre(The Flâneur’ün içinde) aylak, kent yaşamının
ince zevklerini gözlemler, sokağın hakikatini bulmaya çalışır,
rasyonel olmayan hazların izini sürer. Kentin telaşlı iş
hayatından uzak bir şekilde acele etmeden, amaçsız bir biçimde
dolaşır. Kendini bir tür zihinsel aşırılığa, sarhoşluğa
terk eder.
Baudelaire’in aylağı
bir sanatçıdır, şairdir. Zygmunt Bauman’ın da söylediği gibi
(The Flâneur’ün içinde) aylak, dolaşırken dolaşmasının
anlamını, henüz keşfedilmemiş bir özü aramaktadır. Kalabalık
onun yalnızlığına bir çare değil onun yalnızlığını koruyan
bir duvardır. Aylak için yaşam bir oyun gibidir; aylak, dolaşan
bir oyuncudur. Baudelaire’in aylağı çoğunlukla pasajlara
takılan bir dandy, bir bohem gibi görünse de “kent
düşkünlerini,” göçebelerini de gözlemlemekten geri durmaz.
Baudelaire’nin şiiri bu “asosyal” insanlara sempatiyle
yaklaşır, zaman zaman onları över. Fahişeler, paçavra
toplayıcılar, berduşlar onun şiirinin konuklarıdır. Öte yandan
aylak, kapitalist toplumun ana akım değerlerinden, onun üretkenliği
birinci plana koyan mantığından uzak durmakla birlikte bu toplumun
işleyişinin tamamen dışında değildir. Benjamin metalar
dünyasının, müşteriler kalabalığının aylağı zehirlediğini
söyler. Aylak, kapitalizmin egoist bireyselliğinin, meta biçiminin
boşluğunun izlerini taşır. Pasajlar sonuçta bir tüketim ve
müşteriler ortamıdır. Öte yandan aylaklığın sosyal temeli
gazeteciliktir. Gazeteci kentte bir aylak gibi dolaşarak
gözlemlerini para karşılığı satar.
Üretim, tüketim ve
değişimin yanı sıra dolaşım da kapitalist ekonominin önemli
bir unsurudur. Kapitalizm şeylerin ve insanların engelsiz
dolaşımını hızlandırmak zorundadır. Caddeler objektif, nötr,
dışsal, işlevsel, hızlı bir dolaşıma imkân veren kulvarlar
olarak düşünülmüştür. Aylak caddenin nesnel gücünden,
hızından kaçarak daha yavaş bir ritmin egemen olduğu pasajlara
sığınır. Pasaj ne cadde gibi dışarısıdır ne de dükkân gibi
içerisidir; arada bir konuma sahiptir. Ancak 1850’lerin
sonlarından başlayarak Haussmann, Paris’e geniş bulvarlar yapar
ve pasajlar önemini kaybetmeye başlar. Bu durum aylağın hızın,
trafiğin egemen olduğu caddelere sürülmesini beraberinde getirir.
Keith Tester’in de belirttiği gibi (The Flâneur’ün içinde)
şeylerin düzenini kuran, evleri numaralayan, zaman disiplinini
dayatan yönetimsel rasyonalite, aylağın yavaşlığa dayalı
dünyasını sarsar. Hesaba kitaba dayalı araçsal aklın düzeni,
aylağın bir parçası olduğu “sırlar atmosferini” ortadan
kaldırır. Priscilla Parkhurst Ferguson’a göre (The Flâneur’ün
içinde) 1850’lerden sonra birey kent tarafından
mülksüzleştirilecek, metalaşma ve ekonomik ilerlemenin amaçlı
yürüyüşü egemenliğini kuracaktır. Pasajların “göz
gastronomisine” imkân veren, seyredeni alıcı olmaya zorlamayan
ortamı yeni caddelerin üzerinde açılan büyük mağazaların
içinde ortadan kaybolur. Gözlemciyle gözlemlenen şey, metalar
arasındaki ayrım çizgisi yok olmaya başlar. Benjamin’in aylağın
son alanı olarak nitelediği büyük mağazalar sonuçta aylağı
bir müşteri, bir alıcı olmaya doğru iter, metalarla tüketiciler
birbirine yakınlaşır. Aylaklığın düşüşü kapitalizmin
nesnel, dışsal, objektif gücünün ayrıksı bireysellikleri, “ara
konumları” ortadan kaldırmasının bir sonucudur. Kendini ne
burjuvaların ne de işçilerin dünyasına ait hisseden aylak
sonuçta piyasanın işleyişinin içine çekilecektir. Aylaklığın
sonunu getiren bulvarlar aynı zamanda ayaklanmalar sırasında
barikat kurulmasını engellemek için geniş yapılmıştır. Geniş
bulvarların amacı sadece meta dolaşımının engelsiz, hızlı bir
şekilde akması değildir. Benjamin’in de belirttiği gibi, yeni
caddeler aynı zamanda askeri kışlalarla işçi bölgeleri
arasındaki en kısa yollardır ve bu nedenle “stratejik
güzelleştirme” sıfatı altında anılmışlardır.
Baudelaire ile Benjamin’in
bahsettikleri aylak erkektir. Özel (ev, aile) ve kamusal alanları
toplumsal cinsiyet temelinde biçimlendiren XIX. yüzyıl kapitalizmi
kadını eve kapatırken caddeleri, pasajları, meydanları, parkları
erkeklere tahsis etmiştir. Kocası eşlik etmeden sokaklarda yalnız
dolaşan kadın tacizkâr bakışları çekmekte, hatta fiziksel
tacize uğramakta, bir şüpheli, bir fahişe olarak
algılanabilmektedir. Erkek aylağın sokakta dolaşması normal
karşılanırken kadının aylaklığı “sokağa düşme”,
“kaldırıma düşme”, “sokak kadınlığı” vb deyimlerle
ifade edilmektedir. Linda McDowell’ın söylediği gibi, saygın
kadınların sokakta tek başına dolaşmayacakları
varsayılmaktadır. Burjuva toplumunun kıyısında yaşayan erkek
aylak da cinsiyetçi ideolojinin dışında değildir. Erkek aylağın
gözlemlediği metalar dünyasının içinde kadınlar da vardır!
Erkek aylağın mesafe yaratıcı bakışı kadını nesneleştiren
bir bakıştır. Priscilla Parkhurst Ferguson’un da dikkat çektiği
gibi (The Flâneur’ün içinde) sokaktaki kadın, diğer
görüntülerle birlikte keyif verici bir şekilde tüketilmektedir.
Kadınları nesneleştiren eril bakış kadının özne olmasını
adeta yasaklamakta, kadının bakışı bir cinsel davet olarak
algılanıp erkeğin tacizci davranışlarıyla sonuçlanabilmektedir.
Baudelaire’in tasvir ettiği aylak şair, erkektir. O dönemde
kadının aylak şairlik için gerektiği düşünülen estetik
mesafeyi oluşturamayacağı varsayılmaktadır. Öte yandan XIX.
yüzyılın erkek aylağının (flâneur) gözlemlediği pasajlar
kadınların barmaid ya da fahişe olarak çalıştıkları
pasajlardır da. Kadının Baudelaire’in, eril aylağın şiirinde
ancak “düşkün” biçimler altında ifade bulması bir tesadüf
müdür?
Janet Wolff “Görünmez
Kadın Aylak” adlı yazısında (Feminine Sentences’ın içinde)
kamusal mekânların erkeklerin egemenliği altında bulunduğu XIX.
yüzyılda kadın aylağın (flâneuse) varolmasının imkânsız
olduğunu söylemiştir. Elizabeth Wilson ise Wolff’un bu görüşüne
karşı çıkarak XIX. yüzyılda ve XX. yüzyıl başlarında
kadınların Wolff’un düşündüğünden daha geniş bir özgürlüğe
sahip olduğunu, kent içinde bir ölçüde köksüz ve hareket
halinde bir yaşam sürdüklerini, XIX. yüzyıl sonlarında
kadınların büro işlerinde çalışmaya başladıklarını, büyük
mağazalara alışverişe gittiklerini söyleyecektir. Gerçekten de
büyük bulvarların ve mağazaların açıldığı 1850 sonlarından
sonra alışveriş yapmak kadınların tek başlarına dolaşması
için “meşru” bir ortam yaratmıştır. Kadının ev içi
emeğini olduğu gibi alışverişini de bir serbest zaman faaliyeti
olarak algılayan modern kapitalizm kadınların tüketim amacıyla
mağazalarda dolaşmasına tahammül etmiştir! Ancak Janet Wolff’un
da işaret ettiği gibi (The Flâneur’ün içinde) kadının
alışveriş amacından “saptığına” ilişkin herhangi bir
gösterge onun derhal “şüpheli kadın”, “saygın olmayan
kadın” kategorisi içinde değerlendirilmesine neden olmaktadır.
XIX. yüzyılda kadınların
kamusal mekânlarla ilişkisi elbette sıkıştırılmak istendikleri
alışveriş, fahişelik vb konumlarla sınırlı değildir. Kamusal
alanda etkin olmaya yönelik kadın hakları hareketinin yanı sıra
bir lezbiyen alt kültürü mevcuttur. Öte yandan XVIII. yüzyıl
sonlarından başlayarak kadınlar devrimlerde, sokak
ayaklanmalarında, barikatlarda etkin bir şekilde yer almışlardır.
Deborah L. Parsons’ın da belirttiği gibi XIX. yüzyılda
kalabalıklar psikolojisini icat eden sosyal bilimciler kadınları
isyancılarla özdeşleştirmekteydiler. Modern kapitalist toplumun
çalışma, üretkenlik, hız, zaman disiplini vb değerlerini
küçümseyen sanatsal modernizmin öne çıkardığı aylaklık
dışlaştırıcı, mesafe yaratıcı, nesneleştirici, kendini
ötekini dışlayan bir şekilde yücelten egemen eril ideolojinin
tamamen dışında değildir. Öte yandan yapıtlarında aylaklığa
yer veren kadın yazarlara, örneğin Virginia Woolf’a baktığımızda
bu nesneleştirici bakışın var olmadığını görüyoruz.
Woolf’un kitaplarındaki aylak kadın sokakta karşılaştığı
yoksullarla, zor durumdaki insanlarla arasına nesneleştirici,
dışlayıcı bir mesafe koymamakta, kendini bağımsız bir gözlemci
olarak kurmamakta, tersine yaralanmaya açık bir kimlik sergilemekte
ve bu yaralanmışlık yazıya sinmektedir. Kadın aylağın dili
nötr, objektif, yüksekte duran bir gözlemcinin soyutlayıcı
bakışına dayalı eril dilden farklı olarak, gördüğüyle
duygusal ilişkiye giren, kendini ona katıp onun acısını
paylaşan, bedenini, duygularını gördüklerinden esirgemeyip
onların içlerine salan bir dildir.
XIX. ve XX. yüzyılın
ilk yarısının modern kapitalizmi objektif bir rasyonelliğin,
disiplinin, düzenli ve hızlı bir yaya, meta, araç akışının
yürürlükte olduğu caddelerdeki harekete birincil önem veriyordu.
Modernliğin kent planlaması kent içindeki yolları, akışkanlığı,
merkezi, normatif, rasyonel, teknokratik, işlevsel bir mekân
anlayışı çerçevesinde biçimlendirmek istiyordu. Böylelikle
aylağın durumunda olduğu gibi, ayrıksı, “rasyonel olmayan,”
amaçsız, işlevsiz öznel hareketlilikler dışlanıp objektif,
“evrensel” –kapitalist– dolaşım sistemine katılmaya
zorlanacaktı. Bu model 1960’lardan başlayarak muhalif
hareketlerce sorgulanmaya başladı, modernliğin bürokratik,
objektif iktidarının gasp ettiği öznel hareketliliklere sahip
çıkıldı. Beat kuşağının yollarda geçen serüvenlerinin ve
buna ilişkin yol edebiyatının yanı sıra aylaklığa ve “yaya
hareketine” ilişkin önemli bir katkı sitüasyonist (durumcu)
hareketten geldi. Sitüasyonistlerin “dérive” kavramı kent
içinde amaçsız, başıboş, yönsüz bir yürüyüşü,
sürüklenmeyi öne çıkarmaktaydı. Kent mekânını düzenli bir
şekilde işleyen bir makine mantığıyla şekillendirmek isteyen
objektif, bürokratik rasyonaliteye karşı sitüasyonistler sabit
güzergâhların olmadığı, duyguların, oyunun, ruh hallerinin
yürümeye yön verdiği, işlevsel olmaktan ve “en kısa yol”
mantığından uzak, labirentvari bir ağsallık oluşturan bir
yürüyüşün önemini vurguluyorlardı. İşlevsel hareketin
düzenli, hızlı, zamanlanmış ritmini bozan bu başıbozuk yürüyüş
alışılagelmiş uzam-zaman ilişkisini istikrarsızlaştırmaktaydı.
Kent politik bir edim olma özelliği de taşıyan başıbozuk
yürümeyle yeniden oluşturulmakta, yeni bir psiko-coğrafya
yaratılmaktaydı.
Merkezi iktidarın
kapatmacı, disipliner ağları karşısında yürüyüşün muhalif
bir “yaya taktiği” oluşturabileceği yolunda bir yaklaşım ise
Michel de Certeau’dan gelmekteydi. Yaya doğaçlama yürüyüşüyle,
adımlarıyla verili yolların dışında kenti yeniden oluşturmakta,
yeni “gayri meşru” yollar yaratmaktaydı. Böylece disipline
edilmiş mekânların dışında doğrusal olmayan, düş gücüyle,
fanteziyle, duyuların uyardığı bir beden hareketiyle birlikte
rastgele bulunan yollar muhalif kaçış çizgileri oluşturmaktaydı.
Yürüyüşe, aylaklığa ilişkin muhalif yaklaşımların en önemli
özelliklerinden biri dışsal, objektif, makine gibi işleyen bir
dolaşım sistemine karşı düşle, duyguyla esrikleşmiş bedenin
kural tanımaz, kendiliğinden adımlarına vurgu yapmasıydı.
Yürümenin bedenle yaşamak anlamına geldiğini söyleyen David le
Breton insanın oturan ya da hareket etmeyen bir varlık haline
getirildiğini belirtecekti. Bedenin artık bir yük olarak
algılanmaya başladığı günümüz toplumunda ayaklar yayayı
yürüyen merdivende ya da kaldırımda bir süre destekleme işlevini
üstlenmişlerdi. Artık herkesin acelesi vardı ve aylaklık bu
dünyada bir terslik olarak algılanmaktaydı. Bedeni bir yerden
başka bir yere taşıyan ulaşım araçlarının hıza dayalı
işlevselliği karşısında yürüyüş yer değiştirme biçimi
olmaktan çıkmaktaydı.
David le Breton’un
bedenin öz hareketinin günümüzde minimalist bir çerçeve içinde
gündeme geldiği yolundaki saptamasının en uç örneği bedenin
hareketinin ekran başında oturarak son bulmasıydı. Bu kez
“bedensizleşmiş birey” internet ekranı içinde hareket
etmekte, sörf yapmaktaydı. Siborg aylak, siber aylak, internetin
enformasyon otobanları, yolları içinde sanal ortamda
dolaşmaktaydı! Sanal dünyaların pencereleri eskinin pasajlarının,
dükkânlarının pencereleri gibiydi! İnternetin kullanıma girdiği
ilk dönemde sanal aylaklığın muhalif bir biçimde
oluşturulabileceği, sınırlanmamış bir yürüyüşe, rastgele
bir biçimde yeni sanal yolların oluşturulmasına imkân vereceği
yolunda görüşler geliştirildiyse de zaman içinde internetin
sanal bir alışveriş merkezine dönüşmesi, büyük arama
motorlarının alternatif web sitelerini dışlayarak sıradan
internet kullanıcısını alışverişe yöneltmesi muhalif umutları
aşındırdı. Bununla birlikte radikal “sanal aylakların”
internette, kapitalizmin objektifleştirici gücünün en fazla
olduğu bu küresel mekânda hâlâ muhalif patikalar, yan yollar
oluşturabileceklerini belirtmek gerekiyor.
Şimdi “daha reel” bir
boyuta, aylaklığın postmodern toplumun gündelik hayatıyla
ilişkisine gelelim. Yurttaşları üreticiler olarak kuran modern
kapitalizm, tüketimi geniş kitleler için “kuru” bir rutine
indirgemiş –seçkinlere yönelik boyutu dışında– onları düş
gücünden, fanteziden yoksun bırakmıştı. O dönemdeki aylak ise
düş gücüne sahip olmasına karşın tüketime çok az katılıyor,
katılmak durumunda olduğunda dahi üreten çoğunluğun tükettiği
gibi tüketmiyor, marjinal kalıyordu. (Veblen’in müsrif tüketimle
ilişkilendirdiği, çalışmak zorunda olmayan elit üst sınıfı,
serbest zaman sınıfını aylak kategorisi içine almıyorum.) Öte
yandan aylak, modern üretim kapitalizmiyle, tüketmemesinden ziyade
çalışmaması, üretmemesi açısından ters düşüyordu.
Çalışmaktan, üretmekten ziyade tüketmeyi vurgulayan, modernliğin
iyi gözle bakmadığı “yararsız harcamayı, israfı teşvik
eden” postmodern kapitalizm ise aylaklığı kitlesel tüketimle
uzlaştırmaya çalışacaktı! Modernliğin düş gücüyle, oyunla,
fanteziyle haşir neşir aylağı bir şair, sanatçı, ayrıksı,
marjinal bir kişiydi ve toplumun çok küçük bir azınlığını
oluşturuyordu. Postmodern kapitalizm geniş tüketici yığınlarını
yeni bir biçim altında “aylak” haline getirerek, onları bir
işaretler sisteminden oluşan fantezi, simülasyon ve hiper
gerçeklik dünyasının içine çekerek tüketimi sınırsızca
artırmayı amaçlamaktaydı. David Bell ve Jon Binnie’ye göre
(Images of the Street’in içinde) günümüzün büyük alışveriş
merkezlerinin içinde artık herkes aylaktı. Gerçekten de
postmodern toplumda neredeyse yürüyen, dolaşan herkes birer
tüketici, alıcı, müşteri haline gelmişti. XIX. yüzyıldaki
modern toplumun mekânlarındaki, aylağı cezbeden “rastgele”
oluşmuş bir canlılığa sahip görsel çeşitlilikten farklı
olarak postmodern toplumun mekânlarındaki görsel çeşitlilik
evcilleşmiş, güvenli bir şekilde tüketilebilir hale getirilmiş
bir ticari göstergeler, kodlar sisteminden oluşmaktaydı.
Zygmunt Bauman’ın da
işaret ettiği gibi (The Flâneur’ün içinde) eskiden pasajlar
içlerinden geçip gidilecek yerler değil, içlerinde olunacak,
dolaşılacak yerlerdi. Günümüzde artık önemini yitirmiş olan
pasajlar daha ziyade nostaljik, turistik bir ilginin konusuydu.
Postmodern toplumda hareket bir yerden başka bir yere oyalanmadan
hızlı bir şekilde geçişe dayanmaktaydı. Yer değiştirmenin
yaygın biçimi araba içinde olandı. Kaldırımlar, caddeler
güvenliğini birinci planda tutan yeni tüketici açısından
tehlikeli insanlarla, dilencilerle, uyuşturucu satıcılarıyla,
evsizlerle doluydu. Cadde artık modernliğin sürprizlerle,
şanslarla dolu teatral mekânı olmaktan çıkmış, risklerle dolu
bir ormana dönüşmüştü. En güvenlisi ev, araba ya da büyük
alışveriş merkezlerinin içinde olmaktı! Cadde artık
keşfedilecek bir yer değil “içeriye” girmek için hızla
geçilmesi gereken bir “zorunluluk alanıydı”, “iyi kontrol
edilmeyen” bir mekândı, trafik akışına destek veren bir
bağlantı çizgisiydi. Alışveriş merkezlerinin, tema parklarının,
Disneyland’in içine gelince buralarda tüketmemek, amaçsız bir
şekilde dolaşmak uygunsuz bir davranış olarak görülmekteydi.
Postmodern toplumun
tüketim tapınaklarında eskinin aylağının izole dünyası bu kez
her şeyi kapsarcasına genişledi, her şey bir oyuna dönüştürüldü.
Ancak oyunun kurallarını yaratmak ve denetlemek kapitalizme aitti.
Bu mekânlarda postmodern aylak, tüketmek kaydıyla serbestçe
dolaşabilir, kendisine sunulan “sınırsız” sayıda fanteziyi
dilediğince yaşayabilirdi. Aylağın yığınsallaştığı yeni
toplumda alışverişle eğlence iç içe geçti. Eski aylağın
hayalleri bu postmodern yoz ütopya içinde gerçekleşme imkânı
bulmuştu! Gerçeklik yerini fanteziye, oyuna bırakmıştı ve bu
bitmeyen oyun içinde gerçeklik, taklidinden daha aşağı bir
konuma indirgenmişti. Oyun eskiden aylağın yaşam biçimiyken
şimdi tüm gerçekliğin kıyaslandığı bir kıstas haline
gelmişti. Modernlikte fantezi, kuru dış gerçekliğin ezici
basıncı altında marjinalleşirken “aylak kitlelerini ağırlayan”
postmodernliğin Disneyland’i sıkıcı dış gerçekliğin
“eleştirisini” temsil etmekteydi! Homo Ludens artık
Disneyland’in içindeydi! Postmodern toplum aylaklığı
özelleştirdi, onu kaçamaklarından mahrum bıraktı, onun yaşamını
oyuncul bir alışveriş sistemi içine sokarak tüketmeyi adeta bir
görev haline getirdi. Öte yandan aylaklığı, dolaşmayı büyük
alışveriş merkezinin güvenliği sağlanmış mekânı içinde
kontrol altına alan postmodern kapitalizm bunun dışındaki
yürüyüşü bir boş zaman etkinliği olarak kurdu, ticarileştirdi.
Trekking, özel güzergâhlarda yapılan yürüyüşler, paket
yürüyüş turları küresel turizm endüstrisinin bir parçası
haline geldi. Evlerde, işyerlerinde, fitness center’larda
kullanılabilen yürüyüş bantları “konforlu, güvenli ve
klimatize edilmiş bir yürüme ortamını” tüketicilerin ayağına
kadar getirdi!
YAŞAR ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Lauren Elkin, Flanöz:
Şehirde Yürüyen Kadınlar, Paris, New York, Tokyo, Viyana ve
Londra
Nebula Kitap, çev.
Doğacan Dilcun Doğan, 2018, 372 s.
Walter Benjamin, Charles
Baudelaire: A Lyric Poet in the Era of High Capitalism
Verso, 1997, 192 s.
der. Keith Tester, The
Flâneur
Routledge, 1994, 205 s.
Linda McDowell, Gender,
Identity and Place: Understanding Feminist Geographies
University of Minnesota
Press,
1999, 284 s.
der. Nicholas R. Fyfe,
Images of the Street: Planning, Identity and Control in Public Space
Routledge, 1998, 286 s.
Michel de Certeau,
L’invention du Quotidien: Arts de Faire
Union Générale
d’Éditions, 1980, 375 s.
David le Breton, Yürümeye
Övgü
çev. İsmail Yerguz
Sel Yayıncılık, 2003,
136 s.
Janet Wolff, Feminine
Sentences: Essays on Women and Culture
University of California
Press, 1991, 146 s.
Elizabeth Wilson, The
Sphinx in the City: Urban Life, the Control of Disorder and Women
University of California
Press, 1992, 191 s.
der. David Bell, Gill
Valentine, Mapping Desire: Geographies of Sexualities
Routledge, 1995, 500 s.
ALKOL, KADINLAR VE
MODERNLİK
Batı’da modernliği
önceleyen dönemde, içki gündelik hayatın doğal bir parçasıydı.
Esrime, kendinden geçme, öz kontrolünü kaybetme hayatın
hoşlukları olarak görülürdü. Mary Douglas’ın da belirttiği
gibi tarihte çoğu kültürde alkol, kutlamaların doğal
eşlikçisiydi. Ortaçağ Avrupa’sında birçok yerde alkol sağlık
açısından faydalı bir içecek olarak görülür, su içmek ise
tehlikeli addedilirdi. Daha sonraki yüz yıllarda modernliğin
kuracağı alkol bağımlılığı kavramı o dönemde mevcut
değildi. Kadınlar erkekler kadar çok olmasa da içki içiyorlardı.
Sidsel Eriksen’in “Alcohol as a Gender Symbol: Women and the
Alcohol Question in Turn-of-the Century Denmark” adlı yazısında
dikkat çektiği gibi XVI. yüzyılda kilisede, yerel mahkemelerde
sarhoş kadınlara rastlamak mümkündü. Modernliğe kıyasla
ortaçağda kadınlar içki kültürünün içinde daha fazla yer
alıyorlar, sapkın ya da bağımlı addedilmeden içki
içebiliyorlardı.
Tüm bunlara karşın
patriyarkanın egemenliği kadınların içki içmesine bazı
sınırlamalar getirmekteydi. Alkolle seks arasında-kadınların
aleyhine yorumlanacak bir şekilde-ilişki kurulmakta, alkolün seks
gücünü arttırdığı düşünülmekteydi. A. Lynn Martin’in
söylediği gibi meyhaneye giden kadın itibarını kaybediyordu.
Ortaçağ’da eğer koca karısının meyhanede çalışmasına izin
vermişse yasal olarak karısını işte zina yaptığı gerekçesiyle
suçlayamıyordu. Meyhaneler ve birahaneler fahişelikle
ilişkilendiriliyordu. Bununla birlikte İngiltere’de XV ve XVII.
yüzyıllar arasında kadınlar meyhanelerde ya da birahanelerde
toplanıp birlikte içiyorlardı. Erkekler içkinin kadınları
güçlendirdiğini düşünüyorlar ve bu durumdan korkuyorlardı.
Ortaçağ içki içen kadınlara karşı açılan boşanma
davalarına, bu kadınların kilise cemaatlerinden kovulmasına ve
çeşitli cezalara çarptırılmalarına şahit olacaktı.
Batıda XVIII. yüzyıldan
itibaren gelişmesi hızlanan modernleşme sürecinde bireyin öz
kontrolü, bedensel zevklerin aklın kontrolü altına girmesi
temaları öne çıktı. Robin Room’un “The Cultural Framing of
Addiction” adlı yazısında belirttiği gibi ortaçağda bireyin
şeytani güçlerin kontrolü altına girerek kendi olmaktan çıkması
tehlikesi söz konusuyken “akıl çağında” alkol bireyin öz
kontrolünü ortadan kaldıran elle tutulur, gözle görülür
seküler bir tehdit olarak kurulmaya başladı. Sarhoşluk
modernliğin “önceden kestirilebilir davranışlar sergileyen
birey” modelini tehlikeye sokmaktaydı. Alkole ilişkin korkunun
sınıfsal bir boyutu da vardı. XVII. yüzyıldan başlayarak üst
sınıflar öz-kontrole, görgü kurallarına, “incelmiş
davranışlara” dayalı bir “medenileşme” sürecine
girmişlerdi. Yoksul sınıflar ise uygarlaşma mitine aldırış
etmeden grotesk bedenin aşırılıklarını sürdürüyorlardı!
Jessica Warner’e göre XVIII. yüzyılın ilk yarısında Londra’da
yoksul sınıflar soğuğa, açlığa, zor ve sefil yaşam
koşullarına karşı uyuşturucu bir güce sahip olan ucuz cine
sarılmışlardı. Her köşede bulunan ucuz cin satan dükkanların
arka bölümleri yoksulların sığınma ve toplanma yeri haline
gelmeye başlamıştı. Bu durum üst sınıfları ve resmi
otoriteleri ürkütmekte, içkili yoksullar kamusal bir tehdit olarak
algılanmakta, suçla, ahlaksızlıkla ilişkilendirilmekteydi.
1736’da çıkarılan Cin Yasaları bir süre sonra başarısızlıkla
sonuçlanacak, yoksul sınıflar yasaya karşı tepkilerini,
öfkelerini ortaya dökeceklerdi. Amerika’da da XVIII. yüzyılda
bazı bölgelerde içkiyle ilgili sınırlamalar gündeme gelecekti.
Batı’da XIX. yüzyılın
birinci yarısı içki karşıtı söylemin ve hareketlerin geliştiği
bir dönem oldu, alkol bağımlılığı kavramı bu dönemde gündeme
geldi. Rebecca Smith’in “The Temperance Movement and Class
Struggle in Victorian England” adlı yazısında dikkat çektiği
gibi İngiltere’de 1830’larda orta sınıftan erkekler tarafından
örgütlenen içki karşıtı hareket alkol tüketimi üzerinde
denetim kurulmasından yanaydı. Bu hareket Viktoryen söylemin
birçok unsurunu içinde barındırıyordu. İsrafa, paranın içkiye
yatırılarak boşa harcanmasına karşı olma, bedenin zevklerini
kontrol altında tutma, öz-disiplin bu hareketin savunduğu görüşler
arasındaydı. Öte yandan kapitalizmin, sanayileşmenin gelişmesiyle
birlikte işçiler arasında alkol tüketimi artmış, işverenler
işçilerin içki içmeleri nedeniyle ertesi gün işte verimli
olamadıkları yönündeki şikayetlerini yüksek sesle dile
getirmeye başlamışlardı. Sanayileşmenin daha da hızlandığı
ve işçilerin daha çok içmeye başladığı XIX. yüzyılın
ikinci yarısında içki karşıtı hareket de güçlendi, alkolizm
tıbbı ilgilendiren bir konu haline geldi, alkol bağımlılığı
normun dışına çıkan bir “sapkınlık” olarak kurulmaya
başladı.
Daha önceki içkinin
denetlenmesini savunan hareketten farklı olarak 1870’lerden
sonraki içki karşıtı hareket umumi yerlerde içki içilmesinin
yasaklanmasını savunmaya başladı. Catherine Gilbert Murdock’un
belirttiği gibi Amerika’da erkekler içki salonlarında sarhoş
oluyor, kadınlar ise evde ölçülü bir biçimde içiyorlardı.
XIX. yüzyılın çoğunda alkol tüketimi ve buna ilişkin sorunlar
erkek sorunları olarak görülürdü. XIX. yüzyıl sonlarında içki
salonları kadınların var olmadığı erkek mekanlarıydı. Öte
yandan bu salonlar Viktoryen ahlaka yönelik bir tehdit olarak
algılanıyor, bu salonların kapatılması için kampanyalar
yürütülüyordu. İçki karşıtı hareket kadın ve erkek olmak
üzere iki kanattan oluşmaktaydı. İçki karşıtı erkek örgütleri
zaman zaman içki karşıtı kadın örgütlerini destekleseler de bu
ilişki sorunsuz değildi. Kamusal alanın erkeklere, özel (ev,
aile) alanın kadınlara “tahsis edildiği” XIX. yüzyılda içki
karşıtlığı gibi “kamu menfaati lehine” bir davayı
savunsalar da kadınların kitleler halinde kamusal alanlara,
sokaklara, meydanlara çıkması, okullarda içki karşıtı
kampanyalar düzenlemesi erkekleri rahatsız ediyordu. Erkeklerin bu
konudaki endişeleri tamamen yersiz değildi! ABD’de 1874’te
kurulan ve XIX. yüzyılın en büyük kadın kitle örgütlerinden
biri olan içki karşıtı Women’s Christian Temperance Union
(WCTU) ılımlı, hatta muhafazakar görüşleri savunmasına karşın
kadınlara oy hakkı verilmesi yönündeki görüşlere destek
verebiliyordu. Bu hareket kadına biçilen toplumsal cinsiyet rolünü
veri kabul etmekle birlikte bu rolün sınırlarını zorlayan
yönelimlere de sahipti ve içinde farklı eğilimlerden kadınları
barındırıyordu. Kadının sarhoş kocayı boşama hakkı
savunuluyor, kocanın içmesinin nedeninin kadın olduğu yolundaki
klasik görüş eleştiriliyor, zaman zaman erkek kültürünün
eleştirisine dönüşen bir söylem kullanılıyordu. Bu siyasal
tavırlarına rağmen WCTU, radikal kadın hakları aktivistleri
tarafından XIX. yüzyılın verili ideal kadın modelini savunmakla,
siyahlara karşı gerçekleştirilen linçlere karşı tepkisiz
kalmakla, hatta ırkçı eğilimlere sahip olmakla eleştirilecekti.
Basın radikal kadın hakları savunucularına oranla WCTU’nun
ılımlı sayılabilecek görüşlerine daha az düşmanca
yaklaşmaktaydı.
XIX. yüzyılın ikinci
yarısı içki içmeyen, ayık ideal bir kadın modelinin kurulması
çabalarına tanık oldu. Bu modern kurgu kadınların- doğal
olarak- içki içmeye eğilimli olmadığını öne sürüyordu.
Ölçülü, uyumlu ve sakin bir toplumsal cinsiyet rolü biçilen bu
kadın kimliğinin erkeklerin –sanayileşmeyle daha da
artan-ölçüsüzce içki içmesini frenleyeceği düşünülmekteydi.
Böylece kadınlar modernlik öncesinde bir parçası oldukları içki
kültüründen koparılarak “ayık cins” olarak kuruldu. William
L.White’ın “Women, Addiction, and Recovery: A Historical
Review” adlı yazısında söylediği gibi XIX. yüzyılın ikinci
yarısında “kadın alkolizmi” ağır bir biçimde lekelendi ve
tedavisi yeraltına itildi. Kadın alkolikler için klinikler açıldı.
Alkolik kadınlar üzerindeki toplumsal baskı o kadar fazlaydı ki
çoğu kadın bu kliniklere takma adlarla yatıyordu. XIX. yüzyılda
alkol bağımlılığına ilişkin metinlerde kadınlardan iz yoktu.
Bu yüzyılda alkolik kadınlara ilişkin yegane biyografik çalışma
(Confessions of a Female İnebriate, 1842) Isaac Shepard adlı bir
erkek tarafından kaleme alınmıştı. Öte yandan kadınlardaki
alkolizmin en önemli nedenlerinden biri erkeklerin kadınlara şiddet
uygulamasıydı. 1888’de ABD’de bir kadın islah evinde yapılan
araştırmada alkolik kadınların üçte birinden fazlasının
kocaları tarafından dövüldükleri ortaya çıkmıştı. İçkili
kocaların karılarını dövmesi, evin geçimi için gerekli parayı
içkiye yatırarak karılarını ve çocuklarını sefalete mahkum
etmesi kadınların içki karşıtı hareketleri desteklemesinin
önemli nedenlerinden biriydi.
XIX. yüzyılın eril
modernliği alkole ilişkin olarak cinsiyetçi bir yaklaşım
sergilemekteydi. Her ne kadar kontrol altında tutulmaya çalışılsa
da XIX. yüzyıl sonlarında alkol bir erkeklik sembolüydü.
Erkeklerin içki içmedeki aşırılığı toplumsal bir gerçek,
veri olarak kabul ediliyor, onaylayıcı bir gülümsemeyle,
anlayışla karşılanıyordu. Publar, içki salonları erkeklerin
sosyalleşme mekanlarıydı. Öte yandan kocanın alkolik olmasından,
dışarıda geç saatlere kadar içki içmesinden “onu eve
bağlayamayan, evde huzur ve sıcaklık ortamı oluşturamayan”
kadın sorumlu tutuluyor, suçlanıyordu. Modernlik kadınların
kamusal alanda, publarda içmesine iyi gözle bakmıyor, dışarıda
içki içen kadınların “erkek gibi içtikleri”, “erkeksi
oldukları”, “kadınsı olmadıkları” söyleniyordu. Sidsel
Eriksen’in dikkat çektiği gibi kadınları zayıf cins olarak
kuran tıp söylemi kadının kontrollü bir biçimde içemediğini,
öz-kontrolünü çabuk kaybedip temel içgüdülerinin esiri haline
geldiğini, rasgele cinsel ilişkiler kurduğunu, düşkünleşerek
fahişe haline gelebildiğini ileri sürüyordu. “Kadının
düşmesi” erkeğe kıyasla çok daha şiddetli bir biçimde
gerçekleşmekteydi! Öte yandan Danimarka’da doktorlar kadınların
kamusal mekanlarda içki içmesini modaya ya da “özgür kadın
olma”, “erkeklerin yaşamını taklit etme” özlemlerine
bağlıyorlardı. Dışarıda içki içen kadın imgesi oy ve diğer
hakları, özgürlükleri talep eden kadın imgesiyle
ilişkilendiriliyor ve bu durum eril dünyayı tedirgin ediyordu.
XX. yüzyıl
başlarında-özellikle orta sınıflardan –kadınlar dışarıda
içmeye, içkili toplantılar yapmaya başlamışlardı. İçki
karşıtı harekete mesafeli yaklaşan kadın hakları savunucuları
da dışarıda içiyorlardı. Kadının içki içmesinin görece
meşru görüldüğü yer kadına ait olduğu varsayılan evdi.
Kadının “gizlice içmesi” aşina olunan ,“kadınsı içme
biçimi” olarak kabul edilen bir durumdu. Bu kadınlar hiç değilse
publardaki “özgür kadınlar” gibi davranmıyorlar, erkeklerin
kadına biçtiği toplumsal cinsiyet rolünü sorgulamıyorlardı!
Öte yandan kimi çevreler kadınları içkiye alıştırdıkları
gerekçesiyle doktorları suçlamaktaydı. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda
ilaç sanayi henüz yeterince gelişmediği için doktorlar “kadın
sorunlarının” tedavisinde bazı uyuşturucuları kullanmanın
yanı sıra az miktarda alkol de öneriyorlardı. Doktorlar “doğal
olarak fiziksel ve ruhsal açıdan sorunlu, asabi cins” şifa
bulsun diye rahatsızlıkları olan kadınlara ilaç niyetine sınırlı
ölçüde alkol kullanmayı öneriyorlardı. Gel gör ki bu kadınlar
doktorların iyi niyetini istismar ediyorlardı! Hastası olan bir
kadına kısa bir süre için az miktarda alkol kullanmayı öneren
bir doktor aradan otuz yıl geçtikten sonra eski hastasıyla yeniden
karşılaştığında onun “dozajı hayli arttırmış olarak
tedaviye devam ettiğini” öğreniyordu!
XX. yüzyılın ilk on
yılları içki karşıtı hareketin yoğun kampanyalarına şahit
oldu. ABD’de içki yasağı döneminde (1920-1933) içki salonları
kapatıldı. 1935’te kurulan Alcoholics Anonymous’un (AA) ilk
döneminde kadın üye sayısı yok denecek kadar azdı. O dönemde,
birçok kesimde, kadınların alkolik olabileceği olgusu kabul
edilmek istenmiyor, yok sayılıyordu. 1940’lara kadar alkolik
kadınlarla ilgili yapılmış çalışma yoktu. Alcoholics
Anonymous’un kadın üye oranı 1951 de bile % 15 idi. Modernlik
alkolik erkeklere kıyasla alkolik kadınları daha olumsuz
sıfatlarla tanımlıyor, ikincisini daha anormal, daha sapkın, daha
lekeli olarak kuruyordu. Bu yaklaşıma göre içki içen kadın “iyi
kadın”, anne, eş olma özelliklerini yitiriyor fahişeliğe kadar
gidebilecek bir yola adım atmış oluyordu. Lori Rotskoff’un
belirttiği gibi 1950’lerde dinsel eğilimli içki karşıtı
kadınların “içkinin politikası” üzerindeki etkisi azaldı.
Alkolizme suçlayıcı ahlaki yargılarla yaklaşan, onu bir günah
olarak gören söylem gücünü yitirmeye başladı, “bilimsel
yaklaşım” güç kazandı. Ancak kadınlar üzerindeki “alkol
yasağının kalkması için” 1960'lı ve 1970’li yılları
beklemek gerekecekti. Kadınların içki içmesini toplumsal cinsiyet
rolleriyle ilişkilendiren çalışmalar ise 1980 sonrasında
yayınlandı. Aynı dönemde post modern kapitalizm kadınları içki
piyasasının yeni tüketicileri olarak kurmaya yöneldi. İçki içen
kadınlara ilişkin stigma –özellikle yoksul kadınlar açısından-
ortadan kalkmamakla birlikte orta sınıflardan kadınlara yönelik
reklamlarla içki yeni tüketime endeksli yaşam tarzlarının bir
parçası olarak sunuldu, etrafı sınıfsal izler taşıyan ticari
bir göstergeler halesiyle donatıldı.
YAŞAR ÇABUKLU
A. Lynn Martin, Alcohol,
Sex, and Gender in Late Medieval and Early Modern Europe, Palgrave
Macmillan, 2001, 212 s.
Mary Douglas,
Constructive Drinking, Collected Works, Volume 10, Routledge, 2002,
233 s.
Catherine Gilbert Murdock,
Domesticating Drink: Women, Men, and Alcohol in America, 1870-1940,
John Hopkins University Press, 2002, 264 s.
Lori Rotskoff, Love on the
Rocks: Men, Women, and Alcohol in Post-World War II America,
University of North Carolina Press, 2002, 336 s.
Jessica Warner, Craze: Gin
and Debauchery in an Age of Reason, Random House Trade Paperbacks,
2003, 288 s.
TOPLUMSAL
CİNSİYET VE MEKAN
Antik
Yunan'dan beri -kamusal-mekan genelde erkeklerin egemen olup
kadınların dışlandığı bir alan olageldiyse de bu duruma
“bilimsel” bir zeminde meşruluk kazandırılması için on
yedinci yüzyılı beklemek gerekecekti. Descartes’ın bedenle aklı
birbirinden ayırarak ikincisini egemen konuma yükseltmesi mekanın
eril, cinsiyetçi bir çerçevede tanımlanmasının zeminini
hazırladı. Erkeğin akılla, kültürle, kadının doğayla,
bedenle özdeşleştirilmesi organize, objektif, steril, eril
aklın “dünyanın bedenini”, “toprak anayı” , doğal
coğrafi mekanı inzibat altına alma, onu evcilleştirme,
biçimlendirme çabalarıyla bir arada gelişti.
Kathleen
M. Kirby’nin de belirttiği gibi (Bodyspace’ in içinde)Kartezyen
özne anlayışını devam ettiren Aydınlanma'nın bireyi net bir
şekilde çizilmiş sınırlara sahip olan kapalı bir birimdi ve bu
sınırlar onu içinde bulunduğu yerden kesin bir şekilde
ayırmaktaydı. Bireyin sınırlarla korunan iç bütünlüğüne ve
tutarlılığına onun sabit, istikrarlı, organize bir çevre
oluşturma çabası eşlik etmekteydi. Kartezyen düşünce, mekanı
yatay ve dikey çizgilerden oluşan bir ızgara(grid) gibi
algılıyordu. Koordinatlarla tanımlanmış , sınırları çizilmiş
bir mekan anlayışı on yedinci ve on sekizinci yüzyıl
haritacılığına temel oluşturmaktaydı. Aydınlanma
rasyonalizminin eril egosu kendi dışındaki mekanın haritasını
çıkarmak, sınırlar, çizgiler çizerek kendinin egemen olacağı
bir mekan yaratmak istiyordu ve bu mekan anlayışı ötekini,
kadını, Afrikalıları dışlayan, onların “istikrarsız”,
“düzensiz” bedensel ve coğrafi yerlerini marjinalleştirmek,
disiplin altına almak isteyen bir anlayıştı. Bu anlayış
mülkiyetle ve sömürgecilikle de ilişkiliydi; doğayla
özdeşleştirilen Afrikalıların mekanı ve kadın bedeni (çok
daha sonra Freud kadını ‘kara kıta’ sıfatıyla
nitelendirecekti) batı Avrupalı, burjuva, beyaz, heteroseksüel,
eril aklın sömürgeleştirici , mülk edinmeci ilgisinin nesneleri
haline gelecekti.
On
yedinci ve on sekizinci yüzyılın egemen mekan düşüncesi mekanı
standartlaştıran, homojenleştiren bir düşünceydi. Bu yaklaşım
coğrafi yerlerin, bölgelerin biricikliğini ortadan kaldırıyor
ve yerler gibi özneleri de standartlaştırıyor,
homojenleştiriyordu. Standartlaştırma ve ölçüme dayalı
‘bilimsel olarak’ yapılan haritalarda doğrudan subjektif,
duygusal olana gönderme yapan işaretler ortadan kaldırılmıştı.
Sabit, değişmez sınırlar içinde tanımlanmış objektif, şeffaf
bir mekana aynı özelliklere sahip bir öznellik eşlik ediyordu.
Kathleen M. Kirby’ nin de dikkat çektiği gibi (Bodyspace’ in
içinde) mekanla haritacı arasındaki sınır, çizgi onları
birbirinden ayrı tutuyor ve her iki tarafı da katılaşmış bir
biçimde kuruyordu. Haritacılık, mekanı içi rasyonel,
ölçülebilir, objektif işaretlerle doldurulabilir boş bir çerçeve
olarak algılıyordu. Batı Avrupa mekanı coğrafyası, içinde her
şeyin sabit bir yere konulduğu disipliner bir koordinatlar sistemi
içinde kurulmuştu ama sömürgeciliğin ilgi konusu olan uzak
diyarlar ‘ne yazık ki’ batının bu istikrarlı, rasyonel
mekanından nasiplerini almamışlardı! Örneğin kaşiflerin
gittiği buzullarla kaplı bölgelerde uzam kaotik, istikrarsız ,
kaygan, hareketli (benzer metaforlar kadının bedensel yerinin
‘tehlikelerine’ ilişkin olarak da kullanılacaktır)bir nitelik
arz etmekteydi. Dönemin egemen öznesi ancak mekanı dışlaştırarak,
mekanla arasına bir mesafe koyarak onu kontrol altında tutabiliyor
ve kendi öznel sınırlarının, kabuğunun koruyuculuğu altında
kendi iç bütünlüğünü koruyabiliyordu. Haritacı, gözlemci,
kendini içinde bulunduğu yerden izole ediyor, yerin ona
‘bulaşmaması’ için kendisinden yere doğru giden tek yönlü
bir ilişki kuruyordu. Gözlemci içinde bulunduğu yerin onu
etkilemesine izin vermemeli, çevresinin efendisi olmalıydı (Eril
öznenin kadınla arasına dışlayıcı bir mesafe koymasını,
kadının duygularının ona ‘bulaşmaması’ için kadınla tek
yönlü bir ilişki kurmasını hatırlayalım). Eğer özne
kendisini yere ‘teslim ederse’, tamamen yerin etkilerine maruz
bırakırsa o zaman kaybolur, yönsüz kalırdı. Dönemin eril
öznesi ancak düzenli, disiplinli, kurulmuş bir mekan içinde
kendini güvende hissediyordu. Haritacılık sadece eril öznenin
yerle arasına koyduğu mesafenin, ayrımın bir göstergesi değildi;
aynı zamanda uygarla ‘vahşi’, erkekle kadın, beyazla Afrikalı
arasındaki, ikincileri dışlayan,’öteki’ olarak kuran bir
ayrımcılığın göstergesiydi.
Descartes’ın
akılla bedeni bir karşıtlık temelinde birbirinden ayırmasına
daha sonra kamusal mekan/özel yer karşıtlığı eşlik edecekti.
Her iki karşıtlık da toplumsal cinsiyetin izlerini taşıyordu.
Erkekle özdeşleştirilen akla uygun görülen alan kamusal
mekandı. Nancy Duncan’ın da söylediği gibi (Bodyspace’ in
içinde) kamusal alan evrensel aklın ve “bedensizleşmiş”,
“tarafsız” kartezyen gözlemcinin aşkınlık alanıydı; soyut,
kültürel, rasyonel olanın alanıydı; yurttaşlığın, sivil
toplumun, adaletin, piyasanın, üretimin, devletin, militarizmin,
kahramanlığın alanıydı. Kadınla ilişkilendirilen özel yer ise
eve ait, bedensel, doğal olanın alanıydı; cinselliğin, bakımın,
karşılığı ödenmeyen ev içi emeğin, üremenin alanıydı.
Modernlik doğal, hayvani olanla ilişkilendirdiği kadını özel
alana mahsus kapatmacı kurumlarından birinin , aile kurumunun,
evin içine sürmüştü . Özel yerin, ailenin reisi kamusal
mekanın da egemen öznesi olan erkekti. Koca, “doğaya ait olanı”
disiplin altına alma yetkisiyle donatılmış sömürge valisinin
ev alanındaki karşılığıydı. Kamusal alana girişi kısıtlanan,
bu alanın kadınlar için tehlikelerinden dem vurularak “güvenli”
ev ortamı içinde kalmaya itilen kadın evde de kamusal alandaki
şiddetin baş sorumlusu erkeği bu kez ev içi şiddeti icra
edecek özne olarak karşısında buluyordu.
Modernlikte
erkeğin esas egemenlik alanı kamusal mekandı. Haritacılarınkine
benzer bir şekilde, nesneleştirici eril bakış bir ızgara olarak
düşünülmüş bu dışlayıcı, sınırlayıcı, kapatmacı
alanda kadınları “koordinatlarını saptayarak tespit ediyordu”.
Gillian Rose’ un dikkat gibi bu mekan içinde erkeklerce
gözetlenen, fark edilen, yargılanan, bedenleri bir gözlem
nesnesine indirgenen kadınlar bedenlerini görünmez kılmaya
itiliyorlar, kendilerini onlara ait olmayan yabancı bir coğrafyada
hissediyorlardı. Kadının yerinin belli olması onun darbelere açık
hale gelmesini beraberinde getiriyordu. Eril kimliğin inşası onun
kamusal mekanda egemenliğini kurup ötekini, kadını dışlamasına
sıkı sıkıya bağlıydı. Kamusal mekan erkeğe ilişkin olduğu
varsayılan evrenselliğin, nesnelliğin, aklın, aşkınlığın,
ölçülebilirliğin, belirlenmiş sınırların, kültürün kadına
ilişkin olduğu varsayılan subjektiflik, duygusallık, ne yapacağı
kestirilemezlik, belirlenebilen sınırlara sahip olmayış, doğallık
üzerinde egemenliğini kurduğu bir alandı. Modernliğin
haritacılığı, coğrafya bilimi, ve kent planlaması gibi
mimarisi de erkek egemen bir anlayışa dayalıydı; rasyonel,
işlevsel ve sterildi. Bu yaklaşımın önemli bir temsilcisi evi
duygusal anlamlardan arındırıp onu “içinde yaşanacak bir
makine” olarak inşa etmek isteyen Le Corbusier idi.
Sürrealistler Le Corbusier’nin soğuk, rasyonel, teknolojik
gerçekçiliğine karşı çıkacak, insanın iç dünyasını,
psikolojisini dikkate alan bir mimari önereceklerdi. Öte yandan
Sharon Haar ve Christopher Reed’ in de belirttikleri gibi (Not at
Home’un içinde) standartlaşmayı ve verimlilik yaklaşımını
eleştiren feminist mimarlar bireyin kişiliğini dikkate alan,
esnek, içselliğe önem veren bir yaklaşım geliştireceklerdi.
1950'lerden sonra kadınların artan bir hızla
çalışma hayatına girmeleri kamusal mekanda kadınların lehine
bazı düzenlemeler yapılmasını beraberinde getirdi. Başlangıçta
kadınlar part-time, düzensiz işlerde çalıştıkları için
yaptıkları iş erkeklerce gerçek bir iş olarak algılanmıyor,
daha ziyade ailenin gelirine bir katkı olarak düşünülüyordu.
Kamu ulaşım araçlarının tarifeleri tam gün çalışan
erkeklere göre ayarlanmış olduğundan gün içinde belli saatler
içinde çalışan kadınlar vesayet bulmakta güçlük çekiyordu.
Kadınların mücadeleleri sonucu zaman içinde tarifeler yeniden
düzenlendi. Öte yandan 1980 sonrasında post-fordist esnek üretim
modeline geçilmesiyle birlikte kitlesel erkek emeğiyle özdeşleşen
büyük fabrika mekanları güç kaybetmeye, kadınların yoğun bir
biçimde istihdam edildiği hizmet sektörü güçlenmeye başladı.
Kamusal çalışma mekanının feminizasyonu bu alandaki
patriyarkanın egemenliğini ortadan kaldırmadıysa da bir ölçüde
geriletti. Birinci dalga kadın hareketi kamusal mekanın toplumsal
cinsiyet temelinde kurulmuş olduğu gerçeğini çok fazla
vurgulamadan kamusal mekana kadınların katılımını öne
çıkarmaktaydı. İkinci dalga feminist hareket ise kamusal mekanın
toplumsal cinsiyet bazında kurulmuş (gendered) bir mekan olduğunu
ve özel yerle birlikte düşünülmesi gerektiğini söyleyerek
modernliğin toplumsal cinsiyetin damgasını taşıyan ikili
karşıtlıklarının eleştirisine girişti.
Modern kapitalist toplum kamusal/özel, iç/dış vb.
mekansal karşıtlıklara dayanıyordu. Eril özne sınırlar çizerek
kendine egemenlik bölgeleri kuruyor, ötekini, kadını bu
bölgelerden dışlıyordu. Kendi sınırlarını, bölgelerini
ötekine karşı ne pahasına olursa olsun korumak eril öznenin
mekansal imgeleminin içinde barındırdığı şiddetin
nedenlerinden biriydi. Öte yandan kadın kendi sınırlarını kurup
koruyamayan, “tekinsiz” psikolojisiyle, “kirli” salgılarıyla
ilişkili “düşkünlüğüyle” hem “geçirgen” hem de
“bulaşıcı” bir özelliğe sahip olan, araçsal eril aklın
çizdiği sınırlar içine bir türlü sığdırılamayan ihlalci
bir belirsizlik kaynağı olarak görülüyordu. Kamusal alana
sokmadığı kadını erkeğin reisliğindeki bir kapatıcı yere,
eve sokmak bile eril aklın kadınla ilgili endişelerini gidermeye
yetmeyecek, eril modernlik eve kuşkulu bir gözle bakmaya devam
edecekti. Feminist düşüncenin ilk hedefi modernliğin kurduğu
mekansal sınırları sarsmak, kadının eril aklın çizdiği hudut
çizgilerini bozan akışkan öznelliğini öne çıkarmaktı. Luce
Irigaray eril aklın kadınları sınırların ve ayırıcı
mekanların güvenliğini bozan bir güç olarak gördüğünü ve bu
nedenle eril güç tarafından kontrol altında tutulmalarının
zorunlu görüldüğünü söyleyecekti. Erkek kimliği mesafe ve
ayırma dolayımıyla kurulmaktaydı. Joanne P. Sharp “Siyasi ve
Patriyarkal Dünyada Toplumsal Cinsiyet” adlı yazısında
(Handbook of Cultural Geography’nin içinde)feminist bir siyasi
coğrafyanın egemenliğe dayalı bir coğrafi kimliği terk ederek
akışkanlığı ve sınırların olmayışını benimsemesi
gerektiğini söyleyecekti.
Feminist
düşünce modernliğin “ya şu ya bu”, “ikisinden biri”
mantığıyla kurduğu ikili karşıtlıkları eleştiriyordu.
Gillian Rose feminist coğrafyanın mekanlara hem iç hem dış, hem
merkez hem kenar olarak yaklaştığını, birbiriyle çelişen
farklılıklara dayalı çok boyutlu bir coğrafya olduğunu
söyleyecekti. Bu çoklu coğrafya modernliğin akılla beden
arasında, gerçek mekanla metaforik mekan arasında kurmuş olduğu
kutupsallıklara, eril mekanın dışlayıcılığına karşı
çıkmaktaydı. Kadınsal yerde fark yok edilmeye çalışılmıyor,
tersine kabul görüyordu. Kadınsal yer mesafe ve ayırma temelinde
değil “arada”, “etrafta” gibi kavramların civarında
şekillenmekteydi. Kadınsal yerde modernliğin kurmuş olduğu
dışlayıcı, kapatıcı sınırlar dağılıyor, akışkan bir
kadınsal varoluş hali güçleniyordu.
Modernlik her şeyi, kadınları da, yerli yerine koymak
, hudutları çizilmiş mekanlar içinde disiplin altına almak
istemişti. Batılı feminist hareketin bir bölümü modernliğin
ızgara şeklinde tanımlanan, kompartmanlaştırmaya dayalı
mekanını eleştirerek açık uçlu, yersiz yurtsuz bir mekanı,
coğrafyayı savunmaktaydı. Bu akışkan coğrafyalara akışkan
kimlikler denk düşüyordu. Ancak bu yaklaşım üçüncü dünyadan
feministlerce eleştirilecekti. Üçüncü dünyadan feministler
yersiz yurtsuz, sınırları kabul etmeyen yeni feminizmi beyaz ve
Avrupa merkezci buluyorlar, farklı ülkelerin koşullarını, farklı
tarihleri ihmal ettiğini, sınıf ve ırk farklarını dikkate
almadığını söylüyorlardı. Küresel kız kardeşlik,
ülkesizlik, toplumsal cinsiyetin, kamusal/özel karşıtlığının
tek referans haline getirilmesi tüm bunlar farklı ülkelerdeki
kadınların farklı coğrafi, yerel mekanlarını gözden
kaçırmaktaydı. Adrienne Rich kadınları ülke koşullarının
yarattığını, kadınlığın farklı tarihlere sahip ülkelerdeki
farklı alanlar içinde konumlandığını söyleyecekti. Akışkanlık
kavramı sorunlu bir kavramdı. Dünyadaki kadınların ancak küçük
bir bölümü için mesafelerin kısalması, sınırların kalkması
ve uluslar arası hareketlilik söz konusuydu. Yoksul ve marjinal
kadınlar için gündelik hayat gitgide daha sabit bir nitelik
kazanıyor, ülkesel sınırların ötesine geçmek daha da
zorlaşıyordu. D. Massey de dünyanın küçülmesine rağmen bazı
yerlerin daha uzak, ulaşılmaz hale geldiğini, iktidar
geometrilerinin bazı kesimlerin hareketini kolaylaştırırken
diğerlerininkini zorlaştırdığını belirtecekti. Küreselleşme
süreci yoksulluğun feminizasyonunu hızlandırmaktaydı. G.
Anzaldua ise kadınların egemen küresel güçlere karşı
direnmesinde yerin ve kimliğin önemine vurgu yapacaktı. Ancak bu
kimlik saf ve tek bir kimlik değildi; saf olmayan, melez, çoklu bir
kimlikti. Ülke koşullarının belirlediği sınırlar kadınların
bedenleri üzerine sürekli olarak yazılan, yaşanan bir gerçekti.
On
yedinci yüzyıldan bu yana süregelen bir objektifleşme,
bedensizleşme, evrenselleşme, küreselleşme süreci içinde mekan
gitgide soyutlaştı, sterilleşti. Modernlikte bu soyut mekan
kamusal alanda egemen oldu, kadınla ilişkilendirdiği bedensel ,
özel yerleri sıkı disiplin altına aldı. 1980 sonrası post
modern mekanlar ise özel, yerel mekanların, yerlerin kendilerini
dışa vurmasına bir anlamda imkan verdi ama bu mekanları
ticarileştirerek, özel ve kamusal mekanların tüketim dolayımıyla
iç içe geçmesinin koşullarını yaratarak, farklılaştırılmış
özel mekanları bir standartlaşmaya doğru, soyut bir küresel
mekana doğru, bedensiz bir uzama doğru itmeye başladı.
Modern
kapitalizm soyut, evrensel bir uzama yönelmişti. Bu eğilim pratik
dolayımını ulus-devletin kamusal uzamında buluyordu.
Ulus-devletin uzamı ve ideolojisi egemen eril ideoloji tarafından
biçimlendirilmişti. Ulusal kimliğin oluşturulmasında özel alan
içine hapsedilen kadının rolü minimuma indirgenmişti. Öte
yandan modernlik kadınla ilişkili olan spesifik, özel, bedenle,
sözle duygularla, ortak yaşantıyla iç içe geçmiş yerden ziyade
eril olana özgü soyut, objektif, standart bir uzam yaratmaya
yönelmekteydi. Bulunduğu yerle arasına mesafe koyan, bu yer
tarafından etkilenmek istemeyen, dışlaştırdığı yeri bir
iktidar geometrisi içinde disipline edip onu soyut, ölçülebilir,
standart bir uzama dönüştürmek isteyen eril yaklaşımın tersine
kadınlar eril kartezyen özneden farklı olarak kendilerini yere
serbestçe teslim ediyor, ve yerin de onları etkilemesinden
çekinmiyorlardı. Kadınlar için yer ortak olarak paylaşılan
sözle, duygularla, bedensel jestlerle ve dokunmalarla içi içe
geçmişti ve bu nedenle soyut bir uzama dönüşmüyordu.
Uzamlar
ve yerler nötr değildir, Carol Ekinsmyth’in “Feminist Kültürel
Coğrafya” adlı yazısında belirttiği gibi (Doing Cultural
Geography’nin içinde) toplumsal cinsiyetin damgasını taşırlar.
Kadınların bazı kamusal mekanlara girmesi uygun görülmediği
gibi geceleri kamusal mekanlarda yalnız dolaşmaları da uygunsuz
görülür. Uzamın nötr, normal yani eril bir biçimde algılanışı
bilim çevrelerinde de yaygındır. Gillian Rose coğrafya bilimini
eril yaklaşımı ve dili nedeniyle eleştirmiş, uzamın eril,
objektif kavranışı karşısında kadına daha yakın bulduğu
yerele ait bilginin önemini vurgulamıştır. Kadınlar gibi
eşcinseller de kamusal uzamdan dışlanmaktadır. Eşcinsellerin
kamusal alanlarda birbirlerine dokunmaları, el ele tutuşmaları,
öpüşmeleri onaylanmadığı gibi tepki ve tacizlere neden olmakta,
bu tür şeylerin özel kapalı yerlerde, evde yapılması
istenmektedir. Bu baskıcı tavır kamusal alanın süregelen
heteroseksist niteliğini muhafaza etmeye, bu durumu normalleştirmeye
hizmet etmektedir. Böylece görünürlük hakkı sadece
heteroseksüellere tanınmakta, eşcinsellik görünmez kılınmaya
çalışılmaktadır. Heteroseksüel çiftlerin kamusal mekanlarda el
ele tutuşması, öpüşmesi, düğün yapması ve benzeri bir çok
jest ve ritüel ise “normal” olarak değerlendirilmektedir.
Günümüz
dünyasında kadınların hala mekansal açıdan önemli ölçüde
kısıtlanmış bir yaşam sürdüklerini belirtmek gerekir. Bu durum
bir yandan eskiden modernliğin kadınla ilişkilendirdiği ev,
içerisi, yerellik gibi olgularla ilişkilidir. Ama bu yerler muhalif
alanlar (kadın evleri, toplulukları vb.) olarak oluşturulduğu
ölçüde kısıtlayıcı nitelikleri zayıflar. Öte yandan
internetin sanal uzamı eril kodların egemenliği altında olmakla
birlikte farklı yerlerdeki kadınlar, kadın grupları internet
uzamında ilişkiye geçmekte, ortak guruplar, sanat eserleri
oluşturmaktadır. Kadınsal uzam çoklu, akışkan, sabit olmayan
öznelliklerden oluşur; mesafe koyma, sınır çizme, düzenlenmiş
disiplinli güzergahlar oluşturma vb. dışlayıcı eril uzamsal
kaygılardan farklı olarak iç/dış, özel/kamusal vb. ikili
uzamsal karşıtlıkları ortadan kaldırmaya, sınırları
aşındırmaya yönelir. Bu bir, oluş sürecidir. Kadınsal uzamın
yersiz yurtsuzluğu ile ilgili olarak, süreç içindeki her tikel
durumun yer ile yersizlik arasında oluşacak yaratıcı bir gerilimi
içinde barındırabileceği söylenebilir.
YAŞAR ÇABUKLU
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
der. Nancy Duncan, Bodyspace: Destabilizing Geographies
of Gender and Sexuality, Routledge, 1996, 278 s.
Gillian Rose, Feminism and Geography: The Limits of
Geographical Knowledge, Polity Press, 1993, 205 s.
der. Pamela Shurmer-Smith, Doing Cultural Geography,
Sage Publications, 2002, 248 s.
der. Christopher Reed, Not at Home:The Supression of
Domesticity in Modern Art and Architecture, Thames and Hudson, 1996,
304 s.
der. Kay Anderson+Mona Domosh+Steve Pile+Nigel Thrift,
Handbook of Cultural Geography, Sage Publications, 2003, 580 s.
BAŞTAN
ÇIKARMA
Baştan çıkarma,
ayartma(seduction) bir anlamda normdan, normalden, alışılagelmişten,
düzenden saptırma girişimi olması açısından tarih boyunca
iktidarları rahatsız etti. Bedeni sınırlamak, onun “tekinsiz”
arzularını, cinselliğini denetim altına almak isteyen dinsel
söylem tarafından tanrısal düzenin ihlaliyle, günahla
ilişkilendirildi. Bu söylem içinde kadın ve şeytan baştan
çıkarıcı figürler olarak belirmekteydi. Tarihte baştan çıkarma
söylemi cinsiyetçi bir temelde kuruldu , kadın bedeninin cinsel
çekim gücü iktidarlarca dinin, kültürün alanına doğru
ilerleyen erkek için bir tehlike olarak görülüyordu. Ancak
kadının baştan çıkarıcı gücü erkekler açısından aynı
zamanda bir arzu, hayranlık, büyülenme kaynağı olduğundan
baştan çıkarma söylemi sirenlerden Kleopatra’ya, şeytani kadın
imgesine kadar uzanan bir yelpaze içinde biçimlendi. Elbette
tarihte baştan çıkarmanın farklı biçimleri vardı. Eski
Yunan’da oğlanların bedeninin baştan çıkarıcılığı öne
çıkıyordu. İlksel topluluklarda hem erkek hem de kadın
bedenleri dövmelerden, kesiklerden, boyalardan, jestlerden,
ritüellerden, ayinlerden, oyunlardan oluşan bir baştan çıkarma
halesiyle çevrilmekteydi. Bu topluluklarda baştan çıkarma
doğanın, kültürün, büyünün, tanrısalın iç içe geçtiği
bir hayatın ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktaydı. Daha
sonraki uygarlaşma süreci içinde eril cinsiyetçilik ve onun
kültürü, baştan çıkarmayı doğanın, belirsizliğin, kadının
alanı olarak tanımlayıp onu denetim altına almaya çalıştı.
17.yüzyıldan itibaren
baştan çıkarıcı kadın figürünün yanı sıra baştan çıkarıcı
erkek figürü de güçlenmeye başladı. Soylu sınıf erkekleri
içinde şiddet ve zor yerine inceliğe, diplomasiye, söz sanatına
, ironiye doğru bir yönelim başladı; kur sanatı, teatral
konuşma biçimi önem kazandı. Modernliğin geliştiği dönemde
erkeğin baştan çıkarıcılığı eskinin kadın baştan
çıkarıcılığından farklı olarak tanımlanmaktaydı. Tarihte
kadın , bedeniyle, çekici ama “tekinsiz” doğasıyla erkeği
baştan çıkarmıştı. Bu kez erkek baştan çıkarıcılığını
bedenine ya da doğasına dayanarak değil kültüre dayanarak
oluşturmaktaydı. 17.yüzyılda Descartes akıl ve bedeni
birbirinden ayırmış, aklın egemenliğine giden yolu açmıştı.
Süreç içinde akıl ve kültürün erkeğe, beden ve doğanın ise
kadına ait olduğu söylemi oluşturulacaktı. Bu çerçevede
erkeğin baştan çıkarıcılığı yeni “erkek aklın”
kültürel kodları çerçevesinde biçimlenecekti.
Eril baştan çıkarıcılık
gelişen kapitalizmle de ilişkiliydi.Yeniden ısıtılan Don Juanlık
söylemi içinde kadınlar para ya da sermaye gibi
“biriktirilmekte”, seri üretime “seri baştan çıkarma”
eşlik etmekteydi. Üretimde aynının yeniden , seri olarak üretimi
nasıl orijinalin biricikliğini, kendine has değerini ortadan
kaldırıyorsa kadınların tekrara dayalı bir süreç içinde
baştan çıkarılması onların kişiselliklerini ortadan
kaldırmaktaydı. Böylece kadınların tikelliği onları meta
haline getiren değiştirilebilirlik ilkesine tabi kılınmaktaydı.
Baştan çıkarmanın eril “kümülatif” biçimi kadınları
niceliksel birikim sürecinin soyut(para gibi) birimleri olarak ele
almaktaydı. Mübadele ve dolaşım süreci içinde piyasada nasıl
bir metadan diğerine kolayca geçilebiliyorsa eril baştan çıkarma
söylemi içinde de bir kadından başka bir kadına “zahmetsiz
geçiş” söz konusuydu. Bir kadında(metada!) “takılıp
kalmamak” libidinal ekonominin bir parçası olup çıkmıştı.
Sınırsız birikimin( meta, para, sermaye, kadın!) yasası “zaptın”
ulaşılan miktarının hiçbir zaman yeterli olamayacağını
söylemiyor muydu? Öte yandan piyasa aktörünün özgürlüğü
nasıl piyasanın diğer aktörlerinin özgürlüğünün de önünü
açıyorsa eril baştan çıkarıcı özne de ilişki(mübadele
ilişkisi ?) sonrasında kadınları terk ederek onların
özgürlüğünün de yolunu açmaktaydı! Kierkegaard’ın
günlüğündeki baştan çıkarıcı Johannes (Kierkegaard’ ın
kendisi mi?) 17 yaşında saf bir kızı baştan çıkardıktan
sonra terk edecek, böylece hem kendini hem de karşısındakini
özgürleştirecekti! Baudrillard günlükteki bu “baştan çıkarma
estetini” yorumlarken onun iğrenç bir kişi olmadığını , bir
“kusursuz cinayetin”(genç kızın masumiyetini kaybetmesi)
gerçekleşmesinin söz konusu olduğunu söyleyecekti. Bir kader,
kurban olmanın kaçınılmaz olduğu bir durum söz konusuydu. Bu
baştan çıkarmada birey üstü bir ritüel, mükemmel bir oyun
söz konusuydu.
19.yüzyıldaki baştan
çıkarma literatürü elbette toplumsal gerçeği bire bir
yansıtmamaktaydı. Evet, kadın erkeğin denetimindeki aile içine
kapatılarak, fabrika için işçi, ordu için asker doğurup
yetiştirmeye itilerek “baştan çıkarıcı doğası” inzibat
altına alınmış, çapkınlık bir “boş zaman faaliyeti”
olarak erkeklerin emrine amade kılınmıştı ama –Baudrillard’ın
da yakındığı gibi- dönem üretimin dönemiydi. Ama
Baudrillard’ın değinmediği bir husus vardı; çalışma ve
disiplin daha ziyade işçi sınıfına önerilirken fantazilere
erişmek için gerekli boş zaman, para vb. imkanlar üst
sınıfların elindeydi. Modernliğin ışıltılı, baştan
çıkarıcı metalar (metalaştırılmış kadın bedeni dahil)
dünyasına erişmek herkesin harcı değildi. Öte yandan
modernliğin babanın reisliği altındaki ailesi sanıldığı
kadar “masum” bir yapı oluşturmuyordu. Çocukların babaları
tarafından taciz edilmeleri söz konusuydu. Masson’ın ve
Gallop’un kitaplarında anlattıkları gibi 19.yüzyılın
sonlarına doğru Freud kendisine histeri teşhisiyle gelen
kadınların çoğunun çocukluklarında babaları tarafından
taciz edildiklerini belirtecekti. Ancak Freud daha sonra
görüşlerinden “çark edecek”, ortada gerçek bir tacizin
olmadığını, çocukların babalarınca baştan çıkarıldıkları
fantezisini kurduklarını söyleyecekti. Freud’un erkek egemen
bakışı burada da durmayacaktı. Freud’a göre anne çocuğun
gündelik hijyenik bakımı sırasında ister istemez onun cinsel
organlarına dokunarak bir uyarıma yol açıyordu. Ama neticede
Freud ailenin güvenilirliğinin sarsılmasına taraftar
olmadığından çocuğa ilişkin hakiki baştan çıkarmanın
bakıcı kadın tarafından gerçekleştirildiğini söyleyecekti.
Böylece olayın suçlusu sadece bir “yabancı” değil alt
sınıftan yabancı bir kadın olarak (bir taşla üç kuş!)
saptanıyor, olayın gerçek faili baba töhmet altında kalmaktan
kurtarılıyordu.
Post modern toplumun
kültürel temellerinin atılmaya başladığı 1960'lı yıllar
özellikle kadın bedeninin modernliğin denetleyici, sınırlayıcı
yapılarından sıyrılmaya başladığı, “cinsel devrimin”
ortalığı sarstığı bir dönemi simgeliyordu. Modernliğin
kurduğu, disiplin ve baskı altına aldığı bedenin “ içine
ve dışına ait olan her şey” bu dönemde kendini ortaya döktü,
beden modernliğin disipliner, kurumsal aklına karşı bir isyan
başlattı! Beden cinsel arzuyla, içgüdülerle, bilinçaltıyla,
erosla, libidoyla, seksle , orgazmla birlikte anılmaya başlandı.
1960'ların ve 1970'lerin feminist hareketleri ve kuramları da
daha ziyade kadın bedeninden yola çıkıyorlardı. Baudrillard
baştan çıkarma üzerine yazdığı kitapta(1979) kadın
hareketlerinin kendilerini beden temelinde oluşturmasını
eleştirecek ve feministlerden büyük tepki görecekti. Baudrillard
19.yüzyılda sanayi kapitalizmiyle, insan haklarıyla , üretimin
birinci plana çıkmasıyla birlikte baştan çıkarmanın son
bulduğunu düşünüyor , 18.yüzyılın aristokratik meydan
okumaya, şerefe, ritüele, törenselliğe, stratejiye önem veren
baştan çıkarma literatürünü kendine yakın buluyordu. Üretime
değil tüketime, göstergelere, görünüşlere yönelik “post
modern toplum” (Baudrillard bu terimi kullanmıyordu) yapay ve
kültürel olanı baştan çıkarmanın temeli olarak gören
Baudrillard’a yeniden umut vermekteydi ama gel gör ki baştan
çıkarmanın en önemli ögesi olan kadınlar yapay olanı, ritüeli
değil doğal olanı, bedenlerini öne çıkarıyorlardı!
Baudrillard’a göre kadın kendini erkeğin karşıtı olarak
göreceğine onu oyunla, ritüelle, baştan çıkarmaya çalışmalıydı,
kadının en büyük gücü burada yatıyordu. Ama kadınlar sanki
fahişeliğe benzer bir şeymiş gibi baştan çıkarma ediminden
utanıyorlar, onu kadının hakikatinden yapay bir sapma olarak
görüyorlardı. Baudrillard hakikati, iktidarı, üretimi baştan
çıkarma edimiyle sarsılması gereken alanlar olarak görüyor,
eleştiriyordu. Ona göre bedeni derinde yatan bir arzunun alanı
olarak değil bir görünüş, koz olarak kurup onu oyuna sokmak
gerekiyordu ama kadın hareketi bedeni hala anatomi, biyoloji,
arzu, cinsellik temelinde ele alıyordu. Oysa sadece yapay olana,
görünüşler oyununa dayalı baştan çıkarma anatomiyi bir kader
olmaktan çıkarabilirdi. Bu güç kadında mevcuttu çünkü o bir
görünüştü. Erkeğin gücü üretimde yatıyorsa kadının gücü
baştan çıkarmada yatıyordu.
Baudrillard cinselliğe
doğal bir fonksiyon olarak bakılmasına , etin, tenin belirleyici
olduğu bir beden hakikati yaklaşımına karşıydı. Çıplaklıkta
ya da pornoda baştan çıkarıcı hiçbir şey yoktu, çünkü et
büyüsünü kaybetmiş bir şekilde teşhir ediliyordu. Boşalma,
libidonun harcanması, cinselliğin kullanılması, bilinçaltının
konuşturulması, arzunun tatmini vb. tüm bunlar herkesin psişik,
libidinal, cinsel, bilinçdışı sermayesini yönettiği bir
durumun ifadeleriydi. Oysa seksin belirleyici olmadığı baştan
çıkarma cinsel düzenin varlığına karşı bir meydan okumaydı.
Baştan çıkarmada fiziksel varlık, arzunun niteliği , cinsel
kontrat, bedenin hakikati önemli değildi, baştan çıkarma
kişinin kendi hakikatinden saptırılmasını, seksin ve gerçeğin
çökmesini, boşluğun çekim gücünü, oyunun saf biçimini,
göstergelerin birbirleriyle suç ortaklığı yapmasını, meydan
okumayı, kışkırtmayı, provokasyonu, karşılıklı kozların öne
sürülmesini, ritüeli, yapay , yüzeysel, uçucu, baş döndürücü
olanı, ahlaki olmayanı, ironi estetiğini, göstergelerin ve
görünüşlerin düzenine ait olanı dile getiriyordu. Baştan
çıkarmada kadının kendi bedeni ve kendi arzusu ortadan
kalkıyordu. Baştan çıkarmada arzu kendi başına bir amaç
değildi, provokasyonla, aldatmayla şekillenen oyunun bir
parçasıydı. Aşk ya da arzu baştan çıkarmayı ortadan
kaldırmamalıydı, oyunun kendisi oyunun öznelerinden , oyunun
kuralı baştan çıkarma stratejisinin yöneticisinden daha
önemliydi. Baştan çıkarmada oyundan, yükümlülük ritüelinden
kaçmak yoktu, oyun sürdürülmeli , kişi kendini kurala olan
tutkuya ve baş dönmesine bırakmalıydı.
Baudrillard’ın baştan
çıkarma kuramı kadınlara güçlü olabilecekleri bir alanı
işaret etme iddiasını taşıyor olmasına karşın aslında
bedene dayalı bir feminizmin tüm zeminini ortadan kaldırıyordu.
Kitabın yayımlandığı 1979'da kadınlar üzerindeki baskı hala
esas olarak onların bedenleri üzerinde kurulmaktaydı. Ancak 1970
ortalarından başlayarak gelişen post fordist ekonomi Baudrillard’
a esin kaynağı teşkil eden bir sanallık, simülasyon, göstergeler
sistemi yaratmaya başlamıştı. Aynı dönem Baudrillard’ın
giderek muhalif bir düşünür olmaktan uzaklaştığı, post
modern kapitalizmin göstergeler sisteminin büyüsüne kapıldığı,
daha önce eleştirerek anlattığı bu sistemi onaylamaya
başladığı bir dönemdi. Baudrillard baştan çıkarma kuramında
muhalif görünmek istediği noktalarda aslında muhalif değildi.
Örneğin Baudrillard üretimi boy hedefi haline getiriyor , onun
iktidarla, hakikatle aynı boyutta yer aldığını iddia ederek
bunun karşısına bir göstergeler oyununu koyuyordu. Ama 1970
sonlarındaki kapitalizm artık modernliğin üretim kapitalizmi
değil post modernliğin tüketim , gösterge ve simülasyon
kapitalizmiydi ve yeni iktidar bu yeni bağlam içinde kuruluyordu.
Bu nedenle Baudrillard’ın eleştirdiği eskinin üretim merkezli
sistemi zaten ortadan kaybolmaktaydı. Baudrillard’ın önerdiği
göstergeler oyunu ise yeni iktidar ilişkilerinin kurulduğu zemin
üzerinde şekillenmekteydi. Post modern kapitalizmin iktidarı
Baudrillard’ın hayran olduğu yüzey, göstergeler, görünüşler
, boşluk, yapaylık, sterillik, cool’luk alanında oluşmaktaydı.
Modern toplumda erkeğin
baştan çıkarıcı, cezbedici, büyüleyici bir yanı pek yoktu.
1850-1950 arasındaki yüz yıllık dönemde takım elbise
–gömlek-gravattan oluşan orta sınıftan erkek giyimi hiç
değişmemişti, erkek yaşamı ciddiydi, rengi griydi. Ama post
modern toplumda bu değişmeye başladı ve eril özne yumuşak
teknolojilerin beslediği parıltılı göstergeler sisteminin aktif
bir tüketicisi haline geldi. Baudrillard hala erkeğin üretimle,
kadının fantezi ve uçuculukla eşleştirildiği eski modele
takılı kaldığı için bu durumu yeterince değerlendiremiyordu.
Atladığı bir başka nokta yeni göstergelerin , yüzeyin, yapay
olanın eril bir cinsiyetçilik temelinde şekillendirilmekte
olduğuydu. Erkek ve kadının baştan çıkarma pratikleri
farklıydı. Lipovetsky’nin de belirttiği gibi erkeğin baştan
çıkarmasında bir kendisi için tüketmek arzusu, bir gönenç
hedonizmi yatmaktaydı. Erkekler rekabete, meydan okumaya, kazanmaya,
araçsallığa, teknik olana, sonuçlara yönelirken kadınlar
psikolojik, ilişkisel , duygusal olana, yakınlık içerene, mahrem
olana yönelmekteydi. Benlerini öne sürmeye sosyal açıdan daha
hazırlıklı olan erkekler güç ve şöhret oyununda
egemenliklerini kurmaya yatkınlardı. Başkalarıyla boy ölçüşme
hırsı, kazanmak için kazanmaktan alınan tat erkeklerde egemen
eğilimdi. Erkeğin öznelliği insanlar arasındaki itibar ve
prestij çatışmasında oluşuyordu. Bunların ışığı altında
bakıldığında Baudrillard’ın kadınların lehine olduğunu
iddia ettiği baştan çıkarma kuramı onları bedenlerinin
gücünden yoksun bırakmasının yanı sıra kadınları eril
rekabetçi , patriyarkal piyasa değerlerinin egemen olduğu bir
göstergeler alanına itmekteydi. Baudrillard’ın yaklaşımı
kadınlara bedenlerini unutturmak isteyen kartezyen geleneğe çok
da uzak değildi; kadın bedenini kontrol altına almaya çalışan
araçsal akıl bu kez göstergeler diyarına taşınmıştı.
Tüm bu anlatılanlar
çerçevesinde 1990'lı yıllarda Grace vb. bazı feminist
yazarların Baudrillard’ ın yazdıklarını yeni, “olumlayıcı”
bir ilgiyle okumaları nasıl yorumlanabilir? 1990'lı yıllarda
sanal teknolojilerin ve internetin gelişmesiyle de ilişkili olarak
feminist düşünce içinde kadınların fiziksel bedenden ziyade
sanal ortam içinde ifade ediliş biçimlerine yönelik bir ilgi
oluştu. Cinsel kimliğe, fizyolojik bedene , verili cinselliklere,
cinsel organlara zorunlu olarak bağlı olmayan, daha ziyade
teknolojik ve kültürel pratikler dolayımıyla ifade bulan bir
kadınlık söylemi gelişmeye başladı. Bu yaklaşımlarla
Baudrillard’ın beden yerine oyunu, makyajı, teatral olanı,
baştan çıkarmayı, travestiliği, ritüeli, jestleri , cinsiyetler
arasındaki geçişleri, cinsiyetin parodi yoluyla alaya alınmasını,
egzantrikliği öne çıkaran yaklaşımı arasında bazı
benzerlikler vardı. Baudrillard’ın 1970'lerin sonlarında
doğuşunu gözlemlediği göstergeler sistemi 1990'larda
olgunlaşmıştı. Ancak buradan kalkarak Baudrillard’ın vaktiyle
söylediklerinin doğrulandığını iddia etmek zordur. Bugünün
göstergeler toplumunda da patriyarkanın egemenliği sürmektedir.
”Bedensizleşmede” önemli bir yol kat edilen batılı
metropollerde bile milyonlarca kadın(özellikle göçmen, işsiz,
yoksul, yaşlı kadınlar) bedenlerine ilişkin ayrımcı
uygulamalara maruz kalmaktadır. Sanal ortam ve teknolojiler eril
bir mantığın egemenliği altındadır. Kadını fiziksel bedeni
bağlamında kontrol altına almaya çalışan egemen iktidar
ilişkileri sanal, “bedensiz” ortamda da etkin olmaya devam
etmektedir.
Tüm bunlara karşın
sanal ortamın kadınsal olanın ifade edilmesi açısından bir
takım olanaklar yarattığını kabul etmek gerekir. Sanallık
bedenle zorunlu olarak karşıtlık içinde bulunan bir alan değil
bedenle müphem bir ilişki içinde olan bir alandır. Öte yandan
post yapısalcı feministlerin yazdıklarına bakıldığında
kadın bedeninin cinsiyetler arası ikili karşıtlıkları sarsan
akışkan, geçişken, olumsal özellikler taşıdığı görülür.
Bu bağlamda kadın bedeni çok katmanlı, göçebe, oluş halinde
bir bedendir ve bu nedenle sanal uzam dahil farklı uzamlara açılma,
farklı uzamlar kurma potansiyeline sahiptir. O halde geniş
anlamda kadın bedeni farklı cinsel pratiklerin oluşturulması,
biyolojik-anatomik temelli egemen cinsel kimlik söylemlerinin
eleştirilmesi, çoklu, özgürlükçü cinselliklerin
geliştirilmesi açısından olumlu bir kalkış noktası teşkil
edebilir. Bedenin ifadelerini kültürel-politik bir muhalefet
çerçevesinde edimselliğin, yadırgatmanın, ironinin, oyunun
alanına taşıyabilen queer feminizm bu açıdan yararlı
olabilir. Baudrillard’a gelince onun baştan çıkarma kuramı
kadın bedenini özgürleştirmek bir yana bu bedeni eril
göstergeler sisteminin bir parçası haline getirerek
patriyarkanın daha esnek, daha kapsayıcı ve daha güçlü bir
şekilde yapılanmasının yolunu açmaktadır. Baudrillard'ın
önerdiği baştan çıkarma oyunları ve ritüelleri bugün çok
sayıda ve çok çeşitli göstergelerden oluşan bir piyasanın
parçalarını oluşturmaktadır. Baudrillard libidinal, cinsel,
bedensel sermayelerini yöneten bireyleri(özellikle kadınları)
eleştiriyordu. Ama post modern toplumda insanlar göstergesel,
sanal sermayelerini de yönetmektedir ve Baudrillard’ın iktidarın
dışında gördüğü göstergeler alanı günümüz toplumunda
iktidar ilişkilerinin kurulduğu temel alanı oluşturmaktadır.
Baudrillard kadınlara
erkeklere karşı çıkmayı değil onları göstergeler
aracılığıyla baştan çıkarmayı önermiş, baştan çıkarmayı
kadınlara uygun bir alan olarak görmüştü. Baudrillard’ın
“aklına gelmeyen” bir ihtimal daha vardı; kadınlar baştan
çıkarmayı eril rekabete dayalı göstergeler sistemi içinde
erkeklere yönelik olarak gerçekleştirmek yerine kendi aralarında
, patriyarkal iktidar ilişkilerinin aşındırılmasına eşlik
eden bir oyunculluk içinde hayata geçirebilirlerdi. Üstelik
baştan çıkarmanın rekabetçi-cool-tahakkümcü olmayabilecek bu
biçimi tenle ritüelin, gerçekle fantazinin, oyunla ciddiyetin,
cinsellikle politikanın birbirlerinin karşıtı olmayıp
birbirlerini tamamladığı sıcak ilişkilerin oluşmasını
beraberinde getirebilirdi. Ama belki de Baudrillard’dan çok şey
beklememek, onu batılı eril orta sınıfın yüzeye, klişelere,
piyasaya, kuralları endüstriyel olarak üretilen oyunlara,
dışlayıcı sterilliğe dayalı göstergeler sistemiyle baş başa
bırakmak gerekir!
YAŞAR ÇABUKLU
DEĞİNİLEN KİTAPLAR
Victoria Grace,
Baudrillard’s Challenge: A Feminist Reading, Routledge, 2000, 224
s.
Jane Gallop, The
Daughter’s Seduction: Feminism and Psychoanalysis, Cornell
University Press, 1982, 164 s.
Sören Kierkegaard, Baştan
Çıkarıcının Günlüğü, Çev.Süha Sertabiboğlu, Ayrıntı
Yayınları, 1997, 146 s.
Jean Baudrillard, Baştan
Çıkarma Üzerine, Çev.Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yayınları,
2001, 223 s.
Jeffrey Moussaieff Masson,
The Assault on Truth: Freud’s Suppression of the Seduction Theory,
Harperperennial Library, 1992, 316 s.
Gilles Lipovetsky, Üçüncü
Kadın: Kadında Süreklilik ve Yenilik, Çev.Filiz Nayır
Deniztekin, Varlık Yayınları, 1999, 247 s.
KAMUSAL YÜZ VE
MODERNLİK
Rönesansla birlikte yüze
yapılan vurgu arttı. Yüz bedenin diğer kısımlarına oranla
ayrıcalıklı bir konum kazanmaya başladı. XVI. yüzyılda yüz
ile insanın karakteri, iç dünyası arasında bağlantı kuran
yaklaşımlar ortaya çıktı. Bu yüzyılın sonlarına doğru
Giovanni Battista Della Porta fizyonomi alanında önemli bir çalışma
yayınlayacak, insanların yüz özelliklerinin onlardaki belli
davranış biçimlerine karşılık geldiğini ileri sürecekti.
XVIII. yüzyılda Jean-Gaspard Lavater yüzün karakteri yansıttığını
öne sürecek ve bu görüş romancıların anlatılarını,
romanlardaki karakterlerin biçimlendirilmesini etkileyecekti.
Yüz her ne kadar insanın
içini yansıtan bir dış yüzey olarak yorumlansa da pasif bir “dış
cepheden” ibaret değildi. Jean-Jacques Courtine ve Claudine
Haroche’un söyledikleri gibi batıda XVII. yüzyılda yüze çeki
düzen vermek, onun spontane ifadelerini kontrol altına almak
yönünde bir gelişme olacaktı. Aristokrasi içinde gelişen görgü
kuralları sadece bedenin hareketlerini, davranışları kurallara
bağlamaya değil aynı zamanda yüzün ifadelerini de
biçimlendirmeye yönelikti. Duyguların kendiliğinden bir biçimde,
doğrudan yüzde ifade bulması artık makbul değildi, önemli olan
kontrollü bir yüz oluşturmaktı. Ortaçağa özgü grotesk bedenin
“aşırılıklarını” kontrol altına almaya yönelen yeni
medenileşme sürecinde yüzün ifadesel spontane “aşırılıkları”
da kontrol altına alınmaya çalışılacak, bedenin yanı sıra yüz
de “sessizleştirilecekti”. Böylece “doğal, organik” yüzden
kontrollü sosyal yüzün kurulmasına yönelik bir süreç
başlayacaktı. Artık dışın içeriyi anında yansıtmasından,
ona uymasından ziyade içerinin akla dayalı dışın direktiflerine
tabi olması önem kazanmaya başlamış, yüz biyolojik bir veri
olarak değil sosyal olarak kurulan, biçimlendirilen bir yüzey
olarak ele alınmaya başlamıştı. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda yüz
araçsal aklın denetimi altına girecek ve “kamusal yüz”
şekillenmeye başlayacaktı. Uygarlık sürecinin taşıyıcısı
olduğu varsayılan orta sınıfın yüzüydü bu, ve bu kurmaca yüz
kadınların, siyahların, “vahşilerin”, yoksulların,
köylülerin, doğal, spontane, “eğitilmemiş”, “hayvani”,
“ilkel” yüzüne karşı savaş açacak, onların yüzünü
“ötekinin yüzü” olarak kuracak, sınıflandıracaktı.
Batıda XVII. yüzyılda
kontrollü bir yüz edinme çabası “yüz diplomasisine” önem
veren küçük bir azınlıkla, aristokrasiyle sınırlıydı. Yüzün
temsili de bu kesime ilişkin bir ayrıcalıktı. Soylular ressamlara
halkın ödeyemeyeceği miktarlarda paralar ödeyerek yağlıboya
portrelerini yaptırıyorlardı. XVIII. yüzyıldan itibaren
burjuvazi de ressamlara portrelerini yaptırmaya başlayacaktı.
Portre pahalı bir şey olduğu için bir toplumsal statü
göstergesiydi. XVIII. yüzyıldaki portrelerde kişinin karakterinin
temsili önem kazanmaktaydı. Bireycilik çağında yüzün şahsiliği
daha çok vurgulanmaktaydı. XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki
gelişmeler yüze ilişkin önemli değişiklikleri beraberinde
getirdi. Fotoğrafın ucuzlaması ve kitlesel ölçekte
yaygınlaşmasıyla birlikte yüzün temsili, portre soylu ve zengin
sınıflara ilişkin bir ayrıcalık olmaktan çıktı. Sanayi
kapitalizminin, seri üretimin hızla geliştiği, değişim değerine
sahip metaların kitlesel dolaşıma girdiği bir dönemde bireysel
portre fotoğraflar da dolaşıma girerek yüzün görsel ekonomisi
içinde yerini aldı. Kullanım değerinin “aleyhine” olarak
metaların değişim değerini öne çıkaran, metaları soyut emek
içeren birimler olarak kuran, eşyanın biricikliği yerine seri
olarak üretilen “kopya metaları” geçiren kapitalizm yüzü de
piyasanın “düzleyici eşitliği” temelinde kurmaya yöneldi.
“Sosyal, kamusal bir piyasa” tam anlamıyla nasıl ancak XIX.
yüzyılın ikinci yarısında kurulduysa sosyal, kamusal yüz de bu
dönemde kuruldu! XIX. yüzyılın ikinci yarısında artık önemli
olan yüzlerin biricikliği, şahsiliği, öznel karakteri değildi!
Kurulmaya çalışılan yeni yüz kamusal, standart yüzdü;
toplumsal kontrol sisteminin bir parçası haline getirilen,
sınıflandırılan yüzdü; bu yüz “normal”, batılı, beyaz,
heteroseksüel, orta sınıf erkeğinin yüzüydü.
Yüz tarihte her dönemde
evrensel bir olgu değildi. İlksel insanlar bir yüze sahip değildi!
Bedenlerinin her tarafını yüzleri olarak görüyorlardı.
Modernlik ise yüzü bedenin diğer kısımlarının aleyhine olarak
öne çıkarıyor, yüzü aklın en çok kontrol altına alabileceği
yüce bir yüzey olarak kurmak istiyordu. XIX. yüzyılın ikinci
yarısında yüzün toplumsal kuruluşu bedenin, hatta yer yer
hayvanlıkla, ilkellikle ilişkilendirilen başın aleyhine olarak
gerçekleşmekteydi. Yüz bedenin doğal bir parçası olmaktan çıkıp
“özerklik kazanmış”, beden artık daha ziyade yüz
aracılığıyla “okunur” hale gelmişti. Deleuze ve Guattari
yüzün makine gibi işleyen bir sistemi temsil ettiğini öne
süreceklerdi. Yüzler artık bireysel değildi, yüzsellik sistemi
içinde yüz gösterge olarak çok büyük ölçüde kodlanmıştı
ve bu şekilde farklı ifadelerini kontrol altına alıp bir örnek
hale getiren, üniter bir nitelik kazanmıştı. Böylece yüzün
bireysel ifadeleri egemen anlamlandırmalar tarafından kapana
kıstırılıyordu. Yüz anlamlandırma ve özneleştirme
sistemlerinin bir sonucu olarak oluşmaktaydı. Yüzsellik,
yüzselliğin tabakalandırılmış örgütlenişi baskıcı bir
aygıtın, devletin anlamlandırma sistemi içinde işlev
görmekteydi. Özneleştirme yüzsellik aracılığıyla
gerçekleşiyor, yüzün üzerine iktidarın bireyleri özneler
haline getiren kodları yazılıyordu. Böylece farklı tekillikler
çokluğundan aynının kurulmasına doğru yönelen süreçte
birleşmiş, moler birimler kurulmaktaydı. Yüz nesnel
sistematikleştirmelere tabi hale gelmekteydi. Deleuze ve Guattari bu
şekilde kurulmuş olan yüzün bozulmasını, tahrip edilmesini,
“yüzsüzleşmeyi” savunuyorlardı.
XIX. yüzyılın ikinci
yarısında gündelik yaşamın canlılığıyla iç içe geçmiş,
onun izlerini taşıyan yer nasıl nötr, yaşamın sıcaklığından
kopmuş, soyut, matematiksel kavramlarla ifade edilen bir mekana
dönüştürüldüyse- bir anlamda- yer olarak tanımlanabilecek yüz
de mekana benzer nötr bir yüzeye dönüştürülmek istendi. Özel
hayatın ve kamusal hayatın birbirinden ayrılmasıyla birlikte özel
hayattaki “kullanım değerine sahip yüzle” kamusal alandaki
“değişim değerine sahip yüz” de birbirinden ayrıldı!
Gündelik, doğal, spontane, kendiliğinden duygular, coşkular özel
hayat içindeki yüzde ifade bulurken kamusal yüz nötr, ifadesiz,
duygularını, heyecanlarını, coşkularını, acılarını bastıran
bir yüz olarak belirmekteydi. Kamusal yüz özel hayatla iç içe
geçmiş yerden kopup nötr, ciddi kamusal mekana, kültürün
alanına geçmiş erkeğin yüzüyken özel alandaki yüz yerle,
duygularla, gündelik olanla, kendiliğindenlikle, doğayla
özdeşleştirilen kadının yüzüydü!
Normal/anormal
karşıtlığını inşa eden modernlik sadece kadının yüzünü
değil, “ilkelin”, “sapkının”, “suçlunun”, “delinin”
yüzünü de norm dışı bir yüz olarak, ötekinin yüzü olarak
kurmaktaydı. Yüzselleştirme, mekanı kuran egemenin
standartlaştırıcı, sınıflandırıcı sisteminin bir parçasıydı
ve sömürgecilikle de yakından ilişkiliydi. Batı modernliğinin
haritacılığı nasıl ötekinin topraklarını, sömürge
topraklarını batılı mekansal koordinatlar çerçevesinde
biçimlendiriyorsa modern yüzsellik de ötekinin yüzünü benzer
normlar çerçevesinde yeniden haritalandırmak istiyordu.
Modernliğin ağaç biçimli “bahçe tanzimi modeli” yüzü de
hiyerarşik, düzenli bir biçimde kurmak istiyordu. Bu birleşmiş,
bir bütün haline gelmiş öznenin yüzüydü. Arazi nasıl
haritacılık vasıtasıyla “okunabilir” hale getiriliyorsa yüz
de okunabilir hale getirilmek istenmekteydi. Böylece batılı, orta
sınıftan, heteroseksüel, beyaz , “normal” erkeğin yüzü
model olarak kabul edilecek, dünyadaki tüm yüzler “standart yüz
normlarına” olan yakınlıklarına ve uzaklıklarına göre
hiyerarşik bir düzen içinde sınıflandırılacaktı.
Ötekinin yüzü faklı
biçimler altında kurulmaktaydı: bazen sömürgede fotoğrafı
çekilen yerlinin “dilsiz”, konuşma yetisinden yoksun görünen,
“vahşi” yüzüydü bu; Bazen akıl hastanesindeki delinin
“hayvani” yüzüydü; 1871’de Paris Komünü sırasında
askerlerce öldürülen ve fotoğrafları çekilen kadın
komünarların kamuoyuna “histerik, fanatik, hayvani, dejenere”
vb. sıfatlar altında sunulan yüzüydü; heyecanlarını,
duygularını kontrol edemeyip yüzüne yansıtan , “bir türlü
medeni bir yüz ifadesi edinemeyen” yoksulun, köylünün yüzüydü”;
“efemine bir görünüşe sahip” eşcinselin yüzüydü. Patricia
MacCormack’ın “Faciality” adlı yazısında belirttiği gibi
yüzsel sistem ötekine egemen kültürün dışında var olma imkanı
tanımıyordu. Yüzselleştirme bir asimilasyon politikasıydı.
Öteki yüzselleştirildiğinde sadece egemen sistemin içinde
görünürlük kazanıyordu. Bunun karşısında, Erin Manning’in
dikkat çektiği gibi, muhalif yüzsüzleştirme, yüzün
politikleştirilmesi, emperyal peysajın ortadan kaldırılması
anlamına gelmekteydi.
XIX. yüzyılın ikinci
yarısı yüzün fotoğrafik temsilinin, portre fotoğrafın
yaygınlaştığı bir dönem oldu. Burjuvazi fotoğraflı
kartvizitler kullanmaya başladı. Andreas Broeckmann’ın “A
Visual Economy of Individuals” adlı çalışmasında belirttiği
gibi bireyle fotoğrafı arasında bir aynılık ilişkisi
kurulmaktaydı. Dönemin pozitivist söylemi içinde fotoğraf
gerçekliği görsel olarak değerlendirmek, saptamak için mekanik
bir araç sağlamakta, objektiflik arzusuna hizmet etmekteydi.
Fotoğrafik tertibat, özneleştirme yoluyla toplumsal iktidarın
yapılandırılmasına hizmet etmekteydi. Portre fotoğraflarda bir
standartlaşma yaratılması söz konusuydu. Benzer yüzler tek bir
kategori altında toplanıyor, aynılaştırılıyordu. Böylece
benzerleştirme sürecinde yüzün biricikliği önemini kaybediyor,
yüz bir farklılıklar sistemi içinde bir kategori içine sokuluyor
ve böylece modern kimlikler kuruluyordu. Bir kez “normal yüz”
kurulduktan sonra bu standart yüzden “sapan” yüzler çeşitli
ötekilik kategorileri altında sınıflandırılıyordu.
Özneleştirmenin amacı toplumsal sapmaların-sapkınlıkların
tanımlanabilir, yönetilebilir hale getirilmesi, bireylerin
normalleştirilmiş toplumsal düzen içine yeniden
yerleştirilmesiydi.
Ötekinin yüzünü
ırksal bir temelde kategorize eden yazarlardan biri Francis Galton
idi. Sağlıklı bir ırk yaratmayı kafasına koymuş olan Galton
“kriminel sınıfları” sağlıklı ırkı tehdit eden kötü
biyolojik materyel olarak görüyordu. Askerler ise tersine biyolojik
üstünlüğün örnekleri olarak sunulmaktaydı. Öjenist görüşlere
sahip olan Galton kalıtımsal kanunları görsel olarak ortaya
koymak için kompozit fotoğraf olarak adlandırılan bir yöntem
bulmuştu. Çok sayıda bireyin yüzlerinin fotoğrafları üst üste
bindirilmekteydi. Sonuçta ortaya çıkan yüz hayali bir figürün
biraz flu yüzüydü, tek bir bireyin değil bir tipin yüzüydü.
Böylece ırksal tipleri temsil eden portreler oluşturulmaktaydı.
“Fizyonomik anormalliklerin” kurulmasının başka bir alanı
suçluluk idi. Cesare Lombroso yüzlerde “suçluluğun doğal
işaretlerini” aramaktaydı. Bu özellikler arasında geniş çene
kemiği, asimetrik gözler, büyük kulaklar, yüzsel asimetri, ince
dudaklar vb. bulunmaktaydı. Hırsızların gözleri küçük,
kaşları çatıktı, ahlaksızlar sürekli parlayan gözlere, iri
dudaklara sahipti, katiller sabit ve soğuk bakışlıydı! Portre
fotoğrafın kurduğu bir diğer “sapkın yüz” delinin yüzüydü.
Charcot’nun yönetimindeki Salpêtrière nöroloji kliniğinde
kurulan fotoğraf atölyesi kadın histeriklerin yüzünü “hilkat
garibesi” olarak sunmaktaydı. Modernliğin etnografisi de batı
sömürgeciliğinin medenileştirmek istediği Afrikalı ”vahşinin,
ilkelin” yüzünü görünür kılmakta gecikmeyecek, batılı
fotoğrafçı onları “ötekilik numuneleri” olarak batılı orta
sınıfların bakışına sunacaktı. David Le Breton’a göre
ırkçılık ötekinin yüzünün yadsınmasına, bu yüzün
hayvanileştirilmesine, aşağı bir konuma yerleştirilmesine, bir
surata indirgenmesine dayanıyordu.
Modernliğin disiplin
toplumunun yüze ilişkin belki de en önemli girişimlerinden biri
polis fotoğrafçılığı idi. 1882’de polis yöneticisi Alphonse
Bertillon Paris emniyet müdürlüğünde kimlik tespitiyle ilişkili
olarak bir fotoğraf stüdyosu kuracaktı. Bu stüdyoda suçluların
yüzünün önden ve profilden fotoğrafları çekiliyordu. Profilden
çekilen fotoğrafa önden çekilene oranla daha çok önem
verilmekteydi çünkü profilin yüzün soyut, değişmez
özelliklerini, alnı, burnu ve kulağı temsil ettiği
düşünülmekteydi. Önden çekilen fotoğraflardaki yüz ise
değişen duygulara bağlı olarak şekillenebildiği gerekçesiyle
güvenilir bulunmuyordu. Bu nedenle profesyonel polis uzmanları
eşkal tespitinde profilden çekilmiş fotoğrafları kullanmayı
tercih etmekteydi. Profildeki yüz kamusal soyut yüzün
kriterlerince kurulmuş yüzdü! Bertillon önemli bir buluş
gerçekleştirmiş, yüzün akılda kalacak bazı özelliklerini
saptamıştı! Böylece bu özellikleri akıllarına yerleştiren
devriye gezen polis görevlileri kaçak suçluları kolayca teşhis
edebilecekti. Bu sistem içinde yer alan polisler belleksel
faaliyetleri itibariyle polis aygıtına bağlanmış oluyor, yüze
ilişkin işaret sistemini içselleştirerek kimlik saptama aygıtının
bir uzantısı haline geliyorlardı. Bertillon hafızaya sıkıca
yapışan, akıldan kolay kolay çıkmayan semiyotik bir sistem
kurmuştu ve polis görevlisinin fotoğrafı bu sisteme göre
okuması, bir yüzün şifresini çözebilmesi, onu sözle ifade
edebilmesi, görsel olarak eğitimli olması esastı. Böylece yüzsel
kimlik semiyotik ve yönetimsel operasyonların hesaplanmış sonucu
olarak ortaya çıkıyordu.
YAŞAR ÇABUKLU
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
David Le Breton, Des
Visages, Métailié, 2003, 327 s.
Jean-Jacques Courtine,
Claudine Haroche, Histoire du Visage, Payot, 1994, 286 s.
Gilles Deleuze, Félix
Guattari, Capitalisme et Schizophrénie, Cilt 2: Mille Plateaux,
Editions de Minuit, 1980, 645 s.
Erin Manning, Ephemeral
Territories: Representing Nation, Home, and Identity in Canada,
University of Minnesota
Press, 2003, 224 s.
NEMFOMANİ
Çoğu kişi kadınlardaki
“aşırı”, “marazi” şehveti, “hiper cinselliği”,
“şehvetperestliği”, “sekskolikliği” ifade etmek için
kullanılan nemfomani kavramının anlamını bilmesine ya da sözcüğü
duymuş olmasına karşın erkeklerdeki “hastalıklı şehvete”
karşılık gelen bir kavramın (satyriasis) varlığından haberdar
değildir. Bunun nedenleri tarih boyunca kadının cinsel arzusunu
bir tekinsizlik kaynağı olarak kuran eril cinsiyetçi söylem ve
pratiklerde aranmalıdır. II. yüzyılda Yunanlı doktor Galenos
“rahimdeki ateşin”(uterine fury) genç yaşta dul kalan
kadınlarda ortaya çıktığını, cinsel tatminsizliğin onları
deliliğe sürüklediğini söyleyecektir. Carol Groneman’ın da
söylediği gibi (“Nymphomania: The Historical Construction of
Female Sexuality”, Signs, 19: 2, Kış 1994’ün içinde) XVII.
yüzyıla kadar furor uterinus adıyla anılan nemfomani XV. yüzyılda
tıp çevreleri içinde tartışılacak, XVI. ve XVII. yüzyıllarda
bu konuda tıbbi çalışmalar yayınlanacaktır. Rönesans döneminde
hastalıkları vücuttaki salgılarla ilişkilendiren bir tıp
anlayışını benimseyen doktorlar vücuttan kan akıtarak,
müshille, kusturucu ilaçlarla ve şifalı bitkilerle bedendeki
elementlerin dengesini kurmaya çalışarak furor uterinus’u tedavi
etmeye çalışacaklardır. Kanatmanın aşırı salgıları vücuttan
çekip alacağı düşünülmektedir. Bazı doktorlar furor
uterinus’u kadının cinsel organlarındaki sıcak buharlarla
ilişkilendirirken diğerleri neden olarak kadının “yozlaşmış
imgelemini” göstereceklerdir. Bazılarına göre ise bu “hastalık”
kadın ruhunun şeytan tarafından ele geçirilmesi sonucu ortaya
çıkmaktadır.
XVIII. yüzyıla kadar
kadınların da erkekler kadar arzulu ve şehvet düşkünü olduğu
yolundaki inanç bir ölçüde de olsa mevcuttur. XVIII. yüzyılın
tıbbı ve Aydınlanma düşüncesi ise kadının cinsel arzusunu bir
tehlike kaynağı olarak görecektir. Nemfomani konusunda ilk kez
uzun bir çalışma yayınlayan (1775) Fransız doktor M.D.T.
Bienville yüksek kalorili, baharatlı yiyeceklerin ve etin vücuttaki
kanı artırdığını, böylece kadınları nemfomaniye açık hale
getirdiğini ileri sürecektir. Bienville özellikle buluğ çağına
ermiş kızların nemfomaniye açık olduklarını, ilk âdet
kanamalarının vücutta bir düzensizliğe neden olduğunu
söyleyecektir. Nemfomaniyi kadınları ölüme kadar götürebilecek
bir hastalık olarak tanımlayan Bienville, nemfomaniye yol
açabilecek nedenler arasında çikolata yemeyi, roman okumayı,
iffetsiz düşünceler beslemeyi ve mastürbasyon yapmayı da
saymaktadır. Öte yandan öz disiplini, bedenin ve onun isteklerinin
aklın kontrolü altında tutulmasını, bedenin rasyonel yönetimini
savunan Aydınlanma düşüncesi, kadını erkekten daha az cinsel
arzuya sahip bir varlık olarak kurmak istemekte, onu ehlileştirici
uygarlaşma süreciyle uyumlu bir şekilde biçimlendirmeye
çalışmaktadır. Böylece kadının ahlaki erdeminin, iffetinin
gücü sayesinde erkeğin arzusu da kontrol edilmiş olacaktır.
Kadının erkekten daha az cinsel arzuya sahip olduğu yolundaki
söylem XIX. yüzyılda daha da güçlenir. Bu durum kadını anne,
eş ve evin kızı olarak kurmaya çalışan XIX. yüzyıl söylemiyle
uyum içindedir. Özellikle Viktoryen dönemde örnek gösterilen
kadın tipi beyaz, orta sınıf iffetli kadındır. Bu kadından
beklenen cinsel olarak pasif olması, ya da erkeğin arzusuna cevap
kabilinden bir cinselliğe sahip olmasıdır.
XIX. yüzyılın eril
söylemine göre kadın erkekten daha az cinsel arzuya sahiptir ama
“patolojik cinselliğe,” nemfomaniye kapılması daha kolaydır.
Erkek ise kadından daha çok cinsel arzuya sahiptir ama bu “şehvet
hastalığına” yakalanması daha zordur. Aydınlanma düşüncesinden
devralınmış bu söyleme göre rasyonel olan erkekten farklı
olarak irrasyonel olduğu varsayılan kadın, doğası gereği bu
“cinsellik deliliğine” daha açıktır. Kadın doğaya daha
yakın olduğu, aklıyla kendini kontrol edemediği için şehvet
kolayca patolojiye dönüşebilmekte, onun “patlayıcı cinselliği”
arzusunu disiplin altında tutmasını son derece zorlaştırmaktadır.
Bu durumda, bir patolojiye, nemfomaniye dönüşmesi çok kolay olan
kadın cinselliğinin çok sıkı bir şekilde kontrol altında
tutulması gerektiği düşünülmektedir. Richard Von Krafft-Ebing
kadında cinsel arzunun egemen hale gelmesinin bu arzunun patolojik
olduğu yönünde şüphe uyandırdığını belirtecek, bu
hastalığın kalıtım yoluyla kız çocuklara geçtiğini
söyleyecektir. Doktorlar nemfomaninin sonunun ölüm, fahişelik ya
da akıl hastanesi olacağı yönünde kadınları uyarmaktadırlar.
Böylece kadının cinsel arzusu aileye, ahlaki düzene ve uygarlığa
karşı bir tehdit olup çıkmaktadır! Doktorların nemfomani
teşhisleri sadece tıbbi bir çerçeveyle sınırlı kalmamakta,
kadınların özel hayatının neredeyse tüm alanlarını kapsayan
bir ahlak söylemi bizzat doktorlar tarafından üretilmektedir.
Lezbiyenler, mastürbasyon yapanlar, dullar, bakireler, yeni âdet
görmeye başlayan kızlar, zina yapan, flört eden, kocalarından
daha arzulu olan kadınlar, “süslü giysilerle ve parfümlerle
erkekleri kendilerine çekmeye çalışan” kadınlar, evlenmekten
bahseden kadınlar nemfoman olarak görülebilmektedir. Böylece
“kontrol edilemeyen kadın cinselliği” korkusunun etrafı
sardığı Viktoryen dönemde, özellikle üst ve orta sınıftan
kadınların en küçük “cinsel ihlali” bile büyük endişe
yaratmaktadır.
XIX. yüzyıl tıbbı
kadınlardaki nemfomaniyi biyolojik nedenlerle açıklamaya
çalışmıştır. Bazı doktorlar nemfomaniyi vücuttaki cinsel
enerji düzeyindeki artışa, enerji dengesizliklerine bağlamıştır.
Bazıları nemfomaniyi beyin dokusundaki anormal değişikliklerle,
büyümüş beyincikle, beynin psikoseksüel bölgesiyle ve
omurilikle ilişkilendirmiştir. XIX. yüzyılın ikinci yarısında
jinekolojinin kadın cinselliğini inzibat altına almak üzere
ağırlığını koymasına paralel olarak, doktorlar arasında
güçlenen bir eğilim ise nemfomaniyi kadınların “hastalık
üretmeye müsait” cinsel organlarından yola çıkarak açıklama
yönündedir. Hastalıklı yumurtalıkların, düzensiz regllerin
nemfomaniye yol açabileceği düşünülmektedir. Kadınların
cinsel organlarındaki kızarıklıklar ve yaralar, büyümüş
klitoris ve dudaklar kadın şehvetperestliğinin bir göstergesi
olarak kabul edilmektedir. Nemfomaninin tedavisi için nemfoman
kadını erkeklerden izole etme, sülükle kan emdirme, soğuk suyla
doldurulmuş küvete sokma, ıslak süngerle vücudu temizleme,
vajinayı boraks solüsyonuyla yıkama, ilaç verme, diyet uygulama
vb yöntemler kullanılmaktadır. XIX. yüzyıl sonu jinekolojisi
kadınların “cinsel organlarındaki yangını söndürmek” üzere
“kesin çözüm” de geliştirecek, nemfoman teşhisi konulan
kadınların yumurtalıkları ameliyatla kesilip alınacaktır (bu
tür ameliyatların faydası konusunda doktorlar arasında görüş
ayrılıkları olduğunu belirtmek gerekir).
Şimdi modernliğin
“patolojik şehvet” tanımının kadın-erkek eşitsizliğini
nasıl yeniden ürettiği konusuna gelelim. Standart, norm, normal
olan cinsel arzunun erkeğin cinsel arzusu olduğu varsayıldığı
için kocasından daha çok cinsel arzuya sahip olan kadının
nemfoman, daha az cinsel arzuya sahip kadının frijit olduğu
düşünülmektedir. Erkekte normal kabul edilen cinsel itki kadında
anormal olarak görülmektedir. Öte yandan doktorlara göre
erkeklerin satyriasis’e yakalanma olasılıkları kadınların
nemfomaniye yakalanmaları olasılığından çok daha düşüktür
ve nemfomani satyriasis’e göre çok daha ağır bir hastalık
olarak yaşanmaktadır. Nemfomani fahişelikle ve akıl hastanesiyle
sonuçlanabilmektedir. Bazı doktorlara göre erkekler aşırı
cinsel isteklerini özel hayatlarında önemli sorunlara neden
olmadan tatmin edebilmektedirler. Bu tür cinsel pratikler resmi
olarak kınanmakla birlikte gizli olarak yaygın bir biçimde
gerçekleşmekte, eril kamuoyu tarafından anlayışla karşılanarak
bunlara göz yumulmaktadır. Toplumdaki cinsel davranış kodları
kadınlar için erkeklerinkine kıyasla çok daha sıkı bir biçimde
belirlenmiştir. Erkeklerdeki satyriasis donjuanlık ya da
çapkınlıkla eş tutularak onaylayıcı bir gülümseme ile
karşılanırken, kadınlardaki nemfomani fahişelikle ya da
ahlaksızlıkla özdeşleştirilmektedir. Öte yandan doktorların
kadınlardaki nemfomaniyi onların cinsel organlarıyla
ilişkilendirmeleri çok yaygın bir uygulamayken erkeklerdeki
satyriasis’in erkek cinsel organlarıyla ilişkilendirilmesi çok
nadirdir. XIX. yüzyıl sonunda diğer doktorların yanı sıra
Gustave Bouchereau nemfomaniyi muhtelif zihinsel rahatsızlıklarla,
zekâ geriliği ile, histeriyle, epilepsiyle, felçle, beyin
dejenerasyonu ile ilişkilendirmiştir (The Fin de Siècle’in
içinde). Ama daha da önemlisi, aynı dönemde doktorlar
nemfomanları lezbiyenlerle ve fahişelerle bir arada gruplandırmaya
başlamışlardır. Bazı doktorlara göre lezbiyenler genellikle
nemfomandır. Nemfomanlar cinsel arzularını tatmin etmek için
fahişeliğe yönelmektedir!
Eril modernlik kadının
“aşırı” cinsel arzusunu, nemfomaniyi, bir kadın hastalığı
olarak kurmuş olmasına karşın tüm “nemfoman” kadınlara aynı
şekilde yaklaşmaz. Orta ve üst sınıftan kadınlardaki nemfomani
vakalarında onların hassas ve narin oldukları ve ölecekleri
söylenmekte, bu kadınlar yakalandıkları “amansız hastalık”
nedeniyle bir ölçüde de olsa anlayışla karşılanmakta, ahlaki
yargıdan azade, “nötr” bir ölümcül hastalık imgelemi öne
çıkarılmaktadır. Modernlik, aile kurumunun vazgeçilmez bir
unsuru olan iffetli orta sınıf kadını imajının yıpranmasını
istememektedir. Bu kadınlar ılımlı, kontrollü cinsellikleriyle
uygarlaşma sürecinin önemli bir unsuru olarak görülmekte,
insanlığın hayvani olandan medeniyete doğru evriminde ileri bir
aşamayı temsil ettikleri düşünülmektedir. Ama modernlik yoksul
ve göçmen “nemfoman” kadınlara karşı çok serttir. Doğayla,
hayvani olanla, gelişkin olmayan cinsellikle, ahlaki düşkünlükle
özdeşleştirilen ve modernliğin akıl hastanelerinin nüfusunun
yaklaşık üçte birini oluşturanlar, yoksul “nemfoman”
kadınlardır. Modernlik insanlığın evrimi sürecinde medeniyetten
ziyade hayvanlığa daha yakın gördüğü “ahlaksız” göçmen
kadınların suç işleyeceğini ve toplumun manevi değerlerine
zarar vereceğini düşünerek onları sınır dışı etmektedir.
Bir kadının akıl hastanesine konulması için birden çok erkekle
ilişkisinin olması, gayri meşru addedilen bir çocuğa gebe
olması, mastürbasyon yaparken yakalanması, flörtöz olması vb
yeterli olabilmektedir. Ann Goldberg’in belirttiği gibi akıl
hastanesinin tipik nemfoman kadın hastası “yoksul, öfkeli, erkek
delisi” kadındır ve çoğunlukla deli gömleği içinde
tutulmaktadır. (“The Eberbach Asylum and the Practice(s) of
Nymphomania in Germany, 1815-1849”, Journal of Women’s History,
Bloomington, Kış 1998, cilt 9, sayı 4) Bu kadınların kızgınlığı
ve cinsel arzusu hemen nemfomaniyle ilişkilendirilmektedir.
Kırılgan, pasif, iffetli, itaatkâr, annelikle özdeşleşmiş bir
ideal burjuva-orta sınıf kadın modelini veri alan doktorlar bu
imaja uymayan yoksul kadınları kolayca nemfomaniyle
damgalayabilmektedir. Bu anlayışa göre, hayvaniliğe ve doğaya
yakın olan yoksul kadınlar sert yaşam koşullarına bağlı olarak
güçlü kuvvetli, kaba sabadır, ihlale, patlamaya, aşırılığa,
öfke nöbetlerine, saldırganlığa açıktır. Doktorlar “ağzı
kalabalık, asi, azılı, itaatsiz, cüretkâr, küstah, bayağı,
terbiyesiz, arsız, edepsiz, saygısız” olarak gördükleri bu
kadınlara hemen nemfoman teşhisi koymakta, onların “kaba saba
cinselliğini”, “cinsel adaba riayet etmeyişlerini”, “açık
saçık konuşmalarını” nemfomani belirtileri olarak
görmektedirler. “Burjuva aile modeli içinde cinsel arzularının
terbiye edilmesi imkânından yoksun olan” bu nemfoman yoksul
kadınları disiplin altına almak için “geriye tek yol
kalmaktadır:” Akıl hastanesi! XIX. yüzyıldan önce nemfoman
olduğu varsayılan kadınlar tıbbi vaka olarak değerlendirilmeyip
şehvete düşkün basit suçlular olarak görülerek, hapishane veya
ıslahevlerine kapatılmakta ya da para cezası kesilerek, denetim
altında tutulmaları için ailelerine teslim edilmektedir. XIX.
yüzyıl tıbbı ise nemfomaniyi kadınların cinsel organlarından
kaynaklanan bir hastalık olarak tanımlayacak ve kadınlarla
ilişkilendirdiği birçok cinsel ya da cinsel olmayan “ihlalci
davranışı” nemfomani şemsiyesi altında toplayacaktır.
Nemfomani ilk defa XIX. yüzyılda kurumsallaşacak, tedavisi için
uzmanlaşmış tıbbi kurumlar, akıl hastaneleri açılacaktır.
Goldberg’e göre, nemfomani XIX. yüzyıl tıbbı ve akıl
hastanesi sistemi tarafından yaratılan bir olgudur. Nemfomani
teşhisi konulan yoksul kadınların akıl hastanelerine
kapatılmasının bir nedeni de bu “hastalığın” toplumdaki
iffetli üst ve orta sınıftan kadınlara “bulaşabileceği”
korkusudur, Carol Groneman’ın deyişiyle “cinselliğin
proleterleşmesi korkusudur.”
XX. yüzyıl başlarından
itibaren, nemfomaniyi kadınların biyolojik yapılarıyla açıklayan
tıbbi görüşler ortadan kalkmamakla birlikte zihinsel bir
rahatsızlık olarak gören psikolojik yaklaşımlar güçlenmeye
başlar. Klitoral orgazmı gelişmemiş, olgunlaşmamış kadına
uygun gören Freud sadece vajinal orgazmı olgun kadına uygun
görmektedir. Bu görüşten yola çıkan Freud’un takipçileri
nemfomaniyi kadınların “normal” vajinal orgazma ulaşamayıp
tatminsiz kalmasının bir sonucu olarak göreceklerdir. Bu
“tatminsiz kadınlar” nafile bir çabayla, tatminsizliklerini
gidermek için çok sayıda erkekle ilişkiye girmektedirler! Bu
doktorlara göre ikinci olasılık, bu “tatminsiz” kadınların
frijit ya da erkek düşmanı olmasıdır. Doktorlar kadınlardaki bu
erkek düşmanlığının belirtilerini “yeni kadının” oy
kullanma, eğitim ve meslek edinme hakkı için verdikleri
mücadelelerde bulmaktadırlar. Kadın hakları savunucuları,
feministler, lezbiyenler nemfomaniyle ilişkilendirilip bir toplumsal
tehlike olarak görülmektedir. Jim Orford’un belirttiği gibi,
1930’larda doktorlar “ahlaki bir zehir” tarafından sürüklenen
nemfoman kadınların edepli davranışın sınırlarını aştığını,
onurlarını ayaklar altına aldıklarını söylemektedirler.
XX. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren nemfomaniye ilişkin tıbbi söylemde
değişiklikler gözlenir. (Carol Groneman, Nymphomania: A History)
Alfred Kinsey 1948’de ve 1953’te yayınlanan raporlarında
nemfomani veya hiper seksüellik tanımının bilimsel bir temele
dayanmadığını, cinsel ilişkinin sıklığının kişiden kişiye
değiştiğini, aşırı cinsellik diye bir şey olmadığını
söyler. Cinselliğin sübjektif ve tercihe bağlı bir edim olduğu,
azının çoğunun olmadığı yolundaki diğer çalışmalarla ve
1960’lardaki “cinsel devrim” dalgasıyla birlikte cinselliğe
ilişkin söylemde bir liberalleşme gözlenir. Tüm bunlara karşın
nemfomaninin kadınlara yönelik bir aşağılama ve suçlama aracı
olarak kullanılması son bulmaz. 1960’larda tecavüz davalarında,
sanık avukatlarının tecavüze uğrayan kadının nemfoman olduğu
yolundaki iddiası mahkemece tecavüzcü erkeğin lehine bir kanıt
olarak kabul görebilmektedir. Daha sonraki dönemde de bazı
hukukçular tecavüz iddiasında bulunan kadınların kişisel
tarihinin ve zihinsel yapısının incelenmesi gerektiğini
söyleyeceklerdir. 1991’deki bir tecavüz davasında da erkek
tarafın avukatları tecavüze uğrayan kadını nemfomani ile
suçlamışlardır. Tüm bunlara karşın 1970’lerden sonra resmi
söylemin nemfomani konusunda daha dikkatli bir tavır sergilediği
söylenebilir. Amerikan Psikiyatri Derneği’nin ABD’deki zihinsel
rahatsızlıkların teşhisinde kullanılmak amacıyla yayınladığı
el kitabı olan DSM’nin (The Diagnostic and Statistical Manual of
Mental Disorders) 1951’deki ilk baskısında (DSM I) nemfomaninin
bir cinsel sapma olarak tanımlanmasına karşın 1980’de
yayınlanan DSM III’te nemfomani muğlak bir şekilde bir
psikoseksüel rahatsızlık olarak adlandırılmaktadır. 1987’de
gözden geçirilip düzeltilen DSM III-R’de nemfomani kavramı terk
edilip cinsellik bağımlılığı (sexual addiction) kavramı öne
çıkarılmış, 1994’teki DSM IV’te ise bu kavram da terk
edilmiştir.
Modernliğin ağır ahlaki
ve suçlayıcı yargılarla yüklü, insanlarda korku uyandıran
hastalık söylemleri 1980 sonrası postmodern toplumda eski
sertliklerini yitirerek light hale gelmişlerdir. Modernliğin
nemfomanisinden farklı olarak postmodern toplumdaki “cinsellik
bağımlılığı” artık korkulacak bir şey değildir! Modern
toplumdaki “frijitliğin” postmodern toplumda “ketlenmiş
cinsel arzu” (inhibited sexual desire) kavramı çerçevesinde
yeniden kurulması sürecinde, modernliğin marjinal alkoliği ve
“esrarkeşi” postmodern toplumda –ücretli– terapisine uysal
bir biçimde devam eden orta sınıf tüketicisini simgeleyen “alkol
bağımlısına” ve “uyuşturucu bağımlısına” nasıl
dönüştüyse, modernliğin nemfomanı da bugün “cinsellik
bağımlısı” kimliğiyle terapi sektörünün bir müşterisi
olarak kurulmak istenmektedir. Öte yandan nemfomaninin cinsellik
piyasasının bir parçası haline getirilmesi süreci içinde, çok
satan ticari kadın dergileri cinselliğini özgürce yaşayan “mutlu
nemfo” imajını gündeme getirmekte, diğer taraftan Temel İçgüdü
vb filmlerle kadının “aşırı cinselliği” keyifli bir
seyirlik olarak –eril– bakışa sunulmaktadır. Postmodern kitle
kültürü kadın cinselliği konusunda liberal bir tutumu benimsiyor
görünürken aynı zamanda “fark üretme zorlanımı” nedeniyle
“kadının cinsel aşırılığını” –eril– cinsiyetçi bir
ayrımcılık temelinde yeniden kurmaktadır. Modernlikte ulus-devlet
ve tıp ideolojisi çerçevesinde kurulan bu ayrımcılık, günümüzün
postmodern toplumunda büyük ölçüde piyasa tarafından
oluşturulmaktadır.
YAŞAR ÇABUKLU
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Carol Groneman
Nymphomania: A History,
W.W. Norton &
Company, New York, 2001, 272 s.
der. Sally Ledger ve Roger
Luckhurst
The Fin de Siècle:
A Reader in Cultural
History
c. 1880-1900
Oxford University Press,
2000, 363 s.
Jim Orford
Excessive Appetites:
A Psychological View of
Addictions
John Wiley & Sons
Ltd., 2002, 406 s.
OYUNCAK BEBEK VE BARBİE
KÜLTÜRÜ
İnsan bedeninin cansız
taklitleri, heykeller, oyuncak bebekler tarih boyunca bir ilgi
kaynağı oluşturmuş. Oyuncak bebek bazen tekinsiz biçimler
altında, büyücülükte kullanılmış. Eski Yunan'a ait mitolojik
öyküde heykeltıraş Pygmalion kafasındaki ideal kadın imajına
göre yaptığı heykele, Galatea’ya aşık olmuş ve Pygmalion’un
yalvarmaları sonucunda tanrıça Venüs heykeli canlandırmış. Bu
öyküden esinlenen George Bernard Shaw’un 1913’te yazdığı
Pygmalion adlı oyunda fonetik profesörü, çiçekçi kıza
ingilizceyi düzgün konuşmayı ve görgü kurallarını öğretecek,
ondan bir “lady” yaratacaktır.
Erkeklerin, gönüllerinde
yatan kadının “hamurunu yoğurma” merakı tarihte değişik
biçimler altında sürmüştür. Kadın bedeninin heykel, oyuncak
bebek gibi biçimlerine yönelik erkek ilgisinde bu bedenin tam
kontrol altında tutulması, hayır diyemeyecek, itiraz edemeyecek
olması önem taşır. Erkeğe karşı çıkamayan kadın bedeni
sadece yapay bedenle sınırlı değildir, çoğunluğu erkek olan
ölü sevicilerin yöneldiği ölü kadın bedeni de kontrol
edilebilirlik açısından benzer bir konuma sahiptir. Bazen de
hipnotizma örneğinde olduğu gibi canlı kadın bedeni ve zihni
erkeklerin tam kontrolü altına girer. XIX. yüzyılın ilk
yarısında çoğunluğu erkek olan hipnotizmacılar zihinsel olarak
etkilenmeye açık cins olarak değerlendirdikleri kadınları
hipnotik olarak “dondurmaktadırlar”. Kadının organik ve
inorganik biçimler altında hareketsiz, taşlaşmış, iradesini ve
öz kontrolünü yitirmiş bir konuma indirgenmesi patriyarkal
kültürün içinde barındırdığı güçlü bir eğilim
olagelmiştir.
Küçük oyuncak kadınlar
ilk kez Rönesans döneminde piyasa için üretilip satılmaya
başlanır. Çocukluk henüz toplumsal bir kategori olarak mevcut
değildir. XVI. yüzyılda Paris şık bir şekilde giydirilmiş, üst
sınıfların özelliklerini yansıtan, yetişkin yaşta küçük
oyuncak kadınların üretiminde başı çeken bir merkez haline
gelir. (Oyuncak bebek ticari olarak ilk kez 1855’te Paris’teki
uluslararası bir sergide kamuoyuna sunulacaktır). Küçük boyda
oyuncak manken kadınlar ünlü terziler ve giyim firmaları
tarafından giysi tanıtımı ve satışı amacıyla hem aristokrat
kadınlara hem de yurt dışına gönderilmektedir. Oyuncak kadın
bedeni kendini saran giysilerle birlikte bir fetişe dönüştürülmeye
başlamıştır. Margaret Mayhew’ın “Just Act Natural: Models,
Mannequins and Muses” adlı yazısında belirttiği gibi batıda
XIX. yüzyılda da “özel dikim” (haute couture) müşterilerine
yönelik oyuncak kadın üretimi ve dağıtımı devam eder.
XIX. yüzyılın ikinci
yarısında sanayileşmenin hızlanmasıyla birlikte giyim sektörü
kitlesel ölçekte üretime yönelir ve üretilen giysiler büyük
mağazalarda sergilenmeye başlanır. Gerçek vücut ölçülerine
sahip cansız kadın vitrin mankeni bu dönemde ortaya çıkar. Bu
mankenler adeta dönemin kadın idealini, güzel, suskun, yardıma
hazır kadını simgeler gibidir. Erkek egemen sistemin kadının
esas yerini ev olarak kurduğu, alışverişin kadına uygun yegane
kamusal faaliyet olarak görüldüğü, büyük mağazaların yüz
bini geçen günlük müşteri hacminin yüzde doksanını
kadınların oluşturduğu bir dönemde ciddi görünümlü kadın
vitrin mankeni giyimine dikkat eden orta sınıf kadınlarına
yönelik bir rol modeli oluşturmaktadır. Modernliğin modası,
müşterisi olarak gördüğü gerçek kadınları adeta vitrin
mankeninin “sessizliğine” doğru itmek, onları
öz-dinamizmlerinden yoksun kılmak istemektedir. Walter Benjamin’in
dikkat çektiği gibi moda canlı bedeni inorganik dünyayla
birleştirmektedir. Öte yandan modernlik çıplak kadın bedenini de
hareketsiz hale getirmeyi de ihmal etmeyecektir! XIX. yüzyılda
çıplak erkek bedeninin teşhirinin ve temsilinin sıkı surette
kontrol altına alınmasıyla birlikte çıplak kadın bedeninin
cinsel-estetik bir obje olarak nesneleştirilmesi hız kazanacak,
sanat akademilerindeki resim ve heykel atölyelerinde çıplak kadın
model kullanımı yaygınlaşacaktır. Model adayı kadınlar işe
kabul edilmek için erkek izleyicilerden oluşan bir kalabalık
önünde bir podyuma çıkarak soyunmakta, gülüşmelere ve alaylara
maruz kalmaktadır. Atölyelerde uzun süreler boyunca
kımıldamaksızın poz veren kadın modeller erkeklerin tacizine
uğramaktadır.
XX. yüzyılın ilk on
yılları XIX. yüzyılın katı Viktoryen ahlakının baskısından
kurtulmuş erkeklerin cansız kadın mankenlere yönelik ilgisinin
arttığı yıllardır. Avusturya’lı ressam Oskar Kokoschka
1918’de, kendisini terk eden sevgilisi Alma Mahler’e tıpatıp
benzeyen, gerçek ölçülerde bir mankenin yapılması için sipariş
verir. Kokoschka bu cansız mankenle birlikte kafelere, operaya
gidecektir. Daha sonra bir gece Kokoschka cansız mankenin de
katıldığı çılgın bir parti verir ve ertesi gün polis, evin
bahçesinde kafası kesilmiş, kanlar içinde bir kadın cesedi
görüldüğü ihbarı üzerine Kokoschka’yı sorgular. Gerçek
şudur: Kokoschka sabaha karşı eski sevgilisi Alma Mahler’i
temsil eden cansız mankenin boğazını kesmiş, sonra da kırmızı
şarap şişesini mankenin kafasında kırmıştır.
1930’larda New York’ta
Lester Gaba kendisine sosyal yaşamda eşlik edecek bir cansız
manken kadın (Cynthia) yaptırır. Eğlence mekanlarında sıkça
görülen çift meşhur olur, büyük giyim firmaları Cynthia’ya
giymesi için elbiseler gönderir, büyük bir mücevherat firması
takması için ona değerli taşları ödünç verir. Ancak
Cynthia’nın bir güzellik salonunda otururken sandalyeden düşüp
parçalanması üzerine Lester Gaba yalnız kalır! Öte yandan
eskiden Fransa’da “uysal kadınlar” lakabıyla tanınıp
kullanılan seks bebeklerinin modern biçimleri 1930’ların
sonlarında ve 1940’ların başlarında Almanya’da ve Japonya’da
üretilmeye başlanır. Japonya’da denizaltı mürettabatının
kullanımı için imal edilen seks bebekleri Almanya’da askeri bir
proje kapsamında üretilmektedir. Amaç tamamen erkeklerden oluşan
ortamlarda cinsel rahatlama sağlamaktır. Hitler 1941’de SS
askerleri için sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli, büyük
dudakları ve göğüsleri olan şişme kadınların üretilmesi
talimatını verecek, ancak savaş sırasında Dresden’deki
fabrikanın bombalanması sonucu bu proje gerçekleşemeyecektir.
Batıda 1950 sonlarına
kadar üretilen oyuncak bebekler kız çocukları ev kadınlığına
hazırlama işlevi görmektedir. Roland Barthes 1957’de yayınlanan,
Fransız oyuncakları ile ilgili yazısında oyuncak bebeklerin kız
çocukları gelecekteki anne rolü için koşullandırdığını
söyleyecektir. Kristen Schank’ın “Quite a Little Woman” adlı
yazısında söylediği gibi ABD’de 1950’lerin sonlarına kadar
üretilen oyuncak bebekler kız çocuklarında bu bebekleri bağrına
basma, besleme, bakıp büyütme hisleri uyandırmakta, onları
anneliğe ve aile hayatına yönlendirmektedir. ABD’de 1950’li
yıllar “çocuk kültürünün” patlama yaptığı yıllardır.
1955’te Disneyland açılır, televizyonlarda oyuncak reklamları
yayınlanmaya başlanır. Öte yandan aynı dönemin sonlarına doğru
kadınların toplumsal statüsünde bir değişme gözlenir. Kadınlar
kitlesel bir biçimde çalışma hayatına katılmaya başlar,
ekonomik bağımsızlığını kazanmış kadınların sayısı hızla
artar, kendini evine, çocuklarına adamış, “cinselliğini
unutmuş” ev kadını yerini, kısmen de olsa, meslek sahibi,
cinsel hayatını özgürce yaşamak isteyen, kendini bir kocaya ve
çocuklara adamak istemeyen yeni bir kadın tipine bırakmaya başlar.
1959 yılında piyasaya sürülen Barbie adlı oyuncak bebek, daha
doğrusu oyuncak kadın bundan böyle kız çocuklar için yeni bir
kadınlık modeli oluşturacaktır.
Barbie kız çocukların
bir anne gibi bakıp büyütecekleri bir oyuncak bebek değildir,
onlu yaşların sonlarında seksi bir kadındır. Barbie, Bild Lilli
adlı bir Alman oyuncak bebek, daha doğrusu oyuncak kadın model
alınarak üretilmiştir. Almanya’da 1955’te piyasaya sürülen
Bild Lilli ailelerin kız çocukları için uygunsuz bulduğu, esas
olarak yetişkin erkelerin aldığı bir tür pornografik
oyuncaktır. Bild Lilli’den farklı olarak göğüs uçlarının
olmamasına karşın Barbie ilk kez piyasaya sürüldüğünde
toplumun muhafazakar kesimlerinde endişeye neden olur. Bu çevreler
Barbie’nin kız çocukları aile değerlerinden uzaklaştıracağını
düşünmektedir. Barbie çalışan, bağımsız, seksi bir kadın
olarak geleneksel ev kadını rolünden önemli bir sapmayı temsil
etmektedir. Barbie evli değildir, anne değildir, ebeveynleri
yoktur. Shannon Berquist “Barbie: A Doll with Feminist Motives”
adlı yazısında Barbie’nin onunla oynayan ortalama bir kız
çocuğunun anlayabileceği ve hayranlık duyacağı ölçüde bir
ana akım feminizmi tasvir ettiğini söyleyecektir.
1961’de Barbie’nin
erkek arkadaşı Ken ortaya çıkar. Barbie’yi olumlayan yazarlara
göre Ken sadece Barbie’nin aksesuarlarından biridir. M.G. Lord’a
göre Barbie ilelebet bağımsız kalacak, kimseye boyun
eğmeyecektir. Barbie’nin dünyasında erkekler ikinci plandadır.
Barbie kız çocuklarına erkeklere ihtiyaçları olmadığını
göstermekte, onları güçlendirmektedir. Boşanma oranlarının
hızla arttığı, cinsel devrimin hız kazandığı 1960’lar
Amerika’sında Barbie analı, babalı, ağabeyli, “cinsel
cazibesi olmayan” rakiplerini büyük farkla geride bırakacaktır.
Barbie kendini değişen toplumsal koşullara adapte etmektedir. 1960
sonlarından başlayarak hızla güçlenen feminist hareket Barbie’yi
etkiler. Daha önce hep yüksek topuklu ayakkabılar giyen Barbie
1970 modelinde düz topuklu ayakkabı giyecektir. 1971’de
Barbie’nin bakışı değişir: eskiden “gözlerini kaçıran”
Barbie bu kez karşısındakinin yüzüne dimdik bakar. Tüm bunlara
karşın ikinci dalga feministler Barbie’yi erkek egemen toplumun
değerlerini yeniden üretmekle eleştireceklerdir. Radikal
feministlere göre Barbie’nin anoreksik bir görünüme sahip
incecik bedeni kadınlara zayıflık idealini dayatmakta, kadınların
kendi bedenlerinden rahatsız olmalarına ve beslenme bozukluklarına
yol açmaktadır. Barbie pratikte hiçbir kadının ulaşamayacağı
mutlak bir güzellik idealini yaymakta, kız çocukları Miss Amerika
ya da süper model olmaya özendirmektedir. Jacqueline Urla’nın
“The Anthropometry of Barbie: Unsettling the Ideals of Feminine
Body in Popular Culture” adlı yazısında (Deviant Bodies’in
içinde) belirttiği gibi Barbie ile olan deneyimleri kadınları
kendi kendini denetleyen özneler olmaya itmektedir. Barbie mükemmel
bir sağlığa sahip kadınların estetik operasyonlar için
doktorların peşinde koşmalarına yol açan nedenlerden biridir.
Barbie çalışan bir
kadın olmasına karşın yoksulluğun, alt sınıfların izlerini
taşımaz. Pamela Kay Autrey’in “The Trouble With Girls: Auto
Etnography and the Classroom” adlı yazısında dikkat çektiği
gibi Barbie proletaryanın bir üyesi değildir. Onlarca meslekte
çalışan Barbie vasıfsız işçi, sekreter ya da çöpçü olarak
çalışmamıştır. Barbie “kaliteli” bir yaşam sürer,
orta-üst sınıftan, meslek sahibi, bakımlı kadının atmosferini
yayar. Yüzünde sürekli taşıdığı gülümseme ile toplumsal
ilişkilerin beraberinde getirdiği sorunların dışında kalma
yönündeki niyetini belli eder. Ancak güvenlik güçlerinin
saflarında yer almaktan geri durmaz; polis memuru olur, orduda
çeşitli görevlerde bulunur, Irak’a karşı Çöl Fırtınası
harekatına katılır. Öte yandan Barbie ince, beyaz tenli, güzel,
sarışın, mavi gözlü, heteroseksüel, üst orta sınıftan
Amerikalı kadın idealini temsil eder.
1968’de Barbie’nin
Afroamerikan arkadaşı Christie piyasaya sürülür. İlk
Afroamerikan Barbie 1980’de üretilecek, bunu Hispanik ve diğer
etnik Barbie’ler takip edecektir. Buna karşın Barbie’lerin ve
onun arkadaşlarının çoğu beyazdır ya da beyaz bedenin norm
olduğunu hissettiren biçimlere sahiptir. Bir çok Afroamerikan
Barbie –kıvırcık değil- düz uzun saçlara sahiptir. Etnik
Barbie’lerde etnisite özcü bir mantıkla yerel giysilere ve
egzotikleştirilmiş beden özelliklerine indirgenmiştir. Ann
DuCille’e göre etnik Barbie’ler farklıdır ama çok farklı
değildir; hepsi ince, uzun bacaklı güzellerdir ve
batılılaştırılmış bir görünüm arz etmektedirler. Barbie
ırka ve toplumsal cinsiyete ilişkin klişeler geliştiren ticari
bir girişimi temsil etmektedir. Etnik Barbie’ler aracılığıyla
çok kültürlülük tüketimcilikle ilişkilendirilmekte, etnisite
pazarlanmaktadır. Büyük girişimcilik farkı hem çok sevmekte hem
de ondan nefret etmektedir. Etnik Barbie’lerde heterojenlik en
küçük ortak paydaya, montaj hattında oluşturulan farklılığa
indirgenebilmektedir. Günümüzün oyuncak dünyasında ırk ve
etnisite renk ve giysi farkına indirgenmiştir. Ticarileştirilmiş
bir egzotik yabancı, öteki imajı hakim kılınmak istenmektedir.
İlk başlarda mesleği
mankenlik olan Barbie, insanı, özellikle kadını
bedensizleştirmeye yönelen post modern kültürün bir parçasıdır.
Rogers’a göre büyük rakamlara ulaşan yaşam tarzı
aksesuarlarıyla Barbie tüketmek için yaşamaktadır ve onun sınır
tanımayan plastik bedeni akışkanlık, çeşitlilik vb. post modern
kavramlarla birlikte anılan sınırsız bir plastik kişiliği
yansıtmaktadır. Post modern toplumda oyuncak kadınların yanı
sıra canlı mankenler de kadını soyut bir biçime, hatta
indirgeyen eril basıncın etkisi altındadır. Moda dünyasının
oluşturduğu göstergelerle donatılmış, içselliği, öznelliği
yok edilmiş kadın manken performans gerçekleştiren mekanik bir
varlığa indirgenmiştir.
Günümüz toplumunda
oyuncaklar “cisimsel özerkliklerini” yitirmeye başlamış,
oyuncak sektörü eğlence sektörüyle iç içe geçmiştir. Steven
Kline’ın söylediği gibi 1980’lerde işbirliğine ve ortaklığa
yönelen televizyon stüdyoları ve oyuncak üreticileri çok büyük
karlar sağlamışlardır. Ünlü film ve TV dizisi kahramanlarının
oyuncaklarının yapılmasının yanı sıra ünlü oyuncak
kahramanlardan esinlenen filmler ve televizyon dizileri yaygınlık
kazanmaya başlamıştır. Geç post modern toplumda, klasik
oyuncakların kullanımı azalmış, dijital oyuncaklar, video ve
bilgisayar oyunları yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Kathy
Merlock Jackson’ın “From Control to Adaptation: America’s Toy
Story” adlı yazısında ( The Journal of American &
Comparative Cultures, Cilt: 24, no:1/2, 2001) dikkat çektiği gibi
Amerika’da oyuncakçı dükkanları yerlerini bilgisayar
oyunlarının satıldığı mağazalara bırakmaktadır. Bilgisayar
simülasyonları, sanal gerçeklik senaryoları büyük ilgi
görmekte, çocuklar ve yetişkinler giderek artan biçimde benzer
oyun modellerine yönelmektedir. Eski oyunların örüntüsünde
önemli bir yer tutan yaratma ve kontrol yeni bilgisayar oyunlarında
ortadan kalkmıştır. Sanal gerçeklik dünyasında oyuncular
anlatıyı belirleyen yazılım tarafından kontrol edilmekte,
belirli tercihleri yapabilmelerine karşın oyun üzerinde hakimiyet
kuramamaktadırlar. Dijital oyun yaşamın rastgeleliğine dair bir
his yaratmaktadır. Her şeyin hızlandığı post modern toplumda
dijital senaryolarda olduğu gibi oyuncul hale getirilmiş gerçek
yaşamda da tüketiciden beklenen, olayların gidişatını kontrol
altına almak değil kendini hızla, her an değişen dış
koşullara adapte etmek, uygun tepkileri vermektir.
YAŞAR ÇABUKLU
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Mary F. Rogers, Barbie
Culture, Sage Publications, 2002, 184 s.
M.G. Lord, Forever Barbie:
The Unauthorized Biography of a Real Doll, Walker & Company,
2004, 336 s.
der. Jennifer Terry &
Jacqueline Urla, Deviant Bodies, Indiana University Press, 1995, 428
s.
Stephen Kline, Out of the
Garden: Toys, TV, and Children’s Culture in the Age of Marketing,
Verso, 1995, 240 s.
Roland Barthes,
Mythologies, Hill and Wang, 1972, 159 s.
Ann DuCille, Skin Trade,
Harvard University Press, 1996, 211 s.
SÖZLÜ KÜLTÜRÜN BİR
PARÇASI OLARAK
DEDİKODU
İnsanlar çok
eski çağlardan beri birbirleriyle çene çalıyor, gevezelik
ediyor, dedikodu yapıyor, gündelik hayatın küçük ayrıntıları
üzerine serbest, “amaçsız” bir biçimde konuşuyorlardı.
Elbette bu “boş konuşmalar” –erkek- felsefecilerin pek hoşuna
gitmiyordu. Aristo, Aquinaslı Thomas “dedikoduya” karşı
çıkıyor, “yüksek düşünceyi” savunuyorlardı. Avrupa’da
ortaçağ boyunca halk arasında dedikodu yaygındı ve dedikodu
zaman zaman aristokrasiye ve kiliseye karşı direnişlerinde yoksul
köylülerin kendi içlerinde oluşturdukları muhalif bir haberleşme
ağı olarak işlev görüyordu. Kilise de, mutlakiyetçi rejimler de
halkın resmi söylemin dışında oluşturduğu, bazen bu söylemi
alaya alan, bazen de eleştiren dedikodu ağından rahatsız
oluyorlardı. Öte yandan dedikodu kadınlar arasında bir dayanışma
ağı kurulmasına hizmet ediyor, koca vb. tacizlerine karşı
kadınların birbirlerinden haberdar olup birbirlerini
desteklemelerine yardımcı oluyordu. Bernard Capp’ın da
belirttiği gibi erken modern İngiltere’de elit kesimden olmayan
kadınlar, kendileri için bir haber kaynağı olan bir dedikodu
kültürü oluşturmuşlar, patriyarkal iktidar yapılarına karşı
kendi aralarında sözlü bir ağ kurmuşlardı. Dedikodu aynı
zamanda -sırlarını açıklamakla tehdit ederek- hizmetçilerin
kendilerini üst sınıflara karşı korumasının bir yoluydu da.
Tarih boyunca gündelik ,
“önemsiz” şeyler hakkında gevezelik etmek daha ziyade
kadınlarla ilişkilendirilse de dedikoducu kavramı açıkça
toplumsal cinsiyetin damgasını taşıyan bir kavram değildi ve
vaftiz babası ya da vaftiz anası anlamına gelmekteydi. Dedikoducu
kavramı ilk kez XVIII. yüzyılda ansiklopedilerde kadınlarla
ilişkilendirilmeye başladı. Dedikodunun, çene çalmanın olumsuz
sıfatlarla tanımlanması, sözlü kültürü küçümseyip yazılı
kültürü öne çıkaran -eril- modernliğin gelişmesiyle
ilişkiliydi. XVII. yüzyıldan itibaren eril, rasyonel, “yüksek
akıl”, “boş lafa, dırdıra” karşı bir saldırı
başlatacaktı. Bu anlayışa göre söz doğruluğu kanıtlanamaz
olduğu için güvenilmezdi, belirsiz, müphem, şüpheli idi. Buna
karşın yazılı olanın doğruluğu kanıtlanabiliyor,
sayılabiliyor, ölçülebiliyordu ve gerçek bilgi yazılı olan
bilgiydi. Karen C. Adkins’e göre ( The Real Dirt: Gossip and
Feminist Epistemology, Social Epistemology, 2002, Cilt: 16, sayı: 3
) bu yaklaşım açısından bilimsel anlatının, “nötr yazının”
değer kazanması için dedikodusal anlatının gözden düşürülmesi
gerekiyordu. Konuşma, eğer güvenilir olmak istiyorsa, yazı gibi
olmalıydı. Öte yandan dedikodu kadın düşmanı erkek
eleştirmenler için bir alay ve saldırı konusu haline gelmeye
başlamıştı. Samuel Rowland 1602’de yayımlanan “Tis Merrie
When Gossips Meet” adlı kitapçıkta, bir araya gelip “dedikodu
yapan” kentli kadınlarla alay edecekti.
Modernlik ortaçağın
“grotesk bedenlerini” ehlileştirmek, uygarlaştırmak istiyordu
ve kadın bedeninin davranışlarını disiplin altına almaya özel
önem veriyordu. Ancak kadınların “oturmasını, kalkmasını
bilmeleri” yeterli değildi “topluluk içinde nasıl
konuşulacağını” da öğrenmeleri gerekiyordu! Mary Leach’in
“Feminist Figurations: Gossip as a Counter Discourse” adlı
yazısında söylediği gibi (Working the Ruins’in içinde) XVIII.
yüzyıldan itibaren kadınların konuşması artan bir şekilde
gözetim altında tutulmaya başladı. Sosyal ortamlarda kadınlardan
beklenen ağzı sıkı olma, ölçülülük ve sessizlikti. Kadının
“boşboğazlığı”, “sözsel ölçüsüzlüğü” ondaki
“cinsel ölçüsüzlükle” ilişkilendirilmekteydi. Öte yandan
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda okuma yazma oranı, kitap ve gazete
sayısı artmış, yazılı kültür sözlü kültürün aleyhine
güçlenmeye başlamıştı. Robert Wernick’in dikkat çektiği
gibi ( When It Comes To Gossip We’re All-Ears Listeners,
Smithsonian, Şubat 1993, Cilt: 23, Sayı:11 ) yazılı kayıtların,
belgelendirme çabalarının arttığı bu dönemde dedikodu kapalı
yerlerde, gizlice gerçekleştirilen bir edim olmaktan çıkmaya
başlamış, gazeteciler, günce yazarları gündelik hayata ilişkin
ayrıntıları yazmaya başlamışlardı.
XIX. yüzyılın büyük
romancıları da yapıtlarında dedikoduya formel bir yapı
kazandıracaklardı. Kadın sözlü kültürünün bir parçası olan
dedikodunun gerile(til)mesi ve –eril- yazılı kültürün
gelişmesi modernliğin özel alanı kamusal alandan ayırma
çabalarıyla da ilişkiliydi. Erkeğe ait olduğu varsayılan
kamusal alan rasyonel aklın, bilimin, felsefenin, politikanın,
soyut, evrensel düşüncenin alanı olarak kurulmaktaydı.
“Kadınlara tahsis edilen” özel alan ise gündelik
sıradanlığın, ev işlerinin, çocuk bakımının, önemsiz
ayrıntıların alanıydı! Egemen eril söylem kadının sözünü
kamusal alandan dışlayıp özel alana kapatmakla kalmıyor, kadının
bu “dar” alandaki konuşmasını dedikodu, boş laf, gevezelik,
dırdır gibi sıfatlarla aşağılıyordu. Mary Leach’in
belirttiği gibi batı kültürünün akıl merkezci yapısı ve
“bilimsel” bilgisi bilginin spontane üretiminden korkuyordu.
Eril, aşkın öznelliği, mutlak bilgiyi öne çıkaran bu felsefi
söylem kadına ait olanı dışlamakta, kadının teorik bir
öznelliğe ulaşamayacağını varsaymaktaydı. Yüksek ve ciddi
fikirleri ancak kamusal mekanın ve yazılı kültürün egemeni olan
erkek üretebilirdi, küçük, değersiz uğraşların vuku bulduğu
özel alanın bir parçası olan kadın ise ancak, dedikodu
üretebilirdi, soyut, evrensel, bilimsel bilgiye, evrensel
hakikatlere ve değerlere ulaşamazdı! Kadının kişisel olmayan,
soyut bilgi üretme kapasitesi sınırlıydı!
Böylece Patricia Meyer
Spacks’ın da söylediği gibi (In Praise of Gossip, Hudson Review,
Bahar 1982, Cilt: 35, sayı: 1 ) erkek üstünlüğü soyut, genel,
ve teorik olanın kişisel ve spesifik olan üzerindeki üstünlüğü
olarak belirmekteydi. Erkek genelleştirilebilir hakikate yükseliyor
kadın ise detayların dar alanı içinde dönüp duruyordu. Kadının
payına düşen ciddi bilgiden uzak, kültürün aşağı biçimlerine
denk gelen dedikoduydu. Eril kültür soyut-eril- kamusal uzamı,
özel, somut- kadına yakın- yer aleyhine güçlendirmekle kalmıyor,
daha önce gündelik yaşamla iç içe olan bilgiyi soyut bir alana
taşıyıp yeniden kuruyordu. Böylece–eril- soyut bilgi canlı
yaşamı, gündelik olanı, yeri, sözü, bedene ait olanı, kadınsı
olanı dışlamaya yönelecek, eskiden bir bilgi kaynağı olarak
görülen duygu bu kez kadına özgü bir istikrarsızlık kaynağı
olarak görülüp “bilimsel bilginin” dışına sürülecekti.
Dedikodu gündelikliğiyle, “ciddi olmamasıyla”, taşıdığı
duygusal yükle, oyuncul niteliğiyle, “başı sonu olmayışıyla”,
lineer bir anlatı olarak kurulmamasıyla, iniş çıkışlarıyla,
seyrinin tahmin edilemezliğiyle, akışkanlığıyla, kaotikliğiyle,
“anti-rasyonel” yapısıyla, “kadınsı tekinsizliğiyle”
modernlik için bir endişe kaynağı olup çıkacaktı.
Dedikodu tarihte özel
alanla sınırlı bir olgu değildi, daha doğrusu eskiden özel
yaşamla kamusal yaşam, öyküyle hakikat XIX. yüzyıldakinden
farklı olarak net sınırlarla birbirinden ayrılmamıştı.
Dedikodu, öykü, bilgi, mit, duygu iç içeydi. XIX. yüzyıl
modernliği “bilimsel bilgiyi” diğerlerinden koparıp yüceltti,
hakikatin tek kaynağı haline getirdi. Mary Ellen Brown’ın
“Motley Moments: Soap Operas, Carnival, Gossip and the Power of
Utterance” adlı yazısında dikkat çektiği gibi (Television and
Women’s Culture’ın içinde) XIX. yüzyılda İtalya’da
kadınların bir araya geldiği toplantılarda öyküler anlatılıyor,
şarkılar söyleniyor, dedikodu yapılıyor, evlilikler, doğumlar
hakkında kararlar veriliyordu. Bu tür “dedikodu toplantılarını”
küçümseyen erkekler ise kendi aralarında “önemli kamusal
mevzulardan”, savaştan, ticaretten, iktidardan konuşuyorlardı.
Öte yandan XIX. yüzyılın ikinci yarısında kapitalizmin hızla
gelişmesiyle birlikte cemaatsel yapılar, büyük aileler çözülmeye
başlamış, çekirdek aile öne çıkmaya başlamıştı. Ancak orta
ve üst sınıflardan farklı olarak işçi bölgelerinde bir tür
cemaat atmosferi mevcuttu.
Melanie Tebbutt’a göre
1880’lerden sonraki dönemde dedikodu işçi kadınların erkeklere
ve dış dünyaya karşı bir dayanışma topluluğu oluşturmasına
aracılık ediyordu. Dedikodu aynı zamanda – komşu kadınların
tepkisini devreye sokarak- kocaların eşlerine kötü davranmasını
engelliyordu. Ancak ikinci dünya savaşından sonra gecekonduların
yerlerini toplu konutlara bırakması ve çekirdek ailenin
güçlenmesiyle birlikte kadın topluluğu güç kaybetti, aile
meseleleri kadın dayanışma ağından bağımsız olarak ev içinde
halledilmeye çalışıldı, devletin tıbbi-sosyal uzmanları aile
sorunlarının çözümünde devreye girdi. Ancak dedikodu kadın
sözlü kültürünün bir parçası olarak şu ya da bu biçimde
varlığını sürdürmeye devam etti. Kadın sözlü kültürü
yazılı kültürün güçlenmesiyle birlikte güç kaybettiyse de
ortadan kalkmadı , aynı zamanda yazılı kültürün “içine
sızarak onun ciddiyetini bozdu”, ona ses, söz kattı, masalsı
bir nitelik kazandırdı! “İşitsel kültürün”, radyonun
yaygınlaşmasıyla birlikte bu etki daha da arttı. Radyonun erken
dönemlerinde kadınların-resmi dilden uzak bir şekilde-konuştukları
sohbet programları geniş bir kadın dinleyici kitlesine hitap
ediyordu.
Dedikodu egemen resmi
söylemin dışladığı insanlar için bir tür sığınaktı.
Patricia Meyer Spacks’ a göre dedikodu boyunduruk altında
olanların son çaresiydi, yaşamları sömürgeleştirilmiş alt
sınıfların bir direniş aracıydı, güçleri ellerinden alınmış
kadınlar için yedek bir rezerv idi, kadınları güçlendiriyordu.
Dedikodu denetlenemeyen, gizli gücüyle egemen sınıfların
kontrolü dışında sözlü bir dayanışma ağı kurulmasına imkan
veriyordu. Öte yandan dedikodu modernliğin değerler sistemi için
tedirgin edici bir alan oluşturuyor, “dilsel istikrara, kontrole
sahip özne” modelini aşındırıyordu. Modern eril özne dışa
karşı sınırlarını sıkı bir şekilde koruyan, kendini kapatan,
“dışa karşı sızıntı yapmayan” bir beden olarak kurulmak
istenmekteydi. Erkekler birbirlerine karşı formeldi. Kadın bedeni
ise adet kanaması, doğum sıvısı vb. nedenlerle kendi sınırlarını
koruyamayan, dışa tehlikeli bir biçimde açık olan, “sızıntı
yapan” bir beden olarak tanımlanmaktaydı. Bu bağlamda kadının
dedikodusu onun dilinin sınırlarını denetleyemeyişinin bir
sonucu, bir “sözsel sızıntı” olarak değerlendirilmekteydi.
Modernlikte erkeğin dili ciddi, objektif ve lineer, kadının
konuşması ise “subjektif, rasgele ve kaotik” idi, eril kamusal
hayat resmi raporların dolaşımına, bildirimlere dayanırken
kadınların özel hayatı “dedikodusal karşılıklı etkileşime”,
kadınların karşılıklı olarak bedensel ve sözsel sınırlarını
ortadan kaldırmasına dayanıyordu!
1970’lerden itibaren
eril modernliğin eleştirisine yönelen feminist hareket dedikoduya
sahip çıkacaktı. Yeni kadın hareketi sadece kişisel olanın
politik olduğunu söylemekle kalmıyor aynı zamanda kişisel olanın
teorik olduğunu vurguluyordu. Dedikodu bilgi için önemli bir temel
teşkil etmekteydi, modernliğin dışladığı kadınların sözlü
kültürü teorik bilginin vazgeçilmez, temel öğelerinden
biriydi. Modernliğin evrensel, soyut, büyük hakikatleri eril bir
biçimde toplumsal olarak cinsiyetlendirilmişti. Kadınların samimi
kişisel sohbetleri içinde ortaya çıkan “küçük hakikatler”
önemli, değerli ve meşruydu. Adkins’e göre dedikodunun tesadüfi
doğası önemli konuların ve fikirlerin izinin sürülmesi,
keşfedilmesi açısından daha çok özgürlük sağlıyor, konular
arasındaki bağlantılar daha serbest bir biçimde kurulabiliyor,
birbirine benzemez görünen durumlar arasındaki benzerlikler daha
kolay görülebiliyordu. Mary Leach’e göre dedikodu resmi dile
karşı verili anlamları bozan bir performans gerçekleştiriyor,
göçebe, akışkan, ölçülemez, sonuçsuz, bitmemiş, rizomatik
bir ifade biçimi oluşturuyordu. Oyun ve gülme atmosferi içinde
bir eğlence, sevinç duygusu ortaya çıkmaktaydı. Dedikoduda ereğe
yönelik bir iddia yoktu. Zihin, duygulanım ve beden durumların
dolaşımı içinde, farklılıklar oyunu içinde şekilleniyor,
özgür bir oyun içinde anlamlar serbestçe oluşuyordu.
Mary Ellen Brown’a göre
kadınların dedikodusu bir tür brikolajdı, heterojen öğelerin
bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkan bir oluşumdu, ayrı türden,
rengarenk anların meydana getirdiği bir birliktelikti ve bu karışık
çokluk kadınların öykü anlatma tekniklerinin, kültürel
pratiklerinin çoğunda karakteristik olan bir şeydi. Öte yandan
1970’li yıllardan sonra yapılan araştırmalar “kadınların
çok fazla konuştuğu” yolundaki –eril- miti yıkacaktı. Janet
Holmes’un “Women Talk Too Much” adlı yazısında belirttiği
gibi (Language Myths’in içinde ) erkekler süre olarak kadınlardan
daha çok konuşuyorlardı. Erkekler kamusal, formel bir bağlam
içinde statülerini yükseltecek ve empoze edecek bir biçimde
konuşuyorlar, kadınların sosyal ortamlarda sessiz bir dekoratif
obje olarak işlev görmesini istiyorlardı. Kadınlar ise kişisel
ilişkileri, arkadaşlığı geliştirmeye yönelik olarak, enformel
ve karşılıklı etkileşimi besleyecek bir biçimde konuşuyorlardı.
Spacks’a göre kadınlar dedikoduyu ilk planda zevk ile bir arada
düşünürken erkekler dedikoduyu daha ziyade tehlikeyle
ilişkilendiriyorlardı.
Modernlikte yazılı
kültür güçlüydü. Radyonun ve sinemanın mevcudiyetine rağmen
sözlü kadın kültürünün bu alanlardaki sınırlı varlığı
bile engellerle karşılaşıyordu. 1970’ler sonrasında
televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte sözlü kadın kültürü
kendini bu alanda ifade etme imkanı buldu. Popüler kültüre sıcak
bakan bazı kuramcılar televizyonun sözlü kadın kültürü için
yarattığı imkanlara dikkat çektiler. Televizyondaki pembe
dizilerin (soap opera) dedikoduyla yakınlığını vurgulayan John
Fiske pembe dizilerin diyaloga, kişisel dışavuruma, ve samimi
sohbete imkan veren yanlarını olumluyordu. Mary Ellen Brown ise
pembe dizilerde bir tür patchwork oluştuğunu, kadınlara ait
muhtelif öykülerin hiyerarşik olmayan bir biçimde yan yana
geldiğini, pembe dizideki konuşmanın sözlü kadın kültürüne
ait olduğunu söyleyecekti. Klasik edebi anlatılar bir başlangıca,
ortaya ve sona sahipken pembe diziler hep genişleyen, açılan bir
orta, ara alana sahip olup karnavalesk bir boyutu içlerinde
barındırıyorlardı. Pembe dizilerdeki kadınların konuşması
gizil bir biçimde, egemen söylemin diliyle alay etmekteydi.
Televizyondaki pembe dizileri seyreden kadınlar kendilerini olayın
tüketimsel boyutuna kaptırıp egemen söylemsel pratiklerin
kurbanı, pasif objeleri olabilecekleri gibi bu kültürel biçimleri
kullanarak kadınların sözlü geleneği içinde kendi
öznelliklerini ortaya koyabilirlerdi.
Mary Ellen Brown ve Linda
Barwick’e göre (Fables and Endless Genealogies: Soap Opera and
Women’s Culture, Continuum: The Australian Journal of Media and
Culture, 1987, Cilt: 1, sayı: 2 ) pembe dizi eve ait olanı kamusal
hale getiriyor, konuşmanın ve samimiyetin kadınların hayatındaki
merkezi rolünü pozitif değerler olarak teyit ediyordu. Pembe
dizilerde tek bir hakikatin egemen hale gelmesine izin verilmiyor,
çoklu öykü çizgileri şeylerin net, bütüncül, mutlu sonlara
bağlanmasını engelliyordu. Dedikodunun gerçekleştiği pembe
diziler açık uçlu nitelikleriyle patriyarkal temsil sistemlerinin
belirlediği sınırlara meydan okuyorlar, kadının kendisini ifade
etmesini engelleyen eril ego sınırlarını kuran egemen klasik
anlatı biçimlerini bozuyor, yıkıyorlardı. Bazı yazarlar ise
dedikodunun muhafazakar yanları olduğunu, egemen toplumsal cinsiyet
kodlarını güçlendirdiğini söyleyecekti. Dedikodu insanları
gözleme ve onlar hakkında konuşma pratiği içinde sosyal açıdan
savunmasız, “düşmüş” kadınları sapkın olarak kurup
dışlıyordu. Tebbutt XIX. yüzyıl sonlarında ve XX. yüzyıl
başlarında işçi sınıfı mahallelerinde dedikodunun kadın
davranışına ilişkin stereotip beklentileri pekiştirmek amacıyla
kullanıldığında kadınların yaşamlarını baskıcı bir
şekilde kontrol edebildiğini, bazen dedikodu topluluğunun dışa
kapalı konformist bir yapı oluşturduğunu, yaşça ileri
kadınların yönlendirdiği topluluklarda “hafif meşrep”
kadınların ve evli olmayan annelerin dışlandığını
söyleyecekti.
Ancak birinci dünya
savaşından sonraki dönemde genç kadınların çalışma hayatına
girmesi ve etkinliklerinin artmasıyla birlikte dedikodunun aykırı
kadınları dışlama boyutu güç kaybedecekti. Angela McRobbie de
dedikodunun erkekler tarafından tanımlanan ve kadınların
sıkıştırılmak istendiği bir alan olduğu yolundaki şüphelerini
dile getiriyordu. Mary Leach dedikodunun tam bir karşı söylem
oluşturamayacağını, ama kurumsal söylemin sınırlarında var
olduğu için egemen normların sorgulanmasına yardım edebileceğini
söyleyecekti. Cathy Greenfield ve Peter Williams ise dedikodunun
aynı zamanda bireysel yaşamları kontrol ettiğini, bir mikro
gözetim biçimi olduğunu belirteceklerdi ( The Uses of Gossip:
Women’s Writing, Soaps and Everyday Exchange, Hecate, St. Lucia: 31
Mayıs 1991, Cilt: 17, sayı: 1 ). Dedikodu özneleştirme
vasıtasıyla iktidarın en çok kişisel yakınlık içeren
biçimlerinden biri içinde kimlikleri kuruyordu. Dedikodu bazen
sınıfsal, cinsiyetçi ve ırksal baskılara karşı yaratıcı bir
direniş biçimi olarak işlev görüyordu ama bazen de öznellikleri
ve kimlikleri çok buyurgan biçimlerde kurmaya çalışarak
baskılara aracılık edebiliyordu.
Yukarıda anlatılanların
ışığı altında dedikoduyu mutlak olarak sahiplenip bir
alternatif olarak sunmak da, eril söylemin kurduğu ve kadınları
içine sıkıştırdığı bir alan olarak reddetmek de sorunlu bir
hal alıyor. Belki dedikodunun farklı biçimlerini
toplumsal-tarihsel bağlamlar içinde değerlendirip bu biçimlerden
hangilerinin, ne şekilde kadın sözlü kültürünün direnişçi
yanlarıyla ilişkilendiğini araştırmak daha yararlı olabilir.
Öte yandan bazı feministler televizyondaki pembe dizilerdeki
dedikodusal sohbetleri ve bunları seyreden kadın izleyicilerin
kendi aralarındaki konuşmalarını kadın sözlü kültürünün
bir parçası olarak değerlendirip olumlarken diğerleri bunların
egemen eril kültürel söylem tarafından kurulduğunu ve egemen
toplumsal cinsiyet rollerini meşrulaştırdığını söylüyorlar.
Bu konuya ilişkin olarak geçmişte kadınların eril kamusal alana
( oy hakkı vb.), yazılı kültüre ( roman vb) girerek buralardaki
varlıklarını güçlendirdikleri söylenebilir. Bugün benzer bir
durum televizyon ve internet alanlarında gözlenmekte, bu alanlarda
erkek egemenliğinin sürmesine karşın kadınların etkinliği
gitgide artmaktadır. Sözlü, yazılı, görsel, sanal kültürler
sınıf, cinsiyet, cinsel yönelim, ırk, etnisite, yaş, tür ve
sakatlığa ilişkin ayrımcılıkların ve bu ayrımcılıklara
karşı verilen mücadelelerin bir arada bulunduğu kültürlerdir.
Kültürel oluşumlar egemen söylem ve pratiklerin mutlak kontrolü
altında olmayıp çeşitli muhalif öğeleri içlerinde
barındırırlar ve direnişçi pratikler tarafından
dönüştürülebilirler.
Modernliğin ciddiyetini,
lineer anlatılarını, “ağır” yazılı kültürünü ikinci
plana koyan, hafifliği, “küçük, gündelik, duygusal, kişisel,
enformel, sıradan, sözlü, ilişkisel” olanı, lineer olmayanı,
parçaların eklektik bir aradalığını, daldan dala atlanan ifade
biçimlerini öne çıkaran post modernliğin 1980’lerden sonra
ticari çerçevede bir “konuşma patlaması” yarattığı ,
televizyonlar, gazeteler, dergiler, cep telefonları, sosyal medya
vb. aracılığıyla dedikodu kültürünü besleyerek milyarlarca
dolarlık bir piyasa oluşturduğu söylenebilir. Ama buradan yola
çıkarak dedikoduyu post modern tüketimsel iktidarla tamamen
bütünleşmiş, kaynaşmış bir olgu olarak sunmak doğru olmaz.
1960’ların ve 1970’lerin kadın hareketleri dedikoduyu da içinde
barındıran bir sözlü kültürü patriyarkiye karşı bir direniş
aracı olarak kullanmışlardı. Bu imkan bugün için de mevcuttur.
YAŞAR ÇABUKLU
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Patricia Meyer Spacks,
Gossip, University of Chicago Press, 1986, 287 s.
Melanie Tebbutt, Women’s
Talk: A Social History of “Gossip” in Working Class
Neighbourhoods, 1880-1960, Ashgate Publishing, 1997, 216 s.
Bernard Capp, When Gossips
Meet: Women, Family, and Neighbourhood in Early Modern England,
Oxford University Press, 2004, 408 s.
der. Laurie Bauer and
Peter Trudgill, Language Myths, Penguin Books, 1999, 188 s.
der. Elizabeth St. Pierre
and Wanda S. Pillow, Working the Ruins: Feminist Poststructural
Theory and Methods in Education, Routledge, 2000, 322 s.
der. Mary Ellen Brown,
Television and Women’s Culture: The Politics of the Popular, Sage
Publications, 1990, 256 s.
X KUŞAĞI
X kuşağı belirli bir
yaş gurubunu tanımlamak için kullanılan bir kavram. Farklı
değerlendirmelere göre ABD’de 1964-1977, 1961-1981, 1963-1978,
1965-1980 yılları arasında doğanlar ya da 1990’lı yıllarda
yirmili yaşlarda olanlar X kuşağına dahil kabul ediliyor. X
kuşağı bazen kayıp kuşak, ben kuşağı, on üçüncü kuşak,
twenty-somethings (yirmili yaşlarında olan gençler) olarak da
adlandırılıyor. İkinci dünya savaşı sonrası doğum oranının
yüksek olduğu bir dönemde doğan Baby Boom (bebek patlaması)
kuşağının karşıtı olarak doğum oranının düşük olduğu
bir dönemde doğan X kuşağından gençler Baby Busters olarak da
adlandırılıyor. Bu kuşak yaklaşık 45-50 milyonluk bir kitle
oluşturuyor.
X kuşağı kavramı ilk
kez 1964’te İngiliz gençliği üzerine yapılan bir çalışmada
kullanıldı. 1990’da Time dergisi X kuşağını kapak konusu
yaptı. Dergideki yazılara göre X kuşağından gençler ulusal
politika konusunda sinik bir tavra sahip, tembel, işten kaytaran,
sorumluluktan kaçan kişilerdi ve aile değerleri, iş dünyası ve
demokratik yurttaşlığın geleceği için giderek büyüyen bir
sorun oluşturuyorlardı. Time’ın - ana akım değerleri temel
alarak- X kuşağını eleştirdiği sayısından bir yıl sonra
1991’de Douglas Coupland’ın Generation X: Tales for an
Accelerated Culture adlı romanı yayınlandı. Romanın yirmili
yaşlardaki, ironik bir tarza sahip üç kahramanı bunaldıkları,
anlamsız buldukları düzenli işlerinden ayrılıp bir çöl
kasabasına gidiyor, Mcİşlerde (Coupland Mcİşi hizmet
sektöründeki düşük ücretli, saygınlığı ve geleceği olmayan
küçük işler olarak tanımlıyordu) çalışarak yaşamlarını
sürdürüyor, birbirlerine öykülerini anlatıyorlardı. Bu
öykülerde iş ve kariyer dünyası, aile kurumu, tüketim toplumu,
kurumsal politika, televizyon, alışveriş kültürü
eleştirilmekte, karanlık bir gelecek tablosu ortaya çıkmaktaydı.
Kitabın bölüm başlıklarından bazıları “Alışveriş Yaratma
Değildir”, “Ben Hedef Piyasa Değilim” adlarını taşıyordu.
Kaygıyla dolu kahramanlar dünyaya katılmamaya eşlik eden bir
burukluğa sahipti.
X kuşağı olarak
adlandırılan kuşağa ilişkin ikinci bir gelişme 1991’de
Richard Linklater’in –daha sonra kitaplaştırılan- Slacker adlı
filminin gösterime girmesiydi. Filmdeki genç karakterler
Coupland’ın kitabındakilerle bazı benzerlikler taşıyor, sinik,
üşengeç, sistem karşıtı özellikler sergiliyor, tüketim
toplumunun, sosyal hiyerarşinin dışında kalmayı tercih
ediyorlardı. X kuşağına ilişkin üçüncü bir gelişme 1980
sonlarında/1990 başlarında Seattle’da yeşermeye başlayan
Grunge müziğiydi. 1991’de Nevermind adlı albümü yayınlanan
Nirvana orta sınıf dünyasının değerlerine, tüketim kültürüne
tepki duyan huzursuz ve samimi gençlerin sıkıntısını dile
getirmekteydi. Grunge sözcüğü kirli, eski püskü vb. anlamlar
taşımaktaydı . Grunge müziği dinleyen gençler partal, eski,
ucuz giysiler giyiyor, özensiz giyimleriyle “anti-moda” bir
duruş sergiliyorlardı.
X kuşağı kavramı ana
akım medyanın üretip yaygınlaştırdığı bir kavramdı.
Coupland ve Linklater yapıtlarındaki karakterlerin X kuşağı
kapsamına sokulmasına karşı çıkıyorlardı. Bir Grunge
topluluğu olan Pearl Jam’in vokalisti Eddie Vedder kendilerinin
X kuşağının sözcüleri olmadığını söyleyecekti. Peki X
kuşağının sözcüleri oldukları söylenen kişilerin X kuşağı
kategorisini açıkça reddetmelerine rağmen medyanın bu kuşağı
“yaratmadaki” amacı neydi? 1990 başlarında medya, hizmet ve
pazarlama sektörleri Baby Boom kuşağına dahil 40'lı 50'li
yaşlardaki yöneticilerin kontrolü altındaydı. X Kuşağı olarak
adlandırılan kuşağı önceleyen Baby Boom kuşağı 1960’larda
Hippie hareketi içinde yer almış, Vietnam savaşına karşı
çıkmış ancak 1980’lerde Reaganizm ile uzlaşıp Yuppie’liğe
terfi etmişti. Bu kuşağın yaratılmasına katkıda bulunduğu
Amerikan Rüyası 1987’deki borsa krizinden sonra sona ermeye
başlayacaktı. 1990 yılında ekonomideki durgunluğun artmasıyla
birlikte şirketler küçülmeye başlayacak ve bu durum Baby Boom
kuşağından profesyonel yöneticileri endişeye sevk edecekti. Ömür
boyu aynı firmaya sadakatle hizmet etmeye alışmış bu yöneticiler
artık işlerini kaybetme korkusuyla daha uzun saatler boyunca
çalışmakta, daha düşük ücretlere razı olmaktaydı. Baby Boom
kuşağından yöneticiler yerlerini X kuşağından gelenlerin
almasından korkuyorlardı. Naomi Klein 1993’te, yirmi üç
yaşındayken yazdığı “Give Us a Break: Generation X and the
Boomer Media Shut-out” adlı yazısında Boomer’ların
egemenliğindeki medyanın gençlere iş vermediği söyleyecekti.
Boomer’ların endişeleri nedensiz değildi! Baby Boom kuşağının
bilgisayarlarla arası çok iyi değilken X kuşağı elektronik
aletlerle ve bilgisayarlarla haşır neşir bir kuşaktı. Düzenli
bir hayata göre şekillenmiş Baby Boom kuşağı güvencesiz bir iş
ortamında çalışmaya alışkın değilken ekonomik istikrarsızlık
ve işsizlik ortamında yetişmiş X kuşağı esnek, güvencesiz iş
ortamlarında yaratıcılık gösterebilecek bir potansiyele
sahipti. “Boşluktan, hiçlikten gelen” en umulmadık yerlere
sıçrayabilirdi!
Şimdi X kuşağının
geliştiği ortama biraz yakından bakalım. ABD’de 1980 sonrasında
gençlerin ekonomik durumu giderek kötüleşmişti. 1981’de
devletin verdiği bursların azaltılması sonucu her üç
öğrenciden biri okurken bir işte çalışmak zorunda kalacaktı.
Ted Halstead’in “A Politics for Generation X” adlı yazısında
belirttiği gibi ABD’de 1989-1995 yılları arasında
üniversiteden yeni mezun olmuş olanların aldığı ücretler yüzde
on oranında azalmıştı. 25-34 yaş arası, yüzde altmış yedilik
bir oranı oluşturan lise mezunları için durum çok daha kötüydü.
Gelişmiş kapitalist dünya içinde en yüksek yoksul çocuk oranına
sahip ABD’de bu oran 1970-1995 arasında yüzde otuz yedi oranında
artmıştı. Ömür boyu çalışılan işlerin giderek azaldığı
1980 sonrasında bir çoğu- neo liberal politikalar sonucu- eğitim
kalitesi düşen devlet okullarından mezun X kuşağından gençler
sigortasız, güvencesiz, geçici işlerde çalışıyorlardı.
1990’a gelindiğinde X
kuşağından gençlerin önemli bir bölümü 1980’lerde daha da
yoksullaşan alt orta sınıfın çocuklarından oluşuyordu. Ancak X
kuşağı içinde orta sınıftan Baby Boom kuşağının çocuğu
olanların sayısı az değildi. Bu gençler iyi okullardan mezun
olmalarına, özgüvene ve kültürel sermayeye sahip olmalarına
karşın çoğu kez vasıflarının altında işler bulabiliyorlar
ya da mevcut işlerin hiyerarşik/bürokratik yapısı onları
bunaltarak umutsuzluğa sevk ediyordu. ABD’de X kuşağının
ikinci dünya savaşından sonraki en kötü iş piyasasının içine
girmiş olmasına karşın bazı yazarlar X kuşağını tembellikle,
işten kaytarmakla suçlayacaktı. David Martin “The Whiny
Generation” adlı yazısında ( Gen X Reader’ın içinde) X
kuşağından olanların sınırlı iş beklentilerinin kendilerinden
kaynaklandığını söyleyecekti. Mc İşlerde çalışmaları X
kuşağındakilerin kendi kabahatiydi. Çok iyi eğitim imkanlarına
sahip bu gençler önlerine çıkan fırsatları değerlendirememiş,
akılsızca, ahmakça seçimler yaparak şanslarını harcamışlardı.
Baby Boom kuşağından
profesyonellerin X kuşağından gençlere yönelik tavrı –her ne
kadar bu iki dönem iç içe geçmiş olsa da-kabaca iki dönemde
incelenebilir. 1990’ların ilk yıllarında Boomer medya eliti X
kuşağından gençleri küçümsüyordu. 1990’da Time dergisinin X
kuşağını kısa dikkat süresine sahip kaytarıcılar olarak
nitelendirmesiyle birlikte medya X kuşağını günah keçisi ilan
etti. X kuşağı gençleri mızmız, aylak, hiçbir şeyden memnun
olmayan, iş ahlakına sahip olmayan tembellerdi; yurttaşlığa ve
ulusal kimliğe önem vermiyorlar, siyasetle ilgilenmiyorlar, oy
kullanmıyorlar, geleceğe yönelik hiçbir umut beslemiyorlardı.
Medyadaki Boomer’lar X kuşağını işlerine ve yaşam tarzlarına
yönelik bir tehdit olarak algılıyorlar, yanıltıcı bir söylem
üreterek bu kuşağı ötekileştirmek istiyorlardı. Laura Slattery
“Generation X to Generation Next” adlı yazısında medyanın X
kuşağı kavramıyla amerikan gençliğini ve onun kültürünü
kategorize ettiğini ve küçümsediğini söyleyecekti. X
kuşağından gençlerin uyuşuk, budala oldukları, kendilerinden
beklenen şeyleri gerçekleştirmedikleri, üniversiteden mezun
olduktan sonra ebeveynlerinin evine yerleştikleri söylenmekteydi.
Linklater ve Coupland
medyanın X kuşağını sınıflandırma ve klişelere indirgeme
çabalarına karşı çıkacaklardı. Linklater Slacker’a yazdığı
önsözde kendi kuşağının kolay kolay sınıflandırılamayacak
şeyler söylediğini, her bireyin kendi sözünü, yolunu kendi
tarzında yaratması gerektiğini belirtecekti. Douglas Coupland
kendisiyle yapılan bir söyleşide (Details Magazine, Haziran 1995)
egemen trendi kuran elitin, kitabındaki karakterlere ait bazı
küçük özellikleri izole bir şekilde ele alıp bunları tüm bir
kuşağın özellikleriymiş gibi gösterdiğini ileri sürecekti. Bu
yanlış sunum kısmen Baby Boom kuşağı yöneticilerinden
kaynaklanmaktaydı. Kendini ekonomik durgunluk tarafından örselenmiş
hisseden, 1960’larda sahip olduğu değerleri terk etmiş olmanın
sıkıntısını yaşayan bu kuşak kendi kolektif karanlığını
–yükselen rakibi olarak gördüğü- X kuşağının üzerine
transfer edecek, X kuşağındakiler ucube olarak etiketlenecekti.
Boomer’ların gözünde X kuşağından gençlerin itirazları
mızmızlanma, yumuşak olmaları kaytarıcılık, kendilerini bulma
çabaları ise kayıtsızlık anlamına gelmekteydi. Mark Saltveit
“Whatever” adlı yazısında (Gen X Reader’ın içinde) X
kuşağını Boomer’ların yarattığını, Baby Boom kuşağından
yazarların, editörlerin sürekli yeni trend arayışı peşinde
olduğunu, gerektiğinde trendleri kendilerinin icat ettiğini
söyleyecekti. X kuşağına atfedilen kaytarıcı yakıştırması
Boomer’ların Boomer’lar için yazı yazdığı egemen
gazetecilik trendinin yaslandığı temel fikri oluşturmaktaydı. X
kuşağının ne olduğu sorusu bir cahil Boomer sorusuydu.
Şimdi Boomer’ların X
kuşağına yönelik tavrına ilişkin ikinci döneme gelelim. 1990
başlarının ekonomik durgunluk ortamından bir an önce çıkmak
isteyen Baby Boom kuşağından pazarlama yöneticileri açısından
X kuşağı mal satabilecekleri geniş bir tüketici kitlesini temsil
etmekteydi. Medya ve pazarlama yöneticisi/teorisyeni Karen Ritchie X
kuşağına nasıl mal pazarlanacağına dair bir kitap yazacaktı. X
kuşağının şirket kültürüne, markaya, ana akım modaya karşı
olduğunu bilen büyük şirket yöneticileri paravan şirketler
kurarak alt markaları bu kuşağa pazarlamaya başladı. MTV Grunge
dinleyen X kuşağına yönelik programlar yapmaya yöneldi. Calvin
Klein ve Donna Karan gibi modacılar üzerlerinde Grunge tarzını
andıran giysiler bulunan mankenleri podyumlara çıkardı. 1994’te
Ben Stiller’ın yönettiği “kayıp kuşak filmi” Reality
Bites’taki karakterler tüketimciliği kucaklamaktaydı. Coupland
X kuşağına ait olduğu söylenen bazı özelliklerin, ironinin
satışa hizmet etme amacıyla kullanıldığını söyleyecekti.
Medya yaşı 13-39 arası olan herkesi X kuşağı kapsamına sokmuş,
X kuşağı hiper pazarlama teknikleriyle, bir demografik
pornografiyle karşı karşıya kalmıştı. Coupland’a göre
şirketler kendisine X kuşağına yönelik pazarlama stratejisi
oluşturması için büyük paralar önermişler ama o bu teklifleri
reddetmişti. Pazarlamacılar ve gazeteciler X kuşağı kavramının
kronolojik bir yaşı değil bir dünyaya bakış tarzını ifade
ettiğini asla anlamamışlardı. Kuşak tartışmalarından uzak
durmak, etiketlere karşı çıkmak en iyisiydi.
Medya/pazarlama
elitlerinin çabaları sonucu 1994-1995 yıllarında X kuşağının
önemli bir kesimi ana akım kültürün etkisi altına girdi ve
medya X kuşağından olumlu sıfatlarla bahsetmeye başladı. Bill
Clinton 1994’te yaptığı bir konuşmada X kuşağının kaytarıcı
bir kuşak değil arayış içinde olan bir kuşak olduğunu
söyleyecekti. 1990’daki özel sayısında X kuşağını kaytarıcı
(slacker) olarak niteleyen Time dergisi 9 Haziran 1997 tarihli
sayısında görüşünü değiştirecek, X kuşağını kendi
tarzında iş ve politika yapan, statünün anlamını yeniden
oluşturan, etnik çeşitliliğe dayalı yaşam tarzları yaratan,
esnek, girişimci bir ruh halini benimseyen, cesur, başarılı
kişiler olarak sunacaktı. Rachel J. Heiman “ The Ironic
Contradictions in the Discourse on Generation X or How ‘ Slackers’
Are Saving Capitalism” adlı yazısında X kuşağına ilişkin
Time’ın öne sürdüğü klişelerin kapitalist sistemin kendini
regüle etmesini kolaylaştıracak esnek işçinin yaratılmasına
yardım ettiğini söyleyecekti. Kaytarıcı tiplemesi fordist
verimlilik tasavvurunun güçlü bir eleştirisini içinde
barındırmaktaydı. Kaytarıcı nosyonu 1990’da güçlenmişti ve
1997 yılı, liberal ekonomistlerin bakış açısına göre, orta
sınıfın ekonomik iyileşmenin kazançlarını devşirmeye
başladığı, 1990’daki ekonomik durgunluktan endişelenenlerin
iyimser olmaya başladığı bir yıldı. X kuşağından gençler
uluslar arası kapitalizmin tam da kendini yeniden yapılandırdığı
bir dönemde ihtiyaç duyduğu esnek işgücünü oluşturacaklardı.
X kuşağının bir özelliği olarak bilinen ironi yeni tip esnek
işçinin öznelliğinin temel bir niteliği olarak görülecekti.
X Kuşağı modern
toplumun kurumlarının sarsılmaya başladığı bir dönemde
yetişmişti. 1965-1977 arasında ABD’de boşanma oranları ve
evlilik dışı doğan çocukların oranı yaklaşık bir misli
artmıştı. X kuşağından gençlerin yüzde kırkı boşanmış
ailelerin çocuklarıydı. Öte yandan X kuşağından çocuklar
genellikle hem anneleri hem de babaları işte çalıştığından
kendi başlarının çaresine bakmak zorundaydı ve bu çocuklara
-evlerinin anahtarlarını boyunlarında taşıyan çocuklar anlamına
gelen-“latchkey kids” denmekteydi. Bu çocukların evdeki
zamanının önemli bir kısmı elektronik aletlerin ve televizyonun
başında geçmekteydi. X kuşağının yetiştiği dönem doğum
kontrolünün yoğun bir biçimde uygulandığı bir dönemdi ve bu
nedenle X kuşağı sayı olarak Baby Boom kuşağının yarıdan
biraz fazlasını oluşturuyordu.
X kuşağının yetiştiği
dönem dinin gücünü kaybetmeye başladığı, politikanın
yolsuzluklarla ve skandallarla sarsıldığı, ulusal kimliğin
anlamını kaybetmeye başladığı, büyük ideolojilerin etkisini
yitirdiği bir dönemdi. X kuşağından gençler ebeveynlerinin
giderek daha konformist hale gelen hayatlarını itici buluyorlardı.
Reagancı ekonominin çöküşünden olumsuz etkilenen X kuşağı
Yuppie’lerden hoşlanmıyordu. 1990 başlarındaki ekonomik
durgunluk Baby Boom kuşağını da etkilemiş ancak bu kuşak
birikimlerini kullanması sayesinde çok büyük bir sarsıntı
geçirmemişti. X kuşağının ise hiçbir şeyi yoktu ve kriz
koşullarında bu kuşak evlilik, kariyer gibi kararları ertelemek
zorunda kalacaktı. 1992’de ebeveynleriyle birlikte yaşayan X
kuşağından 18-24 yaş arası gençlerin oranı bir rekor kırarak
yüzde elli dörde ulaşmıştı.
1990 başlarında Baby
Boom kuşağı şirketleri yönetiyordu ama bu kuşak kabuk
değiştirmeye başlayan, küreselleşmeye yönelen kapitalizm için
yeterince esnek değildi. Uzun süreli işlere, düzenli ilerleyen
süreçlere alışmış bu kuşak işteki ani değişim ve
ihtiyaçlara, herhangi bir anda sıfırdan başlamaya, “uçuk
projelere”, sıfır güvenceli iş ortamlarına, internet
kapitalizmine uyum gösteremiyordu. 1990’ların yeni kapitalizminde
Baby Boom kuşağından yöneticilerin geçmiş çalışma deneyimi
artık mutlak anlamda olumlu bir değer olmaktan çıkmış, hatta
ancak “uçuk” bir zihnin ortaya çıkarabileceği yeni projelerin
üretilmesi açısından bir engel olarak görünmeye başlamıştı.
Yeni kapitalizm geçmişlerinin kendilerine ayak bağı olmadığı,
“anı yakalayan”, “sıfır noktasından geleceğe hamle
edebilen” yeni bir profesyonel elite ihtiyaç duymaktaydı. Var
kalabilmek için doğaçlama çözümler bulmakta ustalaşmış,
önüne her ne çıkarsa onunla baş etmek zorunda kalmış olan X
kuşağı böyle bir potansiyele sahipti.
1990’da X kuşağı
katı çalışma koşullarından, bürokratik iş örgütlenmesinden
şikayetçiydi. X kuşağını anlatan kitap ve filmlerdeki
karakterler çalıştıkları düzenli işlerde tatmin bulamıyor,
keyif alabilecekleri bir iş bulamayınca Mc İşlerde
çalışıyorlardı. Kapitalizm 1990-1997 arasında çalışma
koşullarını X kuşağını cezbedecek şekilde esnetecek, işe
bohem kıyafetlerle gelen, çalışma saatleri düzensiz olan, işte
içki de içen genç, yaratıcı “sanal dahiler” internet
kapitalizminin itici gücünü oluşturacaktı. Bruce Tulgan gibi
yazarlar X kuşağından yaratıcı genç çalışanlarını daha
verimli kullanabilmeleri için şirketlere esnek yönetim
stratejileri önermekteydi. 1997’ye gelindiğinde medya X kuşağının
girişimci yeteneğine methiyeler düzmekte, Microsoft gibi
şirketlerde çalışan yüksek teknolojiyle haşır neşir gençleri
övmekteydi. İnternet sektörünün patlama yaptığı 1990
sonlarında X kuşağından gelen çok sayıda kişi kendi
şirketlerini kuracak, bazı büyük şirketlerde Baby Boom
kuşağından çalışanlar X kuşağından gelen yöneticilerin emri
altına girecekti. Girişimci/ yönetici eliti oluşturanlar
elbette X kuşağının tümü değildi, esas olarak bu kuşağın
üst-orta ve orta sınıf ailelerden gelen, iyi üniversitelerde
eğitim görmüş kesimiydi.
X kuşağından gençler
başlarda ana akım kültüre karşıydı. Coupland’ın kitabı
azla yetinmeyi, şirket kapitalizminden, ticarileşmeden, tüketim
kültüründen uzak durmayı, marjinalliği sahiplenen bir tavra
sahipti. Boomer’ların yönettiği medya ise toplumsal ve siyasal
yaşamdan çekildiğini öne sürdüğü X kuşağını
kayıtsızlıkla, duyarsızlıkla eleştirecekti. Oysa X kuşağının
yaptığı şey ana akım kitle kültüründen, –Baby Boom
kuşağının destekleyicisi olduğu- iki partili sistemden
tiksinerek uzak durmaktı. Vedder ABD’de devlet başkanının bir
kukladan ibaret olduğunu, politikacıların işsizlerin ve
evsizlerin sorunlarıyla ilgilenmediğini söyleyecekti.
X kuşağının içinde
ana akım medya/pazarlama kültürünün asimilasyoncu gücüne karşı
en çok direnen kesim Grunge hareketiydi ve 1980 sonlarında/1990
başlarında Grunge’ın yeşerdiği Seattle kenti 1999’da
küreselleşme karşıtı gösterilere ev sahipliği yapacaktı.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Douglas Coupland, X
Kuşağı, Parantez Yayınları, Çev. Zeynep Akkuş, 1998, 192 s.
Der. Douglas Rushkoff, The
GenX Reader, Ballantine Books, 1994, 306 s.
Richard Linklater,
Slacker, St. Martin’s Griffin, 1992, 154 s.
Bruce Tulgan, Managing
Generation X: How to Bring Out the Best in Young Talent, Capstone
Ltd., 2003, 256 s.
Karen Ritchie, Marketing
to Generation X, Free Press, 2002, 192 s.
KENDİNE AİT BİR İÇ
ODA KURMAK:
ANOREKSİ
Yemek yemeyi reddetmekle
özdeşleştirilen ve bir “kadın hastalığı” olarak bilinen
anoreksi (anorexia nervosa) 1870' li yıllarda Avrupa da
“keşfedildi”. Anoreksi kelimesini ilk kez kullanan kişi İngiliz
doktor William Gull idi. Fransız doktor Ernest Lasegue ise
“histerik anoreksi” kavramını kullanacaktı. Bu doktorlara göre
anoreksi organik bir nedeni olmayan ve daha ziyade kadınlarda
görülen bir hastalıktı. Kadının irrasyonel doğası , duygusal
istikrarsızlığı anoreksinin en önemli nedenleriydi. Gull
anoreksiyi bir zihinsel sapkınlık olarak görmekteydi. Dönem
başta histeri olmak üzere “kadın hastalıklarının
keşfedilmesinin” ve bu hastalıkların kadınların cinsel
organlarından ve duygularından kaynaklandığı yolundaki tıbbi,
psikiyatrik söylemin gelişmesinin dönemiydi.
Çok eski çağlarda
yiyecek kıt, ölüm oranları yüksek olduğundan ideal kadın
bedenine ilişkin imajlarda doğurgan, güçlü kuvvetli, toplu bir
kadın tipi öne çıkmaktaydı. Ortaçağda Avrupa’nın veba
salgınıyla ve kıtlıkla boğuştuğu dönemlerde de yine kilolu,
hamile kadın imajı ölüm korkusuna karşı insanı yatıştıran
bir özelliğe sahipti. Catrina Brown ve Karin Jasper’ in de
söyledikleri gibi (Consuming Passions’ ın içinde) on sekizinci
yüzyıldan itibaren gıda arzının istikrar kazanmasıyla birlikte
kontrollü yemek yemek bir tür rafineleşme göstergesi olarak
değerlendirilmeye başlandı. 1830' larda Amerika’daki ideal kadın
imajı inceliğe, narinliğe, zarafete gönderme yapmaktaydı.
Kontrol edilmeyen iştahın hanımefendilikle bağdaşmadığı
düşünülüyordu.
19. yüzyılda gençliğin,
yeniyetmeliğin (adolescence) yüceltilmesiyle birlikte kadının
gençliği ve saflığı temaları öne çıkarıldı, çocukluk
romantik bir boyut kazandı, çocuksu kadın imajı yaygınlaştırıldı.
Kadının çocukla ilişkilendirilmesi koruyucu, kollayıcı bir
erkek imajını, patriyarkiyi güçlendirici bir boyuta da sahipti.
Joan Jacobs Brumberg’ in de dikkat çektiği gibi yeniyetmelik on
dokuzuncu yüzyılda orta sınıf ailelerinin refahına bağlı
olarak oluşan bir kavramdı. Orta sınıflardan genç kadınlar
evlenene kadar çalışmadan evde oturuyorlardı. Anoreksi ebeveyn
denetimine karşı bir tepki olmasının yanı sıra güzellik ve
incelikle ilgili kültürel değerlere uyma çabasıyla da
ilişkiliydi. Öte yandan bebek ve çocuk ölüm oranlarının düşüşü
ile birlikte kentli orta sınıfa mensup kadınlar artık sık sık
doğurmak zorunda kalmıyor üremeye yönelik rolleri zayıflıyordu.
İşçi sınıfı içinde ise bebek ve çocuk ölüm oranları
yüksekti ve işçi kadın imajı doğurgan, güçlü kuvvetli,
toplu bir kadın olarak kurulmaktaydı.
Julie Hepworth ve
Christine Griffin’ in de belirttikleri gibi (Feminism and
Discourse’ un içinde)yemek yeme üzerindeki kontrol ve
sınırlamalar Batıda Ortaçağda “oruç tutan kızlar”
örneğinde olduğu gibi dinsel bir çerçeve içinde
gerçekleşmekteydi. On dokuzuncu yüzyılda ise yemek yememe tıbbı
ilgilendiren bir konu haline gelecekti. Anoreksinin işçi sınıfından
ziyade orta sınıflarda, erkeklerden ziyade kadınlarda(özellikle
genç kadınlarda) ortaya çıkması onun toplumsal cinsiyet ve
sınıfla ilişkisinin bir göstergesiydi. Orta sınıflara mensup
kadınların bedeni modernliğin nesneleştirici , metalaştırıcı
estetiğinin yöneldiği esas bedensel yüzeydi. Her dönemin
koşullarına göre kadın bedeni “inceltiliyor ya da
kalınlaştırılıyordu” . 1900' lerde kadın bedeninde incelik
öne çıkarılırken ekonomik krizin, açlığın hüküm sürdüğü
iki dünya savaşı arasındaki dönemde ideal kadın bedeni
kalınlaşmaya başlıyordu.
1960 lardan sonra cinsel
özgürlük dalgasına, cinselliğin üremeden kopmasına,
hareketlilik ve bağımsızlık temalarının öne çıkmasına bağlı
olarak ince kadın bedeni imajı yükselişe geçecekti. Anoreksi
1960 'lara kadar sık rastlanmayan bir olguyken 1970' lerden
itibaren bulimi (aşırı yemek yeme) ile birlikte hızla
yaygınlaşacaktı. 1980' li yıllar zayıflamanın, diyetin,
fitness’ ın , formun, egzersizin öne çıktığı bir dönemdi.
Light olmayı vurgulayan post modernliğin zayıflama zorlaması on
dokuzuncu yüzyılın Viktoryen İngilteresindekinden farklıydı.
Post modern ideal kadın imajı eskiye göre daha zayıftı ve hiper
aktivite, rekabetçilik ve çok daha sıkı bir kilo kontrolü ile
bir arada şekilleniyordu.
Bazılarına göre
anoreksi kadınların egemen incelik normlarına aşırı ve
patolojik bağlılığının, toplumsal kontrole teslim olmalarının
bir sonucudur. Bu yaklaşım bir doğruluk payına sahip olsa da
anoreksinin içinde barındırdığı protestocu boyutu görmezden
gelir. Zayıflık zorlamasının erkek bedeninden ziyade kadın
bedeni üzerinde yoğunlaşmasının bir nedeni kadın bedeninin eril
ideoloji tarafından bir nesne olarak kurulmak istenmesidir. Erkeğin
egemenlik alanının akıl olmasıyla da ilişkili olarak erkek
bedeni “kendiliğinden olumlu bir niteliğe sahip, nötr” bir
beden olarak kurulmaktadır. Kadın bedeni erkek bedenine oranla
toplumsal cinsiyetin ayrımcı damgasını daha çok taşımaktadır
ve bir “nesne olarak” “kusurları” daha çok göze
batmaktadır! MacSween’ in de vurguladığı gibi kendini aktif bir
özne olarak kuran eril beden dışarıya, başkalarına karşı
kendi dışlayıcı sınırlarını net bir biçimde kurup kollar,
geçirimsiz bir beden oluştururken kadın bedeni geçirgen,
sınırları ihlal ve taciz edilebilen, erkeğe tatmin sağlayan,
“kabul edici”, kullanılacak, tüketilecek pasif bir “nesne
beden” olarak kurulmak istenmektedir. Bu çerçevede gerçek
arzunun erkeğin arzusu olduğu, kadının arzusunun ise erkeğin
arzusunu tatmin etmeye yönelik “cevap mahiyetinde” bir arzu ,
erkeği içine alan pasif bir arzu olduğu varsayılmaktadır.
Kadının arzusu yabancı eril öznenin “izinsiz içeri girmesine”
imkan veren bir arzu olarak biçimlendirilmeye çalışılmaktadır.
İşte anoreksinin “ortadan kaldırmak istediği” arzu kadının
kendi aleyhine döndürülmeye çalışılan bu arzudur;erkek egemen
toplumsal cinsiyet söyleminin kurduğu , kadının, karşısında
yabancılık duyduğu “kendi arzusudur”, daha doğru bir deyişle
“kendi arzusunun” bir boyutudur.
Anorekside arzuya karşılık
gelen iştahtır ve iştahın somutlaştığı şey yiyecektir.
İştahın dışlanması açık ve geçirgen kadın bedenini dış
eril dünyanın sızmalarına karşı (yiyecek dış dünyanın
istilacı, tacizci objelerini temsil etmektedir) kapatır. Anoreksik
kadının zihninde bedeni kendine sahip, kendine yeterli, dışarıdan
içeri hiçbir şeyi kabul etmeyen bir beden olarak belirir; “dış
eril, istilacı yabancıya” yönelik arzusunu yok eden ve kendini
ihlal ve taciz edilmemiş, otonom, ihtiyaçsız , tamamen kendinin
sahip olduğu ve kontrol ettiği bir beden olarak kurmak isteyen
bir beden olarak belirir. İçine dışarıdan bir şey kabul etmeyen
anoreksik beden bir kale gibidir; içi “boştur”, dışsal bir
obje tarafından “kirletilmemiştir.”
Modernliğin soyut uzamı
erildir ve bu uzam özellikle kadın bedenini ve bu bedenin yakın
ilişkide olduğu yeri yok etmeye çalışarak objelerin kamusal
dünyasının egemeni haline gelmek istemektedir. Anoreksik kadının
zihninde bedeni kendini dış eril uzamın istilacı güçlerine
karşı kapatarak kendi iç yerini oluşturur. Anoreksik beden
kadının kendi içinde oluşturduğu “ kendine ait bir odadır”.
Dıştan gelen yiyecek ve onun cisimleştiği “bedenin kirlenmiş
eti” ne kadar azalır ve incelirse bedenin içindeki kadına ait
yer yer(oyuk, boşluk, sığınak!) o kadar genişler. İştahı,
arzusu yok edilmiş beden, dış uzamdan hiçbir şeyi içinde
barındırmayan bir bedendir, “tinsel hale gelmiş içsel yerdir”!
Anoreksi kadın bedenini
“cinsel bir beden olarak” ortadan kaldırır! Aşırı kilo
kaybına, zayıflamaya bağlı olarak adet kanaması kesilir,
göğüsler ve kalçalar “kadınsal hatlarını yitirir.”!
Özellikle karşı cinsle fiziksel temastan kaçınmayla birlikte
kadın bedeninin etrafında boş bir yer, bir “korunaklı bölge”
yaratılır. Anoreksik kadın bedeni sadece dokunulmaz değil
yaklaşılmazdır da. Bedenin içindeki ve etrafındaki yer eril
uzamın müdahalesine karşı savunulmak istenmektedir. Bazı
kuramcılar anoreksinin kadın kimliğinin reddedilmesi anlamına
geldiğini söylerler. Bu görüş sadece kısmen doğrudur. Aslında
anoreksi bir anlamda “saf”, “mutlak” “kadın oluş” hali
olarak belirir. Anoreksik bedenin tepki gösterdiği kimlik eril
söylemin, erkek egemen toplumsal cinsiyet ideolojisinin, kadın
bedeninin edimlerini kodlayan heteronormatif sistemin
şekillendirmek, kurmak istediği, kadına yabancı bir kadın
kimliğidir.
Anoreksi , eril toplumsal
bir kurgu olarak kadın bedenini istila eden ve aslında kadına ait
olmayan bu yapay kadın kimliğine karşı bir tepkidir aynı
zamanda. Kadına zayıflık zorlamasını, incelik normlarını
dayatan eril söylemi uç noktalara sürükleyerek , aşırılığa
maruz bırakarak ifade eder bu tepkiyi. Aşırılığın “tekinsiz”
sınır bölgelerinde, egemen toplumsal cinsiyet söyleminin kurduğu
kadın kimliğinin eril bir kurgu olduğu gözler önüne serilir,
kadının cinsel organlarını, arzusunu ve toplumsal cinsiyeti
nedensellik ilişkileriyle birbirine bağlayan eril söylem deşifre
olur. Kadınlığın ayrılmaz bir parçası olarak sunulan incelik
kodunun aşırıya götürülmesi , “hiper feminizasyon”
“aseksüellikle”sonuçlanır! Kadın “bedensizleşir”!
Anoreksi kadın bedeninin kendini yok etme pahasına erkekliğin
kurduğu kadın bedeni-kimliği modeline tepki göstermesidir. Bu
kurgu beden baskıcı fallus merkezci imgelerle, temsillerle işgal
edilmiştir. Anoreksi kadın bedeninin patriyarkal, heteronormatif
bir sistem tarafından kurulmasına karşı bir tepkidir. Elizabeth
Grosz’un da dikkat çektiği gibi anoreksi patriyarkal sistemde
kadınların terk etmeye zorlandığı pre-ödipal beden için ,
temsil öncesi beden için tutulan bir tür yastır. Catherine
Garrett’e göre ise anoreksi dili ve sembolik olanı önceleyen bir
yaşantıya geri dönme çabasıdır.
Anoreksiyi sadece
“negatife”, “yok olmaya”, “bedensizleşmeye” yönelik
tepkisel bir ifade olarak görmemek gerekir. Eril söylemin kurduğu
toplumsal cinsiyet rollerinin, beden ve cinsellik normlarının
reddedilmesi aynı zamanda “kadının içindeki kendine ait yerden”
kaynaklanan yeni bedensel-cinsel-tinsel deneyimlerin imkanlarına da
işaret eder. Anoreksi eril toplumsal cinsiyet sisteminin kurduğu
kadın bedeninin dışında yeni bir kadın bedenselliğini, “kadın
oluş” halini çağrıştıran bir uç deneyimdir.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Der. Catrina Brown + Karin
Jasper, Consuming Passions: Feminist Approaches to Weight
Preoccupation and Eating Disorders, Second Story Press, 1993, 459 s.
Morag MacSween, Anorexic
Bodies: A Feminist and Sociological Perspective on Anorexia Nervosa,
Routledge, 1996, 273 s.
Der. Sue Wilkinson + Celia
Kitzinger, Feminism and Discourse: Psychological Perspectives, Sage
Publications, 1995, 193 s.
Joan Jacobs Brumberg,
Fasting Girls :The Emergence of Anorexia Nervosa as a Modern Disease,
Harvard University Press, 1988, 366 s.
Catherine Garrett, Beyond
Anorexia: Narrative, Spirituality and Recovery, Cambridge University
Press, 1998, 245 s.
DANDİDEN METROSEKSÜELE
Tarihte benzer örnekleri
olmasına karşın batıda modern anlamda dandinin XVIII. yüzyılın
son döneminde ortaya çıktığı söylenebilir. Dandi giyimine
aşırı dikkat gösteren kişi olarak bilinir. Angus Francisco
McFarland’ın “The Triumph of the Whim or Dandyism and the
Aesthetic Process” adlı çalışmasında söylediği gibi dandilik
aristokrasinin gücünün azaldığı bir dönemde ortaya çıktı.
Bu döneme kadar aristokrasi estetik tüketim içinde aktif bir
biçimde yer alan, beğeniyi, zevki oluşturan yegane kesimdi.
Aristokrasinin düşüşe geçmesiyle birlikte estetik bir boşluk
oluştu. Burjuvazi giyim kuşama ve kibarlığa ilişkin kendi
estetik normlarını oluşturacak bir konumda değildi; ne
aristokratlar gibi giyinebiliyor ne de ulus ölçeğinde bir
“giyimsel eşitlik” sağlayabiliyordu. İlk modern dandi olan
İngiliz George Bryan “Beau” Brummell (1778-1840) aristokratik
bir kökene sahip değildi. Ancak Brummell özenli giyimi,
etkileyici hal ve tavrı, elit sınıflara özgü yaşam tarzı ve
sosyal manevra kabiliyeti sayesinde soylu kesimle yakın ilişkiler
kurmuş, Prens Regent’le yakın arkadaş olmuştu. Brummell çok
pahalı ve gösterişli elbiseler yerine son derece sade, koyu renkli
elbiseler giyiyordu. Ancak giysilerinin kumaşı, kesimi mükemmeldi,
elbisesi vücuduna tam olarak oturuyordu. Brummel hem vücudunun hem
de elbisesinin temizliği konusunda son derece titizdi, her zaman
traşlıydı. Stile ilişkin bir tür züppelik yaratan Brummell saf
bir erkek şıklığı idealini temsil etmekteydi. Brummell ciddi,
soğuk, mesafeli, resmi tavırlı idi, sosyal ortamlarda hep ölçülü
davranır, asla soğukkanlılığını kaybedip sinirlenmezdi.
Yerleşik adetlerden sıkılıp bunlarla inceden inceye alay eden
Brummell tasarlanmış bir ironiye sahipti. Belirgin bir biçimde
“efemine” bir tavır sergilememesine karşın cinsel kimliğine
ilişkin belli belirsiz bir muğlaklık hissi uyandırıyordu!
Salonlarda giyimi, kibarlığı ve davranışlarıyla kadınların
beğenisini kazanan Brummell’in bilinen bir kadın arkadaşı
yoktu. 1843 yılında Brummell üzerine bir çalışma yayınlanan
Jules Barbey D’Aurevilly gerçek bir dandi olan Brummell için
kadınların yararsız olduğunu, Brummell’in kendi kendini
yarattığını söyleyecekti. Garelick’e göre ise Brummell’in
kültürel gücü ve öz kontrolü onun fiziksel bedenini baskı
altına alıyor, dandileştirilmiş beden mekanik bir bedene
dönüşüyordu. Brummell’in cinsellikten arındırılmış sosyal
gücü ve zekası karşısında cinsellikle ilişkilendirilen kadın
bedeni ikincil bir konuma itilmekteydi.
Çalışmayan ve masraflı
bir yaşamı olan Brummell’in parası bir süre sonra bitti ve
Brummell 1816’da alacaklılarından kaçarak Fransa’ya gitti.
Etrafında bir hayran çevresi oluşan Brummell onlarca yıl boyunca
Fransa’da modayı etkiledi. Ekonomik durumunu düzeltemeyen
Brummell 1840’ta beş parasız bir halde frengiden öldü.
Brummell’in İngiltere’deki etkisi ise 1830’lardan sonra
azalmaya başladı. Viktoryen dönemde Brummell efemine olduğu,
erkeksi olmadığı, işe yaramaz olduğu vb. gerekçelerle
eleştirildi. Kadın-erkek arasındaki sınırların net bir şekilde
çizilerek ikisi arasında bir karşıtlık ilişkisi kurulduğu,
çalışmanın öne çıkarıldığı bir dönemde “efemine”,
teatral tavırlar sergileyen aylak dandiye iyi gözle bakılmıyordu.
Erkeğin bedeninin cinsel boyutunun gözden uzaklaştırılmaya
çalışıldığı bu dönemde bedene sıkı sıkıya oturan
elbiseler yerini vücut hatlarını saklayan bol elbiselere bıraktı.
Elbisenin terziliğine yapılan vurgu azaldı.
1790’larda ve XIX.
yüzyılın ilk on yıllarında Londra’da görülen dandilik –XIX.
yüzyılın ikinci yarısında daha çok Fransa’da gözlemlenen
felsefi dandilikten farklı olarak-sosyal dandilikti. Dandiler
kulüplere, salonlara gidiyorlar, etraflarında bir hayran kitlesi
oluşturuyorlardı. Jules Barbey d’Aurevilly’nin dikkat çektiği
gibi dandinin varoluşu ortalıkta görünmeye dayalıydı. Dandi
kendisini bakılacak bir sanat eseri olarak inşa etmek istiyordu.
David Tacium “Le dandyism et la crise de l’identité masculine à
la fin de XIXe siècle : Huysmans, Pater, Dossi”- adlı
çalışmasında dandinin kendini bakılan bir obje haline getirmekle
kadınsı bir konumu kabullendiğini söyleyecekti. Jules Barbey
d’Aurevilly’e göre dandi bazı açılardan kadına
benzemekteydi.
Eril söylemin kadın
bedenini bakışın yegane nesnesi hale getirmek istediği bir
dönemde dandinin beğenilmek amacıyla bedenini- ciddi, mesafeli,
kültürle donanmış bir biçimde de olsa- güzel bir sanat objesi
olarak ortaya sürmesi toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin bir
muğlaklık yaratıyor ve bu durum Viktoryen ahlakın savunucularını
rahatsız ediyordu. Aslında dandi toplumsal normları ihlal eden
biri değildi; sıkıcı kurallara karşı ironik bir tavır
sergilese de bu kurallara saygılıydı. Dandi, kendi sınırlarını
dışa karşı iyi bir şekilde koruyan, dışardan gelene karşı
“geçirgen olmayan” eril burjuva bireyinin bir çok özelliğini
taşıyordu. Başkalarını şaşırtmayı amaçlayan dandiyi
başkaları asla şaşırtamıyordu. Dandi batıda XVII. yüzyıldan
beri gelişen makine benzeri beden imgesinin temsilcisiydi.
Gençliğinde askeri kariyere başlayıp sonra terk eden Brummell’in
hareketlerinde askeri bir disiplinin izleri gözlenmekteydi.
“Duygularıyla hareket eden” kadının tersine dandi “aklıyla
kendini kontrol altında tutan erkek” modelinin destekleyicisiydi,
doğal olana karşı çıkarak yapay, mekanik, şeyleşmiş bir
bedeni kuran kişiydi. Garelick’e göre bir sanat objesi olmak
isteyen dandi sosyal gösterisini yaratmak için kendini
insanlıktan çıkarıyor, giysileriyle kendini nesneleştiriyordu.
Balzac 1830’da yazdığı “Traité de la vie élégante” adlı
yazıda kendini bir dandi haline getiren insanın bir yatak odası
mobilyası, bir manken haline geldiğini söyleyecekti. Dandi
mekanik bir soğukluğu, robotvari bir bedeni simgeliyordu. Öte
yandan kendini bir meta olarak kuran dandi etrafını güzel şeylerle
ve dekoratif insanlarla doldurmakta, sosyal adalete sırtını
dönmekteydi. Ellen Moers’e göre dandi bir meta fetişti,
tüketilebilir bir gösteriydi.
Hem gerçek kişiler hem
de roman kahramanları olarak dandilerin hemen hemen hepsi erkekti.
Dandi-yazarların edebi yapıtlarında kadınlar bağımsız özne
konumuna sahip olamıyor, olumsuz sıfatlarla tanımlanıyorlardı.
Dandilik avam, bayağı olana karşı çıkan bireyci bir hareketti.
Michel Onfray dandiliğin sürekli bir isyan hali, sürüye uyum
göstermeye karşı çıkma ve bireye övgü anlamına geldiğini
söyleyecekti. Dandi sıradan olana karşı kendi orijinalliğini
yaratmak, giyimiyle, davranışlarıyla, konuşmasıyla, kültürüyle,
hobileriyle kendini bir sanat eseri olarak kurmak istiyordu. Ellen
Moers’e göre büyük dandilerin tavırları ve pozları gitgide
materyalistleşen toplumun bir örnekliğine, bayağılığına,
vasatlığına karşı duydukları tiksintinin dışa vurumuydu.
Dandi yapmacık bir kibarlığa, soğukkanlılığa, “serbest zaman
zarafetine” sahip biriydi. Dandiler kan bağlarına ve aristokratik
ünvana dayalı olmayan bir tür kültürel seçkinciliğe
yönelmişlerdi. Burjuvazinin eşitlik sloganı karşısında dandi
bireysel farkını öne çıkarıyordu. 1830’lara kadarki dönemde,
her şeyi düzleyen sanayi kapitalizmi ve kitle kültürü henüz
dandiyi boğacak ölçüde gelişmemiş, eğlence endüstrisi
“dandiye rakip olarak” kadın performansçıyı henüz kitleler
önünde sahneye çıkarmamıştı!
“Farkları eşitlemek”,
kitle kültürü yaratmak yönünde ilerleyen kapitalist sosyallik
“sosyal hayat dandiliğinin” sonunu getirecek, dandi bu sefer
gerçekten “a-sosyalliğe” itilecek, Baudelaire’in aylağı
(Flaneur) gibi kendini kalabalıkların içinde gezinir halde
bulacaktı. Fransa’da 1848 devrimi sırasında barikatlarda savaşan
Baudelaire daha sonraki dönemde kalabalıkları gözlemlemekle
yetinecekti. Baudelaire dandiliğe daha çok estetik-felsefi bir
yaklaşım getiriyordu. Baudelaire’in “asıl kahramanı” dandi
değil aylaktı! Dandi estetik, kültürel yeteneklerini bakılmak,
seyredilmek için kullanırken aylak bakmaya, gözlemlemeye
yönelikti. Birincisi “sosyal teşhirciyken” ikincisi “sosyal
gözlemciydi”! Jessica R. Feldman’ın söylediği gibi dandi hem
yüceliğini sergileyeceği hem de karşısında mesafe oluşturacağı
bir izleyici kitleye muhtaçtı. Aylak ise neredeyse fark edilmeden
içinde dolaşacağı, gözlemleyeceği bir kalabalığa ihtiyaç
duymaktaydı. Öte yandan dandi ve aylağın ortak yanları da vardı.
Her ikisi de kendilerini rafineleştirip eğitmişler, sıradan olana
karşı “soylu bir üstünlük” edinmişlerdi. Her ikisi de
çalışmaya, faydalı olmaya, doğal olana karşıydı.
Baudelaire –erkek-
dandiyi yapay, saf güzellikle, kadını ise doğal, kontrolsüz
cinsellikle ilişkilendiriyordu. Ona göre kadın acıkıyor, susuyor
ve düzülmek istiyordu. Kadın iğrençti, her zaman bayağıydı.
Kadın dandinin zıddıydı. Baudelaire kadınların aktif bir
estetik özne olamayacağını düşünüyor, Paris kafelerinde
oturan kadın dandileri aptal olarak görüyordu. Öte yandan
Baudelaire’in 1863’te yayınlanan Dandi adlı yazısı (Modern
Hayatın Ressamı’nın içinde) ilginç saptamalar içermekteydi.
Baudelaire’e göre dandilik yasaların dışında bir kurumdu ama
kişiliklerinin bağımsızlığı ne olursa olsun bütün dandilerin
uydukları katı yasalar vardı. Dandilik bir tür dindi, en katı
manastır kuralları bile dandilik öğretisinden daha zorba değildi.
Başkalarını şaşırtmaktan zevk alan dandi hiçbir zaman
şaşırmamış olmaktan gelen kibirli bir doyuma sahipti. Dandinin
karakterinin güzelliği hiçbir şeyden heyecanlanmamaya kesin
kararlı olmaktan kaynaklanan soğuk görünüşte yatmaktaydı.
Maalesef her yeri kaplayıp her şeyi eş düzeye getiren
demokrasinin yükselen suları insan onurunun bu son temsilcilerini
boğmaktaydı. Baudelaire yazısında dandiliğin aşırı bir
üst-baş bakımı, giyim-kuşam düşkünlüğü olmadığını,
başkalarına benzememe gereksinimine dayandığını, çöküş
dönemlerindeki son yiğitlik parıltısı, batan bir güneş
olduğunu, dandinin başkaldırmaya yöneldiğini söyleyecekti.
Baudelaire yazısında dandinin ruhsal soyluluğunu, onun iç
dünyasının üstünlüğünü öne çıkarıyordu.
Genelde felsefi
dandiliğin, özelde Baudelaire’in bireye ilişkin yaklaşımıyla
Foucault’nun bu konudaki düşünceleri arasındaki yakınlığa
dikkat çeken Anita Seppâ “Foucault, Enlightenment and the
Aesthetics of the Self” adlı yazısında Foucault’nun
Baudelaire’in yazılarındaki kendilik sanatı ve kendine özen
gösterme yaklaşımına önem verdiğini söyleyecekti. Baudelaire
için dandilik bireyin bedenini, davranışlarını, tutkularını ve
varlığını bir sanat eseri haline getirme çabasını temsil
ediyordu. Baudelaire’e göre kendine özen gösterme fark
kültürünün ifade bulmasıydı. Gerçek dandi kanunları, parayı,
konformizmi, evliliği, tipik ve normal olanı onaylayan biri
değildi, topluma ve resmi kültüre yabancılaşmış biriydi.
Foucault için dandi mükemmel bir varlık değildi. Ancak dandi
kendisinin tarihsel sınırlarının farkındaydı ve kendini
yaratma sürecinde bu sınırları bir şekilde ihlal etmekteydi.
XIX. yüzyılın son
döneminde dandiliğin dekadan edebiyatla ilişkisi güçlendi. Joris
Karl Huysmans’ın 1884’te yayınlanan A Rebours adlı romanının
dandi kahramanı des Esseintes, dekadan estet Oscar Wilde’ı
etkileyecekti. Wilde kitle kültürünün, medyanın geliştiği bir
dönemde yaşamını bir sanat eseri olarak kurmak isteyen bir
dandiydi. Elisa Glick’in “The Dialectics of Dandyism” adlı
yazısında dile getirdiği gibi (Cultural Critique, No.48, Bahar
2001) Wilde kitleleri hor görüyor, kitle kültüründen kaçmayı
arzuluyordu. Ancak Wilde yazılarıyla hayatını kazandığı için
basına ve izleyici kitleye muhtaçtı. Bilimsel rasyonaliteye,
çalışmaya, faydalı olmaya karşı çıkan dandi faydasızlığını
kamuoyuna "satmak" zorundaydı! Bazen-edebi kariyerinin ilk
döneminde olduğu gibi- “abartılı” elbiseler giyiyor, bazen de
alaycı pozları, nükteleri, zekası ve parlak konuşma yeteneğiyle
kamuoyunun ilgisini çekiyordu. Wilde 1881’deki ABD turunda yaptığı
konuşmalarda materyalist kabalığı eleştirecekti. Öte yandan
ultra sofistike bir estet olan Wilde “ıvır zıvırı” önemsiz
bulmuyor, tüm değersiz görünen küçük şeyleri ciddi olarak ele
almak gerektiğini, yaşamın tüm ciddi şeylerine de iyi
tasarlanmış bir sıradanlıkla yaklaşmak gerektiğini söylüyordu.
Queer kuramcısı Moe
Meyer “Under the Sign of Wilde: An Archaeology of Posing” adlı
yazısında (The Politics and Poetics of Camp’in içinde) Wilde’ın
camp'ı icat ettiğini söyleyecekti. Meyer’e göre Wilde’ın
camp pozları şeylerin düzeninin kaçınılmaz olmadığını ,
doğal görünenin doğal olmadığını, dolayısıyla hakim düzenin
tahrip edilebileceğini göstermekteydi. Wilde insanın hayattaki ilk
görevinin mümkün olduğunca yapay olmak olduğunu söylüyordu.
Sistemin doğal olgular olarak sunduğu ahlakı, duyguları ve
dürüstlüğü güvenilmez buluyor, doğal olanı yadırgatmak için
yüzeyin, biçimin önemli olduğunu düşünüyordu. Ciddi konularda
önemli olan şeyin dürüstlük değil stil olduğunu söyleyecekti.
Özcülüğe karşıydı Wilde, her kimliği yapay bir kurgu, maske
olarak görüyor kalıcı, tutarlı bir kimliğe sıcak bakmıyordu.
Ona göre katı, sahici bir kendilik fikri naifti. Zeki insanların
kendileriyle çeliştiklerini düşünüyor, doğal olmayan, çok
katmanlı bir anlam, bir camp gerçekliği yaratmak istiyordu. Wilde
erkek ve kadını net sınırlarla birbirinden ayıran egemen
toplumsal cinsiyet kategorilerini sorguluyor, pozuyla doğal kabul
edilen cinsel kimliklerin aslında birer toplumsal kurgu olduğunu
gözler önüne seriyordu. Wilde’a ateş püsküren İngiliz
muhafazakar orta sınıfı yaratıcılığın “efemine doğasını”
bir türlü kabul edemiyordu. Ancak Alan Sinfield’in de belirttiği
gibi Wilde ve diğer dandiler aylaklıkla, efeminelikle,
ahlaksızlıkla, sefih ve aşağılık olmakla eleştiriliyorlardı
ama suçlamalar arasında eşcinsellik yoktu. İlk kez 1895’te
Wilde’ın duruşmalarıyla birlikte kamuoyu nezdinde eşcinselliğin
adı konuldu. Daha önce psikiyatri literatüründe kullanılan
eşcinsel kavramı İngiliz dilinde yaygın olarak kullanılmaya
başladı. Wilde iki yıl hapis cezasına çarptırıldı ve 1900’de,
46 yaşında beş parasız olarak ucuz bir otel odasında öldü.
Dandilik XX. yüzyıl
başlarından itibaren düşüşe geçti. Bunda yaratıcılığın
eşcinsellikle olan ilişkisinden endişe duyan muhafazakar orta
sınıfın erkeksi değerleri toplumda egemen kılmak istemesinin
payı vardı. ABD’de yüzyıl başlarındaki egemen söylem
erkekliğin, ahlakın, erkeksi bir cesaret ve görev duygusunun
güçlendirilmesini hedefliyor, güçlü, kaslı erkek imajı
yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu. Rafine aydınların
halktan koptukları, yozlaştıkları öne sürülmekteydi. Öte
yandan yüzyıl başlarında gelişmesi hızlanan eğlence endüstrisi
kadın oyuncuyu, müzikhol şarkıcısını, kadın dansçıyı
sayıları gitgide artan izleyicilerin önünde sahneye
çıkarmaktaydı. Egemen kültürün temsilcileri dandinin verili
erkeklik modelini aşındıran teatral gösterisinin kamuoyunu
olumsuz bir şekilde etkileyeceğini düşünüyor, kadın starı
yegane seyirlik nesne olarak kurmak istiyordu. Dandi bu gelişmeye
karşı koyabilecek durumda değildi, kitle kültürüne karşı şu
ya da bu ölçüde elitist, mesafeli, muğlak bir duruşa sahipti,
kendini vererek bu kültüre katılamıyordu. Sonuç olarak kültür
endüstrisi orijinallik iddiasındaki dandinin kamuya yönelik
gösterisinin gerçekleşme koşullarını büyük ölçüde ortadan
kaldırdı. XX. yüzyıl boyunca dandilik çeşitli yerlerde ortaya
çıktıysa da etkin bir varoluşa sahip olamadı, kadın dandilerin
sayısı sınırlı kaldı. 1930’lar sonrasında Holywood
filmlerinin çoğunda dandi zayıf düşmüş erkekliğin göstergesi
olarak, daha sonraki dönemlerde ise seri katil ya da cinsel sapık
olarak sunuldu. Modern toplumun erkeksiliği öne çıkaran söylemi
erkek bedeninin giysi ve bakımla estetikleştirilmesini sınırlıyor,
eşcinsellikle ilişkilendiriyordu.
1970’ler sonrasının
her şeyin estetize edilmeye başlandığı post modern toplumunda
doğal olan güç kaybederken yapay olan öne çıktı, yüzey, dış
görünüş, stil önem kazandı. 1970’lerin gey kültürü bedene
ilişkin kendi tarzını yarattı. 1980’lerde maço erkek tipinin
gerilemesi ve artan ticarileşmeyle birlikte ana akım kültür erkek
bedeninin estetikleştirilmesi lehine esnekleşti. “Post modern
dandinin”, metroseksüelin ortaya çıkması 1990’larda
gerçekleşti. 1994’te ilk kez metroseksüel kavramını ortaya
atan İngiliz gazeteci Mark Simpson’a göre eskinin heyecansız,
kayıtsız, kendini yadsıyan, mütevazı, gösterişsiz
heteroseksüel erkeği kendisi için yeterince alışveriş
yapmıyor, kazandığı parayı harcaması için karısına
veriyordu. Metroseksüel erkek ise imajıyla yakından ilgilenmekte,
zamanının ve parasının önemli bir kısmını görünüşü ve
yaşam tarzı için harcamaktaydı. Tüketimcilik ideolojisinin
büyüsüne kapılmış metroseksüel kişisel imajını yüksek
klasik kültüre değil reklamlarda ve dergilerde gördüklerine
dayanarak kurmaktaydı. Metroseksüellik ana akımın ve kitlesel
tüketimin dışına çıkmayan bayağı bir olguydu ve erkek
bedeninin tümüyle ticarileştirilmesini temsil etmekteydi.
Metroseksüellik kimlikle ilgili bir tür endişeyle, erkeğin
“güçten düşmesiyle”, “erkeksi olmayan” arzularla
ilişkiliydi.
David Beckham’ın en
ünlülerinden biri olduğu metroseksüelller genellikle
heteroseksüel, genç erkeklerdi ve bazılarının fotoğrafları gey
dergilerinin kapaklarında yer alıyordu. Metroseksüel için
söylenenler onun erkek kimliği içinde rahat edemediği, kadınsı
bir yanının bulunduğu yönündeydi. Metroseksüel-bacaklarındakiler
hariç- vücudundaki kılları aldırıyor, parfüm, yüz ve cilt
kremleri, kozmetik ürünleri kullanıyor, solaryuma, güzellik
enstitülerine, jimnastik salonlarına gidiyor, saatlerce alışveriş
yapıyor, vücuduna oturan elbiseler giyiyor, giydiklerine ve
taktıklarına aşırı özen gösteriyordu. Metroseksüellik büyük
kente ait bir olguydu ve daha çok beyaz yakalılara, genç
profesyonellere hitap ediyordu. Genellikle narsistik özellikler
gösteren metroseksüeller eskiden kadınlarla ve eşcinsellerle
ilişkilendirilen bir estetiği sahiplenmiş görünüyorlardı. Her
ne kadar çağdaş dandiler olarak değerlendirilseler de
metroseksüelle XIX. yüzyılın dandisi arasında önemli farklar
vardı. Dandi bireysel olanın, orijinal olanın peşindeydi ve her
şeyi düzleyen kitle kültürüne, seri olarak üretilen metaların
dünyasına karşı mesafeliydi. Marka giyen metroseksüel ise
bireyler için “imaj paketleri” yaratan tüketim kültürünün
bir parçasıydı. Metroseksüelin imajı ürünün imajı, kimliği
markanın kimliğiydi. Cinsel kimliğine ilişkin “muğlak”
görünüşe gelince bu heteroseksizmin, kendisini yenileyerek
güçlendirmek amacıyla –geçmişte baskı altında tuttuğu-gey
kültürüne ilişkin bazı öğeleri çarpıtıp eklektik bir
şekilde bir araya getirerek kendine mal etme çabasının bir
ürünüydü.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Alan Sinfield, The Wilde
Century: Effeminacy, Oscar Wilde, and the Queer Moment, Columbia
University Press, 1994, 216 s.
der. Moe Meyer, The
Politics and Poetics of Camp, Routledge, 1993, 240 s.
Rhonda K. Garelick, Rising
Star: Dandyism, Gender, and Performance in the Fin de Siècle,
Princeton University Press, 1999, 232 s.
Jessica R. Feldman, Gender
on the Divide: The Dandy in Modernist Literature, Cornell University
Press, 1993, 293 s.
Ellen Moers, The Dandy:
Brummell to Beerbohm, Viking Press, 1960, 372 s.
Charles Baudelaire, Modern
Hayatın Ressamı, çev. Ali Berktay, İletişim Yayınevi, 2003, 256
s.
Michel Onfray, Le désir
d’être un volcan, Grasset, 1996, 391 s.
Jules Barbey D’Aurevilly,
Dandyism, PAJ Publications, 1988, 80 s.
ORGAZM
Eski Yunan’dan beri
Batılı toplumların tarihine bakıldığında orgazmla ilgili
yaklaşımların esas olarak erkeğin orgazmına merkezi bir rol
verdikleri görülüyor. Bununla birlikte batıda XVIII. yüzyılın
sonlarından itibaren kadın orgazmını neredeyse yok sayan
yaklaşımla kıyaslandığında Eski Yunan düşüncesinin kadının
cinsel ilişkiden aldığı hazla nispeten daha çok ilgilendiği
söylenebilir. Eski Yunan’da cinsel organların ısınması cinsel
birleşmenin önemli bir öğesi olarak ele alınmaktaydı. Thomas
Laqueur’ün de dikkat çektiği gibi (Making Sex’in içinde) tıp
hekimi-yazarı Galenos kadın ve erkeğin birlikte orgazm olmasının
döllenme için gerekli ısıyı sağlayacağını ve böylece yeni
bir yaşamın tohumlarının atılacağını düşünüyordu.
Galenos’un cinselliğe ilişkin düşünceleri kadın-erkek
eşitliğine dayalı bir modele dayanmıyordu. Thomas Laqueur’ün
“Orgasm, Generation, and the Politics of Reproductive Biology”
adlı yazısında belirttiği gibi ( The Making of the Modern
Body’nin içinde) Galenos kadının cinsel birleşme sürecindeki
ısısının az olduğunu belirtiyor, daha çok erkeğin ısısını
öne çıkarıyordu. Bununla birlikte kadının “cinsel
yetersizliği” kadının erkekten farklı bir cinsel yapıya sahip
olmasından ziyade kadının “erkekten türemiş bir varlık
olmasıyla”, hiyerarşik olarak erkeğin altında olmasıyla, daha
az mükemmel bir bedene sahip olmasıyla ilişkiliydi. Galenos’a
göre kadın erkeğin kopyasıydı, kadının cinsel organlarıyla
erkeğin cinsel organları aynıydı, sadece birincisinin cinsel
organları içerdeyken ikincisinin dışarıdaydı. Galenos’ta
olsun Hipokrat’ta olsun kadının orgazmı, sıvısı döllenme
açısından bir biçimde önemli görülüyordu. Ama sonuçta bu
model erkeğin kadının içine girmesini temel alan bir modeldi ve
Foucault’nun da dikkat çektiği gibi Hipokrat’ın boşalma
şeması erkeksi modelin dışlayıcı egemenliğini yansıtmaktaydı.
Öte yandan kadının orgazmının döllenme açısından gerekli
olduğu konusunda bir görüş birliği yoktu. Örneğin Aristoteles
kadın orgazmını üremeden koparıyor, kadının zevk almasının
döllenme açısından gerekli olmadığını, erkeğin boşalmasının
yeterli olduğunu söylüyordu.
Ortaçağda kilise kadının
cinsel arzusu hakkında olumsuz fikirlere sahipti .Tıp çevreleri
ise bir biçimde kadın orgazmının ve sıvısının döllenme
açısından gerekli olduğunu düşünüyordu. XI. yüzyılda İbni
Sina kadının cinsel organının sıvı salgılamadan çocuğun
doğumunun mümkün olmadığını söyleyecekti. Ancak farklı
görüşler de mevcuttu ve XIII. yüzyılda kadın orgazmının ve
sıvısının döllenme açısından gerekli olmadığı yolunda
görüşler dile getirilecekti. Bununla birlikte kadının arzusu
cinsel birleşmenin koşullarını hazırlayan bir faktör olarak ele
alınıyordu. Rönesans döneminde kadının arzusuna ve orgazmına
döllenme için gerekli ısıyı sağlaması açısından önem
veriliyor, yeterli ısı sağlanmadığında gebeliğin
gerçekleşmeyeceği düşünülüyordu. Öte yandan kadının
vajinanın dışında bir klitorise sahip olduğu ve bu organın
kadınlar için bir zevk kaynağı olduğu keşfedilmişti! Jonathan
Margolis’in söylediği gibi klitorisle ilgili ilk yazılı çalışma
1558’te İtalyan anatomi bilgini Mateo Colombo tarafından
yayınlanacak, klitorisi “çok güzel ve yararlı bir şey”
olarak tanımlayan yazar hapsi boylayacaktı. Kadınların üreme
amacına yönelik olmayıp sadece zevk almaya yarayan bir organa
sahip olması özellikle muhafazakar çevreleri rahatsız etmekteydi.
İşin kötüsü klitoris büyüyüp uzadığında penise benziyordu!
XVI. yüzyılda uzamış klitorisleriyle erkeklere tecavüz eden
kadınlara ilişkin korkulu fanteziler mevcuttu. XVIII. yüzyılda
bir papaz günlüğüne bir kadının klitorisiyle diğer kadınları
taciz ettiğini yazacaktı. Tıbbi çevreler klitorisin kadınlar
için zevk kaynağı olduğunu kabul ediyorlar, onu penisin türdeşi
olarak tanımlıyorlardı. Vajina penisin içsel benzeri, klitoris
ise dışsal benzeriydi. Thomas Laqueur’e göre XVII. yüzyıl
yazarları kadın ve erkek arzusunun esas olarak aynı tür organda
ikamet ettiğini düşünüyorlardı. Kadın ve erkeğin “cinsel
türdeşliğine” dayalı bu model XVIII. yüzyıl sonlarından
başlayarak terk edilecek, yerini cinsel farklılığa dayalı yeni
bir modele bırakacaktı.
XVIII. yüzyılın
sonlarında kadın ile erkek arasında cinsiyet ve arzu açısından
büyük farklar olduğu “keşfedildi”! Laqueur’ün de
belirttiği gibi daha önceki yüzyıllarda kadın orgazmının
döllenme açısından gerekli olduğu düşünülürken bu kez
kadının aldığı haz gebe kalmanın bir koşulu olmaktan çıktı,
kadın orgazmı insan fizyolojisinin periferisine itildi, çok özel
olmayan bir hisse indirgendi, klitorisin hazsal öneminin üstü
örtülmeye çalışıldı, kadının arzusu önemsiz olarak
görülmeye başladı. Yeni modelde kadının cinsel organları
erkeğinkilerin türdeşi olmaktan çıktı ve farklı cinsel
organlar olarak tanımlanmaya başladı. Eril akıl “dişil”
arzuyu, tutkuyu, şehveti disiplin altına almaya yöneldi. XIX.
yüzyıl modernliği kadının evlilik ilişkisi içinde aldığı
vajinal hazzı üreme sürecini kolaylaştıran (ama zorunlu olmayan)
bir etken olması bağlamında kabul etmekteydi ama üremeyle
ilişkili olmayan klitoral hazzı ve orgazmı dışlamaktaydı.
Kadının erkeğe oranla daha az cinsel arzuya sahip olduğu, olması
gerektiği düşünülüyordu. Nancy Tuana’nın “Coming to
Understand: Orgasm and the Epistemology of Ignorance” adlı
yazısında dikkat çektiği gibi (Hypatia, 2004, 19. 1 ) XIX. yüzyıl
bilimi sapkınlığı ortaya çıkarmak ve kontrol altına almak için
gözünü kadınların klitorislerinin yapısına dikmişti.
Modernlik kadınların
“aşırı arzusunu” inzibat altına almak için onların
klitorislerini ameliyatla (clitoridectomy) kesip alacaktı. Anne
Koedt’in “The Myth of the Vaginal Orgasm” adlı yazısında
belirttiği gibi büyük bir klitoris çirkin ve erkeksi olarak
değerlendiriliyor, erkekliğe yönelik bir tehdit olarak
algılanıyordu. XIX. yüzyılın eril söylemi cinsel ilişkiyi
–“aktif”-erkeğin “pasif” kadının vajinasının içine
girmesi, duhul temelinde tanımlıyor, kadının klitorisi
aracılığıyla kendi kendini tatmin etmesini kabul etmek
istemiyordu. XIX. yüzyılda kadınların klitorisleri aracılığıyla
orgazma ulaşmaları tıp otoritelerini ürkütüyor, doktorlar
klitorisi “büyük” olan kadınları mastürbasyon yapmakla,
lezbiyen ya da nemfoman olmakla suçluyorlardı. Böylece
patolojikleştirilen “büyük” klitoris ahlaki bir yozlaşma
belirtisi olarak görülüyor, ırkçı biçimler altında,
canavarlaştırılmış, vahşileştirilmiş fizyolojik imgelerle
ilişkilendiriliyordu. Vajinal duhulü cinsel ilişkinin tek meşru
biçimi olarak gören modernlik kadınların üremeden ve duhulden
özerkleşmiş klitoral tatmin biçimlerine, özellikle lezbiyen
ilişki yoluyla tatmine büyük tepki duyuyordu. Dönemin yaklaşımına
göre uygarlık süreci erkeklerle kadınların biyolojik yapıları
itibariyle birbirlerinden giderek daha fazla ayrılmalarına,
farklılaşmalarına dayanmaktaydı. Bu düşünce açısından
lezbiyenler cinsel olarak henüz erkeklerden yeterince
farklılaşmamışlar, “erkeksi kalmışlardı”! Lezbiyenler
insanlığın evrim sürecinin “geri” bir aşamasına ait,
“ilkel” bir cinselliğe sahip dejenere yaratıklardı!
XIX. yüzyılda kadın ve
erkek cinselliği, arzusu sadece fizyolojik temelde değil aynı
zamanda sosyal ve kültürel temelde de farklılaştırıldı,
kadının biyolojik ve toplumsal cinsiyeti- erkeğinkinin lehine-
farklılık temelinde inşa edildi, kuruldu. Margolis’in de dikkat
çektiği gibi kadın orgazmının bir tehlike olarak algılanıp
kontrol altına alınmak istenmesi doğumla ve mülkiyetle ilgili
hakların gelişmesiyle de bağlantılıydı. Kadına düşen haz
almak değil babasının soyadını taşıyacak çocuklar doğurmaktı!
Öte yandan duhule dayalı, üreme amacına hizmet eden vajinal
orgazmı tek meşru tatmin biçimi olarak gören modernliğin eril
tıp bilimi bu şekilde orgazma ulaşamayan kadınları “tatminsiz”
olarak nitelemekte ve onları muhtelif “kadın hastalıkları”
kategorilerinin altında sınıflandırmaktaydı. Bu “hastalıklardan”
biri frijitlik idi. Koedt’in de belirttiği gibi frijitlik erkekler
tarafından kadının vajinal orgazma ulaşmadaki başarısızlığı
olarak tanımlanmaktaydı. Frijitlik psikolojik bir problem olarak
ele alınacak, psikiyatristler bu “rahatsızlığı” kadınlık
rolüne adapte olmadaki yetersizliğin bir sonucu olarak
göreceklerdi. Koedt’e göre erkekler kadınların klitoral yoldan
orgazm olabileceğini pekala biliyorlardı ama erkeğin orgazmı
vajinanın içine girerek gerçekleşebildiği için duhulü tek yol
olarak kadınlara dayatmak istiyorlardı. Kadının orgazmına yol
açan, esas cinsel uyarım gücüne sahip organ klitoristi, vajina
yüksek cinsel duyarlığa sahip bir organ değildi, orgazm amacıyla
yaratılmamıştı, kadının orgazmının nedeni penisin vajinanın
içine girmesi değil bu esnada klitorisi uyarma ihtimaliydi. Bu
ihtimal gerçekleşmediği taktirde kadın orgazm olamıyor ve
erkeklerce frijit olarak damgalanıyordu. Erkekler orgazm olamayan
kadınların kendilerini suçlu hissetmelerini, kendi kendilerinden
nefret etmelerini, özgüvenlerinin azalmasını istiyorlardı.
Böylece kadınlardan daha çok kadınsı olmaları için çaba
göstermeleri isteniyordu. Koedt’e göre lezbiyen ilişkilerde
kadınlar erkek cinsel organına gerek olmaksızın tatmin
oluyorlardı, kadınların kadınlarla değil erkeklerle yatağa
girmesinin nedeni sadece psikolojikti. Erkekler kadınların lezbiyen
ilişkilere girmesinden korkuyorlardı, çünkü bu durumda
heteroseksüellik mutlak olmaktan çıkıp tercihe bağlı hale
geliyor , heteroseksüellik kurumu tehdit altına giriyor, egemen
kadın-erkek rollerine dayalı sistem sorgulanmaya açık hale
geliyordu.
Eril modernliğin XIX.
yüzyılın ikinci yarısında -“tek meşru tatmin biçimi”
olarak kabul ettiği- vajinal orgazma ulaşamayan kadınlarla ilgili
kurduğu bir başka hastalık histeri idi. Rachel P. Maines’e göre
cinselliğin erkek merkezci yorumu seksi duhule yönelik ön sevişme,
duhul ve erkek orgazmı üçlüsü çerçevesinde tanımlıyor, bu
model içinde tatmin bulamayan kadınların durumunu ise histeri
kategorisi altında tıbbileştiriyordu. Doktorlar histerinin
tedavisi için kadının cinsel organlarına masaj yapılarak onun
orgazma ulaştırılmasını amaçlayan bir tedavi uyguluyorlardı.
Başlarda bu masaj ya doktorun kendisi ya da ebe tarafından elle
yapılıyordu ve hem yorucu hem de zaman alıcıydı ( bazen bir
saate yakın sürebiliyordu). 1880’lerde elektro-mekanik vibratörün
yapılmasıyla birlikte doktorların masaja ayırdıkları süre çok
kısaldı, kazançları arttı. XX. yüzyıl başlarından itibaren
kişisel vibratörlerin piyasaya sürülmesiyle birlikte evlerde
vibratör kullanımı başladı. Pille çalışan ilk ev aletlerinden
biri vibratör idi. 1918’de kadınlara yönelik ev aletleri satan
bir şirketin reklam katalogunda saç kurutma makinesi, ütü ve
mikserin yanı sıra vibratör de bulunuyordu.
Modernliğin klitoral
orgazmı dışlayan yaklaşımı XX. yüzyılın ilk yarısında da
devam etti. Klitoral orgazmı kadına “uygun görmeyen” önemli
bir yazar Sigmund Freud idi. Freud’a göre klitoral orgazm cinsel
gelişmede henüz olgunluğa erişmemiş kız çocukların
klitorislerini uyararak gerçekleştirdikleri bir tatmin yoluydu.
Kadın olmak, olgun hale gelmek için klitoral orgazm terk edilmeli
vajinal orgazma yönelinmeliydi. Freud’un takipçileri klitoral
orgazmın kadındaki penis hasediyle ilişkili olduğunu , kadınların
erkek gibi olmak için bu yola başvurduklarını, klitoral uyarmanın
erkeksi olduğunu savlayacaklardı. Luce Irigaray Freud’un
düşüncesindeki erkeksi klitoral aktiflikten kadınsı vajinal
pasifliğe doğru gelişen- cinsel açıdan normal bir kadın olma
yönündeki- sürecin erkek cinselliğinin pratiği tarafından
tanımlandığını söyleyecekti. Irigaray’a göre kadının hazzı
oto-erotikti, kadının cinsel organının iki dudağı sürekli
olarak birbirlerine değmekte, birbirlerini uyarmaktaydı. Öte
yandan XX. yüzyılın ilk yarısında da doktorlar kadınların
klitorislerindeki “sapkınlık emarelerini” yakından izlemeye
devam etmekteydi. ABD’de 1935-1941 yılları arasında kadınların
klitorislerini inceleyen, ölçen doktorlar “sapkın cinsel
organların” “normal” kadınlarınkine oranla daha farklı
olduğunu, “ereksiyona meyilli olduğunu” söyleyeceklerdi.
XVIII. yüzyıldan beri
kadının cinsel arzusu ve orgazmı modernlik açısından bir endişe
kaynağı olagelmişti. Eril ideoloji bilgi alanında olsun cinsellik
alanında olsun şeylerin “içine nüfuz ederek” onları
kavramaya çalışıyordu. Modernliğin “duhul modelinde”
kadından beklenen şey- orgazm taklidini içerse bile- “pasif
içeri kabul edici” normuna uymasıydı. James A. Steintrager’in
“‘Are You There Yet?’ : Libertinage and the Semantics of
Orgasm” adlı yazısında belirttiği gibi ( differences: A Journal
of Feminist Cultural Studies, 1999, 11. 2 ) kadın orgazmı gebelik
ve türün devamı açısından gerekli olmaması nedeniyle erkeklere
gizemli bir şey olarak görünüyordu. Erkeğin orgazmı görünürdü
ve “dışarıda” gerçekleşiyordu ama kadının orgazmı
“içeride” gerçekleşiyordu ve görünmezdi ve bu durumda
erkeğin kadın orgazmına yönelik merakı anlaşılamayan bir şeyin
şifresini çözmeye, onu anlaşılır kılmaya yönelmişti! Ancak
kadın orgazmı bir türlü objektif olarak ölçülemiyor, kadının
arzusu bir kara kutu olarak kalıp sırrını kimseye vermiyordu!
Kadınların orgazm taklidi yapma ihtimali erkeklerin kadın
orgazmının muammasını çözme uğraşlarını beyhude bir çabaya
dönüştürmekteydi!
Modernliğin erkeğinin
kadın orgazmına yönelik merakı 1950’lerden sonra gerçekleşen
“orgazm sayma” teknikleri sayesinde bir ölçüde giderildi!
Ancak ortaya çıkan sonuçlar erkekler açısından pek iç açıcı
değildi! Kinsey’ in ve daha sonraları Masters ve Johnson’ın
çalışmaları erkeklerden farklı olarak kadınların –araya bir
“geriye çekilme” süresi girmeden- çok sayıda orgazm
yaşadıklarını ortaya koymaktaydı. Klitorisleri vibratörle
uyarıldığında kadınların arka arkaya 20-50 orgazm
yaşayabildikleri ortaya çıkmıştı. Ama Masters ve Johnson’ın
1966 yılında yayınlanan çalışmasının asıl önemi kadın
orgazmının klitoristen kaynaklandığını göstererek modernliğin
duhule dayalı kadın orgazmı modeline büyük bir darbe
indirmesiydi. Böylece kadının orgazm olmak için erkeğin içine
girmesine ihtiyacı olmadığı ortaya konmuş oluyordu. Masters ve
Johnson’ın çalışmaları ikinci dalga feminizm için esin
kaynağı olacak, 1970’te Anne Koedt’in “Vajinal Orgazm Miti”
adlı yazısının yayınlanmasını takip eden süreçte kadın
orgazmı duhulden özerkleşecek, mastürbasyon ve lezbiyen ilişkiler
bir alternatif haline gelecekti.
Orgazm çok eski
zamanlardan beri ölümle ilişkilendirilmekteydi. Orgazmda
cinselliğin sınırları “zorlanıyor”, bir tür bedensel ihlal
ortaya çıkıyordu. Eski Yunan’da epilepsi krizi orgazma
benzetilmekteydi. Michel Foucault’ya göre eski Yunan’da cinsel
edim bireyin gücünü tüketen, onu bitkin düşüren bir tür
ölümcül edim olarak ele alınmaktaydı. Cinselliğe bağlı olduğu
düşünülen ölüm bir yandan aşırı sarfiyat korkusuyla
ilişkiliyken öte yandan bireye verilmeyen sonsuzluğu türe
sağlamak gibi bir boyuta sahipti. Bu bağlamda bireyin kendi cinsel
şiddetini denetlemesi , cinsel edimini ölçülü hale getirmesi
gerekiyordu. Ölçüsüzlük durumunda irade dışı güçler
boşalıyor, insanın enerjisi zayıflıyor ve bu durum bireyin
onurlu bir soy bırakmadan ölümüne neden olabiliyordu. Tam orgazmı
sağlık açısından vazgeçilmez gören Wilhelm Reich’da ölüm
korkusunun bilinçaltındaki orgazm endişesiyle yakın ilişkisine
dikkat çekecekti. Hiçleşme özlemiyle orgazmdaki çözülüp
dağılma eğilimi arasında bir bağlantı vardı. George
Bataille’da ölümün cinsel edimle olan ilişkisine dikkat
çekecekti. Orgazm bir anlamda “küçük ölümdü”. Orgazm
endişesi üremeye endeksli hayvan doğasının cinselliğiyle
bağlantılıydı. Bataille üremeye bağımlı olmayan bir insan
erotizmine eşlik eden hazzın önemini vurgulamaktaydı. Erotizm
üremeden koparıldığında, “faydasız” hale getirildiğinde
cinsel edim ihlalci bir harcama niteliği kazanmaktaydı. Varolan
çalışma dünyası hep biriktirmeyi, faydalı olanı öne
çıkarmaktaydı. Erotik aşırılık ise düzensizliği ve karmaşayı
çağrıştıran niteliğiyle yıkıcı bir israfa, ölümcül bir
zirve noktasına, “küçük ölüme” yönelmekteydi. Orgazm
“yararsız harcamaydı”.
Bu noktada –okuyucunun
affına sığınarak- orgazmla ilgili bazı spekülatif düşünceler
öne sürmek “yararlı” olabilir! 1960’lara kadar süren modern
toplum kitlesel emek gücü kullanımını gerektiren fordist
sanayisinde çalışacak çocukların doğurulmasına ve
yetiştirilmesine yönelik bir cinsellik-orgazm-annelik modeli
kurmuş, erkeğin tatminini birinci plana koymuştu. Tutumluluğun,
biriktirmenin kural olduğu, faydasız, israfa yönelik olanın
mahkum edildiği bu sistemde kadınlar için tek meşru orgazm biçimi
üreme sürecine bağımlı , aile çerçevesi içinde gerçekleşen
“edepli” vajinal orgazmdı. Üremeyi kolaylaştırmaya değil
hazza yönelik olan “faydasız” klitoral orgazm dışlanmaktaydı.
Gebe kalmak açısından gerekli olmadığı bilimsel olarak ortaya
konmuş vajinal orgazma “olmasa da olur” kabilinden yaklaşılıyor,
kocalar eşlerinin orgazm olup olmadıklarıyla ilgilenmiyor, onların
orgazm taklitlerini “yutuyorlardı”! Ancak orgazmın yokluğu
–eril tıp bilimince kurulan- bir patolojiye dönüştüğünde
doktorlar duruma müdahale ediyordu. Klitoral orgazm, mastürbasyon
bir “yararsız harcama”, israf olarak görülüyor, cinsel
“tutumluluk ekonomisi” “haz ekonomisini” disiplin altında
tutuyordu! Vajinal orgazmın dışındaki orgazm biçimleri
“sapkınlık” kategorileri içine sokulmaktaydı. Duhul, içine
girme, nüfuz etme aynı zamanda “kara kıtayı”, Afrikayı ilhak
etmeye yönelen “derin sömürgeciliğin” söylemine aşina
kavramlardı. Freud’un “kara kıta” olarak adlandıracağı
kadının, “kara kutusu” “uygar”, beyaz, heteroseksüel
erkeğin onun derinine nüfuz etmesiyle inzibat altına
alınabiliyordu! Evrensel tek doğruyu savunan modernlik duhule
dayalı vajinal orgazmı kadının tek meşru orgazm biçimi olarak
görmekteydi. Modernliğin “duhule hazırlık-duhul-erkek orgazmı”
şeklinde özetlenebilecek cinsellik modeli modernliğin tarihsel ve
toplumsal süreçlere lineer, evrimci bir şekilde yaklaşan
anlayışına yabancı değildi. Modernlik ereksiyonu sadece erkekler
için meşru görüyor, kadının cinsel organının ereksiyonu bir
patoloji olarak, erkekliğe özenme olarak kuruluyordu. Öte yandan
erkeğin ereksiyon halindeki penisi ışığın altında dimdik,
görünür halde dururken kadının cinsel organları “endişe
uyandıran bir karanlığa gömülmüştü”! Modernliğin erkek
orgazmı anlayışı teleolojik, ereksel idi! Toplumsal evrim gibi
cinsel ilişki de bir “amaca yönelik olarak” gelişiyor, netice
orgazm biçiminde ortaya çıkıyordu! Hedef ve orgazm tek idi!
Post modern toplum
orgazmda önemli değişiklikleri beraberinde getirdi. 1960’lı ve
1970’li yılların kadın hareketi modernliğin vajinal orgazm
modeline sert eleştiriler yönelterek erkeğin duhulünün zorunlu
olmadığı, tercihe bağlı olduğu klitoral bir orgazm yaklaşımını
öne çıkardı. Erkek orgazmının “tekliği” karşısında
kadının çoklu orgazmları gündeme geldi, eril bedenin
cinselliğinin penis bölgesiyle sınırlı olmasına karşın kadın
bedeninin her tarafının erojen olduğu, çok katmanlı bir
cinselliğe sahip olduğu belirtildi. 1980’lerden sonra hızla
gelişen ve muhalif hareketleri asimile etmeye yönelen post modern
tüketim kapitalizmi daha önceki kadın hareketinin muhalif
yaklaşımlarını kendi ticari-kültürel söylemi içinde yeniden
biçimlendirdi. Post modern kapitalizm tutumluluk öneren
modernlikten farklı olarak “yararsız harcamayı” tüketimin
arttırılması açısından yararlı buluyordu. Böylece yeni
toplumda “cinsel tutumluluk” yerini hazzın ertelenemezliğine
bıraktı, bedenin “cinsel israfı” seks endüstrisinin ticari
kanallarına akıtılmaya çalışıldı. Modernliğin sapkın ilan
ettiği cinsel hazlar ticari bir bağlam içinde meşrulaştırıldı.
Orgazmla ilişkili olarak kadında G- noktasından sonra U-noktası
ve X-noktası keşfedildi! Bedenin farklı, çoklu cinselliklerine,
orgazmlarına tekabül eden farklı ticari cinsel ürünler
geliştirildi, tek cinsellik-orgazm modeli sona erdi. Modernliğin
kişilerde suçluluk duygusu uyandıran, itham edici tatminsizlik,
frijitlik gibi kavramları yerlerini “ketlenmiş cinsel arzu” ya
da “ketlenmiş orgazm” vb. teknik kavramlara terk etti, eskinin
dışlanan “sapkın hastası” bu kez terapi sektörünün kendine
çekmeye çalıştığı saygın bir müşteriye dönüştü.
Modernliğin “derinlik, ağırlık saplantısı” varken post
modernlik her şeyi yüzeye doğru çekti, hafifletti, kadının
hazzı ve orgazmı eskiden tıkıştırılmış oldukları “karanlık
kuyudan, dipten” yüzeye çıkarılarak görünür, ölçülebilir
kılındı, tekinsizliklerinden arındırıldı! Orgazm tinselliğin,
duygunun “ağırlığından kurtuldu”, hazzı teknikleştiren
tüketim kültürünün bir parçası olarak yeniden kuruldu, “ön
hazırlık gerektirmeyen” ortamlarda endüstriyel olarak üretilmiş
fantezilerin eşliğinde gerçekleştirilebilir hale geldi, bir tür
“cinsel egzersize”, “fitness etkinliğine” dönüştü! Post
modernlik sadece modernliğin üniter olarak örgütlenmiş ulus
imgesini sarsmakla kalmadı, üniter olarak kurulmuş bedenini de
parçaladı; çok etnili ulusu ve cinsel coğrafyası itibariyle çok
parçalı bedeni yarattı! Çoklu cinsellikler, cinsel çeşitlilik
çok kültürlülüğü, kültürel çeşitliliği yeni iktidar
biçimleri altında kuran söylem tarafından şekillendirilmeye
çalışıldı.
Günümüzün tüketim
toplumunda cinsel-orgazmsal çeşitlilik önemli ölçüde cinsellik
piyasasının-ticari- fark yaratmaya yönelik “çoğulculuğuna”
eklemlenmiştir.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
der. Catherine Gallagher
and Thomas Laqueur, The Making of the Modern Body: Sexuality and
Society in the Nineteenth Century, University of California Press,
1987, 242 s.
Thomas Laqueur, Making
Sex: Body and Gender From the Greeks to Freud, Harvard University
Press, 1999, 313 s.
Michel Foucault,
Cinselliğin Tarihi, Çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı
Yayınları, 2003, 509 s.
Rachel P. Maines, The
Technology of Orgasm: Hysteria, the Vibrator, and Women’s Sexual
Satisfaction, The John Hopkins University Press, 1999, 181 s.
Jonathan Margolis, O: The
Intimate History of the Orgasm, Grove Press, 2004, 416 s.
Luce Irigaray, This Sex
Which is Not One, Cornell University Press, 1985, 223 s.
Wilhelm Reich, Bedensel
Boşalmanın İşlevi, Çev. Bertan Onaran, Payel Yayınları, 1994,
336 s.
Georges Bataille Erotism:
Death and Sensuality, City Light Publishers, 1986, 276 s.
Shere Hite, Hite Raporu,
Çev. Esin Eden, Cep Kitapları, 1984, 555 s.
William H. Masters and
Virginia E. Johnson, Human Sexual Response, Lippincott Williams+
Wilkins, 1966, 366 s.
ERKEK DANSÇI VE
MODERNLİK
XIX. yüzyılda Avrupa’da
sahnelerde erkek dansçılara çok fazla rastlanmaması, balenin
kadına mahsus bir sanat biçimi olarak görülmesi, XX. yüzyılın
ortalarına kadar dansın erkekler için “meşru” bir meslek
olarak kabul edilmemesi, tüm bunlar erkeklerin sosyal ortamlarda
dans etmesini değilse bile sahnede dans etmesini sorunlu hale
getiren bir ortamın varlığına işaret ediyor.
Oysa Avrupa’da XIX.
yüzyıldan önce erkekler dans sahnesinde kadınlar karşısında
sayısal üstünlüğe sahipti. Bale XV. yüzyılda İtalya’da
saraylarda ortaya çıktı ve XVI. yüzyılda Fransa’da saray
erkanı içinde gelişmesini sürdürdü. Genellikle dans tarihçileri
tarafından bale olarak kabul edilen ilk gösteri 1581’de Fransa’da
amatör aristokratlar tarafından gerçekleştirildi. 1650’li
yıllarda saraydaki balelerde dans eden Fransa kralı XIV. Louis
daha sonra bir dans akademisi kuracak ve burada profesyonel erkek
dansçılar eğitilecekti. Zaman içinde kral ve soylular yavaş
yavaş danstan çekildi, gösteriler büyük ölçüde profesyonel
dansçılar tarafından gerçekleştirilmeye başladı. İlk dönemde
tüm dansçılar erkekti ve kadın rolleri maske takmış erkek
dansçılar tarafından oynanıyordu. Michelle McAvoy’un “The
Taboo of the Male Dancer” adlı yazısında belirttiği gibi XVII.
yüzyıl sonlarına doğru kadınlar da profesyonel dansçı olarak
sahneye çıkmaya başladı. Sahnede ikincil roller verilen kadın
dansçıların etekleri uzun ve ağırdı, hareket esnekliği
erkekteydi. Sahnede erkek dansçıların sayısal üstünlüğü
XVIII. yüzyılda da devam etti.
Avrupa’da XIX. yüzyıl
erkekle kadın arasındaki toplumsal cinsiyet rollerinin net
sınırlarla birbirinden ayrılarak yeniden kurulduğu bir yüzyıldı.
Erkek, bedenden uzaklaşarak akla, bilime, siyasete, iş hayatına,
felsefeye yönelen aktif, gözlemleyen, kontrol eden bir özne olarak
kurulurken kadın büyük ölçüde bedeniyle tanımlanan, bakılan,
seyredilen pasif bir nesne olarak inşa edilmekteydi. XIX. yüzyıl
erkek bedeninin temsillerinin sorunlu bir hale geldiği bir dönemdi.
Ramsay Burt’un da dikkat çektiği gibi bu yüzyılda resimde ve
heykelde çıplak erkek figürü ortadan kaybolacaktı. Orta sınıftan
erkekler beden hatlarını göstermeyen koyu renkli, sade takım
elbiseler giymeye başlamışlardı. Gösteri sanatlarının görece
alt bir statüye sahip olduğu XIX yüzyılda erkeğin sahne üzerinde
bedenini öne çıkararak icra ettiği gösteriler orta sınıfın
“ciddiyet kültürü” açısından problemli bir görünüm arz
ediyordu.
Bruce Fleming’in
söylediği gibi sahne üzerinde erkeğin en az kabul gördüğü
alan danstı. Tiyatro sahnesindeki erkek konuşmasıyla öne çıktığı
için daha kabul edilebilir bir konuma sahipti. Opera ise kabul
edilebilirlik skalasında aralarda bir yerde duruyordu, ne de olsa
sahnede şarkı söylemek erkeğe yakışan bir davranış değildi!
Fransa ve İngiltere’de bale burjuvaların denetimindeydi ve bu
kesim eski soylu sınıfından erkek dansçıların devamcısı
olarak gördüğü baletleri aristokratik dejenerasyonla, dekadansla
ilişkilendirmekteydi. Romantik balenin hakim olduğu 1830-1870
yılları arasında erkek dansçıların yeterince erkeksi
görülmedikleri bu iki ülkede baletlerin sayısı hızla azalıp
balerinlerin sayısı artacak, bale bir kadın mesleği olarak kabul
edilecekti.
Romantik bale döneminde,
dans eden baletin dar giysisiyle ve hareketleriyle “efemine” bir
görünüm sergilediği yolundaki görüşler yaygındı. 1840’lı
yıllarda sahnelerin erkek dansçılara yasaklanmasını savunan
görüşler mevcuttu. Dans seyircisinin heteroseksüel erkek
olduğunun varsayıldığı bir dönemde dans eden erkek bedenini
seyretmekten zevk almak sorunlu bir hal alıyordu. Düette balet
salondaki erkek izleyicilerin bakışının kendi bedenine
yönelmemesi için sahnede erkeksi bir gösterişe girişiyor, güçlü
bir görünüm sergileyerek bakışlarını aktif bir şekilde
balerine doğru yöneltiyor, onu erkek bakışının nesnesi olarak
seyirciye sunuyordu. Heteroseksüel erkek seyirci baletle
özdeşleşerek onun kadın üzerindeki hakimiyetini teyit
etmekteydi.
Eski kadın dansçıların
uzun ve ağır eteklerinden farklı olarak yeni balerin kısa ve
hafif etekler giyiyor, uçlu bale ayakkabısının üzerinde
hareketleri hafif bir nitelik kazanıyor, tüy gibi hafif, dünyevi
olmayan bir varlık görüntüsü sergiliyordu. Balet ise bu “hafif,
akışkan, süzülüp duran, narin” varlığa doğru hamle ediyor,
atletik hareketleriyle, sıçrayışlarıyla onun etrafında
dolaşıyor, ona rehberlik ediyor, onu tutuyor, yönlendiriyor,
havaya kaldırıyordu. Balerinin kontrol altında tutulması sadece
baletin çabalarıyla sınırlı değildi. Balerinlerin sahnelerdeki
sayısal çoğunluğuna karşın koreografların, bale
yöneticilerinin neredeyse tamamı erkekti. Susan Leigh Foster “The
Ballerina’s Phallic Pointe” adlı yazısında (Corporealities’in
içinde) baledeki kadın karakterlerin seçiminin, kurgulanmasının
erkeğin cinsel üstünlüğünü teminat altına alacak bir biçimde
gerçekleştirildiğini söyleyecekti.
Tüm bunlara karşın
baletin “efemineliği” konusundaki kuşkular son bulmuyordu. Ne
de olsa dans duygularla ilişkiliydi ve erkekten beklenen duygularını
dışa vurmaması,“yumuşamaması” idi! Erkeğin sahnede bir
yandan tayt giymiş "kırıtırken" öte yandan kadınlar
gibi duygularını ifade etmesi kabul edilemez bir şeydi!
Komedilerde baletin “hoppalığı”, parlak, aşırı süslü
giysisi onun toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş kimliği hakkında
“rahatsızlık verici bir muğlaklığa” neden oluyordu. Dönemin
erkek bale yöneticileri bu sorunun çözümünü kadın dansçıları
erkek kıyafeti içine sokmakta bulmuşlardı. Erkek rollerinin kadın
travesti dansçılar tarafından oynanmasının baletin
“efemineliğine” ve eşcinsel erotizme ilişkin kuşkuları
ortadan kaldıracağı düşünülüyordu.
Bir diğer “çözüm”
kadın ve erkek dansçıların sahnedeki hareket biçimlerini kesin
çizgilerle birbirinden ayırmaktı. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar
düette erkek ve kadın dansçıların adımları ortak bir dili
paylaşırken 1830’lardan sonra dans dili kadınlar ve erkekler
için, toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş iki ayrı kısma
ayrılacaktı. Öte yandan kadınlar hem izleyici hem de dansçı
olarak inzibat altına alınmışlardı. İffete dayalı bir
Viktoryen ahlakın egemen olduğu romantik bale döneminde kadınların
sosyal bir ortamda erkek bedeniyle ilgilenmesi kabul edilemez bir
durum olarak görülmekteydi ve bu koşullarda bale izleyicisinin
çok büyük bir çoğunluğu erkeklerden oluşuyordu. Kadının
sadece izleyici olarak değil balerin olarak da arzusunu ifade etmesi
uygun görülmüyordu. Kadın dansçıdan beklenen sahnede erkek
arzusunun pasif nesnesi olarak hareket etmesiydi. Ama balerinin
bedeninin her bölgesinin eşit bir şekilde erkek bakışına mahzar
olması söz konusu değildi! Kadının çocuk doğuran, emziren bir
anne olarak kurulduğu XIX. yüzyıl toplumunda balerinin göğüsleri
ve karnı dikkat çekmeyecek biçimler altında sunuluyor, esas
olarak bacaklar öne çıkarılıyordu. Balelerin dışında revüler
erkek izleyicilerin yoğun ilgi gösterdiği bacak gösterileri
arasındaydı.
1880’den sonra bale
Paris’te düşüşe geçti, Rusya’da ve Danimarka’da ise
gelişmesini sürdürdü. Avrupa’da XIX. yüzyıl sonlarında
aydınlar bir eğlenceye indirgendiğini düşündükleri baleyi
gerçek sanat olarak kabul etmiyorlardı. Balenin yeniden popülerlik
kazanması, özellikle de erkek dansçının sahneye geri dönüşü
XX. yüzyıl başlarında Diaghilev’in kurduğu ballet russes’un
Paris’te gerçekleştirdiği gösterilerle başladı. 1909’dan
itibaren Nijinski’nin oynadığı baleler Paris’te büyük
beğeni kazandı. Ramsay Burt’un da dikkat çektiği gibi Diaghilev
gibi eşcinsel olan Nijinski sahnede heterodoks erkek rolleri
sergiliyor, erkek davranışına ilişkin katı kategorileri ihlal
ediyordu. Rus balelerinin gösterilerinin Paris’te gerçekleşmesi
tesadüfi değildi. İngiltere’de eşcinsellere karşı daha katı
bir tavır mevcuttu. Ama Fransız seyircisinin Rus balelerine yönelik
ilgisinin en önemli nedenlerinden biri bunların “ötekinin”,
batılı olmayanın baleleri olmasıydı. İzleyiciler bu balelerde
“egzotik, oryantal, ilkel” olanla yüz yüze geliyorlar,
Nijinski’nin “çift cinsiyetli” özellikler gösteren, “erkeğin
gücü ve dinamizmiyle kadının duyarlılığını birleştiren”
dansını ilgiyle izliyorlardı. Nijinski bazı balelerde erkekliği
“hoşa gitmeyen, düşkün” biçimler altında sunmakla,
eşcinsel bir erotizmi yansıtmakla, toplumsal cinsiyetin muhafazakar
temsilini destabilize etmekle birlikte diğer bazı danslarında
genel kabul görmüş erkeklik rollerini oynuyordu. Diaghilev’in
baleleriyle birlikte eşcinsellerin sayısı hem dansçı olarak hem
de izleyici olarak arttı. XIX. yüzyıldakinden farklı olarak
kadınlar XX. yüzyıl başlarından itibaren bale izleyicisi kitle
içinde yerlerini aldı. Bu gelişmede kadının erkek bedenini
seyretmekten zevk almasını uygunsuz bulan eski Viktoryen kültürün
gücünü kaybetmesinin önemli bir payı vardı. 1910’lu yıllarda
kadın ve eşcinsel izleyiciler sahnedeki baletleri seyretmekten
hoşlanıyorlar, onların bedenlerinin hareketlerini zevkle
izliyorlardı.
XX. yüzyılın ilk on
yıllarında dansın “kadın işi” olarak görüldüğü bir
diğer ülke ABD idi. Bu ülkede erkeklik sertlikle birlikte
anılmaktaydı. Eşcinselliğin temsilinin yasak olmasının yanı
sıra siyahlarla beyazlar birlikte sahneye çıkamıyordu. Geylerin
gittiği barlara karşı sıkı önlemler alınmaktaydı. 1930’lı
yıllarda erkek dansçılar eşcinsellik şüphesi altındaydı ve
dansı meslek edinip bu yolla geçimlerini sağlamaları çok zordu.
Bu dönemde Ted Shawn’un erkek dansçılardan oluşan topluluğu
erkeksi tonların egemen olduğu bir dans sergilemekteydi. Baleyi
reddeden Shawn dansta adaleli, sert, atılgan, kahraman, cesur bir
erkek imgesini öne çıkarıyordu. Eşcinsel olan Shawn erkek
dansçıların “efemine” bir görünüm sergilemesine karşıydı.
Eski yunandaki güçlü erkek imgelerine yakınlık duyuyor, atletik,
erkeksi bir görünüm sergileyen bedenlerin gerçekleştirdiği bir
dansı savunuyordu. Julia L. Foulkes’ a göre Shawn erkekler
arasındaki idealize edilmiş bir aşkı savunmaktaydı. Shawn dansta
erkeklerin ve kadınların hareketleri arasındaki farkları
mutlaklaştırıyor, erkeklerin dansını “kadınsı etkilerden”
arındırmak istiyordu. Ona göre dans, gücü, dayanıklılığı,
kesinliği, bedenle duygunun mükemmel koordinasyonunu, düşüncede
berraklığı gerektirmekteydi ve bunların hepsi erkeğe ait
özelliklerdi. En iyisi erkekleri kadınlardan izole etmek, kadınsı
hareketleri taklit etmeleri ihtimalini tamamen ortadan kaldırmaktı.
Shawn atletizmin dansçıların erkeksi hareketler kazanmasına
yardım eden iyi bir spor olduğunu düşünmekteydi ve kurduğu
erkek dans gurubunun görünümü atletizm takımını andırıyordu.
Kadının çıplaklığını eleştiren Shawn’un topluluğunda yer
alan erkek dansçılar mümkün olduğunca az giysiyle sahneye
çıkıyorlar, erkek bedeninin güzelliğini sergiliyorlardı. Öte
yandan muhafazakar, yer yer ırkçılığa yaklaşan görüşlere
sahip olan Shawn siyahların dansının amerikan sosyal dansı
üzerinde dejenere edici bir etki yaptığını düşünmekteydi.
Shawn’un sunduğu dans büyük ekonomik depresyon sonrası işsiz
kalmış, kendine olan güvenini yitirmiş, kadınların çalışma
hayatına ve sosyal hayata katılmasıyla birlikte iktidarını
kaybedeceği endişesini taşıyan amerikan erkekliğinin
beklentilerine hitap etmekteydi. 1930’lu yıllar ABD’nin olduğu
kadar, Nazizm ve Stalinizmin de güçlü, kuvvetli çalışan erkek
imajını güçlendirmeye çalıştığı yıllardı. Shawn ve
dansçıları yaratmaya çalıştıkları kahraman, cesur erkek
imgesiyle Amerikalı beyaz erkeklerin yaralanmış ruhlarına hitap
ediyorlardı.
ABD’de modern dansın
–erkekliğin baskın olduğu- baleden uzaklaşmasında kadın
dansçıların önemli bir rolü vardı. İsadora Duncan (1927’de
öldü) ve Martha Graham baleye sert eleştiriler yöneltiyorlardı.
Graham’ın dansı kadının arzusunun ifade imkanlarını
çoğaltan, kadın bakış açısına sahip bir danstı. Ancak bu
dans kadınla erkek arasındaki heteroseksüel ilişkiyi veri kabul
ediyordu. 1938’de erkek dansçıları topluluğuna dahil eden
Graham’ın gerçekleştirdiği bir çok dansta olayların
gelişmesini körükleyen asıl etken erkeklikti, erkek dansçılar
güçlerini, sertliklerini, atılganlıklarını, coşkunluklarını
ziyadesiyle vurguluyorlardı. Böylece geleneksel heteroseksüel,
güçlü erkek imgesi muhafaza edilmiş oluyordu.
Ancak dönem eşcinselliğin
çok büyük bir baskı altında olduğu bir dönemdi ve bu baskılar
1950’lerdeki McCharty döneminde daha da artacak, erkekliğin
temsillerini sorgulama yönünde çabaları olan koreograf ve
dansçıların çalışmalarını kısıtlayacaktı. Dansta verili
toplumsal cinsiyet rollerinin, erkek davranış modellerinin
aşındırılması yolundaki deneyler 1960’lı ve 1970’li
yıllarda artarak devam etti. Steve Paxton danslarında ana akımın
reddettiği ya da üstünü örtmeye çalıştığı erkeklik
hallerine, deneyimlerine işaret etti. Paxton’un geliştirdiği
emprovize temas (contact improvisation) yöntemi 1970’lerde
cinsiyetçilik karşıtı erkeklerin düzenlediği etkinliklerde
kullanıldı. Tüm bunlara karşın bu dönemdeki bir çok erkek
dansçı ve koreografın çalışmalarında toplumsal cinsiyet
rollerindeki farklılıklar yeterince dikkate alınmıyor, üniseks,
nötr bir estetik kullanılıyor, erkek dansçılar kadın
davranışlarıyla özdeşleştirilegelmiş hareket biçimlerini
kullanmak konusunda mesafeli davranıyorlardı. Emprovize temas
yöntemi bir çok uygulamada erkekliğin verili normlarının
onaylanmasıyla sonuçlanıyordu.
1980’li yıllardan
itibaren erkeklik sahnede daha sarsıcı biçimler altında
sorgulanmaya başladı. Ramsart Burt’un da belirttiği gibi normal
görünenin aslında kurulmuş ve olumsal olduğu seyirciye
gösterilmeye çalışıldı. Düetin ve dans partnerliğinin yeni
kullanımlarında erkek dansçının bedeni hem erkek hem de kadın
izleyicinin arzusuna açık bir beden olarak temsil edilmeye başladı.
Erkek kimliğinin kuruluşundaki bastırılmış yanlar görünür
kılındı. İngiliz koreograf Fergus Early balenin parodisini
yaparak erkekliğin balenin bildik biçimleri içinde ifade
edilemeyecek yanlarını ortaya çıkardı. Bir erkek dans gurubu
kuran İngiliz kadın koreograf Lea Anderson erkeklerin
birbirlerini nasıl etkilediklerini araştırdı, erkekler arasında,
egemen heteroseksüel bakış açısının sorunlu olarak gördüğü
fiziksel temas biçimleri geliştirdi. Erkek davranışında kabul
edilebilir olanla olmayan arasındaki sınırı muğlaklaştırdı.
Amerikalı siyah koreograf Ralph Lemon erkek dansçıların
hareketlerinin tam açılımını sınırlayarak erkeksi şov
beklentilerini boşa çıkardı. Erkek dansçının erkek dansçıyı,
ya da kadın dansçının erkek dansçıyı havaya kaldırmasını
sağlayarak düetin heteroseksüel geleneklerinden koptu. Erkek
dansçıları alelade, kolay incinir, kifayetsiz kişiler olarak
sundu. İzleyicinin siyah dansçıdan beklediği klişelerle
oynayarak siyah dansçının “gizemli öteki” olarak
nesneleştirilmesine karşı çıktı. Gey koreograflar “kabul
edilemez” erkek davranışlarının sunumunda yıkıcı, parodik
stratejiler kullandılar, erkek bedenini “düşkün”, grotesk
biçimler altında sundular, eşcinsel seks, uyuşturucu, AIDS,
sado-mazoşizm vb. temaları dansın içine soktular, yüksek
sanatla dalga geçtiler, punk müziği eşliğinde, baleden türemiş
hareketleri deforme ettiler.
Buraya kadar anlatılanlar
–büyük ölçüde yazının kısalığı nedeniyle- erkek
dansçının modernlikten günümüzün post modern toplumuna kadar
uzanan öyküsünün sadece sınırlı bir bölümünü kapsıyor.
Petipa, Fokine, Limón, Balanchine, Ailey, Cunningham, Nureyev,
Barışnikov, Clark, Morris ve daha birçok koreograf ve dansçıya
bu yazıda yer verilmedi. Öte yandan dans bağlamında erkekliğin
parodileştirilmesinin, yapı sökümüne uğratılmasının sarsıcı
bir değişime yol açtığını söylemek zor. Günümüzde
erkekliğin parodisini yapan performansların çok azı radikal,
“yıkıcı”, “bozguncu” niteliklerini sürdürürken, çoğu
evcilleşerek, ticarileşerek sermayenin kültürel iktidarının
parçaları haline geldiler.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Ramsay Burt, The Male
Dancer: Bodies, Spectacle, Sexualities, Routledge, 1995, 224 s.
Der. Susan Leigh Foster,
Corporealities: Dancing Knowledge, Culture and Power, Routledge,
1995, 288 s.
Julia L. Foulkes, Modern
Bodies: Dance and American Modernism From Martha Graham to Alvin
Ailey, The University of North Carolina Press, 2002, 256 s.
Bruce Fleming, Sex, Art,
and Audience: Dance Essays, Peter Lang Publishing, 2000, 316 s.
PROZAC KÜLTÜRÜ VE
KADINLAR
Etkin maddesi fluoksetin
hidroklorür olan Prozac marka antidepresan ilaç SSRI (Selective
Serotonin Reuptake Inhibitor- Seçici Serotonin Gerialım İnhibitörü)
grubu ilaçlar arasında yer alıyor. Bu guruptaki ilaçlar bir
kimyasal, bir nörotransmitter (sinirsel iletici) olan serotoninin
beyinde onu salgılayan hücreler tarafından geri emilmesini
engelleyerek serotoninin beyindeki sinapslarda daha uzun süre
kalmasını, serotonin seviyesinin yükselmesini sağlıyor. Böylece
depresyonun temel nedeni olduğu varsayılan serotonin azlığı
sorunu ortadan kaldırılmış oluyor. SSRI’ların daha önceki
antidepresanlardan farkı seçici olmaları, yani beyindeki çok
sayıdaki nörotransmitter’dan sadece serotonin üzerinde etkide
bulunmaları. Bu nedenle SSRI’ların yan etkilerinin az olduğu
ileri sürülüyor.
Eli Lilly şirketinin
ürettiği Prozac ilk kez 1987’de ABD’de piyasaya sürüldü.
Daha sonra, yine SSRI gurubundan, Paxil, Zoloft, Celexa, Seroxat vb.
rakip ilaçlar ortaya çıktı. 1990 ortalarına doğru satış
patlaması yapan Prozac, psikanalizin yerini biyolojik psikiyatriye
bırakmaya başladığı, depresyonun beyin kimyasıyla açıklanmaya
çalışıldığı, psikoterapistlerin “yaşam koçu olmaya
yöneldiği” bir dönemin ürünüydü. Prozac geçmişteki
sakinleştirici ilaçlardan farklı olarak bireyleri aktive eden,
enerji veren bir ilaçtı. Carl Elliott’un belirttiği gibi (Prozac
as a Way of Life’ın içinde) 1950’lerin ortalarında ABD’de,
gündelik hayatın yol açtığı sıradan gerginliklere, asabiyete
karşı Miltown adında bir sakinleştirici kullanılmaktaydı.
Popüler bir ilaç olan Miltown talk show’larda espri konusu
olmakta, the Nation tarafından “zihinsel müshil”, Newsweek
tarafından “duygusal aspirin”, Time tarafından “reçeteyle
gelen mutluluk” kavramlarıyla anılmaktaydı.
Jonathan Michel Metzl’e
göre 1950 ortalarında ABD’de Freudçu düşünceden etkilenen
psikiyatri psikanalitik teorinin ve erkek psikanalistlerin egemenliği
altındaydı. Dönemin “anneyi suçlayan” erkek egemen
psikiyatrisi psikoterapinin yanı sıra ev kadınlarını içine
sıkıştırıldıkları, onlarda gerginlik yaratan ev ortamı içinde
tutup sakinleştirecek ilaçlara yönelmişti. 1960’larda “annenin
küçük yardımcısı” olarak adlandırılan Valium da “öfkeli
ev kadınlarını” kontrol altında tutmayı amaçlamaktaydı.
1970’lerde Valium ikinci dalga feminizmin de etkisiyle sayıları
artan -patoloji ve anormallik çerçevesi içinde değerlendirilen-
evli olmayan kadınları yatıştırmakta kullanılacaktı!
Prozac’ın keşfedilişi
tesadüfi değildi. Araştırmacılar spesifik olarak serotonin
seviyesi üzerinde etkide bulunacak bir ilaç bulmak için uzun
süredir çaba göstermekteydi. 1970’lerde dev ilaç firması Eli
Lilly’nin laboratuarlarında depresyonun kimyasal nedenlerini
bulmaya çalışan araştırmacılar sonunda Prozac’ın etkin
maddesi olan fluoksetin’i keşfedeceklerdi. Prozac, kullananları
aktifleştiren, saldırganlaştırabilen bir ilaçtı. Richard
DeGrandpre’nin dikkat çektiği gibi, laboratuardaki deneyler
sırasında Prozac verilen cana yakın, sokulgan kediler tıslamaya
başlamışlardı. Daha sonraki dönemde ortaya çıkacağı gibi
Prozac kullanımı kimi vakalarda kişinin kendini kesmesiyle,
intiharla ve cinayetle sonuçlanabiliyordu. Üretici firma Prozac’ın
olumsuz yan etkilerini kamuoyundan gizlemeye çalışacaktı. ABD’de
1987’de satılmaya başlanan Prozac’ın popüler kültür
içindeki yeri hızla büyüdü. Prozac 1990’da Newsweek’te kapak
konusu oldu.
Prozac’ın büyük bir
popülerlik kazanması ve serotonin sözcüğünün günlük konuşma
diline girmesi 1993’te Peter Kramer’in “Listening to Prozac”
adlı kitabının yayınlanmasından sonra gerçekleşti. Kramer’in
vaka çalışmalarına dayalı, best seller olan kitabındaki
-çoğunluğu kadın olan ve kitapta takma adlarla anılan-hastalar
ağır depresyondan muzdarip kişiler değildi; daha ziyade aşırı
ciddiyet, reddedilme korkusu, utangaçlık, çekingenlik gibi
sosyalleşmelerini zorlaştıran karakter özelliklerine sahip
kişilerdi. Önce-sonra şeklinde aktarılan vakalarda hastalar
Prozac kullandıktan sonra mutlu insanlar haline geliyorlar, sosyal
hayatları canlanıyor, “iyiden daha iyi” oluyorlardı. Kramer’in
“kozmetik psikofarmakoloji” olarak adlandırdığı bu tedavi
yöntemi hastaların kişiliklerini değiştirmeyi amaçlamaktaydı.
Prozac sosyal ortamlarda çekingen olan kişilere özgüven sağlıyor,
hassas, alıngan olanları girgin, atılgan hale getiriyor, içine
kapanık olan kişileri bir satıcının sosyal becerileriyle teçhiz
ediyordu. Kramer’e göre Prozac sayesinde insanlar gerçek
kişiliklerini buluyor, kendilerini otantik bir biçimde yeniden
yaratıyor, orijinal biyolojik durumlarına geri dönüyordu. Kramer
bazı hastalarının kişiliklerinde harikulade, şaşırtıcı
dönüşümler gözlemlediğini belirtecekti. Kramer’e göre
Prozac’tan önceki antidepresanlar “kirli” ilaçlardı çünkü
beyindeki birkaç nörotransmitter’ın seviyesini yükseltiyor ve
çeşitli yan etkilere neden oluyorlardı. Prozac ise “temiz” bir
ilaçtı; çünkü sadece beyindeki serotonin üzerinde etkide
bulunuyordu ve yan etkisi yoktu.
Şimdi Kramer’in
Prozac’ın kadınlar üzerindeki etkisi konusundaki yaklaşımına
bir göz atalım. Kramer’e göre Prozac kadınları özgürleştiren
ve güçlendiren feminist bir ilaçtı. Daha önceki Miltown, Valium
gibi ilaçlar kadınları sakinleştirerek ev içinde tutmaya, onları
ev işlerinin monotonluğuyla uzlaştırmaya hizmet ediyordu. Prozac
ise kadınlara enerji verip onları aktif hale getiriyor, ev dışına,
sosyal hayata çıkarıyor, onların iş hayatlarında kendine
güvenli, yetenekli kadınlar haline gelmesini sağlıyordu. Kramer’e
göre günümüzün kadınlığı eskiden erkeklere atfedilen
güçlülük, enerji, iddialı olma gibi nitelikleri içermekteydi.
Prozac kadınları daha güçlü, daha az empati kuran kişiler
haline getiriyor, onları iş hayatlarında daha başarılı
kılıyordu. Prozac, kadınları -amerikan toplumunda ödüllendirilen
rekabetçilik, özerklik gibi nitelikleri kazanmaları için-
güçlendirmekteydi. Prozac gözleri çabucak yaşaran kadınlara
cool bir karakter kazandırıyor, kadınların hassasiyetini
azaltarak onları iş hayatında daha çatışmacı yapıya sahip
yöneticiler haline getiriyordu. Prozac pasiflikle özdeşleştirilen
kadınların cüretli kişilere dönüşmesini mümkün kılmaktaydı.
Kramer’in Prozac’ın
feminist bir ilaç olduğu yolundaki görüşleri radikal
feministlerce eleştirildi. Radikal feministlere göre Prozac beyaz,
orta sınıftan, heteroseksüel, sakat olmayan, beyaz yakalı
profesyonel kadınlara yönelik olarak pazarlanan bir ilaçtı.
Prozac kadınların hizmet ekonomisi içinde önemli bir yer işgal
etmeye başladığı 1990 sonrasında onları rekabetçi, saldırgan,
çatışmacı erkeksi değerlerle donatmaya hizmet etmekteydi. Prozac
kadınları evlilik kurumunun dışına çıkmaya teşvik eden bir
ilaç değildi. İyi bir anne, iyi bir eş olmaları ve başarılı
bir kariyer yapmaları için kadınlara erkeksi bir hız
kazandırmaktaydı. “Prozac feminizmi” daha ziyade liberal
feminizmin benimsediği değerlerle yakınlık içindeydi. Jonathan
Michel Metzl’e göre 1950’lerden 1990’lara kadar uzanan süreç
içinde erkek psikiyatristin rolü anti depressan ilaçlar lehine
gerilemiş, anneyi suçlamak yerini beyni suçlamaya bırakmıştı.
Ancak bu ilaçlar da eril olarak cinsiyetlendirilmişti ve bu fallik
faillerin hedef kitlesi yine patolojik kadın hastalar olarak
tanımlanmıştı. Klasik patriyarkal toplumsal cinsiyet
hiyerarşileri yeni biyolojik psikiyatri içinde yeniden ortaya
çıkmıştı ve bu yeni paradigma da daha önceki kadar anti
feministti. Prozac’ın yazılı kültürdeki temsilleri erkeklerin
fallik mevcudiyetinin doğrudan bir uzantısıydı. 1990’ların
egemen söylemi yeni bir toplumsal cinsiyet idealine- çekici,
yaratıcı, aynı zamanda ailesine, çocuklarına, heteroseksüel
evliliğe bağlı profesyonel kadına- odaklanmıştı. Prozac bir
üretkenlik, verimlilik anlatısıydı. Prozac kadınlara rekabetçi,
erkeksileştirilmiş bir kimlik sunuyor ve bu kimliğin sürdürülmesi
için onları SSRI gurubu ilaçlara bağımlı hale getiriyordu.
Jacquelyn Zita “Prozac
Feminism” adlı yazısında (Body Talk’un içinde) Prozac’ın
evliliğin ve kariyerin çoklu taleplerine ve yüksek hızına ayak
uydurmaları için kadınlara pazarlanan bir ilaç olduğunu
söyleyecekti. Prozac kadınları hiper randımanlı hale getirmeyi
amaçlamaktaydı. Kramer’in “feminist ilacı” feminizmi süper
kadınlık olarak normalize etmeye yönelikti. Sistemin dünya
tasavvuru içinde kadınlardan beklenen şey bedenlerini disipline
etmeleri, enerjik bir şekilde erkek egemen şirket ekonomisine
entegre olmalarıydı.
Kramer’in yaklaşımı
kadın profesyonelleri yeni ekonominin eril kodları içine sokarak
denetim altına almayı amaçlıyordu. 1990’lı yıllarda daha çok
kadınlarla ilişkilendirilen depresyonun verimlilikte azalmaya, işe
gelmemeye yol açtığı, tedavi masraflarının ekonomiye yük
olduğu söylenmekteydi. Linda M. Blum ve Nena F. Stracuzzi “Gender
in the Prozac Nation: Popular Discourse and Productive Femininity”
adlı yazılarında (Gender & Society, cilt 18, sayı 3, 2004)
Prozac söyleminin kadın bedeninin disipline edilmesini giderek
artan bir gereksinim olarak sunduğunu ileri süreceklerdi. Prozac
kadınlarda eril tarzda bir duygusal mesafe oluşmasına neden
oluyor, rekabetçi, iyimser, verimli, kaygısız, esnek kadın
profesyonellerin yaratılmasına katkıda bulunuyordu. Kramer’in
kadınlarda yaratmaya çalıştığı iddialı olma, baskın olma
hali eril, katı, adaleli, üretken bir beden imgesine dayanmaktaydı.
Amaçlanan şey duygusal uyum, sıcaklık ya da yumuşaklık değil
sıkı, sert, cool, duyarlılığını yitirmiş bir kişilikti.
Prozac 1990’lı yıllarda
yüzeyin- derinliğin aleyhine olarak- tam egemenliğini kurmaya
yönelen geç post modern kapitalizmin ilacıydı. “Derin
düşüncenin”, “derin psikanalizin”, devri kapanmaktaydı!
Çözümler hızlı, basit, hafif, acısız, zahmetsiz ve ucuz
olmalıydı! Yıllarca sürebilen ve sağlık sigortası
şirketlerince pahalı bulunan psikoterapiye karşın Prozac iki üç
hafta sonra etkisini göstermeye başlıyordu. Prozac fast food ve
viagra kültürünün eşlikçisiydi. Brook Hersey “Changing
Representations of Depression in Pharmaceutical Advertsing
(1980-2000) adlı doktora tezinde (2004) Kramer’in içe yönelik
derin düşünme ve öz bilinci sosyal ve profesyonel başarının
düşmanları olarak gördüğünü söyleyecekti. Kramer bunların
yerine tıbbi desteği, girginliği önermekteydi. Öte yandan Prozac
hastanın iyileşmek için çaba göstermesini, psikolojik bir öz
deneyimi gerektirmeyen bir ilaçtı. Prozac post modernliğin
geçmişin bugün üzerindeki “yükünü” ortadan kaldırma
çabalarının örneklerinden biriydi! Hastanın biyografisi, geçmişi
gereksiz hale geliyor, sadece bir ilacın kullanımıyla beynin
nörokimyası değiştirilerek “yeni bir kişilik ediniliyordu”.
Prozac özellikle kadınların geçmişlerinde yaşadıkları
travmaların nedeninin eril cinsiyetçi yapılar olduğu gerçeğinin
üzerini örtmekte, kadınsal hafızayı yok etmeye çalışarak
patriyarkiyi temize çıkarmaya hizmet etmekteydi. Kramer’in
biyografinin yerine biyolojiyi geçirme çabası Holocaust’tan
kurtulmayı başaran bir hastasının geçirdiği depresyona
yaklaşımında da ortaya çıkacaktı: Kramer’e göre hastanın
durumu neticede fizyolojik bir hadiseydi. Kramer hastayı dinlemekten
yana değildi, Prozac’ın dinlenmesinden yanaydı. Önemli olan
beyin kimyasıydı.
Prozac zihinleri
biyo-determinist bir temelde tektipleştirme çabalarının bir
parçasıydı. Mutluluk vaat ediyordu Prozac, ama “derin mutluluk”
değildi bu; standart, “aşırı olmayan”, “istikrarlı”,
“light” bir mutluluktu, insanı “acıdan muaf kılan” bir
mutluluktu. Prozac kullananlar “derinden aşık olamıyorlardı”!
Prozac alınır alınmaz insanı göklere çıkaran illegal
uyuşturuculardan değildi, zaman içinde bağlamsız bir iyimserlik
sağlayan , yüze standart bir gülümseme yerleştiren legal bir
ofis ilacıydı. Yoğun duyguları engellemekle birlikte “insanın
dünyaya pembe gözlüklerle bakmasını sağlıyor”, onu
kaygılarından arındırarak dünyada olup bitene karşı
umursamaz, duyarsız, hissiz kılıyordu. 1990’lı yıllar
mutluluğun egemen söylem tarafından bir “yurttaşlık görevi”,
bir “zorunluluk” haline getirilmek istendiği yıllardı.
1990’lardaki depresyon ilacı reklamlarında –daha önceki
dönemdeki reklamlardan farklı olarak- çökmüş, bezgin, kederli
insanların sayısı çok azalmış, mutlu insanları gösteren
reklamların sayısı artmıştı.
David L. Herzberg’in
“Designer Consciousness: Medicine, Marketing, and Identity in
American Culture From Miltown to Prozac” adlı doktora tezinde
(2005) dile getirdiği gibi mutluluğun yanı sıra tinsellik,
kişisel tercihler, hatta bizzat kişinin kendisi bile bilinebilir,
manipüle edilebilir bir nörokimyanın tezahürleri olarak
değerlendirilmeye başlanmıştı. Depresyonun nedeni olarak görülen
beyindeki kimyasal dengesizliğin düzeltilmesi ön plana
çıkarılmaktaydı. Yeni biyolojik psikiyatri zihnin sonsuza dek tam
teknik kontrolünü vaad etmekteydi. Serotonin duygulanım üzerinde
basit ve etkili bir kontrolü taahhüt eden bir “ruh hali
molekülü” haline gelmiş, kişilik ısmarlama olarak üretilebilen
bir şeye dönüştürülmüştü. Prozac’ın savunucularına göre
benliğin en temel öğeleri biricik, varoluşsal bir nitelik
taşımıyorlar, sadece nörokimyasalların farklı aranjmanlarından
oluşuyorlardı. Önemli olan şey kişilikte yapılan kozmetik
değişikliklerdi. Kişiliğin biyolojik olarak yeniden
oluşturulmasına dayalı bu tasavvur içinde Prozac sayesinde, saç
ve elbiseye benzer bir biçimde, psişenin bir çok farklı veçhesi
de arzuya göre kesilip biçilebiliyordu. Prozac tıbbi ve ticari
olarak tanımlanmış bir sağlık anlayışının dayatmasıyla
sınırları sıkıca belirlenmiş bir uyum aracıydı.
1990’lardan sonra anti
depresan ilaçların reklamlarındaki görüntüler tam olarak neyin
hastalık olduğuna, neyin tedavi edileceğine dair net bir fikir
vermiyordu. Reklamlar daha önceleri psikiyatrik bir rahatsızlık
olarak değil kişilik özellikleri olarak görülen bir çok hali
tedavi etmeyi vaat ediyordu. “Bir hap sayesinde kişiliğinizi
değiştirin”, “beyninizi yeniden tasarlayın” vb reklamlarla
tüketiciler bir tür psikofarmakolojik plastik cerrahiye
yönlendiriliyorlardı. Tıbbi olmaktan ziyade ticari bir dilin
kullanıldığı bu reklamlarda hastalar müşteriler olarak ele
alınmakta, onların tercihleri tüketici tercihleri, yaşam tarzı
tercihleri olarak gösterilmekteydi.
İlaç sektörü ABD’de
karlılığın en yüksek olduğu sektördü ve ilaçlar içinde en
çok kar sağlayanı anti depresanlardı. Tüm anti depresanlar
içinde SSRI’ların payı yaklaşık yüzde seksendi. Büyük ilaç
şirketleri açısından ilaçlara talep yaratmak için önce
hastalığın yaratılması gerektiğinden reklamlarda depresyon
belirtileri olarak gösterilen şeyler on milyonlarca insanda
bulunabilecek kadar geniş tutulmaktaydı. SSRI gurubu antidepresan
ilaçları üreten firmaların desteklediği uzmanlar 1952’de 106
olan depresyon belirtilerinin sayısını 1994’te 357’ye
çıkarmışlardı. Aynı uzmanlar mahcubiyeti ve çekingenliği
“sosyal anksiyete bozukluğu” (sosyal fobi) kategorisi altına
sokmayı başarmışlardı!
Christopher Lane “How
Shyness Became an Ilness: A Brief History of Social Phobia” adlı
yazısında (Common Knowledge, 12. 3. 2006) günümüzde insanların,
tedavisi için SSRI gurubundan ilaçlar kullandıkları az konuşma,
ketumluk vb. özelliklerin eskiden amerikan kültüründe makbul olan
ve bugün başka kültürlerin hala teşvik ettiği özellikler
olduğunu söyleyecekti. Bu tür özellikleri ve duyguları kişilik
ve ruh hali bozukluğu kategorisi altında sınıflandırmak yakın
tarihte ortaya çıkan bir olguydu. Günümüzde sistem sosyalliği
bir norm olarak dayatmış, normalliği farmakolojik olarak herkesin
emrine amade hale getirmişti. Norm dışı olana karşı gitgide
daha tahammülsüz hale gelen kültürün kurduğu normalliğe ve
sosyalliğe uyum göster-e-meyen bireylere “adaptasyon bozukluğu “
teşhisi konuyor, gitgide daha çok sayıda davranış, tedavisi
gereken bir hastalık belirtisi haline getiriliyordu. Ana akım
Amerikan Psikiyatrisinin el kitabı sayılabilecek DSM-IV’te ( The
Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders) “Antisosyal
Kişilik Bozukluğu”nu tanımlamada getirilen kriterler günümüz
psikiyatrisinin asıl beklentilerini açığa çıkarmaktaydı. Bu
kriterlere göre “hasta” toplumsal normlara uymada başarısız
olmakta, işte uyumlu, istikrarlı bir tutum sergileyememekteydi.
DSM-IV’ün kriterleri dışadönüklüğü zorunlu hale
getirmekteydi. Psikofarmakoloji uyumlu olmayan davranışlara ve
mutsuzluğa neredeyse var olma hakkı tanımıyordu. İçine kapalı,
“off line” kişiliklerin istenmediği yeni kültürde “on line
ruh hali” mecburi kılınmak istenmekteydi.
ABD’de SSRI gurubu
ilaçlardan bazıları, Federal İlaç İdaresi’nin iznine tabi
olarak, depresyon dışındaki –sosyal fobi, obsesif-kompulsif
bozukluk, beslenme bozuklukları, beden dismorfik bozukluğu
vb.-rahatsızlıkların tedavisinde de kullanılıyordu. Elliot’un
da belirttiği gibi GlaxoSmithKline ilaç şirketi Paxil’i “genel
anksiyete bozukluğunun” tedavisine yönelik olarak
pazarlamaktaydı. Prozac ise “premenstruel disforik bozukluk”un
tedavisi için Sarafem adı altında piyasaya sürülmüştü.
Eskiden “sosyal anksiyete bozukluğu” (sosyal fobi) çok nadir
rastlanan bir rahatsızlıkken bugün ABD’de en yaygın üçüncü
zihinsel bozukluk olarak tanımlanmaktaydı. Elliott’un “Medicate
Your Dissent” adlı yazısında dikkat çektiği gibi ABD’de 11
Eylül 2001’deki saldırılardan sonra Paxil “post travmatik
stres bozukluğu”nun tedavisi için reklam vermeye başlamıştı.
SSRI gurubundan ilaçlarla
zihni biçimlendirmek bir modaya dönüşmekteydi. İnsanlar
uzmanlar tarafından paketlenmiş bir dünyayla karşı karşıya
bırakılmakta, paket turlar, televizyonda yayınlanan eğlenceler ve
gezi gemileriyle yapılan tatillerle birlikte yönetilen bir
mutluluğun tüketicileri haline getirilmekteydi. Psikiyatri bu
mutluluğun yönetimini bir adım daha ileri götürmeye soyunmuştu.
Psikiyatristler zihinsel sağlığın, sosyal anksiyete bozukluğunun
ne olduğunu tanımlamakta ve bireyler kendi anksiyetelerini
psikiyatristlerin koyduğu ölçütlere dayanarak
değerlendirmekteydi. Psikiyatrik tanılar tüm nahoş psişik
halleri tıbbi rahatsızlıklar olarak göstermek eğilimindeydi.
Ancak psişik haller insanların dışlarındaki dünyaya karşı
verdiği tepkilerdi aynı zamanda. Günümüzde antidepresanlar
eskiden doğal görülen ya da en azından beklenen insan tepkilerini
ilaçla tedavi edip yok etmeyi, duygusal tepkilerimizi mühendislik
çabalarıyla biçimlendirmeyi amaçlamaktaydı.
Eskiden zihinsel
rahatsızlıkların tedavisinde kullanılan ilaçların reklamları
tıbbi dergilerde, doktorlara yönelik olarak yayınlanırdı.
1990’lı yıllarda anti depresan ilaçların üreticileri doğrudan
tüketicilere yönelik reklam vermeye başladı. Popüler dergilerde,
gazetelerde, televizyonda, internette yer alan reklamlar Prozac’ın
popüler kültür içindeki yerinin güçlenmesini beraberinde
getirdi. SSRI’ları üreten ilaç şirketleri bir yandan satış
temsilcileri vasıtasıyla doktorları Prozac reçetesi yazmaya
teşvik ediyor, öte yandan doğrudan tüketicilere yönelik
reklamlarında “doktorunuza Prozac’ı sorun” şeklinde ibareler
kullanıyorlardı. Reklamlarda tüketicilerin kendi kendilerine
teşhis koymaları için semptom kontrol listeleri, kısa testler ve
derecelendirme sistemleri sunulmaktaydı. Doktorlar ilaç
şirketleriyle ilaç tüketicileri arasında aracılık yapma, iki
taraf arasındaki ilişkileri yönetme görevini üstlenmişlerdi.
Aspirine benzer bir şekilde neredeyse her vesileyle verilen
SSRI’ların reçetelerini yazan doktorların yaklaşık yüzde
yetmişi psikiyatristler değil aile hekimleriydi. Hükümetin ilaç
politikaları üzerinde etkili olan büyük ilaç şirketleri aynı
zamanda SSRI’larla ilgili araştırmalara sponsorluk yapıyorlardı.
Janet Currie “The Marketization of Depression: The Prescribing of
SSRI Antidepressants to Women" adlı yazısında (2005) ilaç
şirketlerinin satışlarını ve itibarlarını arttırmak için
kar amacı gütmeyen kuruluşları ve hasta guruplarını
kullandıklarını söyleyecekti.
Prozac’la birlikte
depresyon bir stigma olmaktan uzaklaştı, kamuoyunca anlayışla
karşılanan, çok sayıda insanda görülen “meşru” bir
rahatsızlığa dönüştü, eskiden toplumdan dışlanan hasta bu
kez ilaç şirketlerinin nezdinde itibarlı bir müşteri haline
geldi. Prozac klinik depresyonda kullanılmasının yanı sıra işin
getirdiği stresle baş etmek, canlı bir ruh hali kazanmak ya da
eğlenmek amacıyla profesyoneller tarafından da tüketilmekteydi.
Sara Kuppin “The Drug We Love To Hate: Prozac and Representations
of Medication to Treat Depression in American Newspapers, 1993-2003”
adlı doktora tezinde (2006) Viagra’nın cinsel performansı
arttırmak amacıyla alınmasına benzer bir şekilde Prozac’ın
neşelenmek, moral düzeltmek için kullanıldığını söyleyecekti.
Prozac bir yaşam tarzı ilacı idi.
1990’lı yıllarda
depresyonu ve Prozac’ın depresyondan ve zihinsel rahatsızlıklardan
kurtulmadaki rolünü anlatan anılar yayınlanacaktı. Bu anılardan
en bilinenleri Elizabeth Wurtzel’in Prozac Nation (1994) ve Lauren
Slater’in “Prozac Diary” (1998) adlı kitaplarıydı.
Wurtzel’in –best seller olan ve daha sonra filmi çekilen-
depresyon anıları olarak adlandırılabilecek kitabı etkileyici
bir anlatıydı ama Wurtzel kitabında Prozac’ı kendisini
depresyondan kurtaran ilaç olarak olumluyor, bu ilacın çok az yan
etkiye sahip olduğunu ileri sürüyordu. Oysa daha sonraki yıllarda
Prozac’ın çok sayıda yan etkiye sahip olduğu bilgisi kamuoyuna
sızacak, ilaç gözden düşecek, daha az yan etkiye sahip yeni
SSRI’lar piyasaya sürülecekti. David Healy’ye göre Prozac’ı
üreten ilaç şirketi bu ilacın şiddeti ve intiharı
tetikleyebileceğini bildiği halde bu gerçeği kamuoyundan
gizlemişti. 2004’de ABD’de Federal İlaç İdaresi tüm SSRI
gurubu ilaçların kutularının üzerine intiharla ilgili
düşüncelere ve davranışlara yol açabilme riskini taşıdıklarına
dair bir ibare konulmasını talep edecekti. Prozac’ın diğer yan
etkileri arasında anksiyete, bulantı, cinsel işlev bozuklukları,
iştah kaybı, asabiyet, uykusuzluk, sersemlik hissi, baş ağrısı,
ağız kuruluğu, terleme vb. bulunmaktaydı.
Prozacın bireyleri
çekingenlikten, reddedilme korkusundan, içe kapanıklıktan
kurtarıp onları sosyalleştirdiği, dışa dönük hale getirdiği
öne sürülmekteydi. Ancak bu sosyallik gerçek kamusal yaşamı
ortadan kaldıran neo-liberal kapitalizmin yaratmaya çalıştığı,
umursamaz, şiddete-şiddeti desteklemeye- açık, hırslı bir
dışadönüklüğe, saldırganca bir girişkenliğe sahip
bireylerin oluşturduğu bir sosyallikti; sıcak bir sosyallik değil
erkeksi bir mekanikliğin, işlevselliğin, hızın davranışlara
hakim olduğu, kişisel ilişkilerdeki doğal sıcaklığın ve
duygusallığın yerini insanların suratlarına yapıştırılan
standart bir gülümseyişe bıraktığı, kişisel ilişkilerin
klişeler tarafından yönetildiği, tasarım ürünü bir bilincin
egemen hale getirilmeye çalışıldığı bir sosyallikti. Prozac
kültürü hastalığı ve benliği ilaç endüstrisinin değerleri
çerçevesinde biçimlendirmek, nöro kimyasal kişilikler yaratmak
istiyordu.
Jeffrey N. Stepnisky
“Narrative Magic and the Construction of Selfhood in Antidepressant
Advertising” adlı yazısında ( Bulletin of Science, Technology
&Society, cilt 27, no 1, 2007) günümüzdeki depresyon
anılarının bireyler ile ilaçları arasındaki ilişkiye
odaklandığını, hapların kendi başlarına gerçek karakterler
gibi görüldüğünü söyleyecekti. Antidepresan reklamlarındaki
bireyler giderek artan ölçüde tıbbi kişilikler haline
gelmekteydi ve benlik kavramı biyolojik bir dilin çerçevesi içinde
tanımlanmaktaydı. Depresyon vücuttaki biyolojik, kimyasal bir
dengesizliğe indirgenmişti. Antidepresan reklamlarında kişi
tüketici tercihi yapma ehliyetine haiz bir fail olarak
belirmekteydi.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Jonathan Michel Metzl,
Prozac on the Couch: Prescribing Gender in the Era of Wonder Drugs,
Duke University Press, 2003, 275 s.
Jacquelyn N. Zita, Body
Talk: Philosophical Reflections on Sex and Gender, Columbia
University Press, 1998, 298 s.
Der. Carl Elliott and Tod
Chambers, Prozac as a Way of Life, The University of North Carolina
Press, 2004, 224 s.
Richard DeGrandpre, The
Cult of Pharmacology: How America Became the World’s Most Troubled
Drug Culture, Duke University Press, 2007, 294 s.
Elizabeth Wurtzel, Prozac
Toplumu, İletişim Yayınevi, Çev. Mefkure Bayatlı, 1997, 360 s.
Peter D. Kramer, Listening
to Prozac: A Psychiatrist Explores Antidepressant Drugs and the
Remaking of the Self, Penguin USA, 1994, 432 s.
David Healy, Let Them Eat
Prozac: The Unhealthy Relationship Between the Pharmaceutical
Industry and Depression, New York University Press, 2006, 368 s.
İKTİDARSIZLIKTAN
EREKTİL DİSFONKSİYONA
Erkeklerdeki cinsel
iktidarsızlığın, empotansın, daha güncel terimlerle
ereksiyon/sertleşme zorluğunun, cinsel/erektil fonksiyon
bozukluğunun tarihi çok eski çağlara kadar uzanıyor. İlk kez M.
Ö. VIII. yüzyılda eski Hindistan’da iktidarsızlığa yol açan
nedenler tanımlanmaya çalışıldı. Eski Çin, Mısır tıbbı
iktidarsızlığa çare bulmak için çaba gösterdi. İktidarsızlığın
tedavisi amacıyla çeşitli afrodizyaklar kullanıldı. Eski Yunan
mitolojisinde iktidarsızlık kimi zaman çocuklukta yaşanan cinsel
endişeler ile bazen de tanrısal lanetle ilişkilendirildi.
İktidarsızlık büyük dinlerin kutsal kitaplarında kendine yer
buldu. Orta çağlarda erkeklerdeki iktidarsızlıktan tekinsiz
güçlere sahip oldukları düşünülen cadılar sorumlu tutuldu.
Erkeğin cinsel gücü,
iktidarı onun fiziksel gücüyle ve özel ve kamusal yaşam
alanlarındaki iktidarıyla yakından ilişkiliydi, cinsel iktidarını
kaybeden erkek diğer alanlardaki gücünü, iktidarını da
kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu. Sahip olduğu
cinsel güç aynı zamanda erkeği karşı cinsi tatmin etmekle
yükümlü kılmaktaydı! Aristo cinsel ilişkideki tatminin
sorumlusunun koca olduğunu söyleyecekti. David M. Friedman’ın
da belirttiği gibi batıda orta çağda erkeğin cinsel
iktidarsızlığı kiliseye karşı işlenen bir tür suç anlamına
gelmekteydi. XIII. yüzyıldan XVII. yüzyılın sonlarına kadar –
özellikle üst sınıflar arasında- erkeğin cinsel iktidarsızlığı
mahkemelerce meşru bir boşanma nedeni olarak kabul edilmekteydi.
Erkek bir “uzmanlar topluluğu” önünde, bazen mastürbasyon
yaparak, bazen karısıyla ya da bir fahişeyle yatarak, cinsel
gücünü ispat etmek zorundaydı.
XVII. yüzyılda
Fransa’da, New England’da cinsel ilişki büyük ölçüde
doğuma, üremeye, döllemeye yönelikti. Thomas A. Foster’ın
“Deficient Husbands: Manhood, Sexual Incapacity, and Male Marital
Sexuality in Seventeenth-Century New England” adlı yazısında
dikkat çektiği gibi (The William and Mary Quarterly, 3d series,
Cilt: LVI, sayı: 4, Ekim 1999) XVII. yüzyılda püriten New
England’da erkeğin iktidarsızlığı üreme amaçlı cinselliği
engelleyen sosyal bir problem olarak görülmekteydi. O dönemin tıp
literatürü erkekteki iktidarsızlıkla kısırlık arasında net
bir ayrım yapmamaktaydı. Erkeğin cinsel iktidarsızlığı bir
“aile sorunu” olarak görülüyordu. İktidarsızlığın erkeğin
evin reisi, koca ve baba olarak görevlerini yerine getirmesine engel
olduğu düşünülmekteydi. İktidarsız erkeğin evliliğin en
önemli görevini yerine getirmediği düşünülür, aile fertleri,
akrabalar mahkemelerde şahit olarak dinlenirdi. Mahkemelerde erkeğin
iktidarsızlığına ilişkin en çok kullanılan kavramlar görev,
yükümlülük, sorumluluk, vazife idi. Erkeğin cinsel
yükümlülüklerini yerine getirememesi anlamına gelen
iktidarsızlık aileleri çocuksuz, kadınları tatminsiz bırakmakla
kalmıyor aynı zamanda kadınları “cinsel günahlara”,
“aşırılıklara” , “ihlallere” açık hale getiriyordu! O
dönemde kadınların doğal olarak, cinsel açıdan ihtiraslı,
ateşli oldukları ve kendilerini kontrol edemedikleri düşünülürdü.
Kadın aile içinde “üstü olan” kocası tarafından tatmin
edilemezse başka ilişkilere, cinsel aşırılıklara yönelebilirdi!
O dönemde iktidarsız erkek sadece cinsel gücünü değil tüm
gücünü, iktidarını kaybetmiş sayılır, zayıf, kusurlu, eksik,
yetersiz bir kişi olarak görülür, ahlaki olarak da güçsüzleştiği,
kendi kendini kontrol edemediği, erkekliğinin erozyona uğradığı
varsayılırdı.
XVIII. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren kendi kendini kontrol edebilen, “kendi
organlarına söz geçirebilen” erkek bedeni imgesinin
güçlenmesiyle birlikte cinsel iktidarsızlık mekanik olarak
işlediği varsayılan, makineye benzetilen bedendeki bir arıza
olarak düşünülmeye başladı. Burjuvazinin bir kesimi
iktidarsızlığı dekadan, cinsel aşırılığın kol gezdiği
sefih bir yaşam süren aristokrasiye özgü bir hastalık olarak
görmekteydi. Öte yandan irsiyetle, kalıtımla ilişkili bir soy
ağacı aristokrasi açısından önemliydi ve Michel Foucault’nun
da söylediği gibi burjuvazinin cinselliğe ve sağlıklı bir
kalıtıma verdiği önem aristokrasininkiyle benzerlik taşıyordu.
Robert A. Nye’ın “Honor, Impotence, and Male Sexuality in
Nineteenth-Century French Medicine” adlı yazısında belirttiği
gibi ( French Historical Studies, cilt: 16, sayı: 1, bahar 1989)
XIX. yüzyıl Fransa’sında burjuva ailesi mülkünün ve
parasının- miras yoluyla- devamlılığını sağlamak için
erkeğin dölleme gücünün tam olduğu bir modeli öne
çıkarmaktaydı ve “normal” bir cinsel güce sahip olduğunu
kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ispatlamak esas olarak erkeklere
düşen bir görevdi. Karısını tatmin edemeyen erkek aynı zamanda
üremeye, doğurganlığa dayalı sisteme de zarar vermiş oluyordu.
XIX. yüzyıl tıbbı
erkeklerdeki “cinsel aşırılığın” organizmanın diriliğini,
canlılığını azalttığını, onu zayıf düşürüp tükettiğini,
erkekleri iktidarsızlaştırdığını öne sürmekteydi. Cinsel
ilişki sırasında kadına oranla erkek çok daha fazla enerji
harcamakta, kendini tüketmekteydi! Aşırı cinsel faaliyette
bulunan erkeğin bedeni zamanla düşüşe geçiyor, erkeklik gücü,
erkeksiliği azalıyor, erkek bir bakıma “efemineleşiyordu”!
Dönemin tıbbi metinlerinde kentsel uygarlığın jenital içgüdüleri
felç ettiğinden, aşırı zihinsel faaliyetin iktidarsızlığa yol
açtığından bahsedilmekteydi. Geleneksel toplumlardan farklı
olarak modern hayatın yoğunluğu ve karmaşıklığı erkeğin
cinsel kudretini, iktidarını daha kırılgan hale getirip onu
“kurutuyor”, başka yönlere saptırıyordu! Doktorlar yemeğe
aşırı düşkünlüğün de iktidarsızlığa yol açabileceğini
söylüyorlardı çünkü yaşamsal güç cinsel organlardan “kaçıp”
temelli olarak beslenmeye ilişkin melekelerin içine yerleşebilirdi!
“Cinsel korkuların yüzyılı” olan XIX. yüzyılda cinsel
güçsüzlüğün kalıtım yoluyla çocuklara geçebileceği
söylenmekteydi. İktidarsızlığa ilişkin bir diğer korku ise
“küçük penis korkusu” idi. Avrupa merkezci, ırkçı
kuramların ürettiği “Afrikalı vahşi erkeğin heybetli penisi”
miti karşısında “uygarlaşmış” batılı erkekler “mütevazi
boyutlardaki” penisleriyle iktidarsızlık korkusunun pençesinde
kıvranıyorlardı!
XIX. yüzyılın ikinci
yarısında cinsel iktidarsızlığın nedeni olarak “psikolojik
faktörler”, erkeğin imgelemi, ruhsal halleri önem kazanmaya
başladı. 1870 sonrasında erkekliğin egemen değerleriyle iç içe
geçmiş psikiyatrinin “normal cinselliği” “anormal
cinselliklerden” net sınırlarla ayırmaya girişmesiyle birlikte
iktidarsızlık “sapkınlıklarla” ilişkilendirilmeye , bir
zihinsel hastalık olarak görülmeye başladı. Bu yaklaşıma göre
“çarpık imgelem”, “norm dışı kişilerle ilişki kurma”,
“normal olmayan” cinsellik biçimlerine yönelme iktidarsızlığa
yol açmakta, “normal”, üremeye yönelik bir cinselliği
engellemekteydi. Nye’a göre dönemin psikiyatristleri erkeklerde
iktidarsızlığa yol açan nedenler arasında bel soğukluğunu,
mastürbasyonu, fetişizmi, nekrofiliyi, mazohizmi, eşcinselliği,
sadizmi, teşhirciliği, pedofiliyi sayıyorlardı. Doktorlara göre
eşcinsellik erkeğin yaşamsal gücünü azaltıyor, cinsel
kayıtsızlığa yol açıyor, üremeye yönelik cinselliğe zarar
veriyordu.
Dönemin ideolojisine göre
eşcinseller kişisel onurdan yoksun, efemine, korkak kişilerdi.
Dönemin tıp ideolojisi iktidarsızlığı bir onursuzluk, utanılası
bir durum olarak görüyor, cinsel yetersizlik aşağılanma ve küçük
düşme kavramlarıyla birlikte anılıyordu. İktidarsız erkeğin
kendini onuru kırılmış hissettiği, zekasının ve ahlaki
vasıflarının zayıfladığı, zihinsel dengesinin sarsıldığı,
melankoliye, intihara sürüklenebileceği söyleniyordu. XIX.
yüzyıl sonlarına doğru kadınların “daha çok cinsel tatmin
talebiyle” birlikte erkeklik kendini tehdit altında hissetmeye
başlamıştı! Popüler tıbbi broşürlerde erken boşalma ve diğer
cinsel sorunlar hakkında bilgi veriliyor, erkeklerin “cinsel
görevlerini” yerine getirememeleri, “başarısız olmaları”
halinde utanç verici bir duruma düşüp şereflerini yitirecekleri
dramatik bir dille anlatılıyordu. Kocası tarafından tatmin
edilemeyen kadın kocasıyla alay edip onu küçümseyeceği gibi
tatmini başka yerlerde de arayabilir, histerik, nevrastenik
rahatsızlıklara yakalanabilirdi.
Fransa’da –özellikle
erkek-nüfus artış hızının düşmesi halk sağlığı
otoritelerini, doktorları, nüfus bilimcileri, hükümeti
telaşlandırmaktaydı ve erkeklerdeki döllemeye yönelik iradede
bir zayıflama olduğu düşünülmekteydi. Erkek nüfusun kadın
nüfusa oranının düşmekte olduğu, “ulusun daha çok erkeğe
ihtiyaç duyduğu” bir dönemde erkek çocukların doğmasının
babanın cinsel enerjisine, kuvvetine ve müphem olmayan bir erkek
kimliğine bağlı olduğu varsayılıyordu. Cinsel kudret, erkeklik
ve dölleme kavramları bir arada anılmaktaydı. Babalara damat
adaylarını değerlendirmeleri konusunda tavsiyelerde bulunan nüfus
bilimci Jacques Bertillon babaları adayın erkekliğine ilişkin
“şüpheli emareler” konusunda uyarmaktaydı; eğer damat
adayının sesi tiz ya da kırık ise, sakalı seyrekse, efemine ya
da muğlak tavırlar sergiliyorsa baba bu durumda adayı doktora
götürüp muayene ettirmeliydi. Adayın testisleri yoksa ya da
küçük, büzülmüş veya sarkık ise adayın evlilik talebi
reddedilmeliydi. Adayın cinsel organının sertleşmesi yeterli
değildi, onun gerçek bir cinsel güce, dölleme kapasitesine sahip
olması gerekiyordu!
İktidarsızlık olumsuz
bir kavram olarak görülmesine karşın iktidar sahibi erkeğe
ilişkin bir kavramdı! Kadınlar hakkında “iktidarsız” sıfatı
kullanılmıyor, frijit, kısır vb. kavramlar kullanılıyordu.
Kadının cinsel açıdan pasif olarak değerlendirildiği XIX.
yüzyılda onun cinsel olarak tatmin olması orta sınıf ailesinin
bekası açısından bir ölçüde önemli görülmekle birlikte
kadın orgazmının döllenme için zorunlu olmaması açısından
ikincil bir öneme sahipti. Erkek ise ailenin varlığı açısından
ereksiyon olmakla, dölleyici penetrasyonu, duhulü
gerçekleştirmekle, orgazm olmakla yükümlüydü! Üremeyi ve
hazzı bir arada telaffuz eden yaklaşım XX. yüzyılın ilk
yarısında da gücünü korudu. 1960’larda hazzın üremeden
kopmaya başlaması ve “cinsel devrimle” birlikte eskinin ağır,
küçümseyici ahlaki yargıların eşlik ettiği iktidarsızlık
söyleminde bir yumuşama gözlendi. Cinsel fonksiyon, performans
eskinin Viktoryen tıbbının suçlayıcı çerçevesinin dışına
çıkarak laboratuarlarda ölçülen nötr, teknik bir olgu haline
gelmeye başladı.
Masters ve Johnson
laboratuarda kadın ve erkek deneklerin mastürbasyonlarını, cinsel
ilişkilerini gözlemliyorlar, ölçümler yapıyorlardı. 1966’da
yayınladıkları “Human Sexual Response” adlı kitap bu
çalışmaların bir ürünüydü. Cinselliği bir fonksiyon olarak
ele alan bu kitapta, uyarılma ve cinsel ilişki sırasındaki
bedensel tepkilere yer verilmekte ve dört aşamadan oluşan bir
cinsel ilişki modeli sunulmaktaydı. Masters 1970’de yayınlanan
“Human Sexual Inadequacy” adlı kitapta ise iktidarsızlık,
erken boşalma, frijitlik vb. rahatsızlıkların tedavisi için
öneriler sunacak, iktidarsızlığın nedeni olarak psikolojik,
duygusal faktörleri öne çıkaracaktı. Erkeklerdeki iktidarsızlığa
çözüm olarak 1960’lardan itibaren “mutluluk çubukları”,
protezler geliştirildi, daha sonra “pompa” kullanımının yanı
sıra enjeksiyon da yapılmaya başlandı.
1980’lerde erkeklerdeki
cinsel fonksiyon bozukluğunun büyük ölçüde fizyolojik
nedenlerden kaynaklandığı yolundaki görüşler güçlendi.
İktidarsızlık söylemi tıbbileştirildi, nötrleştirildi,
uzmanların medyada tartıştığı “meşru”, teknik bir konu
haline geldi. İktidarsızlığın tedavisi konusunda ürologların
pozisyonu psikanalistlerin “aleyhine” güçlenmeye başladı.
Impotents Anonymous’un ( IA) kurucularından Eileen Mackenzie ve
Bruce Mackenzie 1988’de yayınlanan “It’s Not All In Your Head”
adlı kitapta iktidarsızlığın fiziksel nedenlerden
kaynaklandığını ve tedavi edilebilir olduğunu söyleyeceklerdi.
Leonore Tiefer’in “The Medicalization of Impotence: Normalizing
Phallocentrism” adlı yazısında belirttiği gibi (Gender and
Society, Cilt: 8, sayı: 3, Eylül 1994 ) iktidarsızlığın
tıbbileştirilmesini savunanlar cinselliği rasyonel, teknik,
mekanik bir biçim altında sunmaktaydı. Evrensel bir ereksiyon
modeli norm alınıyor, bundan herhangi bir sapma tedavi gerektiren
bir rahatsızlık olarak kuruluyordu. Ereksiyonların ne kadar sert,
ne kadar sık olduğu üzerinde odaklanan bu söylem ereksiyonu
içinde yer aldığı bağlamdan koparıyor, şeyleştiriyordu. Bazen
“hastaya” gece penisine takacağı, uyurken ereksiyonların
sertlik derecesini ve süresini ölçen bir makine veriliyordu.
Evrensel bir fallus sembolünden yola çıkan bu yaklaşım
“hastanın” partneriyle kurduğu duygusal iletişimi geri plana
itmekte, organik nedenleri mutlaklaştırarak cinselliği nörolojiye
ve kan deveranına indirgemekte, “hastalara” sunulan tercihler
fallus merkezci deneyimleri güçlendirmekteydi. Tiefer’e göre
ereksiyonlar çoklu anlamlara sahipti, farklı erkekler, farklı
çiftler cinsel pratikleri sırasında farklı ölçülerde ve
sürelerde gerçekleşen ereksiyonları tatmin edici bulmaktaydı.
1990’lı yıllar
iktidarsızlığın çok büyük ölçüde organik nedenlerle
açıklandığı bir dönem oldu. Şeker hastalığı, prostat
ameliyatı, damar sertliği vb. olgular iktidarsızlığa yol açan
nedenler arasında sayılmaktaydı. İktidarsızlık konusunda
“devrim yaratan çözüm” ise 1998’de Viagra’nın piyasaya
çıkmasıydı. Adı Niagara şelalelerinin gücünü çağrıştırdığı
için seçilmişe benzeyen Viagra tesadüf eseri bulunmuştu. Kalbe
giden kan damarlarının genişletilmesi için denekler üzerinde
tecrübe edilen bir ilacın yan etki olarak ereksiyona neden olduğu
fark edilince penise giden kan akışını rahatlatmanın
iktidarsızlığa çözüm olabileceği fikri doğmuştu. Viagra
1990’larda “psikolojiden kimyaya geçişin hızlandığı”,
“akışkanlığın (parasal, mekansal, kansal !) arttığı”,
“toplumun giderek hapçı haline geldiği”, çok büyük karlar
elde eden ilaç şirketlerinin güçlerini arttırdığı sürecin
bir ürünüydü.
Eskinin iktidarsızlığın
psikolojik nedenlerine eğilen “derin psikanalizi” yerini light
yaşam tarzı kültürünün parçası olan, kullanımı kolay
iktidarsızlık haplarına bırakmış, psikolojik tedavi üroloji
uzmanlarına destek veren ikincil bir konuma gerilemeye başlamıştı.
Viagra’yı kullananlar sadece iktidarsızlık sorunu olan erkekler
değildi. Daha sık seks yapmak isteyenler, “eğlenmek isteyenler”,
“cinsel performanslarını garanti altına almak isteyenler”,
“kendilerine bir imaj yaratmak isteyen gençler” de Viagra
kullanmaktaydı. Hazzı ertelememeyi, “anı yakalamayı” vazeden
post modern tüketim ve keyif kültürü aynı zamanda gençliği ve
fitness’ı öne çıkarmaktaydı. Cinsel olarak “gençlik
performansına sahip olmayı” vadeden Viagra’yı kullananlar
sadece yaşlılar değil aynı zamanda orta yaş gurubundaki
erkeklerdi. İkinci dünya savaşını takip eden dönemde doğmuş,
1960’lı yıllarda “cinsel devrim” dalgasına katılmış –
68 kuşağı olarak da nitelenebilecek- kuşak Viagra sayesinde
gençlik yıllarının “cinsel nostaljisini” yaşama fırsatını
yakalamıştı!
Öte yandan 1990’ların
“cinsel performans kültürü” 1960’larda başlayan liberal
“cinsel fonksiyon” yaklaşımının devamcısıydı. “Her zaman
göreve hazır”, “taş gibi sert”, kusura, aksamaya karşı
tahammülsüz, mükemmel olması beklenen bir erkek cinselliği imajı
bu dönemde daha da güçlendirildi. Laura Mamo ve Jennifer R.
Fishman’ın “Potency in All the Right Places: Viagra As a
Technology of the Gendered Body” adlı yazılarında söyledikleri
gibi ( Body and Society, cilt: 7, sayı: 4, Aralık 2001)Viagra
hegemonik erkekliği güçlendirmekteydi. Meika Loe’ya göre ise
Viagra’nın kullanımı erkeğin değerini mutlaklaştırılmış
bir cinsel performansla özdeşleştirmekte, erkek ereksiyon olabilme
potansiyeline indirgenmekteydi. Seksin McDonaldlaştırıldığı
günümüzde post modern kimlikler ilaçların, hapların yardımıyla
güçlendirilmekteydi. İnsanlar cinsel yaşamlarında yüzlerini
birbirlerine döneceklerine haplara yöneliyorlardı. Viagra kullanan
erkeklerin partnerlerinin yarısı durumdan memnun değildi ve
iletişim yokluğundan şikayetçilerdi.
1990’lı yıllarda
iktidarsızlık utanılacak, ahlaken kınanan bir şey olarak değil
öz kontrole sahip bireyin sorumluluk alanına giren , çözümü
için çaba gösterilmesi bir “yurttaşlık görevi” haline
getirilen bir olgu olarak kuruldu. Yeter ki birey tıbbın ona
sunduğu farklı çözümlerden birini seçsindi! Geç post
modernliğin tıbbı 1990 başlarında “artık ağır kaçan”
iktidarsızlık kavramını terk ederek yerine “erektil fonksiyon
bozukluğu” kavramını geçirdi. Post modern tüketim kültürü
teknik ve nötr bir çağrışım yapan bu yeni kavramın etrafını
“süper market romansının halesiyle” çevirmeyi ihmal etmedi!
“Tek atımlık ilişkilerin”, “likit aşkın” egemen olduğu
yeni toplumda Viagra “uçar gezer bir mutluluğun” simgesi haline
geldi! Öte yandan cinselliğin “fast” tüketimine eşlik edecek
biçimde ilacın da “fast” kullanımını teşvik etmek,
erkekleri ilaç sektörünün müşterisi haline getirmek için
onları biraz korkutmak gerekiyordu! 1990’lı yıllar boyunca büyük
ilaç şirketleri ve onların büyük kaynaklar aktardıkları
reklamlara mahkum medya erkeklerin cinsel problemlerini gündemden
düşürmedi, Viagra ve benzeri ilaçların yol açtığı baş
ağrısı, hazımsızlık, burun tıkanıklığı vb. yan etkileri
mümkün olduğunca görmezlikten geldi. Erkeklerdeki cinsel
güvensizlik hissi körüklenerek cinsel fonksiyona ilişkin en küçük
bir şüphe –para karşılığı- tedavi edilebilecek bir probleme
dönüştürüldü. İlaç endüstrisi başlarda kadınların cinsel
tatmine ilişkin sorunlarıyla ilgilenmediyse de daha sonra “kadınsal
cinsel fonksiyon bozukluğunu” yeni bir rahatsızlık kategorisi
olarak tanımlayarak bu alanı tıbbileştirmeye, ticarileştirmeye
yöneldi. Jennifer R. Fishman’ın “Manufacturing Desire: The
Commodification of Female Sexual Dysfunction” adlı yazısında
belirttiği gibi ( Social Studies of Science, cilt: 34, sayı: 2,
2004) akademik ve klinik tıp araştırmacıları bu konuda kadınlara
yönelik yeni ilaçların geliştirilmesi ve yeni piyasaların
yaratılması sürecinde büyük ilaç şirketleriyle işbirliğine
girdiler. Şirket kapitalizmi, bilim, klinik tıp ve ilaç piyasasına
ilişkin hükümet düzenlemeleri iç içe geçti.
Yüzyıllar boyunca insan
bedeni farklı işlevlere sahip organların tutarlı, dengeli, üniter
birlikteliğinden oluşan bir organizma olarak ele alındı. Penisin
fonksiyonu ereksiyon ve penetrasyon çerçevesinde tanımlandı.
“Organsız bedeni” öne çıkaran Gilles Deleuze ise bedene
ilişkin olarak organlar arasındaki ilişkilerdeki tutarlık ve
organların fonksiyonu yerine kaotik bir bağlantılar ağını öne
çıkarmaktaydı. Annie Potts’ın “Deleuze on Viagra ( Or, What
Can a ‘Viagra-Body’ Do?)” adlı yazısında dikkat çektiği
gibi ( Body and Society, Cilt: 10, sayı: 1, 2004) cinselliğin
egemen biyo-medikal normatif kuruluşu cinselliği bir beden
fonksiyonuna indirgemekteydi. Viagra’yı moler tıpla
ilişkilendiren Potts’a göre bildik olandan farklı erotik
transformasyonlar sertleşmiş bir penisi içermeyebilirdi. Rizomatik
seksi savunan yazar rizomun zirveye değil yaylalara ait olduğuna
dikkat çekiyordu. Penetrasyona, duhule, cinsel birleşmeye dayalı
orgazm tek model olarak dayatılamazdı. Prostat ameliyatı geçiren
ve ereksiyon zorluğu çeken bir erkek Viagra da fayda etmeyince
partnerinle penetrasyonu içermeyen bir cinsel deneyime girmiş ve
farklı bir orgazm yaşamıştı. Bu orgazm daha ziyade bir kadının
orgazmı gibiydi, tek değildi, sürekli, çoklu dalgalar halinde
geliyordu. Giderek artan bir biçimde uyarılmaya ve zirve noktası
kabul edilen tek orgazma varmaya dayalı klasik “ilerlemeci
modelden” farklı olarak yeni deneyimde çoklu orgazmlar erotik
zevklerin çeşitliliğine, hatta “bedenin ötesindeki” cinsel
zevklere eşlik etmekteydi. Partnerler arasındaki iletişim ise daha
açık ve yoğun hale gelmişti.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Meika Loe, The Rise of
Viagra: How the Little Blue Pill Changed Sex in America, New York
University Press, 2004, 287 s.
Bruce Mackenzie, Eileen
Mackenzie, Linda Gail Christie, It’s Not All In Your Head: A
Couple’s Guide To Overcoming Impotence, EP Dutton, 1988, 192 s.
William H. Masters, Human
Sexual Inadequacy, Churchill, 1970, 467 s.
William H. Masters,
Virginia E. Johnson, Human Sexual Response, Lippincott Williams and
Wilkins, 1966, 366 s.
David M. Friedman, A Mind
of Its Own: A Cultural History of the Penis, Penguin Books, 2003,
368 s.
YERİN UZAMA DÖNÜŞMESİNİN
YOL AÇTIĞI KORKU:
AGORAFOBİ
Agorafobi kimsenin
olmadığı, ıssız açık alanlardan, boş meydanlardan duyulan
korku olarak bilinmesine karşın kalabalık içinde, trende,
tiyatroda, otobüste, açıklığa bakan bir pencere kenarında,
köprüde, işlek bir caddeyi geçerken, bir dükkana girerken ya da
bir kuyrukta beklerken de maruz kalınabilen bir korku, endişe,
panik durumunu ifade ediyor. Kişi birden paniğe kapılıyor,
titremeye, terlemeye başlıyor, yüzü kızarıyor, ölmekten
korkuyor. Öte yandan agorafobi modern kente ilişkin bir fobi.
Sanayileşme öncesi küçük yerleşim birimlerinde, kırsal alanda
ortaya çıkmıyor. Agorafobi büyük ölçüde kadınlarda görülen
bir fobi, hatta bazen “ev kadını hastalığı” olarak da
adlandırılıyor.
Agorafobi Batı Avrupa’
da doktorlar tarafından 1860 sonlarında teşhis ediliyor. Dönem
özellikle Paris’te Haussmann tarafından geniş caddelerin,
bulvarların açıldığı bir dönem. Yeni kamusal alanlar,
meydanlar, caddeler sanayileşme öncesi dönemin küçük kasaba
meydanlarından, dar yollarından farklı olarak bir sınırsızlık,
sonsuzluk, boşluk duygusu uyandırıyor. Modernlik “kirli,
hastalıklı, dar, kapalı, tehlikeli” yoksul mahallelerini yıkarak
“temiz, açık, hijyenik, havadar” alanlar yaratmaya çalışıyor.
Geniş caddeler, alanlar metaların ve insanların “özgür
dolaşımı” için gerekli görülüyor. Walter Benjamin’ in de
belirttiği gibi 19.yüzyıl kenti yuva yerine boşluğu geçiriyor.
Sınırsız dolaşıma hizmet eden sınırsız, açık, pürüzsüz
kulvarların yaratılması çabası 20. yüzyılın ilk yarısında
da devam ediyor. Artık içinde bulunan, hareket eden insanların
bile önemlerini gitgide yitirmeye başladığı, trafiğin
kesintisiz, soyut hareketinin öne çıktığı “evrensel”bir
dolaşım sistemi , mekanik bir şehircilik anlayışı gelişiyor.
Böylece insanların üzerinde yaşamaya alıştıkları, aşina
oldukları somut yer onların ayaklarının altından kaymaya
başlıyor, erozyona uğruyor; tanıdık olmayan, dışlayıcı,
yabancı, soğuk, soyut bir uzam egemen olmaya başlıyor.
Agorafobinin en önemli nedenlerinden biri eskinin aşina yerinin
yok olmaya başlayıp yerini modernliğin matematiksel bir dille
ifade edilen, ızgara şeklindeki(grid) soyut uzamına bırakmasıdır.
Şimdi agorafobinin hem
boş uzamlardan, mekanlardan hem de kalabalıktan duyulan bir korku
olarak ortaya çıkmasının nedenlerine gelelim. Kathleen M.
Kirby’ye göre eskiden atlı arabalarla yapılan yolculuklar
sırasında yolcular hızın düşüklüğü yüzünden
etraflarındaki yerleri canlı bir varoluş biçiminde
algılıyorlardı. Ama trenin hızı beden ve psişenin dışsal
coğrafi uzama olan alışılmış bağlılığını kopardı,
“panoramik bir vizyon” oluşmaya başladı. İçerisi ile
dışarısı arasındaki ilişki suni bir biçimde, suni bir
aracılıkla kurulmaya başladı. İnsanların dışsal etkilerin,
uyartıların çokluğuna, aşırılığına karşı psişik bir
kalkan geliştirerek kendilerini korumaya çalışmaları sadece tren
yolculuğuyla, hızlanmış bir hareketle sınırlı değildi.
Benjamin kent insanının da uzamsal karmaşanın onun içine sızma
girişimlerine karşı karşı koruyucu bir psişik perde
geliştirdiğini söyleyecekti. Kent yaşamının karmaşıklığı,
telaşı, gürültüsü sonucu insanın algıları bombardımana
maruz kalıyor ve birey kendisini korumak için kendini dışa
kapatıyor, dışarısı ile arasına bir mesafe koyuyordu.
Modernlikteki tren
yolculuklarından farklı olarak eskiden insanların dakikalarca,
saatlerce birbirlerinin yüzüne bakıp tek bir laf etmemeleri
mümkün değildi. Yeni kent içinde ise insanlar birbirlerine selam
vermeden, dikkat etmeden, başkalarını “görmeden” hızla geçip
gidiyorlardı. Georg Simmel de büyük kentlerin zihinsel yaşamının
anti sosyal olduğunu belirtiyordu. Etraf kalabalıklaştıkça
dışarısıyla arasına mesafe koyma eğilimi de artmaktaydı.
Kentteki kalabalık artık birbirini tanıyan insanlardan
oluşmuyordu, dışsal yabancı bir kalabalıktı. Böylece kişisel
olmayan şahsi olanın, objektif mesafe subjektif empatinin yerini
almaktaydı. Eskiden insanlar arasında ahbaplık, söze ve dokunmaya
dayalı ilişki ön plandayken yeni kentlerde mesafe oluşturucu
bakış ön plana çıkmaktaydı. Yeni ilişkiler bakışın, göz
atmanın, gözüyle taramanın, “optiğin” öne çıktığı
ilişkilerdi. Agorafobi sadece yabancılaşmış, soyutlaşmış,
dışsallaşmış bir uzamdan değil aynı zamanda yabancılaşmış,
soyutlaşmış, dışsallaşmış bir kalabalıktan duyulan bir
korkuydu da. Uzamın yanı sıra kalabalıklar da korkunun steril
nesneleri haline gelmekteydi.
Anthony Vidler’ın da
dikkat çektiği gibi 18. yüzyılın Aydınlanma düşüncesi
rasyonel, evrensel, açık, şeffaf bir uzam yaratmak istiyordu.
Sınırsız bir akışkanlığın, şeffaflığın önündeki tüm
pürüzler, engeller ortadan kaldırılmalıydı. Aydınlanmanın
öznesi kendini dış dünyadan net sınırlarla ayırmak, kendi iç
bütünlüğünü korumak isteyen bir özneydi. Dış dünyanın da
homojen, farklılaşmamış bir dünya olduğu varsayılmaktaydı.
Ama kapitalizmin hızla geliştiği 19. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren bireyin içsel, psişik bütünlüğü, birliği sarsılmaya
başladı. Sabit yere bağlı kimlikler, psikolojiler akışkanlığın,
hızın artmasıyla sarsıntı geçirdi. Uzam yerden daha çok
ayrışmaya, soyutlaşmaya, yerleşiklikten kopmaya, akışkan hale
gelmeye başladı. Uzamın içindeki yer eriyip uzam soyut korkutucu
bir boşluğa, hiçliğe doğru yöneldi. Paul Carter’ ın da
söylediği gibi modernliğin soyut uzamı eskinin paylaşılan
yerlerini ortadan kaldırarak arabaların makinevari bir
düzenlilikle aktığı caddeleri geliştirdi. Eskinin insanların
bir araya gelip konuştuğu agorası modernlikte bir korku kaynağı
haline gelen steril, insanların birbirleriyle ilişki kurmaktan
kaçındığı meydanlara dönüştü.
Kamusal alanların
agorafobisi olan bireyde yarattığı korku ve endişe duyguları bu
mekanların genişliğinden, büyüklüğünden değil yaşanmış,
aşina olana ilişkin tüm izleri silmelerinden kaynaklanıyordu.
Modernliğin soyut bir ilerlemeye olan inancı yerin tarihsel parmak
izlerini silmekte, önüne çıkan her “pürüzü”(yaşanmış
anı parçasını) ezerek yeri düzlemekte, uzamsallaştırmaktaydı.
Agorafobiyi yaratan olgu modernliğin kesintisiz dolaşımın,
trafiğin gereksinimlerine uygun , yatay ve dikey bir koordinatlar
sistemi, bir ızgara olarak soyut bir uzamsallık oluşturma
eğilimiydi. Agorafobi insanların gündelik sıcak ilişkiler içinde
bizzat oluşturdukları bir yerin değil onlar adına, evrensel
olduğunu iddia eden modernliğin kent mimarisinin dışarıdan
dayattığı, inşa ettiği soyut kamusal mekanların “düzgün
geometrisinin” neden olduğu bir korkuydu. Bu soyut geometri yerin
insani olan tüm özelliklerini silmek istemekteydi. Agorafobisi olan
bireylerin kamusal uzamlardaki korkuları eğer yanlarında tanıdık
bir kişi ya da obje(şemsiye vb.) varsa azalıyordu çünkü bu
durumda onlar açısından uzam tekrar yere dönüşüyor, “uzam
içinde onlara yer açılıyordu.”
Agorafobi uzamı rasyonel
bir şekilde kurmak isteyen modernliğin araçsal aklının neden
olduğu bir korkuydu. Modernliğin uzamı ve uzayı fethetme
yolundaki ilerleyişi , uçak, telgraf, telefon insanların yerle
ilişkisindeki kopukluğu daha da arttıracak, birey köksüz bir
biçimde oradan oraya savrularak kendine sığınabileceği tanıdık
bir yer arayacaktı. Öte yandan modernliğin, kamusal mekanları
şeffaflık alanları olarak kurma girişimi disipliner bir boyutu
içinde barındırmaktaydı. Kıyıda köşede saklı olan, kuytuda
olan, karanlıkta olan,”yerin içine gizlenmiş olan” her
şey(özellikle muhalif, “yıkıcı” unsurlar!) açık, aydınlık
uzama çıkmaya zorlanıyordu. Bu uzam modernliğin devletinin, onun
güvenlik güçlerinin toplumu daha rahatlıkla denetleyebildiği
bir uzamdı da. Agorafobi modernliğin kamusal uzamları
şeffaflaştırma eğiliminin neden olduğu bir rahatsızlıktı aynı
zamanda. Öte yandan modernlik kendi disipliner, kapalı , kapatıcı
kurumlarının(Hapishane, fabrika, akıl hastanesi, vb.) içini de
şeffaflaştırmayı ihmal etmemişti. Foucault’nun da anlattığı
gibi panoptik gözetleme modeli bu mekanlarda bulunan her kişiyi
merkezi bir gözetleme noktasında bulunan görevlinin bakışı
karşısında şeffaflaştırıyordu.
Özel alan(aile, ev) ile
kamusal alanı birbirinden ayıran modernlik birincisini kadının
ikincisini erkeğin alanı olarak kurmuştu. Sokaklar, parklar,
meydanlar erkeklerin işgali altındaydı! Kadınların tek başlarına
sokağa çıkmaları uygunsuz görülüyor, fahişelikle
ilişkilendiriliyor, kadınların erkekler tarafından taciz
edilmeleriyle sonuçlanabiliyordu(Burada agorafobi ile agrofobi
(tecavüze uğrama korkusu) sözcükleri arasındaki benzerliğe
dikkat çekmek gerekir). Modernliğin egemen psikiyatri söylemi de
kamusal uzamdaki eril egemenliğin doğallaştırılmasına destek
vermekteydi. Uzamın agorafobinin nedeni olduğu görüşünü
reddeden ve bu korkunun cinsel yaşamdaki anormalliklerden
kaynaklandığını belirten Freud agorafobinin kadının içindeki
, sokak kadını, fahişe olma arzusunu, fantazisini bastırması
sonucu ortaya çıktığını söyleyecekti. Penceresinden sokağa
bakarken kendini pencereden dışarı atma duygusuna kapılan bir
kadının durumunu açıklarken Freud aslında bu kadının
fahişelerin yaptığı gibi sokaktan geçen erkekleri yukarıya,
evine çağırma arzusu duyduğunu, bu arzusunu bastırması sonucu
ise korkunun, fobinin oluştuğunu ifade edecekti.
Kamusal mekanların düzeni
eril aklın düzeniydi de; kadını nesneleştiren, bir koordinatlar
sistemi içinde kadının yerini saptayıp onu bir gözlem nesnesine
indirgeyen eril bakışın, disipliner optiğin düzeniydi . Bu
gözetleyici bakışın egemen olduğu kamusal uzam içinde kadınlar
kendilerini büyük bir basınç altında hissediyorlardı. Aklı
temsil ettiği varsayılan erkekler, araçsal aklın egemen olduğu
kamusal alanın soyut uzamıyla kadınlara oranla çok daha fazla
uyum içindeydi; iş, politika vb. kamusal faaliyetler neredeyse
tamamen erkeklere tahsis edilmişti. Kadınların payına düşen ise
bedenin, yerin alanıydı! Agorafobi soyut, eril aklın uzamının
–kadın- bedeniyle yakın ilişki içinde olan yer üzerindeki
egemenliğinin bir sonucuydu. Agorafobinin yoğun olarak kadınlarda
görülmesinin bir nedeni kadınların bedenlerini ve yerlerini terk
etmeyi reddederek erkekliğin soyut, bedensiz, steril kamusal
uzamına karşı tepki göstermeleriydi. Emily Dickinson’ın
evinden dışarı çıkmamasının bir nedeni buydu.
Agorafobisi olan
kadınlarla olmayan kadınların caddeleri, meydanları, ıssız
alanları , kalabalıkları geçerken izledikleri güzergah hemen
hemen aynıydı. Kamusal mekanların eril tacizkarlığı neredeyse
tüm kadınlarda bir tür agorafobinin oluşmasına neden olmaktaydı.
Öte yandan kadınlar açısından agorafobiye karşı ev de
yeterince güvenli bir ortam oluşturmuyordu. Kamusal soyut uzamın
egemeni olan erkek, aile reisi olduğu evin “yer olarak kalmasına”
izin vermiyor, ev içinde de “kamusal eril uzamın yasalarını”
egemen kılmaya çalışıyordu. 19.Yüzyılın Viktoryen
İngiltere’sinde kadınların kendilerini evden dışarı atma ile
eve kapanma arasında gidip gelen “paradoksal arzularında” her
iki alan üzerinde kurulmuş eril basıncın önemli bir payı vardı.
Öte yandan kadınlardaki “kendine ait bir oda”ya sahip olma
yönündeki eğilim agorafobisi olan kadınların kamusal mekanlara
karşı gösterdiği tepkiye komşuydu.
1980 sonrasının post
modern kapitalizmi uzamı yerden daha da çok kopardı; havaalanları,
oteller, büyük alışveriş, eğlence, kültür merkezleri, tatil
köyleri, otobanlar vb. yok-yerleri(non places) yaratarak uzamın
sterilliğini, nesnelliğini, akışkanlığını, kayganlığını,
standartlığını yaygınlaştırdı, sanal uzamı yaratarak yere
dayalı varoluş biçimlerini daha da güçsüzleştirdi, hızın ve
şimdinin egemen olduğu küresel bir boşluk yarattı. “Yerin ve
zamanın ortadan kalktığı” Web’ in, ekranın yüzeyinde her
şey “yerçekiminden kurtulup” boşluğa, sınırsız, soyut
uzama savruldu. Modernlik bedenin –şahsi olana ait-yerle
ilişkisini zayıflatıp onu kamusalın soyut uzamına doğru çekmek
istemişti. Post modernlik daha “radikal” bir adım atarak hem
özel alanda hem de kamusal alanda “bedeni yok etti”, onu küresel
sanal uzamın, ekranın içinde kaydi bir varlığa indirgedi!
“Agorafobinin
poetikasının”- soyut uzamın iktidarına karşı- insanların bir
araya gelip konuşabileceği, gülebileceği, dayanışabileceği,
direnebileceği yerlerin yaratılmasından geçtiğini söylemek
“yersiz olmaz”.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Paul Carter, Repressed
Spaces: The Poetics of Agoraphobia, Reaktion books, 2002, 253 s.
Anthony Vidler, Warped
Space: Art, Architecture, and Anxiety in Modern Culture,
Massachusetts Institute of Technology, 2001, 301 s.
Kathleen M. Kirby,
Indifferent Boundaries: Spatial Concepts of Human Subjectivity, The
Guilford Press, 1996, 169 s.
POST
MODERN TOPLUMDA AŞK
Batıda XIX. yüzyılda
egemen olan söylem cinselliği üremeye yönelik, aile içinde
gerçekleşen, formel bir sorumluluk halesiyle çevrilmiş bir olgu
olarak kurmuştu. Uygar bireyin seksin şehvani, hayvani boyutuna
prim vermeyip onu edepli, ahlaklı bir biçimde yaşayacağı
varsayılmaktaydı. Öte yandan XIX. yüzyıl modernliği “kaba
seksin” yanı sıra cinselliğin estetize edilmiş biçimlerine,
erotizme karşı da olumsuz bir yaklaşıma sahipti. Dönemin seksi
“ciddiydi”! Kendi kendini kontrol eden birey tipini öne çıkaran
modernlik cinsel öz kontrolü tehlikeye atabilecek “yontulmamış
seksin” ve erotizmin yanı sıra “yıkıcı duyguları”, aşkı
da bir tehlike olarak görmekteydi! Aşk “tahripkar olmadığı”
ve evliliğe yardımcı olduğu sürece sorun yoktu, ama başta aile
kurumu olmak üzere kurumlara karşı itaatsizliğe yönelen bir aşka
müsamaha gösterilemezdi! Dönemin aşkı ömür boyu süren “büyük
aşktı” ve “tam angajmana” dayanıyordu. Aşk evliliğin
hazırlayıcısıydı! Evlenmek isteyen erkek adaylar hoşlandıkları
kadınların ailelerinin evlerine gider, annenin kuşkucu bakışları
altında salonda, kapı önündeki sundurmada bu kadınlarla sohbet
ederlerdi.
Buluşmaların ev dışında,
kamusal alanda gerçekleşmesi 1920’li yıllardan itibaren
yaygınlaştı. Eva Illouz’un da belirttiği gibi bu dönemde aşk
eskiden sahip olduğu trajik boyutu yitirmeye başladı, romantik aşk
tüketim kültürüyle ilişkili bir bireysel mutluluk imgesiyle
birlikte anılır oldu, aşık olunan kadına alınan giysileri,
kozmetik ürünleri vurgulayan bir kültürel-ticari atmosfer
gelişti. Reklamlar aşkın politik ekonomisi içinde önemli bir
yere sahipti. Daniel Harris’in de dikkat çektiği gibi 1920’lerde
romantik aşka ilişkin reklam estetiği içinde erkek aşık seri
olarak üretilmiş yakın ilişki imajlarına dayalı olarak hareket
eden kişi olarak belirmekteydi. Aşkın XIX. yüzyılın ev
mekanından uzaklaşarak ticarileştirilen bir kamusal alana
taşınmasına birlikte akşam yemeği yenilen restoran masasının,
ticari eğlence mekanlarının, ticari olarak kurulmuş bir romantik
ambiyansın öne çıkarılması eşlik etti. Takip eden dönemde aşk
kültür endüstrisinin elinde karlı bir yatırım konusu haline
gelecekti.
1950’lerden sonra
cinselliğe ilişkin göreli liberalleşme, serbest zamana verilen
önemin artması, hazzı kitlesel ölçekte bir üretimi ve tüketimi
arttırmak için bir fırsat olarak gören fordist kapitalizme
dayalı refah toplumunun gelişmesi, “cinsel devrim”, tüm bunlar
aşkın XIX. yüzyılın ahlaki kısıtlamalarından bir ölçüde
kurtulması yönünde bir basınç oluşturacaktı. 1960’larda
üremeye endeksli cinsellik yaklaşımı güç kaybetmeye başladı.
Öte yandan erotizm “büyük aşktan” bağımsızlaşmaya
başladı. Ancak “post modern aşkın”, daha doğrusu aşkların
egemen hale gelmesi için 1980 sonrasının post-fordist ekonomisini
ve bu ekonomiye eşlik eden post modern ilişki biçimlerinin
gelişmesini beklemek gerekecekti!
Batıda 1960’lara kadar
gücünü koruyan modern toplumun “büyük aşkı” kadınların
erkek egemen toplumsal cinsiyet normlarına tabi kılınmasını
beraberinde getiriyor, onların aktif özneler haline gelmesini
engelliyordu. Bu nedenle feminist hareket açıkça modernliğin
aşkını eleştirdi, kadınların bağımsız cinsel-duygusal
yaşamlarını öne çıkardı. 1960’ların ve 1970’lerin kadın
hareketleri modernliğin erkek egemen aşk ve cinsellik biçimlerini
sarstı. Eskinin monogamik aile modeli çözülmeye başladı,
boşanmalar arttı, cinsellik ahlaktan özerkleşti, flört evliliğin
hazırlayıcısı olmaktan çıktı. Kadın-erkek ilişkilerinde
eşitlikçi bir modele geçildiği yönündeki görüşler
yaygınlaştı. Anthony Giddens yeni toplumdaki ilişkilerin ancak
her iki tarafa da tatmin sağladığı sürece devam ettiğini
belirtecekti. Kadınların cinsel özgürleşmesi ve otonomisi
karşısında eskinin ölüm ayırana kadar süren, mutlak
yükümlülüklere dayalı romantik aşkı güç kaybetmiş, olumsal
aşk öne çıkmıştı. Giddens’ın plastik cinsellik olarak
adlandırdığı yeni modelde monogami bir zorunluluk olmaktan
çıkmıştı.
Bir çok kuramcı post
modern toplumda cinselliğin aşktan kurtulmasını kutluyor
kadın-erkek ilişkilerinin demokratik bir biçim kazandığını
söylüyordu. Cinsel-erotik çoğulculuk, “cinsel tolerans etiği”,
post-romantik ilişki biçimlerinin çeşitliliği, tüm bunlar
modernliğin “disipliner cinselliğinden” kurtulmuş özgür bir
toplumun göstergeleri olarak görülmekteydi. Ben bu yazımda post
modern toplumdaki ilişkilerin post-fordist ekonominin işleyişleriyle
bağlantılı olduğunu, modernliğin buyurgan bir ahlaka dayalı
“kuru” cinselliği yerine ticarileştirilmiş bir hedonizmle
ilişkili post modern haz kültürünün egemen hale geldiğini,
partnerler arasındaki ilişkide patriyarkal iktidar biçimlerinin
ortadan kalkmayıp “incelmiş” biçimler altında varlıklarını
sürdürdüğünü, feminist hareketin cinselliğe ilişkin
kazanımlarının süreç içinde post modern kapitalizm tarafından
ehlileştirilerek, asimile edilerek, ticarileştirilerek kadınların
aleyhine döndürüldüğünü öne süreceğim.
Çalışılan işlerin,
evliliklerin, aşkların uzun ömürlü, “mutlak”, güçlü
angajmanlara dayalı olduğu modern toplumdan farklı olarak post
modern toplumda partnerler arasındaki ilişkiler kısa ömürlü,
olumsal, uçucu, her an bozulabilir geçici anlaşmalara göre
şekillenen bir niteliğe sahipti. Modern aşk ağır, ciddi ve büyük
iken post modern aşklar hafif, küçük ve keyifli idi! Modern
üretici hayatı boyunca aynı full time işi ve aynı
“full-time-evliliği” sürdürürken post modern tüketici
farklı, part-time, kısa süreli işler ve “part-time”, kısa
süreli ilişkiler içinde sürüklenmekteydi! İş hayatında kısa
süreli projeler etrafında bir araya gelen ve proje bitince başka
projelerde başka insanlarla çalışan ekip üyeleri gibi post
modern ilişkiyi oluşturan ikili ekibin-özellikle erkek- üyesi
kolaylıkla yeni ilişkilere geçmeye hazırdı. Modern evliliğin
sarsılmakta olduğu ilk dönemde boşanmalar artmış, açık
evlilikler yaygınlaşmaya başlamıştı. Daha sonraları evlenmeden
birlikte yaşayan çiftlerin artmasının yanı sıra birlikte
oturmayıp ara sıra birbirlerine “takılan”, ayrı banka
hesapları, ayrı arkadaşları , “ayrı kedileri” olan
“çiftlerin” sayısı arttı.
Modernliğin büyük
anlatıları insanlık tarihini olduğu kadar romansı da lineer bir
hat boyunca ilerleyen, ereksel, uzun süreli bir olgu olarak
kurmuştu. Büyük aşkın her bir evresi bir sonrakini hazırlıyor,
aşka ilişkin yaşam parçaları birbirlerini tamamlayan bir bütün
oluşturuyordu. Post modernlik modernliğin uzun süreli tek büyük
aşk mitini sarstı, bireyin aşk yaşamını kısa süreli
ilişkilerden oluşan parçalı, yamalı bir şekle dönüştürdü.
Üstelik bu kısa ilişkilerin bireyin geçmişteki ya da gelecekteki
yaşamı, ilişkileri ile uyum içinde olması gerekmiyordu. Yeni
bireyin aşk yaşamı eklektik olarak bir arada duran, birbirleriyle
uyuşmak zorunda olmayıp çoğu kez birbiriyle çelişen özerk
parçaların gelişigüzel bir kolajından oluşmaktaydı.
İlişkilerin farklılığa dayalı çokluğu post modern piyasadaki
metaların çeşitliliği, çokluğu, tüketicilere sunulan
tercihlerin aşırı bolluğu ile de ilişkiliydi!
Bireylerin ilişkileri
seçme biçimleri ile süper marketlerdeki ürünleri seçme
biçimleri arasında benzerlikler mevcuttu. Eva Illouz’un da dikkat
çektiği gibi yeni ilişki arayıcısının bakışı marketteki
müşterinin alışverişçi-seçmeci bakışına benziyordu. Post
modern ilişki tüketicisi kısa süren ve akabinde yerini bir
yenisine bırakan hazlar peşindeydi. Post modern ilişkiler kısa
süreli, uçucu yoğunluklardan, deneyimlerden, duyumlardan,
zevklerden, duygusal birimlerden oluşmaktaydı. Post modern romantik
yoğunluklar zamanı duygulanımsal yükler olarak parçalara
ayırıyor, uzun süreli ilişkilerin, büyük aşkların son
bulmasıyla birlikte zamansallık yaşamdaki sürekliliği kurmada
birleştirici bir güç olma niteliğini kaybediyordu. Post modern
kısa ilişki- eskinin sarsıcı, tahripkar, tutkulu aşklarından
farklı olarak-ahlaki ya da sosyal engellere karşı mücadele eden,
ihlalci bir niteliğe sahip değildi ve cinsel içgüdülerin serbest
bırakılmasını onaylamaktaydı.
Kısa ilişkiler kent
merkezlerinde çalışan profesyonel kesim arasında yaygındı ve
bu gurup ekonomik rasyonalite biçimleri ile cinsel arzu arasındaki
geçişlerde, yön değiştirmelerde bir hayli ustaydı. Kısa
ilişkiler arayan bu kesimdeki “angajman fobisinin”
nedenlerinden biri daha iyi bir partner bulma opsiyonunu her zaman
açık bırakmaktı. Bağımsızlığın öne çıkarılması yaşam
tarzı tercihlerine vurgu yapan yeni kimliklerin eşlikçisiydi.
Hedonizm, estetizm, ironi ve inançsızlığın yaygınlaşmasıyla
birlikte aşk sarsıcı bir uç deneyim olma özelliğini yitirdi,
romantik büyük aşk söylemi güç kaybetti. Post modernlikte aşk
düşük yoğunluklu hale geldi, şiddetini yitirerek,
“zararsızlaşarak” stabilize oldu.
“Derin aşkı”
onaylamayan post modern söylem bu tür aşkın üretkenlikte
azalışa, işte konsantrasyon sorunlarına yol açacağını öne
sürüyor, risk ve güvenlik söyleminin güçlendiği 1990’larda
insanlar büyük aşkın yol açabileceği tehlikelere karşı
uyarılıyordu. Aşk kontrolsüz duygularla bir arada anılıyor,
“aşk bağımlısı” vb. kavramlar üretilerek büyük aşk
denetim altında tutulmaya çalışılıyordu. Öte yandan post
modernlik ılımlı küçük romantik yoğunlukları hem teşvik
ederek hem de akabinde büyüsünden arındırarak yeni romantik
ürünlerin-hizmetlerin sonsuz üretiminin-tüketiminin yolunu
açmaktaydı. Medya aşk piyasasının kavramlarını o kadar
yaygınlaştırdı ki bir çok kişi bu bombardıman nedeniyle
ilişkilerinde gerçekten aşık olup olmadıklarından kuşku
duymaya başladı. Illouz’un da belirttiği gibi günümüzde orta
sınıfların yaşadığı romanslar reklamlardakine benzemekteydi.
Modernlik cinselliği
üremeye endekslemiş erotizme prim vermemişti. Üretici-asker
kitlesinin damgasını vurduğu disipliner modern toplumun cinsel
imgelemi dardı! Düş gücü piyasasına, “maddi olmayan şeylerin
tüketimine” dayalı post modernlik ise erotizmi hem üremeden hem
de aşktan kopardı, ona kendi başına var olma hakkını tanıdı!
Zygmunt Bauman’ın “On Postmodern Uses of Sex” adlı yazısında
söylediği gibi ( Love and Eroticism’in içinde) post modern
erotizmde hafiflik ve uçuculuk öne çıkmaktaydı. Duyum
toplayıcısına dönüşmüş, çoklu, esnek, buharlaşıp kaybolan
kimliklere sahip yeni birey cinsel açıdan hiçbir şekilde birisine
bağlanmamak, tam bir serbestlik içinde olmak istiyor, hazsal
çeşitliliğe dayalı yüzer gezer bir erotizm güçleniyordu. Uzun
süreli bir sabitliğe dayalı olmayan yeni kimlikler o an maksimum
cinsel hazzı almaya ve hemen başka bir hazza geçmeye dayalı esnek
bir yapılanma göstermekteydi.
Bauman “ölüm ayırana
kadar süren aşk” tanımının artık demode hale geldiğini,
günümüzde aşkı tanımlamada başvurulan standartlarda bir düşüş
olduğunu belirtmekteydi( Liquid Love’ın içinde). Aşk olarak
adlandırılan ilişki biçimlerinin sayısı artmış, tek gecelik
ilişkiler aşk olarak adlandırılmaya başlamıştı. Metaların
anında, hızlı bir şekilde tüketilmesini vazeden fast-tüketim
kültürü cinselliği de anlık kullanımın, tatminin
standartlarına göre biçimlendiriyor, “işi çabuk bitirip”
yeni bir bedenin anlık tüketimine geçmeyi öneriyordu. Malların
ve ilişkilerin tüketimiyle ilgili olarak hafiflik, hız, yenilik ve
çeşitlilik kavramları öne çıkmış, “devir hızı”
yükselmişti. Bir ilişkinin başlaması için olduğu kadar sürmesi
için de uzun zaman çaba göstermek artık zahmetli ve gereksiz bir
uğraş olarak görülmekteydi. İlişkinin geleceğine ilişkin
bağlayıcı kararlar almak, angajmana girmek itici bulunmaktaydı.
İlişki kurmaya yönelen
bireyin davranışları alışverişe çıkan tüketicinin anlık
isteklere göre mal seçen davranışlarına benzemekteydi ve ilişki
kurmak için ortalama bir alışverişçinin becerisine sahip olmak
yeterliydi! Alışverişler ve ilişkiler derhal, hemen oracıkta
gerçekleşmekteydi! Tatmin edici bulunmayan, “defolu” malların
markete iade edilip yenileriyle değiştirilebilmesine benzer bir
biçimde tatmin edici bulunmayan ilişkiler de piyasada yenileriyle
değiştirilebiliyordu! Bauman’ın da dikkat çektiği gibi
ilişkiler bir tür duygusal yatırıma dönüştürülmüştü. Aşık
olmak, güçlü duygularla sarsılmak bu yatırımı çok riskli bir
hale sokabilirdi! Önemli olan şey kişisel avantajları ve
dezavantajları iyi değerlendirmekti. Baştaki-duygusal- yatırım
ne kadar az olursa ilerideki olası duygusal krizin faturası o kadar
az olurdu. İlişkiler her an kolayca bitirilebilecek kadar hafif
olmalıydı.
Post modern toplumda
modernliğin insanları -otoriter, üniter bir çerçeve içinde-
birleştiren kolektif kimlikleri çözülmeye, dağılmaya başladı,
ulus, sınıf, aile, din vb. yapılar sarsıntı geçirdi. Bireyler
tinsel, duygusal olarak kendilerini yalnız ve dayanak noktasından
yoksun hissettikçe sevgililik ilişkisi çoğu kişi tarafından
kurtarıcı bir sığınak olarak görülmeye başlandı, ancak post
modern ilişkiler insanların yalnızlığını daha da arttırdı.
Modern kapitalizm de vaktiyle bireyciliği, rekabeti, piyasa
öznelliğini teşvik ederek insanlar arasındaki sıcak, içten
ilişkileri zayıflatmış, yabancılaşmayı arttırmıştı ama
bununla birlikte ihtiyacı nedeniyle toplumu bir arada tutacak bir
takım kolektif yapıları, angajmanları muhafaza etmişti.
Post modern kapitalizmin
ise bu tür kolektif yapılara ve angajmanlara ihtiyacı kalmamıştı
ve bu nedenle yeni toplumda bireyler “ortada kaldı”! Yüz yüze
ilişkiler, yakın dostluklar, kalıcı beraberlikler, angajmana
dayalı sevgililik ilişkileri düşüşe geçti. Üstelik elektronik
iletişimin insanlar arasındaki ilişkileri tarihte görülmemiş
biçimde “kolaylaştırdığı” bir dönemde gerçekleşti bu.
Cep telefonları, internette chat’leşme kesintisiz bir “iletişim
patlamasını” müjdeliyor gibiydi! Ancak Bauman’ın da dikkat
çektiği gibi elektronik iletişimin sağladığı yakınlık sanal
bir yakınlık idi. Ortaya çıkan şey coğrafi yakınlıktan,
yerden koparılmış bir iletişimdi, bir uzaklık, mesafe
duygusuydu. Sanal yakınlık insanlar arasındaki bağlantıları bir
yandan sıklaştırırken öte yandan sığlaştırmakta, yüz yüze
ilişkinin beraberinde getirdiği angajmanı, sorumluluğu ve
ağırlığı ortadan kaldırmaktaydı. İnternet üzerinden süren
ve bir tür eğlenceye dönüşen ilişkilerde istenildiği an sil
tuşuna basarak ilişkiden çıkmak mümkündü. İnternette ilişki
arama sörfü yalnızlığına başka bir çözüm bulamayan
ben-merkezci alışverişçinin uygun malı arayışını temsil
etmekteydi.
Öte yandan post modern
kapitalizm bir yandan yakın ilişkileri, dostlukları zayıflatan
koşulları üretir, doğal sosyalleşme becerilerini köreltirken
öte yandan yakınlığı, sıcaklığı, kişisel ilişkileri
endüstriyel biçimler altında üretip pazarlayan bir hizmet sektörü
yaratmaktaydı. İlişki uzmanları –bir ücret karşılığında-
insanlara yakın ilişkilerin nasıl kurulacağını öğretiyorlardı!
Daniel Harris’e göre tüketimci ideoloji kişiler arasında
sağlıklı ilişkilerin kurulabilmesi için kişinin duygularını
dışa vurması gerektiğini söylemekte, pop psikoloji hislerin
zorunlu olarak sergilenmesine, takıntılı bir konuşkanlığa,
duyguların periyodik olarak itirafına dayalı bir atmosferin
yaratılmasına yardım etmekteydi. Baştan çıkarmaya ilişkin
olarak da artık ağırbaşlılıkla yere bakıp yürek yakmanın
devri sona ermiş, yerine stand up komedyenlerinin canlılığı
geçmişti.
İnsanlar arasındaki
birliktelikler, aşk ilişkileri elbette kişiseldir ama sadece
kişisel değildir. Kişisel birlikteliklerin sarsılması, çözülmesi
sosyal birliktelikleri parçalayıp dağıtan post modern iktidar
yapılarıyla bağlantılıdır. Öte yandan geçmişte modernliğin
kolektif ve kişisel birlikteliklerinin otorite ve iktidar ilişkileri
ürettiğini belirtmek gerekir. Bu nedenle feministlerin modern büyük
aşkın kadının erkek egemen toplumsal cinsiyet sistemine tabi
kılınmasına yol açtığı yolundaki görüşleri doğrudur.
1960’lardan itibaren yükselişe geçen “cinsel devrimi”,
“özgür seksi” belki de modernliğin büyük ve uzun süreli
ilişkilerinden post modernliğin küçük ve kısa süreli
ilişkilerine geçiş bağlamında düşünmek gerekir. 1960’ların
ve 1970’lerin muhalif ortamında cinsel serbestlik bir tür
özgürlükle ilişkili olmasına karşın 1980’lerden sonra büyük
ölçüde ticari-tüketimsel bir çerçeve içinde şekillenen bir
bireyciliğe eklemlenmiştir.
Orta sınıfların
yaşadıkları post modern “demokratik aşk” vaktiyle modernliğin
büyük aşk içinde ürettiği, erkek egemen, katı ve hiyerarşik
özellikler taşıyan iktidar ilişkilerini bu kez küçük aşklar
içinde görece yatay ve esnek biçimler altında yeniden üretmekte,
erkeğin kontrol kurma eğilimi kadını kendinden feragate ve
tabiyete iten bir basınç oluşturmaktadır. Wendy Langford’a göre
bu durumda bireylerin ötekini kontrol etmeyi amaçlayan
eğilimlerinin farkında olması , karşı tarafın bağımsızlığı
konusunda özen göstermesi gerekir. Aşk kendi başına insanı
özgürleştirmez, tersine insanları baskıcı güçlerin esiri
haline getirebilir. Öte yandan aşkın kişisel, mahrem boyutunu
abartmamak gerekir, aşk özelleştirilmiş toplumsal hayatın bir
parçasıdır. Günümüzün görünürde eşitlikçi ilişkileri,
“demokratik aşkı” sonuçta eşitsizlik üretmektedir. Araçsal
akla, soyut bir birey idealine, “geçici sözleşme” özgürlüğüne
dayalı bu ilişki modeli toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş bir
kutuplaşmayı beslemektedir.
Bu yazıda eleştirilen
şey post modern ilişkilerin kısa olması değildir, bu kısalığın
yeni piyasanın işleyiş kodlarıyla, ticari göstergeleriyle olan
ilişkisidir. Öte yandan modernliğin büyük aşkını post
modernliğin “küçük ilişkilerinin” bir alternatifi olarak öne
sürmek yanıltıcıdır. Angajmansız, kısa süreli post modern
ilişkiler gibi modernliğin uzun süreli angajmanlara dayalı
ilişkileri de iktidar kodlarını yeniden üretmiştir. İlişkilerin
özgürleştirici olması onların kısalığıyla ya da uzunluğuyla
değil iktidar ilişkileri üretip üretmedikleriyle bağlantılıdır.
İlişkilerle ilgili risk ve sorumluluk almama yönündeki post
modern isteksizlik piyasa bireyciliğine özgü bir kayıtsızlığın,
“seçme özgürlüğünün” bir parçasıdır. Gerçek anlamda
özgürlükçü ilişkiler ancak taraflar birbirlerine yönelik
olarak sorumluluk aldıklarında, birbirlerine ihtimam
gösterdiklerinde gelişir ve bu bir etik sorunudur.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Zygmunt Bauman, Liquid
Love: On the Frailty of Human Bonds, Polity Press, 2003, 162 s.
Eva Illouz, Consuming the
Romantic Utopia: Love and The Cultural Contradictions of Capitalism,
University of California Press, 1997, 332 s.
der. Mike Featherstone,
Love and Eroticism, Sage Publications, 1999, 433 s.
Daniel Harris, Cute,
Quaint, Hungry and Romantic: The Aesthetics of Consumerism, Da Capo
Press, 2001, 270 s.
Wendy Langford,
Revolutions of the Heart: Gender, Power and the Delusions of Love,
Routledge, 1999, 168 s.
Anthony Giddens,
Mahremiyetin Dönüşümü: Modern Toplumlarda Cinsellik, Aşk ve
Erotizm, Çev. İdris Şahin, Ayrıntı Yayınları, 1994, 186 s.
MELANKOLİ
Melankoli çok geniş ve
farklı alanları kapsayan bir konu. Dürer’le, Munch’la, Van
Gogh’la, Nerval’le ve daha bir çok edebiyatçı, sanatçı ve
müzisyenle ilişkilendirilebileceği gibi Benjamin, Bataille ve
başka kuramcıların düşünceleriyle de bağlantılı bir konu
olmakla beraber ben melankoliye birkaç nokta ile sınırlı olarak
yaklaşacağım.
Melankoli eskiden hayati
bedensel sıvılarla, salgılarla ilişkilendirilirdi. Siyah safra
(black bile) melankoli anlamına gelmekteydi. Eski Yunanlı doktor
Galenos’a göre safra fazlası gaz kabarcıkları ve siyah bir
buhar çıkarıyor ve bu melankoliye , psişik ve fiziksel
karanlığa, kasvete, sıkıntıya yol açıyordu. Aristo da
melankoliye siyah safranın yol açtığı görüşündeydi. Böylece
zihinsel düzensiz değişimler ile vücuttaki akışkanlar arasında
ilişki kurulmaktaydı. Vücuttaki dört ana sıvı arasındaki denge
bozulduğunda ortaya değişik hastalıklar çıkıyordu. Bu
yaklaşıma göre melankoli delilikle sonuçlanabiliyordu ama
insanları tinsel olarak yetkinleştirebiliyor, Platon’un da
belirttiği gibi onların ruhlarını duyarlı hale getiriyordu.
Aristo devlet adamlığı, felsefe, şiir, sanat alanındaki önemli
kişilerin melankolik kişiler olduğunu söylemekteydi.
Batı Avrupa’da
ortaçağda kilisenin melankoliyle arası iyi değildi. Melankoli
günahın göstergesi ya da sonucu olarak görülebiliyordu.
Melankoliyi andıran , bir tür tinsel apati olarak
adlandırılabilecek acedia inzivaya çekilmiş keşişlere musallat
olan kötü ruhlarla ve düşüncelerle ilişkilendirilmekteydi.
XVII. yüzyıla kadar melankoliyi büyücülükle ya da şeytani
güçlerle ilişkilendiren görüşler varlığını sürdürecekti.
Acedia’nın yanı sıra yine melankoliye benzeyen , kederli bir ruh
halini ifade eden, ancak seküler olan tristitia da mevcuttu. Öte
yandan melankolinin astrolojik açıklamaları da vardı. Bazı
astrologlar ve düşünürler Satürn gezegeninin etkisinin
melankoliye yol açtığını düşünüyorlardı. Jennifer Radden’in
de söylediği gibi XVIII. yüzyıla kadar melankolinin farklı
anlamları net bir biçimde birbirinden ayrılmamıştı.
Rönesansla birlikte
melankoli hümanist bir biçim altında büyük bir itibar kazandı.
Harvie Ferguson’un da dikkat çektiği gibi melankoli entelektüel
ve sanatsal kabiliyetlerle ilişkilendirildi. I. Elizabeth
İngilteresinde de melankoli “itibarını” korudu. Ortaçağda
melankoliye eşlik eden karanlık kavramı yeni dönemde yerini
duygusal ağırlığa, derinliğe, yoğunluğa bıraktı. Rönesans
döneminde melankoli dünyaya eleştirel bakan entelektüel
yaratıcılıkla ve tinsellikle ilişkilendiriliyordu. Öte yandan
Rönesans’ta ve onu izleyen süreçteki melankoli toplumsal
cinsiyet rolleriyle de ilişkiliydi. Erkeklerdeki melankoli üstün
kabiliyetle, dehayla birlikte anılırken kadınlardaki melankoliye
bunlar eşlik etmiyordu. XVII. yüzyılda melankoli konusundaki en
önemli kitaplardan birini yazan Robert Burton kadınlardaki
melankoliyi dullarda, yaşlı hizmetçi kadınlarda, rahibelerde adet
kanamasının durmasıyla birlikte duyarsızlaşma, meramını
anlatamayacak şekilde konuşma ve sessiz bir keder şeklinde ortaya
çıkan bir durum olarak sunarken erkeklerdeki melankoliden kişinin
kendini keşfetme deneyimi, kendini ifade etme biçimi olarak söz
ediyordu.
XVII. yüzyıldan sonra
melankoliye ilişkin bir tür sekülerleşme gözlenmeye başladı.
Aynı zamanda bedenin anlaşılmasında beden salgıları modelinden
mekanik bir modele doğru bir yönelim oluştu. Duygulanımsal ve
bilmeye ilişkin zihinsel durumlar arasında bir ayrışma ortaya
çıktı. Dönemin mekanik bilim anlayışı melankolinin tıbbi
kavranışını etkiledi. Hastanın kan dolaşımının yavaşlaması
onun yavaş ve kederli hali ile ilişkilendirildi. XVIII. yüzyılda
melankoli bazı doktorlarca sinir sistemine bağlı bir hastalık
olarak tanımlanmaya başladı. Öte yandan eylemsizliğe, tembelliğe
eşlik eden melankolik ruh halinin yüceltildiği XV. ve XVI.
yüzyıllardan farklı olarak ampirizmin gelişmeye başladığı
XVIII. yüzyılda pratikle birleşmeyen bir melankolinin sanrılara,
zihinsel rahatsızlıklara yol açacağı fikri güçlendi. Bu durum
melankoliye ilişkin bir cinsiyet ayrımcılığının gelişmesiyle
de bağlantılıydı. Melankoli duygularıyla ve hayalleriyle yaşayan
kadın imajıyla daha çok ilişkilendirilmeye başlamıştı.
Düşünen erkeğin melankolisinin hayattan kopuk olmadığı
söyleniyordu. XVIII. yüzyıl sonunda romantik edebiyatta olsun
başka alanlarda olsun melankolik bir öznellik mevcuttu. Ancak bu
melankoli daha ziyade erkeklerde görülen yumuşak bir melankoliyi
temsil ediyordu. Erkeklerin melankolisinde sürekliliği olan,
sağlam, değerli hisler öne çıkarken melankolik kadının payına
düşen kararsız, istikrarsız ve değersiz hisler idi. Erkeğin
melankolisi yaratıcı tinsellikle birlikte anılırken kadının
melankolisi onun irrasyonel ve kaprisli doğasıyla
ilişkilendiriliyordu.
Modernlik bireyi ortaçağın
kapalı dünyasından kurtarmış ona bir özgürlük alanı açmıştı
ama bu alan bireyin kendini bir anda içinde bulduğu ürkütücü
bir boşluğu temsil ediyordu aynı zamanda. Birey hem dış dünya
içinde hem de kendi iç dünyası içinde yapayalnız kalıvermişti.
Bu içsel yalnızlığın bilinci modernlik deneyiminin bir
parçasıydı. Georges Minois’nın da belirttiği gibi XVIII.
yüzyıl düşüncesi huzursuzluğa olumlu bir anlam yüklemişti,
çünkü huzursuzluk bir eksiklik, tatminsizlik olarak hissediliyor
ve bireyi bu eksikliği giderme yolunda bir çabaya sevk ederek bir
anlamda ilerlemenin motoru olarak işlev görüyordu. Ama melankoli
daha farklıydı. Belki azı sanatsal ve edebi duyarlığı
arttırıyor, entelektüel bir dehaya eşlik ediyordu ama melankoli
her an bir zihinsel hastalığa dönüşme potansiyelini içinde
barındırıyordu. Bu nedenle Aydınlanma düşüncesi melankoliye
karşı mesafeli, zaman zaman olumsuz bir tutum takındı. Melankolik
birey Aydınlanmanın yüksek bir öz kontrole sahip özerk birey
idealiyle uyum içinde değildi. Bununla birlikte XVIII. , hatta
XIX. yüzyıllarda bile melankoliyi yaratıcı enerjiyle, dehayla ,
entelektüel rafinelikle, derin duygularla, yüce olana yakınlıkla
ilişkilendiren görüşler varlıklarını korudu.
XIX. yüzyılın ikinci
yarısına kadar melankoli geçici ruh hallerini, zihinsel
hastalıkları, uzun süreli karakter özelliklerini vb. içeren çok
geniş bir anlam yelpazesi dahilinde kullanılan bir kavramdı. XIX.
yüzyıl başlarında doktorlar melankolinin deliliğe yol
açabileceğini daha çok vurgulamaya başladılar ve onu bilimsel
bir temelde açıklama çabasına giriştiler. XIX. yüzyıl sonu
tıbbı ise melankolinin teşhisinde nesnel kriterleri devreye soktu
ve zihinsel, klinik bir hastalık olarak teşhis kriterlerini
daralttığı melankolyayı artık teşhis açısından faydasız,
çok geniş bir alanı kapsayan , normal kabul edilebilecek ruh
hallerini de yansıtan bir kavram olarak gördüğü melankoliden
ayırdı. Melankolya depresyonla birlikte anılan bir hastalık
haline geldi. Duygulanımsal ve psikotik rahatsızlıklar arasındaki
ayrım daha da güçlendirildi.. Dönemin psikiyatrisi melankolyanın
teşhisinde artık hastanın şikayetlerinden, semptomlardan,
hastanın iç dünyasını dile getirdiği öznel anlatısından
yola çıkmıyor, hastalığı dışsal olarak gözlemlenebilir
davranışlar ve göstergelerden yola çıkarak teşhis ediyordu.
Böylece eskinin melankolik öznelliği güç kaybetmeye başladı,
nesnel, gözleme dayalı, dışsal, davranışsal kriterler öne
çıktı.
XIX. yüzyıl toplumsal
cinsiyet normlarının melankoli üzerinde gitgide daha çok
belirleyici olmaya başladığı bir yüzyıl oldu. Melankoliyi
normal, melankolyayı (ve depresyonu) anormal olarak kuran XIX.
yüzyıl tıbbı ikincisiyle daha çok kadınları
ilişkilendiriyordu. Melankoli normun sınırları içinde kalan
nitelikleriyle, “soft” haliyle uygarlık sürecinin
rafineleştirmeye çalıştığı erkek modeliyle karşıtlık
oluşturmuyor, hatta edebi, felsefi ve sanatsal açıdan erkeğin
yüce olanla ilişki kurmasına aracılık ediyordu. Melankolinin
kapitalist üretimin katı gerçeklerine hitap etmeyen boyutuna
gelince modernlik daha erken döneminden başlayarak bu konuda
tedbirlerini almaya başlamıştı! XVII. yüzyılda kendisi de
melankoliden muzdarip olan Robert Burton melankolinin tedavisi için
tembellikten kurtulup çalışmayı önermişti. Takip eden
yüzyıllarda kapitalist üretimin gelişmesi ve çalışmanın
birincil önemde görülmeye başlanmasıyla da ilişkili olarak
melankoliye çare olarak çalışma öne çıkarılacaktı.
Bu yönelim XIX. yüzyılda
da devam etti ama “küçük” bir vurgu farkıyla: Doktorlar
melankolik erkeklere çalışmayı, melankolik üst ve orta sınıf
kadınlarına dinlenmeyi öneriyorlardı. Çalışma bir kamusal alan
faaliyeti olarak erkeğin alanıydı, dinlenme ise kadına ait bir
alan olarak görülen ailenin, evin sınırları içinde kalıyordu.
1870’lerden sonra melankolya giderek artan ölçüde kadınlara
özgü bir hastalık olarak kurulmaya başladı. “Doğaları
gereği” kadınların ruhsal dengesizliklere daha açık oldukları,
kadınlardaki melankolyanın ve depresyonun erkeklerdekine oranla çok
daha ağır yaşandığı dile getirilmekteydi. Freud’un 1917’de
melankolya ile ilgili yazısından sonraki dönemde melankolya tıbbi
bir hastalık olarak gitgide daha az bahsedilen bir olgu haline
geldi ve yerini günümüze kadar gelen ve büyük ölçüde
kadınlarla ilişkilendirilen klinik depresyona bıraktı.
Freud melankolyanın bir
kaybın sonucu olduğunu söylemişti. Ancak melankolya sevilen
kişiyi kaybetmenin yol açtığı ve geçici bir özellik arz eden
yastan farklıydı. Yas sona erdikten sonra ego tekrar özgür ve
ketlenmemiş haline geri dönüyordu ama melankolyada bu mümkün
olmamaktaydı. Yasta değersiz ve boş olan dünyaydı, melankolyada
ise egonun kendisiydi. Melankolyada kaybedilen obje içleştirme
yoluyla ruhsal olarak bedenin içine alınıyor, onun bir parçası
haline geliyordu. Kendilik ötekiyle, kayıp objeyle özdeşleşiyor
objenin gölgesi egonun üstüne düşüyordu. Melankolyada kişi
görünüşte kendini suçlar, kınarken aslında içine alıp
özdeşleştiği kayıp objeyi suçluyordu. Julia Kristeva kaybı
kız çocuğun anneyle ilişkisi bağlamında ele alacaktı.
Pre-ödipal dönemde anneyle kendini özdeşleştirmiş olan bebek
anneden ayrılmayla birlikte bir sarsıntı geçiriyor ve kaybettiği
objeyi, anneyi içleştiriyor, içinde muhafaza ediyordu. Erkek çocuk
kaybettiği annenin yerine kolaylıkla başka bir kadını ikame
ederek “normal” yaşamına devam ederken kız çocuk içinde
muhafaza ettiği anneye olan bağlılığını ileriki yaşamında da
sürdürüyordu. Erkek eril sembolik düzene, dile adapte olurken
kadın dil öncesi, sembolik olanı önceleyen bir duruma olan
bağlılığını sürdürüyor, baskı altına alınmış ve
sembolik düzen tarafından dışlanmış olanla bağlantısını
devam ettiriyordu. Kadının ilk sevgi objesiyle, annesiyle yakın
ilişkisini muhafaza etmesi onu melankolyaya ve depresyona açık
hale getiriyordu. Dil öncesine, ödip öncesine ilişkin olanın
kadın içindeki varlığı onun dilinin sürekliliğini kesintiye
uğratıyor, onu konuşamaz hale getiriyordu. Depresyona eşlik eden
konuşma tek heceli, kırılmış, uzun süren suskunluklarla kesilen
bir dildi. Eğer bu bilinçdışı titreşimler kadını tamamen
kontrol altına alırsa özne pre ödipal aşamaya geri dönüyor
ve depresyona giriyordu. Egemen eril dilin içinde var olamayan kadın
bu dile yabancılaşıyordu. Kadının pre-ödipal döneme ait psişik
yaşamının, farklılaşmamış, sembolikleşmemiş biçimleri edebi
ve sanatsal yollarla ifade bulabilirlerdi. Sanat kaybedilen objeyi
karşı bir ağırlık yaratarak yeniden ortaya çıkarıyor,
depresyondaki kadının kaybettiği şeye yaklaşmasına, onu dil
olmayan bir dil dolayımıyla adlandırmasına olanak sağlıyordu.
Sanat kadınla ilişkili derin, görünmez bir kaybın ifade
edilebilmesine olanak sağlıyor, kaybın, adlandırılamayanın
dilinin izini sürüyordu.
Normal ve anormal
melankolik ruhsal durumlar arasındaki ayrımı müphemleştiren
Judith Butler ‘ın yaklaşımı Kristeva’ dan farklı olarak
kadının heteroseksüelliğini radikal bir şekilde sorgulayıp
melankolyanın heteroseksüellikle ve homofobiyle yakından ilişkili
olduğunu öne sürmekteydi. Ego toplumsal olarak
cinsiyetlendirilmişti. Butler “Melancholy Gender/Refused
Identification” adlı yazısında (Constructing Masculinity’nin
içinde) melankoliğin anneyle özdeşleşmesinin eşcinsel
bağlılıkların terk edilmesini buyurduğunu söylemekteydi.
Heteroseksüellik sadece ensestin yasaklanmasıyla değil aynı
zamanda eşcinselliğin yasaklanmasıyla kuruluyor, böylece arzu
heteroseksüelleştiriliyordu. Toplumsal cinsiyet eşcinsel
bağlılıkların reddedilmesi yoluyla oluşuyordu. Küçük kız
çocuğun dişil toplumsal cinsiyeti edinmesi annenin bir arzu
nesnesi olarak yasaklanması ve kısıtlanmış bir obje olarak
egonun bir parçası , melankolik bir özdeşleşme olarak içe
yerleştirilmesinden geçiyordu. Eşcinsel sevgi ikame olarak başka
bir kadına yönelmiyor, eşcinsel bağlılık ihtimali
reddediliyordu. Heteroseksüellik eşcinselliği radikal bir
ötekilik olarak kurarak dışlıyordu. Heteroseksüel kimlik
reddettiği , yaşanmamış varsaydığı eşcinselliği melankolik
bir şekilde içinde taşıyordu. Bu toplumsal cinsiyet melankolisi
kültürü eşcinsel bağlılıkların, bu tür bir yaşanmışlığın
reddine dayanmaktaydı. Böylece eşcinsel arzunun bir suçluluk
olarak algılanması sağlanıyordu. Butler heteroseksüel
melankoliyi, erkek toplumsal cinsiyetine istikrar kazandıran
melankolik fantezileri alegorik bir biçimde dile getiren queer
pratiklerin önemini vurgulayacaktı.
Erkeklerin
melankolyasından farklı olarak kadınlardaki melankolya “dilsiz”
bir nitelik taşıyordu. XIX. yüzyılın eril tıbbının
melankolyayı davranışsal tezahürler çerçevesinde
anlamlandırmaya yönelmesi daha o dönemde melankolyadan dolayı
acı çeken kadınları susturmanın hizmetine girmişti. Modernliğin
gür sesli, kesintisiz eril dili, objektif olma iddiasındaki bilimi
ve tıbbı kadın ancak eril, objektif dili içselleştirdiğinde ona
toplumsal düzene katılma hakkı tanıyordu. Bu dile uyum
gösteremeyen, göstermeyen , kendini eril sembolik düzeni
önceleyen annenin bedeninden ayırmayan, anne imgesini temel sevgi
objesi olarak içinde korumaya devam edip onun yerine bir erkek
imgesi ikame etmeyen kadınların payına ise melankolya ve depresyon
düşmekteydi. Kadınların kendilerini “ilkel aşamaya
bağımlılıktan kurtaramayıp medeniyete, dile, sembolik düzene
geçişte zorlanmaları” modernliğin lineer ilerlemeyi esas kabul
eden yaklaşımıyla ilişkiliydi. Modern erkeğin payına düşen
ilerleme, kadının payına düşen regresyondu!
Modernlik daha XVII.
yüzyıldan başlayarak objektif, nesnel, makine gibi işleyen bir
sistemin parçalarını oluşturacak aktif eril özneler yaratmaya
girişmişti. Bağlanmayı reddedip piyasa özerkliğine soyunan,
duygularından çok akıllarıyla hareket eden , kırılganlığı,
geçirgenliği dışlayan rekabetçi eril öznelerdi bunlar. Lineer
bir şekilde ilerleyen tarihsel sürece uygun olarak kurulmuş erkek
öznelliği her türlü “geriye dönüş” olasılığını
dışlıyordu. Bağlanmayı ve “geriye yönelik” duygusal
özdeşleşmeyi dışlayan eril birey modelinin gelişmesi XIX.
yüzyılda dostluğun önemli ölçüde zayıflamasına neden olacak,
özel ilişkilerde rekabete, alışverişe dayalı bir ilişki tarzı
gelişecekti. Jean Baker Miller’ a göre kadınlardaki kendilik
duygusu ise bağlılıklar ve yakın ilişkiler çevresinde
oluşmaktaydı. Bağlanılan ilişki son bulduğunda kadınlar büyük
sarsıntı geçiriyor, depresyona açık hale geliyorlardı. Erkekler
açısından ise yakın ilişkiler bir engel olarak görülmekteydi.
Mevcut koşullar kadınların istediği türden bağlılıkları,
yakın ilişkileri zorlaştırıyor buna yönelen kadınları-
depresyonla- cezalandırıyordu.
1970’ler sonrasının
post modern toplumunda özellikle eril özneler açısından
geçmişten devralınan bağlılıklar, kalıcı içselleştirmeler
daha da güç kaybetti, dış dünyanın yanı sıra iç dünya da
light hale geldi, kalıcı psikolojik yapılar yerini her an değişen
ruh hallerine(mood) bıraktı! Post modern toplum özellikle eril
öznenin “içinin ve dışının sirkülasyon hızını” büyük
ölçüde arttırdı! Modernliğin gelişmesi melankolya ve
depresyonu kadınların aleyhine toplumsal olarak
cinsiyetlendirmişti. Post modern toplum nesnel olanın gücünü
daha da arttırarak , bedeni daha da güçsüz kılarak kadınların
içsel dünyası ile dış dünya arasındaki uçurumu büyüttü.
Georges Minois’nın da
belirttiği gibi günümüzün “stres toplumu” depresyonu
sıradanlaştırmak istemektedir. Depresyon beyin kimyasıyla,
serotoninle ilgili bir sorun olarak sunulmaktadır. Mutlu olmanın
bir görev haline getirildiği, yüzeysel bir eğlence ve keyif
kültürünün egemen kılınmak istendiği, hedonist ve ironik bir
ruh halinin yaygınlaştığı günümüz toplumunda depresif olmak
bir suç haline gelmiştir. Dev ilaç tekellerine büyük karlar
sağlayan anti-depresanların “etkililiği” karşısında hala
depresif olmak bireysel bir kusur, “mutlu çoğunluğun”
dünyasına bir saldırı olarak görülmektedir.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
der. Jennifer Radden, The
Nature of Melancholy: From Aristotle to Kristeva, Oxford University
Press, 2000, 373 s.
Julia Kristeva, Black Sun
: Depression and Melancholia, Columbia University Press, 1992, 300 s.
Georges Minois, Histoire
du Mal de Vivre: De la Mélancolie a la Dépression, éditions de la
Martiniere, 2003, 478 s.
Robert Burton, The Anatomy
of Melancholy, der. Holbrook Jackson, New York Review of Books, 2001,
547 s.
Jean Baker Miller, Toward
a New Psychology of Women, Beacon Press, 1987, 154 s.
Sigmund Freud, Mourning
and Melancholia, The Standard Edition of the Complete Psychological
Works of Sigmund Freud, Cilt XIV ün içinde, The Hogarth Press
Limited, 1957, 374 s.
der. Maurice Berger, Brian
Wallis, Simon Watson, Constructing Masculinity, Routledge, 1995, 342
s.
Harvie Ferguson,
Melancholy and Critique of Modernity: Soren Kierkegaard’s Religious
Psychology, Routledge, 1995, 286 s.
PERİLİ EV VE TEKİNSİZLİK
Ev insanı koruyan bir
mekandır. Gaston Bachelard’ın da belirttiği gibi ev insanı
fırtınalar karşısında ayakta tutar, yaşam boyunca kazanılmış
şeylerin korunmasına imkan verir. İnsanın bedenine tam oturmuş
bir yuva kurması güzel bir şeydir. Mekan varlığın dostudur.
Ancak Nurdan Gürbilek’e göre ev yaşam boyunca insanlara eşlik
eden mutluluk imgelerinin olduğu kadar kurtulmak için hep çaba
harcanan korkuların ve iç sıkıntılarının da ilk sahnesidir.
Öte yandan Bachelard evin “karanlık” boyutundan habersiz
değildir. Mahzenin toprağa gömülmüş delilik olduğunu,
çevresine duvar örülmüş dramlar olduğunu söyler. Ancak
Bachelard esas olarak evi olumlayan bir anlatı oluşturmuştur ve bu
anlatı içinde evin erkek ve kadın için taşıdığı farklı
anlamlar üzerinde durmamıştır. Oysa ev erkeğin evi olarak
kurulmuştur ve evin “normal” addedilen koruyuculuğu, sıcaklığı
“anormal, norm dışı, tekinsiz” olduğu varsayılan kadının
sıkı bir şekilde kontrol altında tutulmasıyla yakından
ilişkilidir. ”Perilerin rahatsız ettiği”, baskı altına
alınanın “hayalet olarak geri döndüğü” ev erkeğin evidir.
Anthony Vidler’in de
dikkat çektiği gibi 19.yüzyılın en popüler temalarından biri
perili, hayaletli evdir(haunted house). Peri masallarında, gotik
öykülerde bu tema sürekli işlenmektedir. İnsanın en güvenli
barınağının, evin içinde kötü ruhlar, yabancı görünmez
güçler kol gezmekte, terör estirmektedir. Sadece edebi anlatılarla
sınırlı değildir perili ev. Gerçek hayatta da insanlar perili
olduğuna inanılan evlerden korkmakta , uzak durmakta bu evler
hakkında değişik söylentiler dolaşmaktadır. Tarih boyunca
perili olduğuna inanılan evlerin var olmasına rağmen 18.yüzyıldan
itibaren evi saran tekinsizlik söyleminin hızla güçlenmesi nasıl
açıklanabilir?
Tekinsiz (uncanny)
modernliğin “ürettiği” bir kavramdır. Normu, normalliği
kurmak isteyen modernlik norm dışı kabul ettiği ötekini
tekinsizlikle ilişkilendirmiştir. Modernlik kartezyen ızgara(grid)
modeli temelinde, henüz tam olarak içine nüfuz edemediği
mekansal “boşluğu” ( öteki kıtalar, öteki bedenler vb.)
işgal ve ilhak etmek , onu kendi normuna göre tanımlamak,
sınıflandırmak, inzibat altına almak istemektedir. Tekinsiz
olarak adlandırılan şey kodlanarak sıkıştırıldığı konumdan
“kurtularak geri gelen” ötekidir: kadındır( rahim hem insanın
çıktığı ve dönmek için özlem duyduğu bir yerdir hem de eril
söylem tarafından insanı yutan dipsiz bir kara uçurum olarak
kurulan bir yerdir ve evi çağrıştırmaktadır) ; sömürgelerdeki
“ilkel”dir, eşcinseldir, çocuktur, akıl hastasıdır, vahşi
hayvandır, “ucube”dir. Terry Castle “The Female Thermometer”
adlı kitabında 18.yüzyılda taşlama yazarlarının kurguladığı
, kadınların “cinsel ateşini” ölçen dereceden yola çıkarak
dönemin rasyonalist mantığının aynı zamanda kadını nasıl
tekinsiz bir yaratık olarak ürettiğini ortaya koymaktadır.
19. yüzyıl modernliğin
kurduğu ikili karşıtlıkları güçlendirdiği bir yüzyıldır.
İç/dış, ben/öteki, normal/anormal, hastalıklı/sağlıklı vb.
Eril beden sınırlarını iyice koruyan, “geçirgen olmayan”,
ötekiyle arasına mesafe koyan kapalı ve güvenli bir beden olarak
kurulmak istenmektedir. Kadın bedeninin ise tehlikeli, bulaşıcı
sıvılar taşıyan, geçirgen, kendi sınırlarını koruyamayan,
kontrol edilemeyen uç duygulara sahip, rasyonel akıl tarafından
yönetilmeyen bir beden olduğu varsayılmaktadır. Kadın bedeni
yukarıda belirtilen ikili karşıtlıklar arasındaki sınırları
ihlal etmekte , bozmakta, belirsizleştirmekte, muğlaklaştırmakta,
tekinsizliğe neden olmakta , “kara”,”gölgeli” bir
deneyimler alanı oluşturmaktadır! Mark Wigley’e göre (
Sexuality and Space’ in içinde) kendi bedeninin sınırları
üzerinde öz kontrole sahip olmadığı düşünülen kadının
erkeklerin sınırlarını da bozacağı, ihlal edeceği, erkeklerin
kendi sınırlarını denetleme gücünü azaltacağı
düşünülmektedir. O halde kendini denetleyemeyen kadın akılcı,
dışsal, objektif(eril) bir yasaya tabi kılınmalıdır! Bu yasa
kadının eril aklın bölgesi olan kamusal alandan dışlanarak eve
kapatılmasını buyurmaktadır. Mark Wigley’ in yazısında
bahsettiği, 15.yüzyıl İtalyan mimarı Leon Battista Alberti’
nin tasarladığı ev modeli de bu “patolojik yaratığı”
evcilleştirmek, onu kontrol altında tutmak üzerine kurulmuştur.
Ev ve ev mimarisi toplumsal cinsiyet farklılığının,
hiyerarşisinin erkekler lehine yeniden üretiminde önemli bir rol
üstlenmiştir. Kadın kendi içini dışa kapatamıyorsa eğer ev
onu dışa kapayacaktır. Evin dışa kapalılığı kadının dışa
kapalılığının teminatıdır. Ancak bunun için evin iç
düzeninin erkeğin öz kontrolünü model alarak yeniden
örgütlenmesi gerekir: “evin yasası babanın yasasıdır”.
19.yüzyılın batı
toplumu Foucault’ nun kitaplarında anlattığı gibi bir kapatılma
toplumudur. Hapishane, kışla, akıl hastanesi, okul vb. gibi ev de
bir kapatılma mekanıdır. 19.yüzyılın kamusal alandaki hijyen
saplantısına paralel olarak(bu kadın cinselliğinin ve “aykırı”
cinselliklerin kontrol altında tutulmasıyla da yakından
ilişkilidir) evde de temizlik esastır. Temizlik, tertiplilik,
düzenlilik namusla ve iffetle ilişkilendirilmektedir. Öte yandan
kadını geçirgen ve bulaşıcı kılan “dışa açık delikleri”
onu nasıl tekinsiz kılıyorsa evin “delikleri” de benzer bir
tehlikeye işaret etmektedir. Bu nedenle kapıların, pencerelerin
kilitlerle, sürgülerle, kepenklerle teçhiz edilerek evin dışa
karşı sınırlarının iyice korunması , kadının bu deliklere
çok fazla yaklaştırılmaması gerekir. Kadını evin içinde
erkeğin kurduğu düzeni denetleyen bir müfettiş olarak
tasarlayan düşünce çok eskilere gitmektedir. Örneğin Xenophon
kadından onu sınırlandıran mekansal düzeni içselleştirmesini
beklemektedir. Evin kızının olgunlaşması onun ev kadını haline
gelmesiyle eş anlamlı olarak düşünülmektedir. Öte yandan
erkeği akılla ve yüce davalarla , kadını estetik süs objesiyle
ve gündelik hayatın “önemsiz” ayrıntılarıyla özdeşleştiren
kamusal alanın mantığı ev içinde de yürürlüktedir; Erkeğin
payına çalışma odası, kadının payına ise giyim ve makyaj
odası ve mutfak düşmektedir.
Sigmund Freud 1919’ da
yayınlanan Tekinsiz (Das Unheimliche, The Uncanny) adlı yazısında
tekinsizin yeni ya da yabancı olandan değil-gizli bir şekilde-
aşina olunandan, bildik olandan kaynaklandığını , bastırılanın
geri gelişiyle ilişkili olduğunu söyler. Zihinde yerleşmiş olan
ama bastırıldığı için açığa çıkamayan ve zihne
yabancılaşan şey bazı durumlarda tekinsizlik olarak ortaya
çıkar. Freud’ a göre ilkel atalarımız gizli , zarar verici
güçlerin varlığına, ölülerin geri döndüğüne inanmaktadır.
Modern insan bu tür düşüncelere inanmasa bile yeni inançlarının
sağlamlığından emin değildir ve eski inançlar hala insanların
içinde varlığını sürdürmektedir. Bastırılmış olan çocukluk
kompleksleri (kastrasyon) bir etkilenme sonucu yeniden canlandığında
ya da aşıldığı sanılan ilkel inançlar bir kez daha teyit
edilmiş göründüğünde tekinsiz bir deneyim yaşanır. Freud
tekinsiz adlı yazısında değinmemekle birlikte başka yazılarında
kadını ilkel, irrasyonel, çocuksu olanla erkeği ise uygar,
rasyonel, aydınlanmış, yetişkin olanla ilişkilendirmektedir.
Freud için kadın tekinsizlik alanında yer alan bir varlıktır
,”kara kıta” dır. Freud’ un tekinsize ilişkin ilgisi onu
rasyonel olanın sınırları içine çekerek “kontrol altına
almak”olarak ifade edilebilir. Freud modernliğin
rasyonel/irrasyonel ikili karşıtlığını veri kabul ederek
birinci tarafta yer almaktadır. Hélene Cixous Freud’ un Tekinsiz
adlı yazısını eleştirdiği makalesinde( “Fiction and its
Phantoms:A Reading of Freud’s Das Unheimliche”, New Literary
History 7-3, bahar 1976, sayfa 525-548) Freud’un Hoffmann’ın
masalını yorumlayışının lineer ve mantıksal bir yaklaşımı
temsil ettiğini, Freud’un fantastik olanı rasyonel olana
indirgemek istediğini, belirsizliğin payını asgariye düşürmek
için çabaladığını söyleyecektir. Cixous’nun yaklaşımına
göre tekinsiz, gerçek olanla düşsel olan arasındaki geleneksel
sabit sınırları mutlak olmaktan çıkarıp bulanıklaştırmaktadır.
Cixous’ nun tekinsizi kadınları susturmak ve baskı altına
almak için akıl merkezciliğin fallus merkezcilikle işbirliğine
girdiği ikili karşıtlıklar düzenini sarsmak istemektedir.
Tekinsizde canlı olanla
olmayan, gerçek olan ile düşsel olan arasındaki sınırlar müphem
hale gelir. Hayalet öykülerinde düşsel bir boşluk ortaya çıkar
ve rahme çağrışım yapan bu sonsuz boşluk bir çekim gücüne
sahiptir. Camille Paglia’ ya göre sadece erkekler –kadınlar
için bildik olan - bu boşluğun içine girmek isterler, onun
bilgisine , özüne erişmek için çırpınırlar, onu işgal
etmek, onun içine yerleşmek isterler . Erkekler bu boşluktan hem
korkar hem de onun içine düşmek isterler, bu boşluk tarafından
çağrılırlar. Mahzene inen karanlık merdivenler erkeği aşağıya,
derine doğru çeker. Bu bağlamda erkeklerde bir rahim hasedinin
varlığından söz edilebilir. Öte yandan bu dipsiz, uçsuz
bucaksız, şekilsiz karanlık boşluk ev mekanının objektif,
kuralları olan, görünür, sınırları çizilmiş bir kapalılığa
dayalı yapısını sarsar. Derrida’ nın yapıtı da ev mekanının
hiyerarşik düzenini sorgular, bu düzeni tehdit eder, evin farklı
olanı kapatan, oyunu baskı altına alan yapısını eleştirir. Ev
ötekini kontrol altına almak, onu terbiye etmek, evcilleştirmek
amacını taşır ve bu nedenle iç ve dışı kesin sınırlarla
birbirinden ayırır, uygunsuz dışa karşı saf bir iç yaratarak
dışladığını ev içi şiddete maruz bırakır. Evin yapısı,
kuruluşu evin içindeki şiddeti gizler. Derrida’nın yapıtını
yorumlayan Mark Wigley’e göre (The Architecture of
Deconstruction’ın içinde) evcilleştirilmeye karşı direnen , ne
içe ne de dışa yerleştirilemeyen farklılıklar çözümsüz,
karar verilemez bir alana işaret eder. Derrida’ nın yazısı
kendini hiçbir eve bağlamış değildir, hiçbir evde ikamet etmez.
Evin içinde yaratılmaya çalışılan güvenlik hissi kadının
baskı altına alınmasına dayalıdır; tahakküm evcilleştirmedir.
Mimari evcilleştirme kapasitesini temsil eder.Yapı söküm ise
evcilleştirilmeye karşı direnen , kesin yeri saptanamayan direnç
noktalarını öne çıkarır.
Derrida’ nın
yazılarında bahsettiği hayalet bir kadın hayalettir ve bu
hayalet herhangi bir geleneksel binanın, yapının oluşmasını
engeller. Evin görünen yapısı kendini alışılmamış imalarla
, izlerle belli eden direnişlerle birlikte varolmak zorunda kalır.
Hayaletin kahkahası evcilleştirilmeye karşı direnir. Evin düzeni
hazmedemediği hayaletlerin dansı tarafından sürekli olarak
tehdit edilmektedir. Bu noktada tekinsiz olan, “anarşik
mimari”(Anarchitecture) ile ilişki içindedir. Yapı sökümün
mimarisi perilidir! Güven tazelemek yerine “huzur kaçırmaya”,
“rahatsızlık duygusu uyandırmaya” yöneliktir. Wigley’ in de
dikkat çektiği gibi “Ziyaretçilerin”, hayaletlerin
tekinsizliği mekanın ve onun politikasının gerçek imkanına
işaret eder. Hayalet olarak evde dolaşan , rahatsız eden şey
şiddettir, yapı sökümün mimarisi şiddetlidir. Canlı olarak
gömülmüş olan onu dışladığını sanan mekanın içine bir
hayalet olarak geri döner. Mekan belirlenemez olanın, çözümü
olmayanın hayaleti tarafından sürekli rahatsız edilir. Mekanın
yasası açısından hayalet hazmedilemeyen bir belirsizliği,
tiksinti veren bir müphemliği temsil eder. Ötekinin dili mekanın
içinde ikamet etmez ama bir hayalet olarak sürekli ziyaretlerde
bulunur. Aşina olunan ama yerinden edilmiş olan öteki, mekanın
üretmeye çalıştığı “kendini evinde hissetme” duygusunu
aşındırır.Böylece mekanın barındırma kapasitesi sekteye
uğratılır.Hayaletler vücuttaki yıkıcı parazitlere benzerler .
Bedeni, evi işgal eden bu “yabancılar” evin, bedenin ayrılmaz
bir parçasını oluştururlar ve mekanı, bedeni yok etmeden
bunlardan kurtulmanın imkanı yoktur.
Modernlik için ev önemli
bir tekinsizlik kaynağı olmuştur. Tekinsiz (Unheimlich) sözcüğü,
başka anlamlarının yanı sıra eve ait olanı, bildik olanı da
ifade eden “heimlich”(homely) sözcüğünün karşıtı olarak
kullanılmaktadır. Freud’ a göre tekinsizlikte yabancı,
bilinmedik olanın değil tanıdık olanın, bildik olanın yol
açtığı bir tedirginlik söz konusudur. Öteki korkusunun
“cisimleştiği” sömürgelerdeki “ilkellerin”, delilerin,
“ucubelerin” modernliğin orta sınıflarının gündelik
yaşamlarındaki en bildik mekan olan evin dışında tutuldukları
düşünüldüğünde evle ilişkili tekinsizliğe yol açanın ne
olduğu sorusunun cevabına biraz daha yaklaşmış oluruz. Öyle bir
kişi olmalıdır ki bu hem çok bildik, yakın biri olsun, hatta evi
yuva haline getiren bir sıcaklığı yaysın hem de insanda zaman
zaman tekinsizlik uyandıran bir boyutu içinde taşısın. Bu kişi
kadındır. Modernliğin eril söylemi bir yandan kadını
denetlenemez, tehlikeli cinselliğe ve duygulara sahip, histerik, ne
yapacağı önceden kestirilemeyen, uç tepkiler arasında gidip
gelen , patolojik, kendi sınırlarını ve tehlikeli sıvılarını
denetleyemeyen, bedenin hayvani arzularıyla yakın ilişkide olan
tekinsiz bir varlık olarak kurarken öte yandan onu çocuklarına
ve kocasına şefkat ve sıcaklık gösteren, evi ısıtan, tertipli
tutan bir anne, eş olarak kurmuştur. Bu durumda evin erkeğine en
yakın kişi olan kadının aynı zamanda tekinsizin de kaynağı
olduğuna şaşmamak gerekir! Modernliğin sadece hayaletli ev
öyküleri değil mizah dergileri, sineması, popüler kültürü de
kadını tekinsizlikle özdeşleştiren sayısız örnekle doludur.
Eril modernliğin öteki olarak kurduğu, istemeye istemeye “ evin
içine kabul edip” evcilleştirmeye çalıştığı kadın
hayalet olarak geri dönüp eril orta sınıfların evinin düzenini
alt üst etmektedir.Tekinsiz olan aynı zamanda çocuktur da! Çocuk
“rasyonel düşünme kapasitesinin gelişmemişliğiyle” olgun
eril orta sınıf erkeğinden ziyade insanlığın ilkel dönemine
yakın görülmektedir! Henri Michaux’ nun da değindiği gibi
Poltergeist örneğinde olağanüstü güçlere sahip itaatsiz küçük
kız evin altını üstüne getirir. Kötülükle flört halinde
olan bir oyunculluk içinde eşyaların kurulu düzenini alt üst
eder. Tüm eşyalar havada uçuşmakta, her yandan garip ürkütücü
gürültüler gelmekte, alevler çıkmakta, camlar kırılmaktadır.
Küçük kız delice eğlenmek, gürültülü bir karmaşa içinde
eşyanın kurulu düzenini bozmak, evin kurallarına meydan okuyarak
yetişkinin kurduğu ev içi düzeni yıkmak istemektedir.
Hayaletli ev öykülerinde
tekinsiz olduğu varsayılan sadece kadın ve çocuk değildir,
dışlanan ötekinin diğer özneleri de çeşitli biçimler altında
belirirler. Öte yandan eleştirel ya da muhalif yazarlardan bazıları
eve karşı gösterilen tepkilere sahip çıkmışlardır. Virginia
Woolf’un güçlenmiş kadın kahramanı geleneksel evi ateşe verir
ve yanan evin çevresinde dans eder. Tezer Özlü orta sınıf
evlerinin kurallarına, eşyalarına ağır bunaltıcı havasına
tepki duyar , yaşamın sokaklarda olduğunu düşünür.
Evin tekinsizliği daha
ziyade evin içinde düzenli olarak yaşayanlarla ilişkilidir,evin
düzeninin dışında yaşayanlar için durum daha farklıdır.Victor
Hugo’ da kaçakçılara, kanunsuzlara, sürgünlere, kaçaklara
barınak olan hayaletli ev bu insanlara tekinsiz yüzünü hiç
göstermez, sadece toplumun sınırlarında yaşayanlar böyle bir
evde kendini evinde hisseder. Evi yerleşik orta sınıfların
gözünde hayaletli, lanetli kılan şey kendine sığınan evsizleri
korur, esirger. Heidegger’ in de dikkat çektiği gibi evin özüne
en çok yaklaşabilenler sadece evsizlerdir.
Orta sınıfların ötekine
karşı ürettiği tekinsizlik söylemi yabancı düşmanlığına da
zemin hazırlar. Kendini saf, kirlenmemiş, homojen , üniter bir
bütün olarak gören birey dışındakine, ötekiye, yabancıya
karşı tepki geliştirir, onu bir düşman olarak kurar. Julia
Kristeva’ nın da belirttiği gibi ancak kendi içindeki yabancıyı
keşfeden kişi ötekiyle, yabancıyla sıcak, pozitif bir diyalog
geliştirebilir. Kişinin içindeki heterojenliği, müphemliği ,
yabancı yanı, tekinsizliği kabul etmesi yabancı düşmanlığına
dayalı milliyetçiliğin gerilemesine yardım eder. Tekinsiz burada
kendiliğin yapı sökümünü hızlandırır. Kendini, dışladığı
ötekine kapalı bir yapı olarak kuran bireyin ve evin tekinsizin,
hayaletlerin ziyaretine maruz kalması kaçınılmazdır. Ancak
ben/öteki, iç/dış, düş/gerçek karşıtlıkları arasındaki
katı, kesin sınırlar muğlaklaştığı ölçüde , arada olanın,
müphem olanın, ele geçirilemez olanın alanı genişlediği ölçüde
hayaletler korkutucu, tekinsiz olmaktan çıkar.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Mark Wigley, The
Architecture of Deconstruction: Derrida’s Haunt, MIT Press, 1995,
278 s.
Der.Beatriz Colomina,
Sexuality and Space, Princeton Architectural Press, 1992, 390 s.
Sigmund Freud, The
“Uncanny”, The Standart Edition of the Complete Psychological
Works of Sigmund Freud, Cilt 17.nin içinde, The Hogarth Press, 1955,
303 s.
Nurdan Gürbilek, Ev
Ödevi, Metis Yayınları, 1999, 110 s.
Gaston Bachelard, Mekanın
Poetikası, Çev.Aykut Derman, Kesit Yayınları, 1996, 264 s.
Henri Michaux, Une voie
pour l’insubordination, fata morgana, 1980, 66 s.
Terry Castle, The Female
Thermometer:18th Century Culture and the Invention of the Uncanny,
Oxford University Press, USA,1995, 288 s.
Julia Kristeva, étrangers
a nous –memes, Paris:Fayard, 1988
Anthony Vidler, The
Architectural Uncanny : Essays in the Modern Unhomely, MIT press,
1994, 274 s.
CADI
Batıda büyücülerin,
cadıların tarihi çok eskilere gitmekle birlikte cadılara karşı
olumsuz, katı, şiddet içeren tavırlar XV. yüzyılın
ortalarından başlayarak artmaya başlamış ve bu durum XVIII.
yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. İlk büyücüler şifa
dağıtıcı, iyileştirici niteliklere sahipti. Büyücüler
kaynatılıp içilince şifa veren otların yanı sıra insanların
düşler, halüsinasyonlar görmesine neden olan otları da ellerinde
bulunduruyorlardı. Sağaltımın yanı sıra ilk büyücüler
ölülerle, ruhlarla ilişki kurulmasında da önemli bir role
sahipti. İnsanlar nazardan korunmak, büyü yaptırmak amacıyla
cadılara başvuruyorlardı. Cadılar olağanüstü güçlere sahip
olan bilge kadınlar olarak görülmekteydi. Roma imparatorları
savaş sırasında ya da duygusal açıdan karmaşık bir durum
içinde bulunduklarında cadıların yardımına başvurulardı.
Batıda ortaçağda köy hayatında kadın büyücülerin varlığı
sıradan bir olguydu. Kadın büyücüler aşk iksirleri hazırlar,
havaların düzelmesi için dua eder, ebelik yapar, çeşitli tıbbi
hizmetler sunardı. Ortaçağ boyunca cadılık hem olumlu hem de
olumsuz imajlara sahipti. Kilise kadın büyücülere karşı çok
katı bir tavır sergilemiyordu. Kadın düşmanlığının zirveye
çıkması, cadı avlarının başlaması “karanlık ortaçağda”
değil erken modern dönemde gerçekleşecekti.
Batıda XV. ve XVI.
yüzyıllar savaşların, isyanların, kıtlığın hüküm sürdüğü
yüzyıllardı. Yaşanan ekonomik krizle birlikte erkekler kadınları
çalışma hayatında rakip olarak görmeye başlamışlardı. Debra
Lynn Cavett’in “The Witchcraze: Analyzing the Changing Role of
Women in Early Modern Society” adlı yazısında belirttiği gibi
Almanya’da ortaçağda kadınlar loncalar içinde aktif olarak
çalışırken erken modern dönemde erkekler zorlaşan ekonomik
koşullar karşısında saflarını sıklaştırarak kadınları
loncalardan dışlamaya başlamışlardı. Öte yandan bu dönemde
–başında bir erkek bulunmadan-yalnız, bağımsız yaşayan
kadınların ( özellikle orta yaşlı ve yaşlı kadınlar)
sayısında büyük bir artış meydana gelmiş ve bu durum
patriyarkal dünyayı ürkütmeye başlamıştı. Eril değerlere
dayalı kiliseyi rahatsız edecek gelişmeler de mevcuttu; cadı
avlarını önceleyen yüzyıllarda doğaüstü güçlere sahip
olduklarına inanılan kadın büyücülerin, bilgelerin, azizelerin
sayısında büyük bir artış gözlenmekteydi. Kadın büyücülerin,
cadıların kendilerine başvuran insanlar için dua etmesi,
kehanetlerde bulunması, büyü yapması bu kadınları adeta tinsel
planda rahiplerin rakibi haline getirmekteydi. Öte yandan kilise
cadılığı halk kültürü içinde varlığını halen sürdüren
pagan inançların devamcısı olarak görüyordu ve durumu
Hristiyanlığa karşı bir tehdit olarak algılıyordu.
XV. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren büyücülük, cadılık daha önce taşıdığı
olumlu anlamlardan arındırılmaya, tanrıyla ilişkisinden
uzaklaştırılmaya başladı ve kilise tarafından şeytana tapmayla
özdeşleştirildi. 1487’ de yayınlanan Malleus Maleficarum adlı
kitap daha sonra gerçekleşecek cadı avlarının el kitabı haline
gelecek, 1520’ye kadar on dört baskı yapacaktı. Kitap cadılığı
kadınların bir türlü tatmin edilemeyen cinsel şehvetiyle
ilişkilendiriyor, kadınların şeytana davetiye çıkardığını
ve sonunda şeytanın bu kadınların ruhlarını ele geçirdiğini
iddia ediyordu. Kitaba göre cadılar büyü yaparak erkekleri
kısırlaştırıyordu. 1550-1650 arasındaki dönem cadı avlarının
ve infazların patlama yaptığı, on binlerce kadının odunlar
üzerinde yakılarak ya da idam edilerek öldürüldüğü bir
dönemdi. Cadı olarak suçlanan kadınların çoğu suçlarını
itiraf edene kadar işkence altında sorgulanıyor ve sonunda ( ağır
işkence altında birçok kadın cadı olduğunu itiraf etmek zorunda
kalıyordu) ölüm cezasına çarptırılıyordu. Suçlananlardan bir
kısmına ise değişik hapis cezaları verilmekteydi. Cadı olarak
suçlananlar arasında kadınların oranı- ülkeden ülkeye
değişmekle birlikte- % 75-80 civarında idi. Cadılık suçlamaları
ve infazlar sadece Katolik dünyayla sınırlı değildi. Elizabeth
Reis’in söylediği gibi çok sayıda kadının cadılık
suçlamasıyla yargılandığı Amerika’daki New England’da
püriten düşünce kadının bedeninin ve ruhunun erkeğe oranla
zayıf olduğunu, şeytan tarafından kolayca ele geçirilebildiğini
öne sürmekteydi. Cadılıkla suçlanan kadından beklenen ideal
davranış modeli direnmeden, sessizce suçlamayı kabullenmesiydi.
Bağırıp, çağırıp suçlamalara karşı direnen kadın ise “asi,
isyankar” davranışlarıyla cadılığı çağrıştırmaktaydı!
Avrupa’daki Protestan bölgeler cadılıkla suçlanıp sığınma
isteyen kadınları reddedeceklerdi.
XVI. ve XVII.
yüzyıllardaki cadı avı sadece dinsel otoritenin, kilisenin
patriyarkal, kadın düşmanı tavrının bir sonucu değildi ;
“seküler, eğitimli, bilimsel, rasyonel” güçler de kadınların
sosyal gücünü kırmak için harekete geçmişlerdi. Gelişmekte
olan mutlakiyetçi yönetimler geçmişteki köylü isyanlarında,
heretik hareketlerde aktif bir rol oynayan, kırsal komünler içinde
saygın bir yeri olan orta yaşlı/yaşlı kadın bilgeleri -onları
cadılıkla suçlayarak- tasfiye etmeyi akıllarına koymuştu. Anne
Llewellyn Barstow’un belirttiği gibi erkek bir elit tarafından
tezgahlanan cadılık davalarında suçlananlar genellikle elli
yaşının üzerinde olan, yalnız yaşayan, güçlü, bağımsız
bir zihne ve tinselliğe sahip olan, sesi gür çıkan kadınlardı.
Yeni düzen kırsal, yerel komünün, topluluğun kendi içinde
gerçekleştirdiği adaleti ortadan kaldırarak yerel adli
yetkililerin denetiminde bir adalet mekanizmasını hayata geçirmek
istiyordu ve kadınlara mahkemelerde cadılık suçlamasıyla
yargılanmaları için ilk kez hukuki bir statü ‘bahşediliyordu’.
Elspeth Whitney’in “
International Trends: The Witch “She”/ The Historian “He”
adlı makalesinde dikkat çektiği gibi yetkililer köyün kalbine
nüfuz edip onu işgal etmek, yerel kırsal yaşamdaki direnişçi
öğeleri ezerek yeni bir kamusal düzen kurmak, halk kültürü
yerine resmi kültürü geçirmek istiyorlardı. İsyankar popüler
kültürün taşıyıcıları olarak görülen orta yaşlı/yaşlı
kadınlar elitlerin, devletin baş hedefiydi. “Aydınlanmış
elitler ve reformcular” “halk dininin” ( pagan inançların)
tüm kalıntılarını yok etmekte kararlıydı. Eğer kadınlar
pagan ayinlerinde aktif bir rol üstleniyorlarsa bu kadınların
şeytanla ilişkide olduğu düşünülüyordu. “Cadılara” karşı
davalar patriyarkal devlet tarafından başlatılmakta, erkek yerel
adli yetkililerin denetiminde yürütülmekteydi. O dönemde
gelişmekte olan bilimsel rasyonalizminin, materyalizmin düşünürleri
de “cadıların” cezalandırılmasına taraftardı.
XVI. ve XVII. yüzyıllarda
bilimin gelişmesiyle birlikte doğayı kontrol altına alma yönünde
bir eğilim ortaya çıkmış, doğayla ilişkilendirilen kadın da
bu gelişmeden “payını almıştı”! Güçlenen eril hiyerarşik
düzen tarafından kadın, düzensizliği, irrasyonelliği, disiplin
altına alınmamış doğayı temsil eden olumsuz bir varlık olarak
algılanıyordu. Özellikle “başında kontrol edecek bir erkek
bulunmayan” kadınlar en çok cadılık suçlamasıyla karşılaşan
kesimdi. Yeni düzen sadece “kapatılmamış” kadınları değil
diğer efendisizleri de ( yoksullar, evsizler, deliler) disiplin
altına almaya yönelecek, onlar üzerindeki kurumsal kontrolü
arttıracaktı. Whitney’in belirttiği gibi bu dönemde popüler
eğlenceler, karnavallar ve evlilik öncesi cinsellik baskı altına
alınacak, hem halk kültürü içinde hem de aile çerçevesinde
kadının otonomisi şüpheli bir konuma indirgenmeye çalışılacaktı.
Bilimdeki ve tıptaki gelişmeleri arkasına alarak cadıların
cezalandırılmasını isteyen diğer bir kesim erkek doktorlardı. O
döneme kadar gündelik yaşam içinde diğer sağaltıcı
faaliyetlerin yanı sıra ebelik ve kürtaj da yapan kadınlar erkek
doktorlarca da desteklenen cadı avlarının kurbanı haline gelecek,
kadınların sağaltıcı faaliyetlerde bulunması yasadışı ilan
edilecek, orta sınıflardan erkek doktorlar profesyonelleşen tıp
biliminin himayesi altında kariyerlerinde güvenli bir şekilde
ilerleyeceklerdi.
Cadı avlarının en
önemli nedenlerinden biri ekonomikti. Silvia Federici’ye göre
cadı avlarının yoğunlaştığı dönem feodalizmin yavaş yavaş
çözülmekte olduğu bir –kapitalizme- geçiş dönemiydi, Marx’ın
sözünü ettiği ilkel birikim dönemiydi. Geleneksel geçim
ekonomisinin yıkılmasına ve vahşi bir şekilde gerçekleştirilen
bir mülksüzleştirmeye dayalı yeni bir birikim modeli söz
konusuydu. Hakim sınıflar halkın ortak malı olan topraklara ve
kaynaklara el koymakta, kırsal arazilerin etrafını çitle
çevirerek özelleştirmekteydi. Köylülere karşı gerçekleştirilen
devlet destekli terör sadece heretik ve diğer isyanlara beşik
olmuş komünal kültürü ve ilişkileri çözmeyi, yıkmayı
amaçlamıyordu, aynı zamanda komünal mülkiyeti, toprakların
köylü meclisleri tarafından yönetildiği düzeni yıkarak yerine
özel mülkiyeti geçirmeyi amaçlıyordu.
Mülksüzleştirilen,
toprakları ellerinden alınan kesim sadece batıdaki köylüler
değildi, Afrika’daki siyahlardı da. Sömürgecilik ve ilkel
birikim süreci beraber ilerliyordu. Kadınlar, köylüler, siyahlar,
bunların her üçü de doğa ile ilişkilendiriliyordu. Bu
kesimlerin o güne kadar gündelik hayat içinde sahip oldukları tüm
becerilerin ( kadınlar için ebelik, sağaltıcılık vb.)
ellerinden alınarak onların otonomisi olmayan emekçiler olarak
“çıplaklaştırılmaları” söz konusuydu. Cadı avları
kadınların bedeninin, emeğinin, kimliğinin devletin ve kocanın
kontrolü altına sokulmasını beraberinde getirecek, iyileştirici,
şifalı otlar sağlayıcısı, heretik, otonom kadın yok edilmeye
çalışılarak kadın efendilerinin ( ev sahibi, pezevenk, koca)
kontrolü altında çalışmak zorunda olan mülksüzleştirilmiş
bir emekçiye ( hizmetçi, fahişe, ev kadını) dönüştürülecekti.
Yeterli emek arzını
garanti altına almak isteyen yeni düzen kadının esas görevini
çocuk doğurmak olarak tanımlamaktaydı. Kilise eskiden beri
–halkın gündelik hayatında sık sık başvurduğu-kürtaja ve
doğum kontrolüne karşı çıkmıştı. Ancak ilk kez erken
modernlikte eskiden tolere edilen kürtaja karşı bu kez ağır
cezalar getirilecek, birçok kadın bebeklerini öldürdükleri
suçuyla itham edilecekti. Sistemin doğurganlığa verdiği önemi
anlamak açısından bir diğer örnek cadılara yöneltilen önemli
suçlamalardan birinin onların büyü yaparak erkekleri iktidarsız
hale getirmesi olmasıydı. Öte yandan yalnız yaşayan, orta
yaşlı/yaşlı olan kadınların çocuk sahibi olmamaları ve
doğurgan olmamaları açısından genç kadınlar için kötü örnek
teşkil ettiği düşünülüyordu. Çalışmayı öne çıkaran yeni
sistem yaşlı kadınları ekonomik ömrünü tamamlamış bir yük
olarak görmekteydi. Oysa bu kadınlar karşılıklı yardıma ve
dayanışmaya dayalı komünal ekonomi içinde bir sorunla
karşılaşmadan varlıklarını sürdürüyorlardı ve bu nedenle
kırsal komünün sürmesini en çok isteyen bu kadınlardı. Kırsal
komünü mülksüzleştirmek, parçalamak isteyen elitler işte tam
da bu nedenle bu kadınları cadı olarak hedef göstermekteydi. Öte
yandan Carol F. Karlsen’in “ The Economic Basis of Witchcraft”
adlı yazısında (Spellbound’un içinde) belirttiği gibi cadı
oldukları gerekçesiyle öldürülen kadınların bir kısmı-yakın
bir geçmişte- kendilerine bir arazi parçası miras kalmış ya da
gelecekte miras kalacak olan –çoğu- yalnız kadınlardı. Bu
kadınlar mülkün bir erkek kuşağından diğerine düzenli
geçişinin önünde bir engel olarak görülüyorlardı. Egemen
yaklaşıma göre toprak erkeklere miras kalmalı ve erkekler
tarafından kontrol edilmeliydi.
Cadılık suçlamaları
kadınlar üzerinde bir toplumsal kontrol aracı olarak işlev
görüyordu. Cadı avları döneminde bağımsız bir kişiliğe
sahip olan kadınlar günah keçisi ilan edildi, köylü
isyanlarının, vebanın, kötü hasadın, ekonomik krizin suçu bu
kadınlara yüklendi. Kadınların güçlenmesi karşısında duyulan
eril korku cadı avlarının önemli bir öğesiydi. Özellikle
koca-baba-erkek kardeş kontrolü altında olmayan, tipik olmayan
kadınlar hedef seçilmişti. Kadındaki alışılmamış herhangi
bir yetenek cadılık suçlamasını beraberinde getiriyordu.
Kadınların vücudundaki bazı lekeler, kızıl saçlar, simetrik
olmayan gözler vb. cadılık belirtileri olarak görülebiliyordu.
Cadılıkla suçlanan erkekler genellikle cadı olmakla itham edilen
kadınları savunmaya çalışan akrabalarıydı.
Ülkeden ülkeye
değişmekle birlikte cadı avları ve idamlar XVIII. yüzyılın
sonlarından itibaren gücünü yitirerek ortadan kalktı. Bununla
birlikte XIX. yüzyılda bazı ülkelerde kadınlara yönelik cadılık
suçlamaları devam etti. Kadınları terörle sindirmeye çalışan
erken modernlik bu kez yerini burjuva demokrasisinin eril hukukuna
bırakmış, Fransız Devrimi ilk iş olarak kadın derneklerini
kapatmıştı. İşkenceyi yasal olarak yasaklayan yeni düzen bu kez
kadınları eril tıp biliminin, psikiyatrinin aracılığıyla akıl
hastanelerine kapatacaktı. XIX. yüzyılda kadın medyumların
başını çektiği, geniş bir kitleye hitap eden spiritüalist
hareket içinde yer alan birçok kadın koca-psikiyatrist
işbirliğinin sonucunda akıl hastanelerine gönderilecek, kilisenin
yerini alan eril bilim histeri, nemfomani vb. “kadın
hastalıklarını, sapkınlıklarını” icat ederek, kurarak
kadınları disipliner kurumlar içine kapatmaya yönelecekti.
XX. yüzyıl cadılığın
tarihiyle ilgili incelemelere, çalışmalara tanık oldu. Görüşleri
tartışma yaratan Margaret Murray 1920’lerden itibaren yayınlanan
kitaplarında erken modernlikteki cadılığın kökenlerinin çok
eski tarihsel dönemlere gittiğini, cadılığın hristiyanlık
öncesi pagan inançların bir devamı olduğunu söyleyecekti.
Murray’ın görüşlerinden esinlenen ve WICCA düşüncesinin,
inancının kurucusu kabul edilen Gerald Gardner 1950’lerde cadılık
üzerine kitaplar yazdı. WICCA’yı benimseyenler bu inancın eski
cadılıkla ilişkisinin bulunmadığını üzerine basarak
belirtiyorlar, cadılığı “zararsız”, “soft” ve eğitimli
orta sınıflarca kabul edilebilir bir biçimde yorumluyorlardı. Her
ne kadar kadınların etkin olduğu eski pagan inançlarına gönderme
yapıyorsa da Gardner’in yaklaşımında eril tonlar ağır
basmaktaydı ve buna tepki olarak 1960’larda WICCA düşüncesinin
feminist versiyonları ortaya çıkacaktı.
1960 sonları ve 1970’li
yıllar, feminist spiritüalizmin güçlendiği, feministlerin
cadılığa sahip çıktığı, cadıların kadın kahramanlar olarak
sahiplenildiği, eski tanrıça dinlerini, anaerkil dönemi öven
çalışmaların yayınlandığı bir dönemdi. Feminist yazın
cadıların nazarının ve lineer olmayan dilinin eril sembolik
düzeni ihlal ettiğini öne sürecekti. Cadılık radikal feminist
gruplara da esin kaynağı olmuştu. 1968’de bir gurup radikal
kadının kurduğu W.I.T.C.H. ( Women’s International Terrorist
Conspiracy from Hell) patriyarkal iktidarın sembolleri olan
mekanlara, kurumlara karşı eylemler, baskınlar düzenliyordu.
1969’da Chicago Üniversitesi sosyoloji bölümü popüler bir
kadın öğretim üyesini işten atınca siyahlar giymiş, yüzlerini
beyaza boyamış sekiz kadın sosyoloji bölümünün erkek başkanına
karşı bir “cadılık baskını” düzenleyecek ve onun yüzüne
şunu haykıracaklardı: “Lanetten sakın, cadının lanetinden
sakın”. 1970’li yıllarda cadılık kendine Sylvia Plath’ın
şiirinde, Hélène Cixous ve Catherine Clement ın birlikte
yazdıkları The Newly Born Woman adlı kitapta ve diğer birçok
eserde yer buldu. Erica Jong 1981’de yayınlanan Witches adlı
kitabında cadıların eski kadın tanrıçaların soyundan
geldiklerini ve harikulade doğal sağaltıcılar olduğunu
söyleyecekti.
1980’lerden sonra,
özellikle 1990’larda cadılık radikal, ürkütücü niteliklerini
kaybetmeye, evcilleştirilmeye, sulandırılmaya, keyifle
tüketilebilir hale gelmeye başladı. Diane Purkiss’e göre yeni
cadılar tüketim kültürüne asimile olmaya başlamışlardı.
Wicca ayinleri için pahalı ekipman satın alınıyordu. Cadılık
ticari, narsistik kültür çerçevesinde psişik sağlığa yönelik
ritüellerle, New Age sağaltım teknikleriyle birlikte anılmaya
başlamıştı. Öte yandan yaşlı, çirkin cadı imgesi post
modernliğin gençlik, güzellik vurgusuyla örtüşmediğinden
ticari kültür cadıları “gençleştirdi”. “Sabrina, The
Teenage Witch”, Charmed vb. TV dizileri sihirli güçlere sahip
genç, hoş, beyaz kadınları öne çıkarmaktaydı. Film endüstrisi
de cadılığa el atacak, Bewitched (Tatlı Cadı), The Witches of
Eastwick, Practical Magic, The Craft vb filmlerde ünlü kadın
oyuncular rol alacaktı.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KAYNAKLAR:
Silvia Federici, Caliban
and the Witch, Autonomedia, 2004, 285 s.
Elizabeth Reis, Damned
Women: Sinners and Witches in Puritan New England, Cornell University
Press, 1999, 212 s.
der. Elizabeth Reis,
Spellbound: Women and Witchcraft in America, SR boks, 1998, 276 s.
Anne Llewellyn Barstow,
Witchcraze: A New History of the European Witchhunts, Harpercollins,
1994, 255 s.
Erica Jong, Witches, Harry
N Abrams, 2004, 176 s.
Diane Purkiss, The Witch
in History: Early Modern and Twentieth-Century Representations,
Routledge, 1996, 296 s.
Hélène Cixous and
Catherine Clement, The Newly Born Woman, University of Minnesota
Press, 1986, 168 s.
SERİ ÜRETİM
KÜLTÜRÜNÜN EŞLİKÇİSİ OLARAK
SERİ CİNAYET
Uygarlık tarihi çok
sayıda insanı öldüren katillerle doludur. XV. yüzyıl
Fransa’sında Jan Dark’ın silah arkadaşı Baron Gilles de Rais
yüzlerce köylü çocuğunu öldürmüştür. XVI. yüzyılda “kurt
adam” Gilles Garnier çocukları öldürdükten sonra onları
parçalayıp yemektedir. Örnekler çoğaltılabilir, ancak modern
anlamda seri katilin ortaya çıkması için XIX. yüzyıl sonlarını
beklemek gerekecektir.
XIX. yüzyıl seri
cinayetin önemli koşullarından biri olan bireyselliğin geliştiği
bir yüz yıldır. Cinayetler artık sadece birbirini tanıyan
insanlar arasındaki kavgalara eşlik eden kızgınlık ve kendini
kaybetme sonucu ortaya çıkmamakta, tanımadığı insanları
öldüren, kurbanıyla arasında bir mesafe bulunan, bir anda birden
fazla kişiyi öldürmekten ziyade cinayetlerinin arasına –edimleri
üstüne düşünebileceği- belli bir süre koyan yeni bir katil
tipi belirmektedir. XIX. yüzyıl, modernliğin bireyinin cinayete
dışarıdan bakabildiği, Thomas de Quincey’in “ Güzel
Sanatlardan Biri Olarak Cinayet” adlı çalışmasının
yayınlandığı (1827) , bireysel kimliklerin şekillendirilmeye
başladığı bir yüzyıldır. Mark Seltzer’in de belirttiği gibi
XIX. yüzyıl sonunda kriminel eylemden çok suçlunun karakteri öne
çıkarılmaktadır. Ancak bireyselliği ve karakteri yaratan
koşullar aynı zamanda anonimliği, “kitlesel normalliği”
yaratan koşullardır da. Dönemin söylemi yurttaşları
birbirlerine eşit, istatistiksel rakamlarla ifade edilebilir
birimler olarak kurmaktadır. Artık her birey hem özel hem de
sıradandır. Mark Seltzer’in de dikkat çektiği gibi seri cinayet
ilk kez XIX. yüzyılda bir “kariyer tercihi” olarak belirmiştir.
Kentteki anonim yığınsallık içinde varlığı silikleşen,
kimlik krizi yaşayan birey seri cinayetle “ben kimim” sorusuna
çarpıtılmış bir cevap vermek istemektedir. Anonimleşme
birbirinin aynı olan metaları kitlesel ölçekte üreten kapitalist
seri üretimle yakından ilişkilidir. Seri cinayet seri üretimin
eşlikçisidir.
Kapitalizm sadece üretime
değil esas olarak yeniden üretime yöneliktir. Tekrara, yinelemeye
dayalı üretim sürecinde sermaye birikmiş ölü emeğin canlı
emek üzerindeki egemenliği olarak belirir. Eşit ölü emek içeren
metaların değişimi ve dolaşımı bu ilişkilerin özneleri olan
insanları nesneleştirir, onları nüfusun niceliksel olarak ifade
edilebilen benzer birimlerine indirger, onları anonimleştirir ve
şahsiliklerinden arındırır. Nüfusun “kitlesel benzerliği ”
ve “normalliği” benzer metaların kitlesel üretiminin
gerçekleştirildiği zeminden beslenir. Ancak fabrikada aynının
seri üretimi nasıl her zaman hatalı üretilen, defolu mallarla
malulse toplumda da standart, normal insanın egemen söylem ve
kurumlarca üretimi “sapkın, patolojik” bireylerle maluldür!
Seri katil, bireyleri standartlaştıran, onları kitlesel aynılığın
üretimi süreci içinde önemsizleştiren koşulların ürünüdür,
bireyin kimlik krizinin, farklılığını ortaya koyamamasının bir
parçasıdır. Normalleştirme süreci, zorlaması bireyde bir
yarılmaya neden olur. Bu yarılmanın “başarılı” bir şekilde
üstesinden gelip sistemle bütünleşenler “normal” yurttaşları,
“başarısız” olanlar ise “anormal, norm dışı, patolojik,
sapkın” olanı, ötekiyi oluşturacaktır. Robert Louis
Stevenson’ın Doktor Jekyll ve Mr. Hyde adlı romanı modernliğin
bireyde yol açtığı “patolojik yarılmanın” bir örneği
olarak düşünülebilir.
Seri katil cinayet
işleyerek kimlik krizine bir çözüm bulmak, kimsenin fark
etmediği, anonim biri olmaktan çıkarak şahsiyetini ortaya koymak
ister. Ancak biricikliğini ortaya çıkarmak isteyen seri katil
kapitalist seri üretim sisteminin anonimleştirici kodlarının
dışına çıkamayacaktır. Hem seri üretime hem de seri cinayete
eşlik eden “yineleme zorlanımı” ölümle ilişkilidir.
Anonimliğinden kurtulmak isteyen seri katil diğer insanlardan
farkını ölümcül bir şiddet aracılığıyla kurmak ister,
kendini şoklara maruz bırakarak, cinayetlerini yineleyerek
kimliğini oluşturmaya çalışır, ama sonunda ürettiği
–kapitalizmin ölü emek birikimine benzer – ölü bedenler
birikimidir, organik olanın ortadan kaldırılarak inorganik olanın
güçlendirilmesidir, işçilerin bedeni yerine bu kez kurbanların
bedeninin nesneleştirilmesidir. Kimliksizliğe başka bedenlerin yok
edilmesini gerektiren bir şiddetle çare bulunmaya çalışılması
kapitalizmin ölüm kültürünün bir parçası olup çıkmaktadır.
Sapkınlığın, karşı çıktığı, onu kuran normu yeniden
üretmesine benzer bir şekilde seri katil de kapitalizmin
yinelemeye dayalı , ölüme gönderme yapan kodlarını yeniden
üretmektedir.
Seri cinayet diziselliğin
(seriality) sadece fabrika üretimi bazında değil kültürel üretim
bazında da ortaya çıktığı bir dönemin ürünüdür. XIX.
yüzyıl sonu seri halinde yayınlanan bölümlerden oluşan,
tefrika halinde yayınlanan romanların yaygınlaştığı bir
dönemdir. Seri katilin art arda, birbirini izleyen “bölümler
halinde” işlediği cinayetler dizisi tefrika romanların yapısına
benzemektedir. Seri katil cinayetleriyle bir örüntü (pattern)
oluşturmakta, tefrika yazarının kurduğu edebi yapıyı andıran
bir yapıyı kendi şiddeti aracılığıyla oluşturmaktadır. Bu
bağlamda seri cinayet modernliğin mimarlık-mühendislik
zihniyetiyle de ilişkilidir! Ama seri cinayetin daha yakından
ilişkili olduğu alan anatomidir. XIX. yüzyılda anatomi bilimi
kadavraları açarak, otopsiyle bedenin sırlarını keşfetmek, onu
şeffaflaştırmak istemektedir. Seri katil de bedeni kesmekte, onu
“açmaktadır”. İlk modern seri katil olarak kabul edilen,
geceleri fahişeleri öldürerek Londra’yı dehşet içinde
bırakan Karın Deşen Jack’ın kurbanlarındaki kesikleri
inceleyen polis katilin bir doktor olabileceğinden şüphelenmiştir.
1880’lerde Chicago’da seri katil doktor Herman Mudgett
(yakalandığında 27 kişiyi öldürdüğünü itiraf etmiştir)
içinde kurbanlarını kestiği bir otopsi odası olan bir evde
yaşamaktadır.
Seri katillerin ruhsal
profilini keşfetmeye çalışan uzmanlar (profiler) ilk kez XIX.
yüzyıl sonlarında ortaya çıkmıştır. İlk profilci, Karın
Deşen Jack’ın son kurbanı olan Mary Kelly’nin otopsisini
gerçekleştiren polis cerrahı doktor Thomas Bond’dur. Edebi
alanda profilciye örnek olarak Arthur Conan Doyle’un yarattığı
Sherlock Holmes tipi gösterilebilir. Seri cinayet modernliğin
üretimsel, anatomik, mimari, edebi söylemleriyle ilişkili olduğu
kadar medyatik söylemiyle de ilişkilidir. Mark Seltzer’in de
belirttiği gibi ( “The Crime System”, Critical Inquiry,
Chicago: Bahar 2004, Cilt: 30, sayı: 3) dönemin basını kamu
oyunu biçimlendirmekte, seri cinayetleri kamusal bir gösteriye
dönüştürmektedir. Şiddetin kitlesel bir gösteriye
dönüştürülmesi bir yandan kitlelerin kana yönelik ilgisini
kışkırtmakta, öte yandan şiddet içeren suçları
arttırmaktadır. Kamuoyu kendi “normalliğini” teyit etmek için
bir panzehire, anormalliğe, patolojiye ihtiyaç duymaktadır. Seri
katil de yüzünü kamu oyuna, basına dönmekte, işlediği “tefrika
cinayetler” basında tefrika olarak yayınlanmaktadır! Bireysel
patoloji sosyal patolojiyle iç içe geçmiş, “anormallik”
“normalliğin” var oluş koşulu haline gelmiştir.
Seri cinayetler XX.
yüzyılda da devam eder.1910 lu yıllarda Henri Landru (mavisakal)
kurbanlarını kadınlardan seçecektir. Earle Leonard Nelson
1926-1927 yıllarında çoğu kadın 24 kişiyi , Carl Panzram çoğu
çocuk 30 kişiyi öldürür. Fritz Haarman Hanover’de 27 kişiyi,
Peter Kurten (“Dusseldorf Vampiri”) Dusseldorf’ta çok sayıda
çocuğu öldürür. Ancak bu cinayetler toplumun kültürel
imgeleminde Karın Deşen Jack’ın bıraktığı iz kadar büyük
bir iz bırakmaz. Maria Belloc Lowndes 1913’te Karın Deşen
Jack’ten esinlenerek “The Lodger” adlı bir roman yazar ve
kitabın satışı o dönemde çok büyük bir rakam olan bir milyona
ulaşır. Alfred Hitchcock bu romandan yola çıkarak aynı adı
taşıyan bir film yapacaktır. Fritz Lang ise Peter Kurten’ in
yaşamından esinlenerek “M” yi çeker. Seri cinayetler ikinci
dünya savaşından sonra da devam edecektir. John George Haigh 9
kadını öldürür ve 1949’da idam edilir. John Reginald Christie
karısı dahil 8 kadını öldürür ve 1953’te asılır. ABD’de
Wisconsin’de insan eti yeme ve anne saplantısı olan Ed Gein
1957’de iki kadını öldürür, on kadını mezardan çıkarır.
Bu olaylardan esinlenen Robert Bloch, Psycho (Sapık) adlı bir roman
yazacak ve bu roman daha sonra Alfred Hitchcock tarafından aynı
adla filme çekilecektir. Seri cinayetlerin ilk kez televizyonlardan
geniş bir izleyici kitlesine yönelik olarak yayınlanması 1962’de
Boston Canavarı Albert DeSalvo’nun gerçekleştirdiği
cinayetlerle başlayacak, 1966’da Gerold Frank’ın Boston
Strangler adlı romanı best seller olacaktır. 1960 sonlarından
itibaren Charles Manson, Zodyak Canisi, .44 kalibre Canisi (Son of
Sam) medyanın öne çıkardığı seri katiller olarak
belirmektedir.
Tüm yukarıda
anlatılanlara karşın seri cinayet büyük ölçüde post modern
bir olgudur ve daha çok ABD’de görülmektedir. Dünya nüfusunun
yüzde beşini oluşturan ABD dünyadaki seri katillerin yaklaşık
dörtte üçünü ortaya çıkarmıştır ( Avrupa ise % 19 civarında
bir orana sahiptir). Seri katil kavramı ilk kez 1970 ortalarında
ortaya çıkmıştır. Seri katil kavramını ortaya atan FBI ajanı
Robert K. Ressler bu kavramı dizi filmlerden esinlenerek bulduğunu
belirtmektedir. Her bölümün sonunda gerilim azalmak bir yana daha
da artmakta , her cinayet bir sonrakine zemin hazırlamakta, birey
diziselliğe bağımlı hale gelmektedir. 1970 ortalarından sonra
ABD de seri cinayetler hızla artar, 1980 lerde ve 1990 larda seri
cinayet kitle kültürü içindeki önemli temalardan biri haline
gelir. Seri cinayetler post modern toplumda- modern topluma kıyasla-
çok büyük bir artış göstermiştir. Bunun nedenini sadece post
modernlikte seri üretimin niceliksel olarak çok fazla artmış
olmasına bağlamak yetersiz bir açıklama olur. Modernlik bir seri
üretim toplumu olarak düşünülebilirse post modernliğin buna
ilaveten bir seri tüketim toplumu olduğu söylenebilir. Modernlik
disipliner kurumları vasıtasıyla kamusal alana ait faaliyetleri
–lineer bir tarzda- diziselleştirse bile gündelik, özel hayat
bazında bunu yeterince gerçekleştirememiş, post modernlikteki
gibi lineer olmayan biçimler altında yaşam biçiminin bir parçası
haline getirememiştir. Modern seri katile eşlik eden olgular daha
ziyade içsel yarılma, şok ve ben/öteki, organik/inorganik
arasında çizilen kesin sınırlarsa post modern seri katile eşlik
eden olgular kayıtsızlık ve bahsedilen sınırların
müphemleşmesidir, etle objenin giderek birbirine benzemesidir!
Yeni seri katil tipini
üreten kitle kültürüne bakıldığında bunun şiddete dayalı
bir kültür olduğu görülür. Mark Seltzer’e göre ( Serial
Killers’ın içinde) çağımızın makine kültürü patolojik bir
kamusal alan oluşturmaktadır. Kamuoyu şiddet, travma, cinayet ve
yara etrafında oluşup bu konuda bir bağımlılık gelişmekte,
seri katil açılmış, kesilmiş, parçalanmış bedenlerden
büyülenmeye dayalı yara ( wound) kültürünün bir ikonu olarak
kurulmaktadır. Şiddet hem insanların özel hayatlarının bir
parçası haline gelmiş hem de kolektif bir gösteriye dönüşmüştür.
Şiddet, bireysel arzularla kamusal fantezilerin bir araya
geldikleri bir çekim merkezi oluşturmaktadır. Seri katillerin
itirafları şiddete ilişkin kültürel klişeleri yansıtır
gibidir. Makine kültürü bedenleri teknolojikleştirmekte,
dizisellik, reprodüksiyon, simülasyon, temsil ve simgeleştirme
bağımlılık temelinde oluşan bir şiddeti beslemektedir.
Dizisellik toplumun her alanında bir bağımlılık yaratmakta, seri
katille seri izleyiciyi aynı zemine çekmektedir. Medyada,
yaralanmış, parçalanmış bedenlerin bir gösteri atmosferi
içinde, teknolojik ve mekanik olarak yeniden üretilip seri olarak
sunumu izleyicilerdeki seri şiddete olan bağımlılığı
arttırmakta, onları bu bedenlere yaklaştırır görünürken
aslında seyircide mesafe ve kayıtsızlık yaratmaktadır.
Toplumdaki geleneksel
sınırların sarsılması, müphemleşmesi seri katilin kimlik
krizini ağırlaştırmaktadır. Sayıların, kodların,
göstergelerin hakiki insanların yerini almaya başladığı,
özne-nesne, iç-dış ayrımının bulanıklaştığı günümüzde
seri katil kendini dış dünyadan, öteki insanlardan ayıran
sınırları, kendi farkını oluşturamamakta, dış sınırlarını
kolayca aşıp patolojik bir kamusal alan içinde seri şiddet
yoluyla kendini ifade etmeye çalışmaktadır. Seri katil Wayne
yerleri ancak kurbanları dolayımıyla hatırlayabilmekte, Lucas
“bir insan benim için boş bir şeydir” , Bundy “dünyadan bir
kişi eksilse ne fark eder” demektedir. Seri katil dış dünyadaki
insanlara, yerlere, objelere karşı kayıtsız hale gelmiş, hem
kendi kimliksizliği hem de dış dünyanın istatistiksel birimlere
indirgenmiş varlıkları onun iç sıkıntısını arttırmıştır
. Seri katile boş olarak görünen sadece kurbanlar değil bizzat
kendisidir de. Rene Girard’ın vaktiyle dikkat çekmiş olduğu
gibi herkesin farklılığı değil ama herkesin benzerliği kimliği
tehdit eden bir öğe olup çıkmaktadır. Bir örnekleşmenin
yaygınlaştığı, bireyleri ayırt eden niteliklerin aşındığı
toplumda seri katil farklılık krizinin cisimleştiği bir örnek
olarak belirmektedir. Öte yandan seri katil herkesin bir şekilde
uyduğu aynı kültürel buyrukların en uç savunucusudur. Açılmış
ve parçalanmış bedenler etrafında bir araya gelen toplumun bir
parçasıdır.
Seri katilin oluşumunda
medya enformasyon teknolojileri, talk-show’lar, seri cinayetleri
konu alan televizyon dizileri, belgeselleri ve filmler olduğu kadar
FBI’ a bağlı BSU’nun (Behavioral Science Unit) profilcilerinin
çizdiği seri katil profilleri de rol oynamakta, seri katil kendini
bu profillere göre biçimlendirmektedir. Richard Tithecott’un da
belirttiği gibi medya seri cinayete ait rasgele, anlamsız ,
nedensiz, amaçsız bir şiddet tehdidini abartılı biçimlerde
sunmakta, seri katili mitleştirmekte, varolan kültürün seri
katilin yaratılmasındaki rolünü gizlemektedir. Benzer bir şekilde
seri katilin izini süren, onun “ruhunu okumaya çalışan” FBI
profilcisi, insan psikolojisini yakından tanıyan, neredeyse insan
üstü sezgilerle donanmış bu “zihin avcısı” medya tarafından
kötülüğe karşı savaşan yalnız kahraman olarak
sunulmaktadır.Toplumu polis gücüyle yönetmek isteyen zihniyet
FBI’ı siyasetin üstünde kamu hizmeti veren bir kurum olarak
lanse etmektedir.
Seri katilin oluşumunda
“anormal aileler”, ebeveynler tarafından taciz edilme, ebeveynin
çocuk küçük yaştayken evi terk etmesi gibi faktörler öne
çıkarılmakta, seri cinayetlerin sosyal boyutu, bu cinayetlerle
egemen değerler arasındaki ilişkiler gizlenmektedir. Seri katil
varolan kültürün dışında doğaya ilişkin bir varlık olarak
kurulmak istenmektedir. Bu söylem kadın ve eşcinselleri
aşağılayan, heteroseksüel erkekliği egemen kılmak isteyen
kültürel sistemi eleştiri dışında tutmaktadır. Seri cinayetler
toplam cinayetlerin çok küçük bir parçasını oluşturmasına
karşın medya seri cinayetlerin boyutunu abartmaktadır. İnsanların
seri katile yönelik olarak duyduğu hayranlık ve büyülenme
aslında herkesin içinde barındırdığı karanlık fantezilere,
aşırılığa duyulan hayranlıkla ilişkilidir. Seri katilin
gerçekleştirdiği fanteziler onu yaratan kültürce paylaşılmakta,
toplum seri katil mitinin üretilmesi sürecince suç ortaklığı
yapmaktadır.
1980’lerin başlarından
itibaren seri cinayetin toplumsal gündemin önemli bir konusu haline
getirilmesinin daha doğrudan politik nedenleri de vardır. Bu yıllar
Reaganizmin, yeni muhafazakarlığın iktidarda olduğu yıllardır.
Philip Jenkins’in de söylediği gibi muhafazakar aile değerlerine
vurgu yapan yeni sağ seri katilleri eşcinsel, ahlaksız, seks
düşkünü sapkınlar olarak lanse etmekte, bir panik atmosferi
yaratarak seri cinayetleri devletin güvenlik aygıtlarının
güçlendirilmesi, yetki alanlarının genişletilmesi için bahane
olarak kullanmaktadır. Böylece özgürlükçü hareketlerin 1960'
lı ve 1970' li yıllarda elde ettikleri kazanımlar geri alınmak
istenmekte, toplum üzerindeki kontrol ve cezalar arttırılarak
güvenlik devletinin güçlendirilmesi amaçlanmaktadır. FBI 1980
lerden başlayarak “kanunları uygulama” operasyonlarını
arttıracak, kamuoyunu ve medyayı yönlendirmede daha etkin bir güç
haline gelecektir. BSU kasti olarak kamuoyuna seri cinayetlerle
ilgili yanlış, abartılmış bilgiler vermektedir. FBI tarafından
seri cinayetler sonucu yılda 4000 kişinin öldürüldüğü
açıklanırken gerçek rakamın birkaç yüz civarında olduğu
tahmin edilmektedir.
Seri cinayet, katilin bir
anda, ya da kısa bir zaman süresi içinde çok sayıda insanı
öldürdüğü cinayetlerden farklıdır. Steven Egger’ e göre
seri cinayette en az üç kurban bulunmalı, iki cinayet arasında
bir sükun bulma süresi olmalı (FBI’ a göre bu süre asgari 72
saat olmalıdır), cinayet maddi çıkar amacı gütmemeli, katilin
kurbanla tanıdıklığı bulunmamalı , katil kurban üzerinde
sadist bir tahakküm kurmak istemelidir. Seri katil insanların
birbirine yabancı hale geldiği, başkalarının önemsizleştiği,
silikleştiği koşulların ürünüdür. Seri katil kurbanlarını
unutulmuşlar, kaçaklar, fahişeler, yoksullar, uyuşturucu
bağımlıları arasından, “en çok fark edilmeyenler” arasından
seçer. Kalabalık içindeki fark edilmeyişine, unutulmuşluğuna,
anonim kimliğine katlanamayan seri katil “birisi olmak”,
biricikliğini ortaya koymak için “sıradan insanları”,
“herhangi birini” öldürür. Unutulmuşları öldürmenin
kolaylığı aslında seri katilin ve herkesin sıradanlığını
kuran kolaylıktır. Post modern toplum her şeyin çok kolay
olduğunu, şimdi , burada elde edilebilir olduğunu, anı yakalamak
gerektiğini vazeder. Seri katil için kurban çok yakında, “elinin
altındadır”. Seri katil sistemin yarattığı sıradanlaşma
süreciyle ilişkili mesafeyi, duygulanımsızlığı, yönsüzlüğü,
yabancılaşmayı “öldürücü içtenlikle” aşmak ,
ilişkisizliği şiddete dayalı ilişkiyle yenmek ister! Yüzü
medyaya dönük seri katil cinayetlerinin sonucunda “biri olur”.
Seri katil Jeffrey Dahmer’in duruşması adeta bir oyunun prömiyeri
gibidir. Tanınmış isimler, seri katilden imza almak için itişen
hayranlar ve medya salonda yerlerini almıştır. Öte yandan seri
katil sadece sistemin kültürel klişelerini yeniden üretmekle
kalmaz, sistemin otorite kodlarını da yeniden üretir. Seri katil
özel olarak polise genel olarak otoriteye hayrandır. Bir çok seri
katil vaktiyle polis olmak için müracaat etmiş ama başvuruları
reddedilmiştir. Seri katillerin önemli bir bölümü güven telkin
etmek için kurbanlarına güvenlik görevlisi kıyafeti içinde
yaklaşır. Seri katil kurbanına hükmetmek, onu kontrolü altında
tutmak, ona sahip olmak ister, onu nesneleştirir ve aşağılar.
Seri katiller 1980' lerde
ve 1990' larda ABD ve batı kamuoyunun sürekli olarak gündeminde
olmuşlardır. Ted Bundy, Jeffrey Dahmer, Aileen Wuornes, Joel
Rifkin, John Wayne Gacy ünlü seri katillerden bazılarıdır. Öte
yandan seri katilleri konu alan romanlar (daha sonra filmleri de
çekilen Kuzuların Sessizliği, Amerikan Sapığı vb.) bu dönemde
patlama yapmıştır. 1991-1993 yılları arasında seri katillerle
ilgili olarak yayınlanan kitapların sayısı 1960 larda ve 1970
lerde bu konuda yayınlanan tüm kitapların toplamı kadardır. Bu
konudaki “ciddi” filmler arasında Seven, Copycat, The Bone
Collector, Natural Born Killers komedi türünde ise Serial Mom, I
Married an Axe Murderer gibi filmler sayılabilir. Sonia Baelo Allué’
nin de belirttiği gibi (“The Aesthetics of Serial Killing: Working
Against Ethics in the ‘Silence of the Lambs’( 1988) and ‘American
Psycho’(1991) “, Atlantis, Cilt: 14, sayı: 2, Aralık 2002)
dizisellleşmiş kitle kültürünün ( televizyon dizileri, film
dizileri vb.)yaygınlaştığı günümüzde izleyiciler kurbanları
ve ahlaki kaygıları göz ardı etmekte, sadece aldıkları estetik
hazla ilgilenmektedirler. Cinayet görüntülerinin dizilerde,
belgesellerde ve haberlerde sürekli olarak tekrarlanması gerçek
ölümlerle kurgusal ölümler arasındaki farkı aşındırmakta,
kayıtsızlık üretmekte, gerçek ve kurgusal seri cinayetlere
ilişkin ritüel, fantezi ve senaryolar birbirine karışmaktadır.
Gerçek/kurgu, asıl/taklit
karşıtlıklarının hala mevcut olduğu modern toplumdan farklı
olarak post modern toplum bu karşıtlıklar arasındaki sınırları
silikleştirmiş, göstergelerin “köklerinden” koparak kendi
başlarına bir –hiper-gerçeklik sistemi oluşturdukları bir
simülasyon toplumu oluşmuştur. Sara Knox’ un da belirttiği gibi
( “A Gruesome Accounting: Mass, Serial, and Spree Killing in the
Mediated Public Sphere”, Journal For Crime, Conflict, and the
Media, 1(2) 2004) seri katil simülakra kültürü içindeki
simülasyon kralıdır. Bugünün kültürü yinelemeyi ve
simülasyonu saplantı haline getirmiştir. Seri katil tekrara,
zorlanımsallığa dayalı kültürün bir parçasıdır. Hillel
Schwartz seri cinayeti “saplantısal-zorlanımsal bozuklukla” (
obsessive- compulsive disorder) ilişkilendirmektedir (
“Obsessive-Compulsive Disorder: Comments on Cape Town Covers,
Colonial Catwalks, and Getting Caught”, Cultural Analysis, 2002,
3). Kişisel ritüellerin art arda tekrarlanması, yinelemeye duyulan
ihtiyaç bir saplantı haline gelmiştir. Bilgisayarların, çoğaltım
araçlarının gelişmesi her şeyi hızla seri halde ve yeniden
üretilebilir hale getirmektedir. Seri katil kendini kontrol
edememekte ve cinayetlerini tekrar etmektedir.
Post modern toplumda
takıntılı, saplantılı tüketicilerdeki yineleme zorlanımı
onları “özgür tercihleriyle” yeni malları tüketmeye
yöneltirken seri katildeki yineleme zorlanımı onu “ölü
bedenleri tüketmeye” yöneltmektedir! Amerikan Sapığı romanının
kahramanı bir yandan beden bakımıyla ilgili, tekrara dayalı
günlük rutinleri yerine getirir, evdeki aletlerle ilgilenirken aynı
zamanda kurbanının etinin tadına bakmaktadır. Burada sıradan
olanla ciddi olan birbirine karışmıştır. Kahraman artık anlamın
bulunabileceği tek yer olarak yüzeyi görmektedir. Post modern
yüzeydir bu; derinliği yok eden, şeffaflığı basit ve sıradan
olanla birleştiren, kayıtsızlığı besleyen, şiddet üreten bir
yüzey. Bir çok seri katilin itirafında bu yüzeyin parçasını
oluşturan izlere rastlanır. Post modern toplumdaki seri katili
modern toplumdaki seri katile kıyasla “kişisel biyografisinden
kopartan”, onun yaşam öyküsündeki sürekliliği, lineerliği
“bozan” bu yüzeydir. Akira Mizuta Lippit’in de belirttiği
gibi ( “The Infinite Series: Fathers, Cannibals, Chemists...”,
Criticism, cilt: 38, sayı: 3, Yaz 1996) yeni seri katil sonsuz
sayıda serinin ve yörüngenin kesiştiği yerde durmaktadır. Ancak
söz konusu olan tek, lineer bir seri değil, farklı yoğunluklardan,
çizgilerden oluşan, sonsuz, başı sonu olmayan, açık uçlu
serilerdir, bir bütünlük oluşturmayan serilerin yan yanalığıdır.
Yeni seri katilin gerçekleştirdiği cinayetler de benzer özellikler
gösterir; seri bir yerde bozulur sonra başka bir yerde başka bir
biçimde yeniden başlar.
Günümüzün kitle
kültürü seri katili canavarlıkla, vampirlikle, kontrol edilemeyen
şehvetle, irrasyonellikle, av peşinde koşan hayvan figürüyle,
nedensiz öldürmekle ilişkilendirmektedir. Bu noktada kapitalizmin
hem modern hem de post modern döneminde irrasyonelliği bizzat
ürettiğini belirtmek gerekir. Belirsizliğin, müphemliğin,
güçlendiği, eskinin katı sınırlarının ihlalinin tüketime
ilişkin olarak teşvik edildiği post modern toplumda irrasyonel
olanın payı daha da artmıştır. Seri katil kitle kültürünün
beslediği irrasyonelliği, aşırılıkları, ihlalleri uç noktaya
götüren kişidir. Carla Freccero’nun da belirttiği gibi
(“Historical Violence, Censorship, and the Serial Killer: The Case
of American Psycho”, Diacritics, 1997, 27. 2 ) seri katil
vasıtasıyla toplum kültürün şiddet dolu niteliğini hem tanır
hem de reddeder, şiddeti kendi içinde arayacağına onu seri katile
ilişkin bir sapkınlık olarak görür.
Büyük çoğunluğu erkek
ve beyaz olan seri katiller Amerikan rüyasının yaratmak istediği
ideal birey tipinin deforme bir versiyonunu temsil etmektedirler.
Kadınları değersizleştiren bir biçimde “kendini yaratan erkek”
imgesinin medya tarafından mekanik bir biçimde devamlı üretilmesi
seri katilin kadın düşmanı şiddetini destekleyen olgulardan
biridir. Seri katil sistemin kadınların özgürlüğünü
sınırlandırmak (gece yalnız başına sokağa çıkma vb) için
kullandığı bir tehdit aracı olarak belirmektedir. Jill Radford’a
göre egemen kültür kadın cinselliğini nesneleştirmekte, kadın
hem baştan çıkarıcı hem de potansiyel olarak tehlikeli ve
dolayısıyla baskı altında tutulması gereken bir varlık olarak
kurulmaktadır. Kadın düşmanlığı sonucu - özellikle fahişelere
karşı- gerçekleşen cinayetlere ilişkin olarak polis, mahkemeler
ve kamuoyu gereken özeni ve çabayı göstermemektedir. Jane
Caputi’ye göre kadınları hedef alan seri cinayetler patriyarkal
değerlerin, rollerin, zora dayalı yönetimin eşlikçisidir.
Kadınları öldüren seri katil erkek üstünlüğü prensibini
hayata geçirmekte, çok sayıda erkek, seri katilinkine benzer kadın
düşmanı görüşleri paylaşmaktadır. Kadınları hedef alan
erkek şiddeti bugünkü kültürün içine işlemiştir ve normal
kabul edilmektedir.
Seri cinayet, üretimi,
tüketimi, kültürü, gündelik hayatı serisel hale getiren , her
şeyi sayılara indirgeyen, yineleme zorlanımı, saplantı ve
takıntı üreten kapitalizmin eşlikçisidir. Tüketmenin içten
gelen bir zorlamayla, karşı konulamaz bir itkiyle buluştuğu ,
tüketim nesneleriyle nesneleşen bedenler arasındaki sınırların
muğlaklaştığı, tüketim sisteminin kurduğu yüzeyin şiddet
ürettiği, tüketimsel ihlalin ve aşırılığın eril şiddetin
sınırsızlaşmasına hizmet ettiği günümüz toplumunda seri
cinayet tahakkümün kodlarını yeniden üretmektedir.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Mark Seltzer, Serial
Killers: Death and Life in America’s Wound Culture, Routledge,
1998, 302 s.
Richard Tithecott, Of Men
and Monsters: Jeffrey Dahmer and the Construction of the Serial
Killer, The University of Wisconsin Press, 1997, 192 s.
Philip Jenkins, Using
Murder: The Social Construction of Serial Homicide, Aldine de
Gruyter, 1994, 271 s.
Steven A. Egger, Serial
Murder, Praeger Publishers, 1990, 250 s.
der. Diana E. Russell &
Jill Radford, Femicide: The Politics of Woman Killing, Taylor &
Francis Group, 1992, 400 s.
Jane Caputi, Age of Sex
Crime, University of Wisconsin Press, 1987, 246 s.
NEZAKET VE ŞİDDET
Bilinen ilk adabımuaşeret
kitabının tarihi M. Ö. 2400 yılına kadar gidiyor. Tarih boyunca
insanlar şu ya da bu şekilde görgü kuralları, davranış
ritüelleri oluşturup bunlara uymaya çalıştılar. Batı
Avrupa’da “karanlık” ortaçağda modern anlamda görgü
kuralları oluşmamıştı ve insanlar arasındaki ilişkilerde
şiddetin dozu yüksekti. Şövalyece davranışlarda ifadesini bulan
incelik de sonuçta savaşçı kültürün bir parçasıydı.
Ortaçağın sonlarından başlayarak savaşçı feodal, aristokratik
kültür yavaş yavaş yerini soylular arasındaki ilişkilerde
diplomasinin, incelmiş davranış kurallarının güç kazanmaya
başladığı bir soylu kültürüne bırakmaya başladı. Norbert
Elias’ın da belirttiği gibi nezaket kavramı şövalye toplumunun
ve katolik kilisesinin birliğinin zayıflamaya başladığı bir
dönemde oluşmaya başladı. XVI. yüzyılın ikinci çeyreğinde
mutlakiyetçi rejimler güçlenmeye başlamıştı ve prenslerin
saraylarında görgü kurallarına önem veren bir aristokrasi
oluşmaktaydı. Bu dönem ortaçağla modernlik arasında yer
almaktaydı ve uyulmaya çalışılan incelmiş davranış kuralları
hem feodal dönemin hem de Rönesans hümanizminin izlerini
taşımaktaydı.
Baldesar Castiglione’nin
1528’de yayınlanan “Courtier” adlı kitabı ortaçağın
şövalyelik ideallerinin ve yeni hümanist özlemlerin farklı
tonlarını içinde barındırıyordu. Kitap saraydaki soyluların
giyinme, konuşma ve davranışlarına ilişkin incelmiş biçimler
sunmaktaydı. Ölçülülüğün, kibarlığın, protokolün,
zarafetin, nazik davranışların öne çıkarıldığı
Castiglione’nin kitabı Rönesans Avrupa’sı ülkelerinde
soyluların, centilmenlerin el kitabı haline gelecekti. Dönemin bir
diğer önemli çalışması Erasmus’un çocuk terbiyesi üzerine
1530’da yayınlanan kitapçığıydı. Kitabın hitap ettiği çocuk
soylu bir çocuktu, daha doğrusu prensin oğluydu ve Erasmus
görgünün ancak saraylarda var olabileceğini düşünüyordu. O
dönemin görgü kuralları günümüzdekilere göre çok
“mütevaziydi”! Çatal ve kaşığın kullanılmadığı o
dönemde yemek genellikle elle, bazen de bıçak batırılarak
yenirdi. Erasmus eti yerken iki eli tabağın içine sokmak yerine
eti üç parmakla tutarak yemeyi, ısırılmış eti masadaki başka
birine ikram etmemeyi, yağlı parmağı emmemeyi, cekete silmemeyi,
eğer yemeğin bir parçası yutulamıyorsa kimsenin fark etmeyeceği
bir biçimde dönüp bu parçayı bir yere atmayı öneriyordu.
XVI. yüzyıl özellikle
Fransa’da kibarlığın güçlendiği bir yüzyıldı. XVI. ve
XVII. yüzyıllarda yeni aristokrasi içinde gelişen, başkalarına
kaba davranmamayı, ince davranışları öne çıkaran görgü
kuralları aynı zamanda insanlar arasındaki ilişkilere ait
kuralların daha katı bir biçimde belirlendiği bir sosyal
hiyerarşiyi beraberinde getiriyor, davranışlar önceden
belirlenmiş kodların denetimi altına giriyordu. XVI. ve XVII.
yüzyıl saraylarında nezaket ve incelik soyluların krala
yaltaklanarak, yaranmaya çalışarak onun gözüne girme ve böylece
sosyal hiyerarşide yükselme çabalarının bir parçasıydı.
Richard J. Watts’ın da belirttiği gibi bu dönemde nezaket aynı
zamanda hürmet ve itaat anlamlarına gelmekteydi. Jorge Arditi’ye
göre ( Hegemony and Etiquette: An Exploration on the Transformation
of Practice and Power in Eighteenth-Century England, The British
Journal of Sociology, Cilt: 45, sayı: 2, Haziran 1994) bu dönemde
doğru, düzgün davranış tanrının ya da kralın lutfuna mazhar
olmak anlamına gelmekteydi ve böylece merkezin sahip olduğu önem
ve değer teyit edilmiş oluyordu. XVI. ve XVII. yüzyıllarda kral
tüm erdemlerin kaynaklandığı merkezdi, güneşti. Nezaket aynı
zamanda hiyerarşik bir sosyal yapıyı korumanın araçlarından
biriydi. Amerika’da da durum çok farklı değildi. C. Dallet
Hemphill’in dikkat çektiği gibi 1620-1740 arası dönemde bu
ülkede görgü kuralları dikey olarak örgütlenmiş sosyal düzenin
bir parçasıydı, görgü kitapçıkları astlarla üstler arasında
uyulması gereken davranışları tanımlıyorlardı.
Avrupa’da XVII. yüzyıl
sonlarından başlayarak görgü kurallarında sınırlı da olsa bir
“sivilleşme” görülmeye başladı. Lawrence E. Klein’ın
söylediği gibi (Liberty, Manners, and Politeness in Early
Eighteenth-Century England, The Historical Journal, 1989, 32. 3 ) bu
dönemde İngiltere’de nezaket kavramı yavaş yavaş sarayla olan
eski ilişkisinden uzaklaşmaya başladı. Eskiden doğru davranış
tanrıyla bağlantılı bir iyi ahlakla, faziletle ilişkiliydi.
XVII. yüzyılın sonlarında ise John Locke nezaketi kendi dışındaki
dayanaklardan kurtararak onu başlı başına bir değer olarak
tanımlayacaktı. Aynı yüzyılda Descartes bedeni akıl tarafından
yönetilen bir makine olarak gören mekanik bir model
geliştirmekteydi. Dik duruşun öne çıkarıldığı XVII. yüzyıl
sonlarında kontrollü, mekanik, robotvari bir şekilde hareket eden
beden imgesiyle nezaketin kodlanmış jestleri arasındaki
benzerlikler görgü kitaplarına yansımaktaydı. Nezaket
kurallarının gelişmesi insanların giderek birbirlerine daha az
dokunmasıyla, kişisel uzamın, mesafeli davranışların öne
çıkmasıyla, kişisel bağımsızlıkla, bireyselleşmeyle de
ilişkiliydi.
XVIII. yüzyıla
gelindiğinde görgü kuralları özgürlük, bireysel otonomi,
sanatlar ve bilimler ile bir arada anılmaktaydı. Öte yandan XVIII.
yüzyılda kan bağına dayalı olmayan soylu kesimin, tüccar
sınıfın gelişmesine karşın aristokratik değerler egemendi,
zenginleşen orta sınıflar soyluluğu merkez alan nezaket kültürüne
muhalif olmadıkları gibi parayla aristokratik ünvanlar satın
alarak kibar topluluğa girmek istiyorlardı. Ama bireyselleşme
süreci hızla ilerlemekteydi. XVIII. yüzyıl sonlarında Adam Smith
bireylerin sanki hayali bir tarafsız gözlemci onları
gözlüyormuşçasına sosyal ortamlardaki davranışlarına yön
verdiklerini söyleyecekti. Saraylar yerine orta sınıfların
güçlenmekte olduğu bir kamusal alan nezaketin yeni yeri olarak
belirmeye başlamıştı. Fransız devrimiyle birlikte eşitliğin,
ulusal onurun, yurttaşlık kültürünün öne çıkması feodal
hiyerarşiyi veri alarak biçimlenmiş nezaket kültürünü
aşındırmaktaydı. Bazı düşünürler eşitlik ilkesine dayalı
yeni toplumda görgü kurallarının yok olacağını, çünkü bu
kuralların ast-üst ilişkisini, sosyal hiyerarşiyi temel aldığını
ileri süreceklerdi.
Modernlik gündelik
yaşamdaki şiddetin dozunu azaltmak, şiddeti ehlileştirmek,
kontrol altına almak ve şiddet tekelini devletin elinde toplamak
istiyordu. Laura L. Runge’nin de belirttiği gibi ( Beauty and
Gallantry: A Model of Polite Conversation Revisited,
Eighteenth-Century Life, 2001, 25. 1 ) XVIII. yüzyılda kadınlara
yönelik ince davranışlar nezaketin barbarlığın yerini alması
olarak değerlendirilmekteydi. Centilmenler savunmasız “güzel
cinsi”, kadınları korumakla yükümlüydü! Aydınlanma düşünürü
David Hume doğanın hem beden olarak hem de akıl olarak erkeği
daha güçlü yarattığını, erkeğin bu üstünlüğü yüce
gönüllü davranışları ile hafifletmesi gerektiğini
söyleyecekti. Erkeğin otoritesi kadınlara yönelik barbarca bir
şiddete değil medeniliğe, saygıya , nezakete dayanmalıydı.
Hume’un yaklaşımı erkeğin üstünlüğü prensibini veri kabul
ediyor, nezaket yoluyla erkek şiddetini dizginlemeye çalışıyordu.
Bu yaklaşıma göre kadınların erkeklerin saygısını hak
etmeleri için güçsüz olduklarını veri kabul etmeleri
gerekmekteydi! Kadın kendinden üstün olan erkeğin gönüllü
iyilikseverliğinin pasif muhatabıydı. Kadın yumuşaklığını ve
ılımlılığını erkek hayranlarına da aktarıyor ve kadının
zarafeti erkeklerin olası kabalıklarına karşı bir fren
oluşturuyordu. Ancak, kadın erkeklerin nezaketini hak etmek için
erdeme, soylu bir güzelliğe, cazibeye, saygınlığa sahip
olmalıydı ve bu özellikler kadının güvende olmasının
koşullarıydı, aksi taktirde kadına yönelik şiddet ve barbarlık
geri gelirdi.
XVIII. yüzyıl
düşüncesine göre kadının erdemli bir güzelliğe sahip olması
onun erkek nezaketine mazhar olmasının başlıca koşullarından
biriydi. Böylece güzel kadın uygarlaştırıcı bir araç olarak
beliriyor, erkeği şiddetten uzaklaştırarak onu inceltiyor,
yumuşatıyordu. Erkek erdemli güzelliğe sahip kadınla konuşurken
nezaketi ve ölçülü olmayı öğreniyordu. Böylece kadın erkeğin
konuşmasının pasif bir muhatabı olarak beliriyor, kadınlarla
yapılan sohbet erkekler açısından bir “görgü okulu” işlevi
görüyor, erkekler “uygarlaşmış konuşmayı” öğreniyor,
zengin, sembolik, nazik bir dilin pratiğini yapıyorlardı! Ancak
tek yanlı bir ilişkiye dayalı bu süreçte erkeğin inceliğe
yönelmesi için bir fırsat olarak görülen kadının değişmediği
varsayılıyordu. Öte yandan erkeğin güzel kadına yönelik
konuşması genellikle kur yapmayı da içerdiğinden kadının
erkeğin sözlerini, muğlak tekliflerini doğru bir şekilde
yorumlaması ve ona göre cevap vermesi gerekli ve önemliydi, aksi
taktirde vahim sonuçlar doğabilirdi! Böylece XVIII. yüzyılda kur
yapmayla eş anlamlı olarak da kullanılan “kadınlara yönelik
nezaket” (gallantry) kavramı cinsler arasında- kadınların
aleyhine- eşitsiz bir ilişki üzerine temelleniyor, erkeği aktif
konuşan özne kadını ise pasif, yorumlayıcı, kabullenici bir
araç olarak kuruyordu.
XVIII. yüzyılda kadın
yazarlar kadınlara yönelik nezaketin erkek egemen niteliğini
sorgulayacaklar, yapay erkek komplimanlarına cevap vermekten
duydukları yorgunluğu ve sıkıntıyı dile getireceklerdi. Kadın
erkeklerle olan diyalogunda ancak pasif bir konumu kabul ettiği ve
eleştirel konuşmadığı taktirde nazik olarak kabul edilmekteydi.
Öte yandan eril nezaket kültürü kadınlara karşı gizil bir
şiddeti içinde barındırıyor, bazen “erdemli kadının
güzelliği” erkeğin şiddetini sınırlamaya yetmiyor, eril
nezaket bir anda şiddete dönüşebiliyordu. Kadınlara seçenek
olarak ya eril nezaketin kurallarını kabul etmek ya da şiddete
maruz kalmak sunulmaktaydı. Nezaket kültürünce güzel kabul
edilmeyen kadınlara gelince ya “görünmez” ve önemsiz olarak
kabul ediliyorlar ya da kötü muameleye maruz kalıyorlardı.
Kadınların bir bölümünün güzellik standartlarının dışında
bırakılmasının sınıfsal bir boyutu da vardı. Mary Collier
1739’da yayınlanan “Kadının Emeği” adlı şiirinde eril
nezaket söylemi içinde metalaştırılıp övülen kadın
güzelliğinin, ağır koşullar altında çalışan, hizmetçilik
yapan kadınların “güzelliklerini yitirmeleri pahasına”
kurulduğunu dile getirecekti. Hizmetçi kadının “kibar
yaşantıdan” temizlediği kir onun bedenine, elbiselerine
yapışmakta, onun kadınlığını aşağılamaktaydı.
Böylelikle erkek egemen
modernlik kadınların sözlü kültürünü bastırarak nazik
konuşma sanatını erkeklere özgü bir yetenek olarak kuruyor ve
bunu kur yapmayla iç içe geçirerek eril rasyonel konuşmayı
zevkle şenlendiriyordu! Sophia adlı kadın yazar 1751’de
yayınlanan yazılarında erkeklerin kadınlara yönelik nezaketinin
kadınları erkekler karşısında alt, tabi konumda tutmaya hizmet
ettiğini, erkeklerin komplimanlarının içi boş saçmalıklar
olduğunu söyleyecekti. Sophia erkeğin hizmetinde olmayıp ona
karşı duran kadın konuşmasını övmekteydi. Okullarda öğretilen
söz sanatı erkeklere kadınların doğal bir biçimde sahip
oldukları güzel konuşma rahatlığını sağlayamazdı . Kadınlara
yönelik nezaket ile ilişkili olarak kadının güvenliğinin ve
mutluluğunun teminatı olduğu varsayılan kadın güzelliği kadını
erkek hoyratlığı karşısında korunmasız bırakmaktaydı.
Kadınların güvenliği erkeklerin korumacılığından değil
kadınların kendi kendilerini yönetmelerinden, otonomiden
geçmekteydi. Kadının kaçmak zorunda kaldığı tehlikenin
sorumlusu erkekti.
XIX. yüzyıl modernliği
nezaket kurallarını uygar bir yurttaş topluluğu yaratmanın aracı
olarak görüyordu. Köylülere nezaket öğretilerek onların
cumhuriyetçi kültüre entegre olmaları amaçlanmaktaydı. Evrensel
nezaket evrensel eşitlik şiarının eşlikçisiydi. Öte yandan
XIX. yüzyılın nezaket kültürü burjuva ahlakıyla aristokratik
görgü kurallarının farklı karışımlarından oluşmakta olup
saf anlamda bir burjuva nezaketi değildi ve ülkeden ülkeye
farklılık gösteriyordu. Fransa ve İngiltere’de soylu ve burjuva
sınıfların nezaket kültürleri arasında bir tür kaynaşma
gerçekleşirken Almanya’daki nezaket kültürü Fransaya göre
“daha az uygar” idi! Amerika’da ise nezaket daha az formeldi.
Fransa’da burjuvazi herkesi yasalar ve nezaket önünde eşit
kılmak istiyordu ama James Q. Whitman’ın da dikkat çektiği gibi
( Enforcing Civility and Respect: Three Societies, Yale Law Journal,
Nisan 2000, Cilt: 109, sayı: 6 ) nezaket toplumsal hiyerarşiyi
ortadan kaldırmadığı gibi onu yeniden kuruyordu. Eskiden nezaket
soylu sınıfların yaşamının bir parçasıyken bu kez
burjuvazinin, orta sınıfların yaşamıyla beraber anılıyordu.
Jorge Arditi’nin de
belirttiği gibi görgü egemen sosyal grupların iktidar
mücadeleleri içindeki konumlanmalarına bağlı olarak
şekillenmekteydi( A Genealogy of Manners’ın içinde).
Aristokrasinin nezaketi gibi burjuvazinin nezaketi de dışlayıcıydı;
siyahlar, yoksullar, eşcinseller, işçiler, köylüler beyaz,
erkek, orta sınıftan batılı yurttaşların nezaket kültürünün
dışında kabul ediliyorlardı. Öte yandan burjuva nezaketi
bireylerin içlerinde barındırdıkları şiddeti gizlemenin bir
aracıydı; üzeri örtülmüş, sosyalleştirilmiş,
kültürelleştirilmiş, estetize edilmiş, biçim verilmiş,
ehlileştirilmiş, pasifleştirilmiş, kodlanmış şiddetti. Yasalar
gibi nezaket ve görgü kuralları da şiddeti kontrol altına alıp
düzenliyordu. Nezaket Aydınlanma ideolojisinin “kendini kontrol
eden-eril- birey” idealiyle ilişkiliydi. Öz kontrol ve öz saygı
görgü kuralları ile ilişkilendiriliyor, iktidar ilişkilerinin
yeni kodları oluşturuluyordu. Kendine hakim olmayı öğrenen kişi
başkalarına da hakim olmayı öğrenirdi. Kendi şiddetine egemen
olabilen kişi başkalarına “yumuşak bir biçimde”, rızaya
dayalı bir şekilde egemen olmayı öğrenirdi.
Toplumu dolaysız kaba
şiddete dayanarak değil kurumlar-yasalar-toplumsal rıza
vasıtasıyla yönetmek isteyen burjuvazi nasıl gerektiğinde saf
şiddete başvurmaktan çekinmiyorsa, kişisel ilişkilerini nezaket
kuralları çerçevesinde yürütmek isteyen orta sınıf bireyi de
gerektiğinde saf şiddete başvurmaktan çekinmiyor, gündelik
ilişkilerde nezaket birdenbire yerini şiddete bırakabiliyordu.
Nezaketin ayrılmaz bir parçası olan şiddetin “kendini ifşa
ettiği” göze çarpan bir örnek Nazi rejimiydi; nezaket
seremonileri ile açık şiddet bir arada varolmaktaydı! Öte yandan
burjuva nezaketi yapay ve zorlama niteliğiyle şiddeti bizzat
tahrik etmekteydi. Şiddet nezaket yoluyla ne kadar çok bastırılmak
istenirse ortaya çıkmak için o kadar çok basınç yaratıyordu.
Rousseau XVIII. yüzyıl ortalarında kin ve ihanetin nezaket örtüsü
altında saklandığını öne sürecek, nezaketin insanlar
arasındaki içten dostlukları, güveni ortadan kaldırdığını
söyleyecekti. Bazı yazarların belirttiği gibi nezaket yüzlerine
maske takmış insanlar arasındaki ilişki biçimiydi,
ikiyüzlülüktü, farklı bir görünüme bürünerek başkalarını
aldatma biçimiydi. Erving Goffman saygı gösterisi dünyasının
öze değil seremoniye dayalı bir dünya olduğunu ve toplumsal
hiyerarşiyi veri kabul ettiğini söyleyecekti.
Nezaket kuralları sadece
orta sınıfları alt sınıfların “kabalıklarından ve
hakaretlerinden” korumaya yönelik olarak yaygınlaştırılmak
isteniyor değildi. Fransa’da 1810’da çıkarılan “Hakaret
Yasası” polisi halktan gelen hakaretlerden korumayı
amaçlamaktaydı. XIX. yüzyıl görgü kitaplarının patlama
yaptığı, okullarda görgü derslerinin var olduğu bir yüzyıldı.
Modernliğin görgü kuralları katı ve formeldi. İnsanın çok
uzun süredir yakın arkadaş olmadığı kişilere “sen” diye
hitap etmesi bir görgüsüzlük belirtisi olarak kabul ediliyordu.
Bazı görgü kitaplarında kadınlara erkeklerin centilmence yardım
tekliflerini kabul etmeleri, otururken bacak bacak üstüne
atmamaları, yüksek sesle konuşmamaları öğütleniyordu. Cas
Wouters’in de belirttiği gibi ( Etiquette Books and Emotion
Management in the 20 th Century: Part One—The Integration of Social
Classes, Journal of Social history, Güz, 1995, cilt: 29, sayı: 1 )
kentlerde bildik olmayan insanlara karşı mesafeli davranmak
kuraldandı. Toplumsal sınıfların birbirine karışmasından
korkulduğu, herkesin kendi yerini bilmesinin esas olduğu XIX.
yüzyılda insanlarla enformel ve yakın biçimde ilişki kurmaktan
kaçınılıyordu. Bu dönemde İngiltere’de görgülü addedilen
birey teklifsiz olmayan, konuştuğu kişiyle arasına hem fiziksel
hem de sosyal bir mesafe koyan, sakınımlı olan kişiydi.
XIX. yüzyılın görgü
kuralları katıydı ve hiyerarşik bir toplumsal ilişkiler
sistemini veri kabul ediyordu. Görgü kitaplarındaki bazı maddeler
ast-üst ilişkilerinde esas alınacak kuralları belirtiyordu.
Kartezyen bir rasyonel akıl tarafından kumanda edilen bedenlerin
işlevsel ve düzgün bir şekilde hareket ettiği mekanik bir
davranış modeli yürürlükteydi. Öte yandan modernliğin
maymundan insana doğru ilerleyen evrim modelinde bedenin dik duruşu
öne çıkarılmaya başlanmıştı. XIX. yüzyılın şiarı
“vatandaş dik dur” idi! David Yosifon ve Peter N. Stearns’ın
da söylediği gibi ( The Rise and Fall of American Posture, The
American Historical Review, Cilt: 103, sayı: 4, Ekim 1998 ) ABD’de
XIX. yüzyılda iflas etmiş işadamları kamburlaşmış pozlarda
resmediliyordu. Okullarda çocuklara dik durmaları ve oturmaları,
kışlalarda ise “esas duruş” öğretilmekteydi. Modernliğin
dik duruşu öne çıkaran tavrı dışlayıcıydı ve ırkçı bir
boyut taşıyordu. Bazı bilim adamları sadece Avrupalıların
–gelişmemiş ırkların tersine- dik omurgaya ve düz kemiklere
sahip olduklarını öne süreceklerdi. Doktorlar sinsi kişilerin,
hırsızların, korkakların ve suçluların kötü beden duruşuna,
hareketlerine sahip olduklarını söylüyorlardı. Görgü
kitaplarında bedenin dik duruşunun iyi karakter belirtisi olduğu
belirtilmekteydi.
Kadınlara gelince onların
güzelliğinin beden hareketlerine bağlı olarak oluştuğu
düşünülmekteydi. Bir görgü kitabında kadınlara bedenlerini
sallamadan yürümeleri önerilmekteydi. “Resmi görünüşlü”
mobilyalar da dik oturuşu teşvik edecek şekilde yapılmışlardı,
sandalyeler tahta olup arkaları dik ve sert idi. Modernliğin koyu
renkli takım elbiseler giyen, kendini kasan katı eril bedenleri
danslarda bile esneyemiyordu! XX. yüzyılın ilk on yıllarında
tüketime, zevk almaya, rahatlığa yönelik eğilimlerin
güçlenmesiyle birlikte mobilyalar, elbiseler, bedenin duruşu ve
hareketleri esnemeye başladı! Ancak dik duruşa ilişkin “ulusal
kampanyalar” devam etti. Dik duran bedenin, hiyerarşik, katı
görgü kurallarının sarsılması için 1960’lı yılları
beklemek gerekecekti. Bu yıllardan itibaren modernliğin yapay
nezaket kuralları güç kaybedecek rahat, gevşek, enformel, doğal,
esnek duruş ve davranış biçimleri öne çıkacaktı. Modernliğin
“uygarlık sürecine” karşı isyan başlamıştı! Bedenin
duruşu ve hareketleri bundan böyle ahlakla ilişkili bir konu
olmaktan çıkacak, tek, katı bir bedensel davranış standardının
bulunmadığı, her bireyin kendine özgü hareket biçimlerine
sahip olduğu fikri kabul görecekti.
1980’lerde Judith Martin
( “Miss Manners”) daha az formel bir duruşun artık idamla
cezalandırılamayacağını söyleyecekti! Post modern toplumda
modernliğin kendini kasan bireyi yerini gevşemiş, zevk almayı
birinci plana koyup buna engel olan katı kuralları bir kenara iten
birey tipine bıraktı. Öte yandan modernliğin hiyerarşik
üretimsel-kurumsal yapılarına uygun düşen formel, katı görgü
kuralları yeni esnek birikim modelinin gereksinimlerine uygun
değildi. Post modern hizmet sektöründeki ilişkiler yüzeysel bir
arkadaşlığı, senli benliliği gerekli kılıyordu. Post modern
akışkanlık kendini formel davranış kodlarıyla kapatmış
bireysellikleri aşındıracaktı. Modernliğin üniform katı
nezaket kuralları post modernliğin, bireyselleşmiş, farklılaşmış
“yaşam tarzı tüketiminin” önünde bir engeldi ve bu nedenle
artık kabul edilemez hale gelmişlerdi. Beden kendini kasmamalı,
tüketime yönelik olarak maksimum esnekliği gösterebilmeliydi ve
bu nedenle modernliğin ciddiyet, mesafe ve ağırbaşlılık kültürü
yerini bedensel-davranışsal rahatlığa eşlik eden post modern
keyif kültürüne bırakacaktı.
Modernliğin nezaketine
ve katı görgü kurallarına utanma duygusu ve bastırma eşlik
ediyordu. Post modernlik ise bireylere utanmadan, arzularını
bastırmadan, sınır tanımadan tüketmeyi vazediyordu. Bazı
yazarlar modernliğin hiyerarşi üreten katı görgü kurallarının
nezaketin evrenselleşmesini engellediğini, post modernliğin ise
insanların davranışlarını rahatlattığını, enformel hale
getirdiğini, bireysel davranış farklılıklarının kabulüne
dayalı çoğulcu ve demokratik bir nezaketi yaygınlaştırdığını
ileri süreceklerdi. Ancak post modern toplumda enformel bir nezaketi
uygulayan orta sınıflar genişlemiş olmakla beraber ayrımcı
pratikler sürmekteydi. Ötekine saygı ve çok kültürlülük
söylemi 1990’lı yıllarda yerini güvenlik ve riskle ilgili
endişelere bırakmış, göçmenlere karşı kurumsal ırkçılık
uygulamaları yaygınlaşmaya başlamıştı. Post modern “esnek
nezaket” modernliğin katı nezaketi gibi üçüncü dünyadan
gelen göçmenleri, metropollerdeki yoksulları dışlamaktaydı. Öte
yandan bu nezaket modernliktekine benzer bir biçimde dışlanmışlara
karşı üstü örtülmüş bir şiddeti içinde barındırıyordu.
Modernliğin, şiddeti katı, formel kurallarla kontrol altında
tutan ve ötekine karşı açıkça dışlayıcı olan nezaketine
kıyasla post modern nezaket davranış biçimlerinde temkinli bir
esnemeyi , ötekine karşı kayıtsızlığı, “vitrin
doğruculuğunu”, bir tür “esnek dışlamayı” beraberinde
getirmekteydi.
Modernlikteki katı görgü
kuralları, “utanç ve suçluluk duygusu, vicdan, ahlak”
dışlayıcılık ve ikiyüzlülükle malul olsalar da şiddeti bir
ölçüde engelliyorlardı. Bunların giderek ortadan kalktığı,
“ötekinin farklılığını kabul ederek onunla bir arada yaşama”
fikrinin sönmeye başladığı, güce sahip olanın her şeyi
yapmasının mübah hale geldiği, kitlelerin devletin ötekine
yönelik şiddetine karşı kayıtsızlaştığı günümüzün post
modern toplumunda belki modernliğin formel nezaketini bile aratacak
bir kabalık, kaba güç ve şiddet dalgasının gelişine hazır
olmak gerekiyor.
Yaşar Çabuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR:
Norbert Elias, Uygarlık
Süreci, Cilt I, Çev. Ender Ateşman, İletişim Yayınevi, 2000,
342 s.
Norbert Elias, Uygarlık
Süreci, Cilt II, Çev. Erol Özbek, İletişim Yayınevi, 2002, 448
s.
Richard J. Watts,
Politeness, Cambridge University Press, 2003, 304 s.
C. Dallett Hemphill,
Bowing to Necessities: A History of Manners in America, 1620-1860,
Oxford University Press, 2002, 320 s.
Jorge Arditi, A Genealogy
of Manners: Transformations of Social Relations in France and England
From the Fourteenth to the Eighteenth Century, University of Chicago
Press, 1998, 312 s.
Erving Goffman, The
Presentation of Self in Everyday Life, Anchor, 1959, 259 s.
Baldesar Castiglione, The
Courtier, Penguin Books, 1976, 367 s.
İnsanların kendi bedenleri üzerinde oluşturdukları izlerin,
dövmelerin, kesiklerin, “oyukların”, “kabartmaların” tarihi çok eskilere
gidiyor. İlksel kabilelerin üyeleri ayinler sırasında vücutlarının değişik
yerlerini kesiyorlardı. Bazı durumlarda b gebeli
araziye dönüştürülmüş, delik deşik edilmiş bedenler kabilenin ortak gündelik ve
tinsel yaşamının ayrılmaz bir parçasıydı. Ortaçağ boyunca farklı kültürlerden,
dinlerden topluluklar bedenlerinin çeşitli yerlerini kestiler, onun üzerinde
kalıcı izler oluşturdular. Favazza’nın da belirttiği gibi Tibet Tantrizminde,
Kuzey Amerika Kızılderili mistisizminde, Hıristiyanlığın bazı
tarikatlarında beden üzerinde çeşitli
değişiklikler yapılmaktaydı. Margot Mifflin’in de belirttiği gibi İngiliz kaşif
kaptan James Cook 1770’te Güney Pasifik seyahati sırasında dövmenin varlığını
keşfetti ve Avrupa’ya döndüğünde onu tanıttı. Ancak XIX. yüzyıl sonlarında
elektrikli dövme makinesi icat edilene kadar dövme sınırlı bir uygulama alanı
buldu. Dövmeye üst sınıftan kadınlarda ya da
sirklerde gösteri yapan kadınlarda rastlanıyordu. 1930’lardan sonra dövme
alt sınıflarla ve sapkınlıkla ilişkilendirilmeye başladı. Daha sonraki dönemde
dövme çete üyeleri, mahkumlar, erkek bisikletçiler arasında uygulama alanı
buldu. Yoksul kadınların vücutlarındaki dövmeler bir stigma, leke olarak
görülmeye başladı.
1960’ların ve 1970’lerin muhalif atmosferi içinde dövme gençlik kesimi içinde
önem kazandı, isyankarlıkla bir arada anılmaya başladı. Daniel Wojcik’in de
belirttiği gibi çatışmacı ve yıkıcı
niteliklere sahip Punk estetiği dövmeyi, piercing’i, deriyi soymayı muhalif biçimlerde kullanıyordu. Aynı dönemde
beden üzerinde gerçekleştirilen değişikliklerin , kesiklerin yol açtığı
acının insanın tinsel gelişmesi ve
olgunlaşması açısından önemli olduğu yolundaki görüşleri savunan Modern
İlkeller ortaya çıktı. Fakir Musafar’ın en önemli temsilcilerinden biri olduğu
bu hareket 1980’lerin sonlarında güçlendi, 1990’ların başlarından sonra ana
akım kültüre yaklaşmaya başladı. 1980’lerin ortalarından sonra batıda yaygınlık
kazanmaya başlayan dövme ve piercingin
toplumdaki marjinal kesimlerle, alt kültür guruplarıyla olan bağlantısı
zayıflamaya başladı. Margo Demello’nun da belirttiği gibi 1980’lerden sonra ABD’de magazin editörleri
ve dövme örgütlerinin liderleri dövmenin
alt sınıflarla bağlantısını unutturmaya ve onu orta sınıfların tüketimi için
cazip bir biçime büründürmeye çalıştılar. Dövmenin etrafında egzotikliğe,
ilkelliğe gönderme yapan bir tüketim halesi yaratmak için batı dışındaki
kültürlerden esinlenen yeni anlamlar oluşturuldu. Dövme ve piercing
sıhhileştirildi, metalaştırıldı, muhalif ya da aykırı kimliklerin ifadesi
olmaktan çıkıp ana akım kültüre asimile oldu. Eskiden denizciler, fahişeler
için bir stigma olan bedensel işaretler 1990’lı yıllarda moda oldu,
sınıfsal işaretler olmaktan uzaklaşarak
orta sınıfların paylaştığı kültürel-tüketimsel göstergeler haline geldi.
1990’lı yıllar Modern İlkel Hareketin, Body Art’ın, beden
modifikasyonunun (body modification), bedeni yeniden biçimlendirme çabalarının
dönemi oldu. Orlan, Stelarc gibi sanatçılar bedenleri üzerinde “sarsıcı operasyonlar” gerçekleştirdiler.
Beden üzerinde yapılan değişikliklerin bazıları var olan normlar dahilinde
rutin olarak gerçekleşmekteydi:saç yaptırma, cildi bronzlaştırma,
body-building, diyet, estetik cerrahi vb. Bu dönemde dövme ve piercing’in yanı
sıra deriyi soyma , dağlama, derinin altına metal parçaları yerleştirme, flesh hanging
gibi pratikler gündeme geldi. Neo-pagan, neo-kabileci görüşlere ve
deneyimlere yönelik ilgi arttı. Christian Klesse “ ‘Modern Primitivism’:
Non-Mainstream Body Modification and Racialized Representation” adlı yazısında
(Body Modification’un içinde) Modern İlkellerin ilkel olarak adlandırılan
toplumlardaki beden ritüellerinden, beden modifikasyon tekniklerinden
esinlendiklerini söyleyecekti. İlkelci söylem sömürgeciliğin içinden çıkan bir
ideolojiydi. Modern İlkellerin ilkelcilik kavramı ötekileştirme geleneğinin
post-kolonyal devamıydı ve ırk temelinde başka toplumlar hakkında klişeler
üretiyordu. Bryan S. Turner “The Possibility of Primitiveness: Towards a
Sociology of Body Marks in Cool Societies” adlı yazısında (Body Modification’ın
içinde) bugün dövmenin ve piercingin
ilkelliğin yeniden deneyimlenmesini sağlayamayacağını, çünkü günümüzde
toplumsal üyeliğin güçlü bağlılıklar ve
angajmanlar aracılığıyla ifade edilmediğini söyleyecekti. İlkel toplumlardaki
dayanışmacı guruplar içinde bedendeki
işaretler, izler toplumsal üyeliğin zorunlu imzalarıydı. Günümüz toplumunda ise
insanlar birbirlerine karşı mesafeli ve cool idi. İnsanlar arasında dayanışma
duygusu azalmış, duygu-sonrası bir döneme girilmişti. Bugün Modern
İlkelcilik bedenin yüzeyine ilişkin
göstergelerden oluşan bir moda ifadesi haline gelmişti. Beden işaretleri beden
estetiğinin isteğe bağlı görüntülerine dönüşmüşler, ticari nesnelere indirgenmişlerdi.
Bu işaretler ilkel olanın içine nüfuz etmek için yeterli değildi. Öte yandan
bazı yazarlar beden modifikasyonlarının olumlu yönlerini öne çıkarıyorlardı.
Clinton Sanders dövmenin bedenin
görünüşüne ilişkin normları ihlal ettiğini, dövme yaptıran kişinin toplumsal
olarak daha aşağı bir konuma yerleştirilip tanımlanma riskini üstlenerek egemen normlara karşı çıktığını
belirtecekti. Dövme kişinin kendini hissetme biçimini, onun öz
deneyimlerini olduğu kadar başkalarının
onu tanımlama ve ona yönelik davranış
biçimlerini de değiştirmekteydi. Polhemus’a göre insanı tanımlayan
önemli bir özellik onun bedeni üzerinde gerçekleştirdiği değişikliklerdi. Dövme
ve piercing insanın bedeni üzerindeki güçlendirici isteği temsil ediyordu.
Günümüzün toplumunda anlamlı ritüeller
eksikti ve beden modifikasyonları
törensel bir öneme sahipti. Victoria L. Pitts de kadınların bedenlerinde
yaptıkları değişikliklerin güçlendirici
ve isyankar boyutlarını dile getirecekti. Kim Hewitt dövme ve piercingin egemen kültürel değerlere
karşı duran bir boyuta sahip olduğunu,
toplumsal cinsiyet rollerinin bildik tanımlarının sorgulanmasına imkan
verdiğini söyleyecekti.
Dövme, piercing, deriyi soyma, dağlama vb. beden üzerinde
yapılan değişiklikler acı verici deneyimlerdir. Modern İlkeller bu acıyı tinsel
gelişme açısından olumlu bulmuşlardır. Feminist hareket içinde ise beden
modifikasyonları konusunda iki farklı yaklaşım söz konusudur. Bazı feministler
bu değişikliklerin patriyarkanın kadın
bedeni üzerinde kurduğu baskının ve şiddetin kadınlarca içselleştirilmesinin ifadesi olduğunu,
kadınların kendi tenlerinden nefret etmesini desteklediğini, kadını kurban
statüsüne indirgediğini, kadının acıyı mutluluk olarak algılamasının patriyarkal kültürlerde kadının kendini inkar
etmesini temsil ettiğini söylemektedir. Diğer feministler ise söz konusu
yaklaşımın doğal, bozulmamış, saf, üzerinde iz bulunmayan bir kadın bedenini
veri kabul ettiğini , özcü bir temelde ideal bir doğal kadın bedeni imgesini
mutlaklaştırdığını, dövmeli ya da piercingli kadın bedenini suçlu ve sapkın
olarak göstermek isteyen patriyarkal söylemi güçlendirdiğini, kadının kendi
bedeni üzerinde değişiklikler yaparken deneyimlediği acının sevinç gibi onu
güçlendirdiğini söyleyeceklerdir. Geçmişte beden üzerinde gerçekleştirilen
izler ve kesikler topluluğun ortak tinsel yaşamıyla ilişkili olup dönüştürücü
bir işleve sahiptir ve bedeni yeniden oluşturup onun sınırlarını zorlamaktadır.
Acı beden içi/beden dışı arasındaki sınırları muğlaklaştırmaktadır.
Yukarıda bahsedilen deneyimler bir şekilde “normal” insanların
kendi bedenlerini tercih ettikleri şekilde değiştirmelerine ilişkin
pratiklerdir ve bu bağlamda “kendine zarar verme” amacını taşımadıkları –bir
çekince koyarak da olsa-söylenebilir. Öte yandan “yapıcı-kurucu olmayan,
patolojik özellikler gösteren” bazı beden değişiklikleri “öz yıkımın” alanına
yaklaşır. Saçları yolmak, tırnakların kenarındaki deriyi kemirerek kanatmak,
deriyi aşırı kaşıyarak kanatmak, yaranın kabuğunu kopararak iyileşmesini
engellemek, duvarı yumruklamak bu durumun “hafif” örnekleri arasında
sayılabilir! “Ağır durumlar” arasında ise kendi bedenini bıçakla, camla, jiletle, kalemtraş bıçağıyla
ya da başka bir kesici aletle kesmek, başını duvarlara vurmak, cam ya da çivi
yutmak, deriyi ateşle yakmak, kemikleri kırmak, göz çıkarmak, dişleri kırmak
sayılabilir. Kendine zarar verme, kendini yaralama daha ziyade-genç- kadınlarda
görülen bir durumdur. Kendi bedenini yaralama onlu yaşlarda başlamakta yirmili
yaşlarda devam etmektedir. Psikiyatri literatüründe bu kadınların önemli bir
bölümünün çocukluklarında cinsel tacize, istismara ya da tecavüze uğradıkları
belirtilmektedir. Kendini kesen kadınların önemli bir bölümü anoreksi, bulimi,
depresyon gibi “kadın hastalıklarından” muzdariptir. Bazı feministler
kadınların kendi vücutlarını kesmesinin kadın bedenine yönelik erkek şiddetinin
kadınca içselleştirilmesinin bir sonucu olarak görürler. Bu yaklaşımı
destekleyen bir olgu kendi bedenini kesen kadının çocukluğunda uğradığı
tacizden-tecavüzden dolayı kendini suçlu hissetmesi ve kendini cezalandırmaya
yönelmesidir. Dusty Miller erkeklerin öfkelerini dışa yönelik olarak ifade
etmek temelinde sosyalleşirken kadınların öfkelerini içe atmak, kendilerine
yöneltmek üzere sosyalleştirildiğini söylemektedir. Kadınlar bedenlerini
keserek, kendilerini yaralayarak
geçmişte uğradıkları tacizi, travmayı tekrar canlandırmaya
yönelmektedir.
Kadınların kendi bedenlerini kesmesi elbette önerilecek bir
şey değildir. Ancak eril tıp söyleminin öz-yaralamayı patolojikleştirmesinin erkek doktorların
kadın bedeni üzerindeki tahakkümüyle
olan yakın ilişkisini dile getirmek gerekir. Erkek doktorların öz-yaralama
nedeniyle hastaneye gelen kadınlara aşağılayıcı bir şekilde davranmaları öz-yaralamayı patoloji olarak kuran eril
tıbbın aynı zamanda kadınları suçlulaştıran bir tıp olduğu gerçeğinin
göstergelerinden biridir. Kendi bedenlerini kanatan kadınları alelacele
patolojik bir vaka olarak damgalamak, onları tiksintiyle, ürküntüyle bakılacak
düşkün varlıklar olarak görmek eril söylemin kurmak istediği bir durumdur. Bu nedenle
kadınlara ilişkin öz-yaralamayı hem
kadınlara ait “içerden bir bakışla” anlamaya çalışmak hem de toplumsal olarak
egemen erkeklik modelinin kadın bedenini ne şekilde kurduğu üzerinde durmak
yararlı olabilir. Batıda XVII. yüzyıldan itibaren bedenden uzaklaşıp “yüksek
zihinsel faaliyetlere” önem veren eril söylem bedeni kadına özgü aşağı bir yer olarak kurmaya
yönelmiştir. Kamusal mekan erkeğe ait görülürken kadına düşen özel yerdir,
bedendir, yer olarak bedendir. Erkeğin faaliyetlerini, duygularını beden
dışına, dış dünyaya yöneltmesi beklenirken kadının kendi içinde, özel alanında,
bedensel yeri içinde kalması
beklenmektedir. Ancak “yüksek zihinsel faaliyetlerin hüküm sürdüğü” dış eril
mekanın düzeni -dişil-yer olarak kurmak istediği kadın bedenini kendi haline
bırakmamakta, onu eril tacize açık bir nesne olarak kurmaya yönelmektedir. Bu
durum kadının kendi bedeniyle ve bu bedenin hakikatiyle olan ilişkisini
sarsmakta, travmalara yol açmaktadır. Kendini dışa yönelik olarak ifade
etmesine izin verilmeyen, içi eril dışın tahakkümcü basıncına maruz kalan kadın
bedeni kendine yabancılaşmaya başlamaktadır. Öz-yaralama bir anlamda kadının bu
öz-yabancılaşma durumuna müdahale ederek kendi bedeninin hakikatine tekrar
kavuşma çabasını ifade eder. Marilee Strong’un da belirttiği gibi bedenini
kesmek bu kadınlara hala insan olduklarını, canlı olduklarını ispat etmektedir.
Erkekliğin dışa sızıntı yapan, düşkün bir beden olarak kurmak istediği kadın
bedeni “kendi hakikatine ancak kendi bedensel yerinin ona sağladığı imkanlarla
ulaşabilmekte”, kesikten akan kan ona
yabancılaşmamış bir kadın kimliğinin
izlerini hissettirmektedir.
Caroline Kettlewell akan kanını baştan çıkarıcı ve hipnotik olarak
değerlendirecektir.
Modern eril söylem pürüzsüz, “girintilerden arındırılmış”
bedenler kurmaya yönelmiştir. Kamusal mekanları düzleyen, yerlerdeki çukurları
kapatan modernlik bireysel bedenleri de kamusal mekanlar gibi sıhhileştirmek,
“pürüzlerinden arındırmak” istemektedir. Kendini kesme dış-eril- mekana benzer
bir şekilde kurulmak istenen kadın bedeninin kendini yer olarak kurma çabasını
ifade eder. Kettlewell’e göre deri her gün yürünülen yer, toprak gibidir.
Kendini kesmeyle birlikte kadın kendini tam, yerini bulmuş hisseder, sanki
kumun üzerine bir çizgi çizmiş, bedenini kendi bedeni olarak işaretlemiş, tenini ve kanını kendi kontrolü altına almış
gibidir. O kendi derisi üzerinde oluşturduğu işaretlerle eril düzenin ondan
çalmış olduğu alanı yeniden kendi yeri olarak kurmak istemektedir. Kendini
kesmenin beden üzerinde bıraktığı işaretler aynı zamanda yerle iç içe geçmiş yaşama ilişkin hafızayı
yok etmeye yönelen eril mekanın örgütlenmesine karşı bir tepkidir. Bir yer
olarak deri ve onun üzerindeki yara işaretleri kadına yaşamındaki olayları her
an hatırlatan bir hafızadır. Kadın bu işaretlere bakarak kendi tarihini
okuyabilir. Acının, tacizin, travmanın hafızası, tarihidir bu, ve kendi
bedenini kesen kadın bunların izlerini bir elbise gibi üzerinde taşır. Öte
yandan kadının kendi bedenini kesmesi
tinsel yücelmeye, dikkat çekmeye, beden estetiğine yönelik değildir.
Eril basıncın kadının duygusal yapısında
yarattığı sarsıntı öyle bir içsel acıya, kaosa yol açar ki bedenin “aşina
olunan, bildik olan” dış acısı iç acıdan kurtulmanın kaçınılmaz bir aracı olup
çıkar. Kendini kesme duygusal kargaşayı geçici bir süre için de olsa ortadan
kaldırır, bir rahatlama sağlar. Bedenini kesmeden hemen önce kadında hissizlik,
gerçek yitimi, geri çekilme, küskünlük, depresiflik, zihinsel karmaşa vb. ruh
halleri egemenken kendini kesme sırasındaki fiziksel duyum kadını yatıştırır ve
ona gerçeklik hissi verir. Kendi bedenini kesme kadının içsel kaosuyla baş
etme, bu kaosu kontrol altına alma biçimi olarak ortaya çıkar. Eril söylemin ve
pratiklerin kadına dayattığı toplumsal cinsiyet rolünün basıncı altında içsel
öfke dış dünyaya yönelememekte, dış dünyaya yönelik sözünü oluşturamamakta,
kendini kesme yegane ifade aracı olup çıkmaktadır. Eril dil kadının kendini
ifade etmesine imkan vermeyen bir dildir. Öz yaralama kadının bu “varolmayan”, “eksik”
dilin yerine ikame ettiği öz bedeninin dilidir, sözü elinden alınmış kadın
bedeninin dilidir, duyguların kesme edimiyle ve kan aracılığıyla ifade bulduğu
bir dildir, kendini sözle savunmasına, kendi savunma dilini kurmasına müsaade
edilmeyen bedenin dilidir. Kendini kesme kadının dış eril dünyaya göstermek,
objektifleştirmek istemediği, mahremiyeti içinde kendi bedeni üzerine kazıdığı
“muhatabı olmayan” bir yardım çağrısıdır!
der. Mike Featherstone, Body Modification, Sage Publications,
2000, 352 s.
Caroline Kettlewell, Skin Game: A Memoir, St. Martin’s Press, 1999, 192 s.
Ted Polhemus, Housk Randall, The Customized Body, Serpent’s
Tail, 2000, 120 s.
Armando R. Favazza, Bodies Under Siege: Self Mutilation and
Body Modification in Culture and Psychiatry, John Hopkins University Press,
1996, 352 s.
Daniel Wojcik, Punk and Neo-Tribal Body Art, University
Press of Missisipi, 1995, 72 s.
Margo Demello, Bodies of Inscription: A Cultural History of
the Modern Tattoo Community, Duke University Press, 2000, 222 s.
Clinton R. Sanders, Customizing the Body: The Art and
Culture of Tattooing, Temple University Press, 1989, 220 s.
Margot Mifflin, Bodies of Subversion: A Secret History of
Women and Tattoo, Juno Books, 2001, 192 s.
Victoria L. Pitts, In the Flesh: The Cultural Politics of
Body Modification, Palgrave Macmillan, 2003, 256 s.
Kim Hewitt, Mutilating the Body: Identity in Blood and Ink,
Popular Press, 1997, 150 s.
Fakir Musafar, Mark Thompson, Fakir Musafar: Spirit+ Flesh,
Arena Editions, 2002, 184 s.
Marilee Strong, A Bright Red Scream: Self-Mutilation and the
Language of Pain, Penguin 1999, 256 s.
Dusty Miller, Women Who Hurt Themselves: A Book of Hope and
Understanding, Basic Books, 1995, 280 s.