Monday, September 16, 2019

YUPPİE’DEN BOBO’YA






YUPPİE’DEN BOBO’YA


Batıda 1960’lı ve 1970’li yıllar “enformasyon toplumu”, “bilgi ekonomisi”, “sanayi sonrası toplumu” gibi kavramların ortaya çıkmasına şahit oldu. 1970’lere kadar egemen olan fordist sanayi sektöründe çalışan orta kademe yöneticiler ve mühendisler ömür boyu çalıştıkları organizasyonlara tam bir sadakatle bağlıydılar. Katı bir hiyerarşinin, bürokrasinin hakim olduğu, işlerin ayrıntılı bir biçimde tanımlandığı çalışma ortamında meslekte yükselmek için çok çalışmak, uyum göstermek, kendi kaderini şirketin kaderiyle birleştirmek yeterliydi. David Brooks’a göre ABD’de 1950’lerde göreve, hizmete ve şerefe inanan WASP (White Anglo Saxon Protestant) eliti anti-entelektüel bir yönelime sahipti. 1960’ların eğitimli radikallerden oluşan karşı kültür hareketi soy sopu, resmiyeti, kurallara uymayı, ciddiyeti, geleneği öne çıkaran WASP değerlerine karşı çıkmakta, tinsel, bohem özellikler gösteren bir yaşam biçimi sergilemekteydi. 1970’lere gelindiğinde 1960’ların muhalif öğrencileri mezun olmuş, faturalarını ödemek için iş hayatına girmeye başlamışlardı. Bu kesim henüz 1960’ların karşı kültürünün etkisinden tamamen çıkmamış, 1970’ler boyunca azalarak da olsa devam eden muhalif hareketlere sempatisini sürdürmüştü. Çalışma hayatında, sınırlı ölçüde de olsa, giyimden davranışa karşı kültürün izlerine rastlamak mümkündü.



Çalışma hayatı da artık eskinin çalışma hayatı değildi. 1970’lerde post-fordist ekonominin gelişmesiyle birlikte bilgi, medya, hizmet sektörlerinde çalışanların eski sanayi sektöründekinden farklı olarak yakından ve detaylı bir şekilde denetlenemeyeceği, bu kesimin, şirkete maksimum yarar sağlayacak şekilde, kendi kendini yönetmesi gerektiği yolunda görüşler ortaya atılmaya başlanmıştı. Önemli olan yeni “bilgi işçisinin” eski fordist fabrikanın rutin görevlerin yerine getirilmesine yönelik bürokratik-disipliner zorlamasına uymak yerine çok çalışmayı bir yaşam tarzı haline getirmesiydi. 1970 sonlarına doğru Amerikan üniversiteleri çok çalışmaya hazır, ama eskinin fordist profesyonellerinden farklı olarak müsrifçe tüketmeyi bir yaşam tarzına dönüştürecek yeni bir genç profesyonel kesimi, Yuppie'leri mezun etmeye başlayacaklardı.



ABD’de 1980’li yıllar post fordist sektörlerin hızla geliştiği, muhafazakar Reagan yönetiminin (1981-1989) izlediği neo-liberal politikaların eskinin sosyal refah devletini büyük ölçüde ortadan kaldırdığı, işçi sınıfının iki yakasını zorlukla bir araya getirdiği yıllardı. 1980’lerin başlarında gerçekleşen hızlı ekonomik büyüme orta ve üst sınıfların gelirlerinde artışa yol açmıştı. Yuppie’ler orta sınıftan üst-orta sınıfa doğru hızlı bir sıçrama yapan profesyonel kesimdi. 1980 başlarında ortaya atılan Yuppie (Young Urban Professional) kavramı 1984’te yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Yuppie’ler iyi üniversitelerde eğitim görmüş kişilerdi. 1980-1995 arası dönem üniversite diplomasının ücret karşılığının bir misli attığı bir dönemdi ve Yuppie’ler 1987 krizine kadar kariyer merdivenlerini hızlı bir şekilde tırmanacaklardı. Yuppie derecesi olarak da bilinen MBA (Master of Business Administration) yüksek ücretin garantisi haline gelmişti. 1980 başlarındaki Yuppie’lerin bir kısmı 1960’ların Hippie’leriydi. Yuppie’ler karşı kültürün değerlerinden uzaklaşmışlardı ancak genç bir kesim olarak (yaklaşık 25-39 yaş arası, tipik olarak 30 yaş civarında) ebeveynlerinin geleneksel değerlerini ve yaşam tarzlarını benimsemiyorlardı. Barbara Ehrenreich’e göre Yuppie’ler ekonomik çıkarları açısından Reagan’ın neo-liberal politikalarını desteklemekle birlikte kürtaj, kadın hakları vb. konularda yeni sağın politikalarından ayrılıyorlardı. Öte yandan üniversiteden zenginliğe ani geçiş yapan pragmatist bir kuşak olarak Yuppie’ler geleneksel olarak orta sınıf üyeliği için talep edilen meşakkatli çıraklığı küçümsüyorlardı. Yuppie’ler ücret karşılığı çalışmakla birlikte “sıradan işçilere” karşı mesafeliydiler. Mavi yakalı işçilerin emek maliyetini en aza indirmeye çalışan firmalar için çalışıyorlardı. Sadece çalıştıkları değil yaşadıkları mekanlar da kovulanın izini taşıyordu. Yuppie’ler genellikle yoksulların yeni terk etmek zorunda bırakıldıkları kentin nezihleştirilmiş mahallelerinde yaşıyorlardı. Eski tavan araları, çatı katları, depolar bunları restore eden Yuppie’ler tarafından değerli mülklere dönüştürülmekteydi.



Yuppie hayatı gösterişçi bir tüketime dayalıydı. Zevkleri fazla gelişmemiş olan Yuppie’ler statü sembolü olarak kabul ettikleri son moda ve pahalı şeyleri satın alırlar ve bunun için borçlanırlardı. Bir çok Yuppie BMV, Mercedes-Benz gibi arabalarla dolaşır, kokain içer, son model cep telefonu ve diz üstü bilgisayar kullanır, pahalı cihazlar satın alır, moda olan gurme yiyecekleri tüketir, maden suyu içerdi. 1984’te yayınlanan Yuppie el kitabında Yuppie’lerin bir çok özelliğinin yanı sıra Rolex saat takmaları, gurme kahve içmeleri, pahalı spor ayakkabılar giymeleri, çift lavabolu yenilenmiş mutfaklara sahip oldukları sayılmaktaydı. Yuppie’ler çok çalışır, sürekli acele içinde bir hayat sürer, vakit sıkıntısı çekerlerdi. Toplumsal sorumluluk duygusuna sahip olmayan, sadece kendi çıkarlarını düşünen, kendine düşkün, züppe kişilerdi. 1987’deki borsa krizi ve takip eden ekonomik durgunluk Yuppie’lerin sonunu hazırladı. Krizle birlikte çok sayıda Yuppie işten çıkarıldı ya da düşürülmüş ücretlerle çalışmak zorunda kaldı. Kredi kartı borçlarını ödeyemeyen bir çok Yuppie eşyalarını satmak zorunda kaldı. Krizin nedenleri arasında Yuppie’lerin aşırı harcamaları ve zayıf ahlakları gösterilerek Yuppie’ler günah keçisi haline getirildi. 1980 sonlarında Yuppie sözcüğü küçültücü, aşağılayıcı bir anlam kazandı, israfla, sorumsuzlukla, ben merkezcilikle, açgözlülükle, toplumsal vicdana sahip olmamakla aynı anlamda kullanılmaya başlandı. Kendilerine karşı oluşan sosyal basıncın da etkisiyle bazı Yuppie’ler kentleri terk ederek kırsal bölgelerde sade bir yaşam sürmeye başladı, bazıları çevreyi koruma bazıları kanserle savaş örgütlerinde çalışmaya yöneldi. Yuppie’lerin yaşamı “Wall Street” (1987) gibi filmlere, “Amerikan Sapığı” (1991) gibi romanlara konu oldu.



ABD’de 1980 sonlarına doğru başlayan ekonomik durgunluk 1990 başlarına kadar sürdü. 1990’lı yıllar ekonominin yükselişe geçtiği bir dönem oldu. Clinton yönetimi döneminde (1993-2001) ABD küreselleşmenin birinci aktörü haline geldi. Bu dönemde genç nüfus arasında girişimcilik kültürü gelişti, çevreci görüşler yaygınlık kazandı, modada bireyselliği ve farklılığı vurgulayan yaklaşımlar öne çıktı. 1990 ortalarından sonra internetin yaygınlaşmasıyla birlikte dot.com sektörü hızla yükselişe geçti. Bilgi ekonomisinin, medyanın, iletişim ve bilgisayar sektörlerinin gelişmesinin hızlanması 1970’lerden beri üzerlerine çok şey yazılan iyi eğitim görmüş profesyonel elite yeni anlamlar yüklenmesini beraberinde getirdi. “The Rise of the Creative Class” adlı best seller kitabın yazarı Richard Florida’ya göre iyi eğitim görmüş ve yüksek ücretler alan “yaratıcı sınıf” fabrikalarda ve hizmet sektöründe çalışan işçilere göre daha çok özerkliğe ve esnekliğe sahipti. Yeni kapitalizm o zamana kadar dışlanmış, bohemliğin sınırında bir yaşam süren, eksantrik, yetenekli kişileri ekonomik gelişmenin ve icadın tam merkezine yerleştirmeye başlamış, onları ana akıma dahil etmişti. Çok sayıda ilgi alanına sahip, aktif sporları seven bu kesimin hem işteki hem de iş dışındaki yaşamı yoğun, yüksek kalitede, çok boyutlu, yaratıcı deneyimlerle doluydu. Bilgisayar grafiği, dijital müzik, animasyon vb. alanlarda teknolojik ve ekonomik yaratıcılık sanatsal ve kültürel yaratıcılık tarafından besleniyor, karşılıklı bir etkileşim gerçekleşiyordu. Yaratıcı sınıf kimliğini işi aracılığıyla ifade ediyor ancak iş güvencesini önemsemeyip kişisel özerkliğini birinci plana koyuyordu. Bilim, mühendislik, mimari, tasarım, eğitim, sanat, müzik, eğlence, medya, finans, işletmecilik, hukuk, sağlık vb alanlarda çalışan bu kesimden profesyoneller yaratıcılık, birey olma, farklılık gibi ortak değerleri paylaşmaktaydı. Şirketler farklılıklara açık ortamları tercih eden yaratıcı sınıftan profesyonelleri kendilerine çekmek ve ellerinde tutmak için onların giyim kuşamlarına fazla karışmıyor, esnek, düzensiz mesai saatlerine rıza gösteriyor, bürokratik, katı bir kontrol yerine yumuşak bir kontrol uyguluyordu. Buna karşın yaratıcı sınıftan profesyoneller serbest zamanlarında da işle ilgili projeler geliştiriyor, işlerine evde devam ediyor, işle özel hayatları arasındaki sınırları muğlaklaştırıyordu.



Richard Barbrook ise “The Class of the New” adlı kitabında kendi kendini yöneten ve motive eden profesyonellerin sosyal statüsü hakkındaki kafa karışıklığının güvencesi olmayan işleri bireysel özgürlük ve kariyer fırsatı olarak markalayan bir ideolojik mistifikasyon biçimi olduğunu söyleyecekti. 1950’li yılların, bürokratik şirket yapısının rutinlerini ve prosedürlerini içselleştiren eğitimli "Organizasyon Adamı" tipolojisi günümüzde arzulanmayan bir şeydi. İş yerini yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş bir bürokrasiyle kontrol etmek sadece çok maliyetli değil aynı zamanda esnek olmayan bir şeydi. Bugün çalışanlardan beklenen kendi kendilerini yönetmeleri, önceliklerini kendilerinin belirlemesiydi. Yükselmenin yeni yolu rutinleri tekrar etmekten, uyum göstermekten değil yaratıcılıktan ve yeni fikirlerden geçmekteydi. 1990’lı yıllarda internetle ilgili işler yapan dot.com şirketler hızla gelişmiş, eskinin bürokratik emirlerinden kurtulmuş Bobo’lar ve dijital elit yeni fikirlerle ortaya çıkmıştı. Girişimci işverenlerin ve kendi kendini yöneten profesyonellerin teşvik edildiği, Sembolik Analistler, Sanal Sınıf, Yeni Bağımsızlar , Yaratıcı Sınıf gibi kavramların yaygınlık kazandığı 1990’ların bilgi ekonomisinde işverenlerle çalışanlar arasındaki eğitimsel ve kültürel ayrım çizgileri daha az belirgin hale gelmişti. Kendi kendini yöneten Dijital Zanaatkarlar onları sömüren kapitalistler sürüsüyle aynı zevkleri ve yaşam tarzlarını paylaşmaktaydı! 1990’lı yılların muhafazakarlarına göre post fordizmde parlak bir fikre ve biraz şansa sahip her çalışan kişi iyi iş yapan bir dot.com şirketi kurabilir ve bilgisayar endüstrisi elitinin bir üyesi olabilirdi.




1990’lardaki yeni profesyonel/ girişimci elit hakkında geliştirilen ilginç yaklaşımlardan biri David Brooks’a aitti. Brooks’un 2000 yılında yayınlanan best seller kitabında ( Bobos in Paradise: The New Upper Class and How They Got There) ortaya attığı-bohem burjuva anlamına gelen- Bobo kavramı 1960’ların bohem karşı kültürüyle 1980’lerin girişimci ruhunu birleştiren kişi anlamına gelmekteydi. Bir tür Hippie-Yuppie karışımından oluşan Bobo’lar entelektüel sermayenin öne çıktığı bilgi çağının ürünüydü. Brooks’a göre bu dönemde başarılı olan kişiler fikirleri ve duyguları ürünlere dönüştürebilen kişilerdi. Hayli eğitimli bir kesim oluşturan Bobo’ların bir ayağı yaratıcılığın bohem dünyasında, diğer ayağı hırsın ve dünyevi başarının burjuva diyarındaydı. Sanata ve akla hayranlık duymalarına rağmen kendilerini ticaretin içinde buluyorlardı. Bobo’ların idealleriyle varolan gerçeklik arasında bir çatışma mevcuttu ve Bobo’lar bu iki zıt kutbu uzlaştırıyorlardı. Bobo’lar şirketlerinin reklamlarında Gandi, Jack Kerouac vb. isimleri kullanarak düzen karşıtı üslubu şirket zorunluluklarıyla barıştırıyorlardı. Eğitimli sınıf içindeki kültür savaşı sona ermiş, burjuva ana akım kültürünün değerleriyle 1960’ların karşı kültürünün değerleri birleşmişti. Günümüzün eğitimli eliti gösterişçi materyalizme, aleni züppeliğe, anti-entelektüalizme uzaktı. Bobo’lar sanatsever gözüken gurme kafelere gidiyor, organik gıdaları tüketiyor, kullanılmış görünen (aslında yeni ve pahalı olan ) rustik ve etnik mobilyalar satın alıyor, yerel köylülerin yaptığı giysilere ilgi gösteriyordu. Bobo dürüst ve serbest bir tavır sergilemekteydi, kibar tavırlara karşı kuşkucuydu. Saygıdeğer, ağırbaşlı, lüks, vakur olanı değil doğal, otantik, sıcak, rustik, sade, organik, rahat, biricik, zanaatkarlıkla ilişkili olanı severdi.



Bobo’lar bohem davranışları sulandırıyorlar, burjuva kurumlarına karşı yıkıcı davranmıyorlardı. Yuppie’lerden haz etmeyen, onlarla karıştırılmaktan hoşlanmayan Bobo’lar Yuppie’lerden farklı olarak paralarını vulgar bir biçimde harcamıyorlar, takım elbise ve iyi boyanmış ayakkabılar giyen Yuppie’lere kıyasla daha bohem giyiniyorlar, paralarını kişiyi tinsel ve zihinsel olarak yükselten deneyimler için harcıyorlardı. Lüks şeyler yerine ihtiyaçlar için harcama yapmayı tercih eden Bobo’lar Corvette yerine malzemelerini taşımak ve arazide sürmek açısından yararlı olabilecek Range Rover benzeri arazi arabaları, arduvazdan yapılmış çok büyük duş kabinleri, profesyonellerin kullandığı vasıfta yürüyüş ayakkabıları, araç gereç satın alıyorlardı. Mutfak Bobo’nun en çok önem verdiği mekanlardan biriydi. Bobo’ların çok geniş mutfaklarında çok büyük buzdolapları, fırınlar, ocaklar bulunmaktaydı. Bobo’lar düzgün yüzeyleri değil pürüzlü dokuları, doğal düzensizlikleri tercih ediyorlardı, çünkü onların gözünde pürüzlü olan otantikliği ve meziyeti temsil etmekteydi. Bardağın dibinde tortu bırakan içecekleri, filtre edilmemiş meyve sularını, taneli ekmeği seven Bobo’lar öte yandan çevre dostu bio ürünler satın alıyorlar, insanlık davasına hizmet edecek bir tüketim tarzına yöneliyorlardı. Böylece aydınlanmış kapitalizm karlarını ilerici davalarla birleştiriyor, Bobo’lar süpermarketi terk etmeksizin yağmur ormanlarını kurtarabiliyor, küresel ısınmayı azaltabiliyor, dünya barışını yaygınlaştırabiliyordu. Bir çok şirket, eğer eğitimli kesim toplumsal ilerleme uğruna fazladan küçük bir meblağ öderse, doğru değerlerin şirket karlarının artmasını sağlayacağını düşünmekteydi. Brooks’a göre günümüzde şirketler ademi merkeziyetçi bir yapıya, enformel, katılımcı sistemlere sahipti. İş tinsel, entelektüel bir uğraşa, oyuna dönüşmekteydi. Çalışanlar bir sanatçı gibi düşünmeye başladıklarında şirket için daha çok çaba sarf etmeye başlıyorlardı. Bobo’lar için iş bir eğlenme, kendini ifade etme biçimiydi. Bu nedenle Bobo’lar kendilerini önceleyen profesyonel kesimlerden daha yoğun çalışıyorlardı. Burjuvazi bohemliğin enerjisini emerek kendini tazelemişti. Çok çalışan Bobo’ların dünyasında içki, sigara, uyuşturucu kullanmak ve alem yapmak "out" idi, barların yerini kafeler almıştı. Bisiklete binmek, jogging gibi öz kontrole dayalı faaliyetler "in" idi. Zevkler konusunda faydacı bir anlayışa sahip Bobo’lar sağlıklı besinlere yöneliyorlar –hızlı motosiklet kullanmak gibi- tehlikeli zevklerden uzak duruyorlar, güvenli seksi tercih ediyorlardı. Emniyet kemeri takmadan araba kullanmak ahlak dışı bir davranış olarak görülmekteydi. Eskinin esrar ve içki partileri yerini en fazla bir iki kadeh beyaz şarabın içildiği iş partilerine bırakmış, bohem sarhoşluk sona ermişti. Artık öğle yemeğinde kimse içki içmiyordu. Haz için yaşamak artık geçmişten farklı olarak isyankar bir anlam taşımamaktaydı. Bobo’lar görevleriyle hazları arasındaki ayrım çizgisini bulanıklaştırmışlar, birincisini daha zevkli ikincisini daha evcil hale getirmişlerdi. Faydalı, kişiyi geliştirici ve güvenli olduğu sürece yeni duyumları deneyimlemeye açık olan Bobo’lar tatili nelerin gerçekleştirildiğine bakarak değerlendiriyordu. Sıradan bir turist olmaktan uzak olan Bobo bisiklet kullanıyor, diğer kültürlerin içlerine dalıyor, gözü pek balıkçılarla, uzak yerlerdeki zanaatkarlarla, koyu renkli giysiler içindeki köylülerle sohbete girişiyor, otantik köylü hayatına, yerel düğünlere, yüksek irtifalı fetihlere, kişiyi zenginleştiren gizemli şeylere ilgi duyuyordu. Bobo’lar geçmişe, köklere, eski yaşam tarzlarına, küçük yerel toplulukların içindeki yakın bağlara, dünyayla daha doğal ve basit yollarla ilişkilenmeye önem veriyorlardı.



Brooks’a göre esnek olmayan ahlaki kodlardan hoşlanmayan Bobo’lar ılımlılıktan, çoğulculuktan, toleranstan yanaydı. 1960’larla 1980’ler arasında burjuvalarla bohemler arasında süren mücadele günümüzde yerini uzlaşma ve barışa bırakmıştı ve Clinton yönetimi bu uzlaşmayı temsil etmekteydi. Clinton’lar hem 1960’ların Vietnam savaşı karşıtları hem de 1980’lerin vadeli işlemler borsası tüccarlarıydı. Hem sağa hem de sola karşı mücadele etmişlerdi. Clinton yönetimi geleneksel muhafazakar ve liberal değerleri uzlaştırıp birleştirmiş, üçüncü yol olarak ortaya çıkmış, merkezci, anti-ideolojik, konsensusa dayalı bir yönetim anlayışını öne çıkarmıştı. Brooks’a göre hem 1960’lar hem de 1980’lerin ortak noktası özgürlük ve ferdiyetçilikti. Bobo’lara düşen şey aşırı özgürlükle ve aşırı bireycikle baş etmekti. Bobo’lar yakın olunan otoriteden, yerel, yüz yüze politikadan yanaydı. Çoğu Bobo kurtuluş ve serbestlikten ziyade topluluk ve kontrol arayışındaydı. Bobo’lar radikal bir değişimi körüklemeye değil düzeni restore etmeye çalışıyorlardı. Bobo’lar sayesinde siyasi partiler merkeze yaklaşmış, sosyal barış gelmiş, 1960’larda ve 1970’lerde görülen toplumsal sorunlar azalmıştı.



Bobo’lar paralarını onların otantik kişiliklerini geliştirmede faydalı olacak şeylere harcarlar, her şeyin en iyisini seçmeyi bilen bir zevke sahip olduklarını düşünürlerdi. Eric Gans “Tycoon, Yuppie, and Bobo: Three Stages in the Esthetic of Consumption” adlı yazısında şahsi hobileri olmayan, tüketim modeli rakipleriyle paylaştığı yaşam tarzı tarafından belirlenen Yuppie’den farklı olarak Bobo’nun kendine has bir yaşam tarzı, kişisel bir öykü, bir yaşam anlatısı oluşturmak istediğini, uğraşları aracılığıyla kendini benzersiz bir birey olarak tanımladığını öne sürecekti. Bobo’lar için servet yaratma angaryası sadece kişiliklerini geliştirmeleri için bir araçtı. Wallace Katz ise “Who Rules America adlı yazısında (New Labor Forum, Fall/Winter 2002) Bobo’ların özel hayatlarındaki kendini gerçekleştirme idealinin üst tabaka için üretilen çok pahalı malların tüketimi, kültürel tüketimcilik anlamına geldiğini söyleyecekti. Bobo’ların estetizmi ticarileştirilmiş bir estetizmdi. Bobo’ların primitivizmi büyük ölçüde biçem ve persona ile ilgiliydi. Brooks’un kitabında bahsettiği Bobo’lar mümkün olan dünyaların en iyisindeki paylarından memnundular ve piyasa değerlerini kabul ediyorlardı. Bobo’lar toplumsal farkındalığa sahip ve siyaseten doğrucu olmalarına karşın eleştirel bir kültür ve politika oluşturmuyorlardı. Brooks’un kitabı 1990 sonlarının ekonomik canlanma ve dot.com balonu döneminin tipik bir ürünüydü. Kitabın piyasada başarı sağlamasının nedeni 1990’lar sonlarının zafer havasına tekabül etmesi, 1980’lerde "Yuppie pisliği" yada "akılsız kapitalist kuklalar" olarak küçümsenip alay edilen insanları orta sınıf ve bohem ideallerini uzlaştıran erdemli, üstün varlıklara dönüştürmesiydi. Oysa Bobo’lar bir iktidara sahip kişiler değildi, her an işten atılabilirlerdi ve nitekim daha sonraları dot.com balonu patlamıştı. Robert Locke “Phonies in Paradise” adlı yazısında (FrontPageMagazine.com, Mart 19, 2001) Bobo’ların asli bir yaşam tarzı olarak tüketimciliği küçümsemediklerini, sadece kendilerinin ideolojik hassasiyetlerine karşı olan tüketimcilik türüne karşı olduklarını söyleyecekti. Bobo’lar fiilen ödenen ücretler hariç her konuda şirketleri “anti hiyerarşik biçimde yönetmekteydi. Bobo’lar ırksal eşitlik fikrini sevmekle birlikte çocuklarını siyah çocukların pek fazla bulunmadığı okullarda okutuyorlardı. Bobo’luk küresel elitin ideolojik uzlaşması için mükemmel bir kültürel kostümdü: ekonomik konularda tam gaz sağa doğru yol alabilmek için ekonomik olmayan tüm konularda alabildiğine sola dönmeyi mümkün kılıyordu. Resmi rakamlar Bobo’ların iktidara yükseldiği dönemde ekonomik eşitsizliğin arttığını göstermekteydi. Bobo kültürünün yabancı kültürlere olan yoğun ilgisi küreselleşmenin sadece normal değil aynı zamanda kesin olarak beğeni sahibi bir görünüme sahip kılınmasının ideal yoluydu.



Bobo’lar küreselleşme döneminin bir ürünüydü. Küreselleşme dünyanın bir çok yerindeki otelleri, eğlence mekanlarını, gazinoları, tatil köylerini vb. birbirine benzeterek “yer olmayanları” yaratmıştı. Üst-orta sınıfın bohem üyeleri olarak Bobo’lar üçüncü dünyadaki eski, “ilkel”, “yabani”, “otantik” olanın, “ötekinin” ürünlerini tüketerek standardın dışına çıkmaya çalıştılarsa da bu boşuna bir çabaydı; ötekini “egzotik” bir tüketim objesi olarak kuran küresel kapitalizmin ta kendisiydi ve bu nedenle otantik olarak tüketilen şey de artık standardın bir parçası haline gelmişti. Nasıl ABD’de başlarda çoğunlukla Bobo’ların içtikleri “rafine kahveler” sunan kafeler sonraları geniş orta sınıf kitlelerinin uğrak yeri haline geldiyse benzer bir durum “ötekinin ürünlerinin” tüketimi açısından da gerçekleşti. Kendisinin de Bobo olduğunu söyleyen, Bobo’ları desteklemekle birlikte yer yer onlarla dalga geçmekten geri durmayan Brooks kendisiyle 2002 yılında yapılan bir söyleşide kendisinin eskiden Bobo’nun burjuva olanla bohem olanın sentezini gerçekleştirmeyi başardığını düşündüğünü ama daha sonraları burjuva yanın kazandığını söyleyecekti. Brooks’a göre Bobo’nun bohem yanı artık sadece görünüşe, giyim kuşama, iç dekorasyona ilişkindi. Bobo isyankar yanını tamamen unutma eğilimindeydi. Brooks’un tek yanıldığı nokta Bobo’ların bohem yanı değildi. Bobo’lar Brooks’un düşüncesinin aksine çalışma hayatında bağımsızlığa ve özerkliğe sahip değildi. 1990’lı yıllarda işyerlerinde talimat verenlerin talimat alanlar üstündeki iktidarı artmıştı. Bilgisayar aracılığıyla denetimin yaygınlaştığı bu dönemde şirket yönetimleri bilgi işçilerini geçmişin fordist döneminin işçileri üzerindeki kontrole oranla çok daha detaylı bir biçimde kontrol edebiliyorlardı. Çalışmanın özgürleştiğine dair üretilen egemen söylence şirketlerin karlarını arttırmaya yönelik esneklik stratejilerinin bir parçasıydı. 2000 yılının sonlarında başlayan dot.com sektöründeki krizden sonra serbest çalışanların özerkliği daha da sınırlanıp bunlar birkaç büyük şirkete bağlı olarak çalışmak zorunda kaldı. Evde çalışılan saatler gitgide artıp özel hayat ortadan kalkmaya başladı. Girişimci Bobo’ların ekonomik konumu kendilerinin belirlediği bir konum olmaktan gitgide uzaklaşıp belirsiz, istikrarsız bir hale geldi, Bobo’ların kurduğu çok sayıda firma iflas etti, on binlerce profesyonel işsiz kaldı, internetle ilgili iş yapan piyasa büyük tekellerin denetimi altına girdi.



YAŞAR ÇABUKLU

KAYNAKLAR:


David Brooks, Bobos in Paradise : The New Upper Class and How They Got There, Simon & Schuster, 2000, 288 s.

Richard Florida, The Rise of the Creative Class: And How It’s Transforming Work, Leisure, Community and Everyday Life, Perseus Books Group, 2002, 416 s.

Marissa Piesman and Marilee Hartley, Yuppie Handbook: The State-of-the Art Manual for Young Urban Professionals, Pocket Books, 1984

Barbara Ehrenreich, Fear of Falling: The Inner Life of the Middle Class, Perennial, 1990, 304 s.

Richard Barbrook, The Class of the New, Mute, 2006, 116 s.




No comments: