YUPPİE’DEN
BOBO’YA
Batıda
1960’lı ve 1970’li yıllar “enformasyon toplumu”, “bilgi
ekonomisi”, “sanayi sonrası toplumu” gibi kavramların ortaya
çıkmasına şahit oldu. 1970’lere kadar egemen olan fordist
sanayi sektöründe çalışan orta kademe yöneticiler ve
mühendisler ömür boyu çalıştıkları organizasyonlara tam bir
sadakatle bağlıydılar. Katı bir hiyerarşinin, bürokrasinin
hakim olduğu, işlerin ayrıntılı bir biçimde tanımlandığı
çalışma ortamında meslekte yükselmek için çok çalışmak,
uyum göstermek, kendi kaderini şirketin kaderiyle birleştirmek
yeterliydi. David Brooks’a göre ABD’de 1950’lerde göreve,
hizmete ve şerefe inanan WASP (White Anglo Saxon Protestant) eliti
anti-entelektüel bir yönelime sahipti. 1960’ların eğitimli
radikallerden oluşan karşı kültür hareketi soy sopu, resmiyeti,
kurallara uymayı, ciddiyeti, geleneği öne çıkaran WASP
değerlerine karşı çıkmakta, tinsel, bohem özellikler gösteren
bir yaşam biçimi sergilemekteydi. 1970’lere gelindiğinde
1960’ların muhalif öğrencileri mezun olmuş, faturalarını
ödemek için iş hayatına girmeye başlamışlardı. Bu kesim henüz
1960’ların karşı kültürünün etkisinden tamamen çıkmamış,
1970’ler boyunca azalarak da olsa devam eden muhalif hareketlere
sempatisini sürdürmüştü. Çalışma hayatında, sınırlı
ölçüde de olsa, giyimden davranışa karşı kültürün izlerine
rastlamak mümkündü.
Çalışma
hayatı da artık eskinin çalışma hayatı değildi. 1970’lerde
post-fordist ekonominin gelişmesiyle birlikte bilgi, medya, hizmet
sektörlerinde çalışanların eski sanayi sektöründekinden farklı
olarak yakından ve detaylı bir şekilde denetlenemeyeceği, bu
kesimin, şirkete maksimum yarar sağlayacak şekilde, kendi kendini
yönetmesi gerektiği yolunda görüşler ortaya atılmaya
başlanmıştı. Önemli olan yeni “bilgi işçisinin” eski
fordist fabrikanın rutin görevlerin yerine getirilmesine yönelik
bürokratik-disipliner zorlamasına uymak yerine çok çalışmayı
bir yaşam tarzı haline getirmesiydi. 1970 sonlarına doğru
Amerikan üniversiteleri çok çalışmaya hazır, ama eskinin
fordist profesyonellerinden farklı olarak müsrifçe tüketmeyi bir
yaşam tarzına dönüştürecek yeni bir genç profesyonel kesimi,
Yuppie'leri mezun etmeye başlayacaklardı.
ABD’de
1980’li yıllar post fordist sektörlerin hızla geliştiği,
muhafazakar Reagan yönetiminin (1981-1989) izlediği neo-liberal
politikaların eskinin sosyal refah devletini büyük ölçüde
ortadan kaldırdığı, işçi sınıfının iki yakasını zorlukla
bir araya getirdiği yıllardı. 1980’lerin başlarında
gerçekleşen hızlı ekonomik büyüme orta ve üst sınıfların
gelirlerinde artışa yol açmıştı. Yuppie’ler orta sınıftan
üst-orta sınıfa doğru hızlı bir sıçrama yapan profesyonel
kesimdi. 1980 başlarında ortaya atılan Yuppie (Young Urban
Professional) kavramı 1984’te yaygın olarak kullanılmaya
başlandı. Yuppie’ler iyi üniversitelerde eğitim görmüş
kişilerdi. 1980-1995 arası dönem üniversite diplomasının ücret
karşılığının bir misli attığı bir dönemdi ve Yuppie’ler
1987 krizine kadar kariyer merdivenlerini hızlı bir şekilde
tırmanacaklardı. Yuppie derecesi olarak da bilinen MBA (Master of
Business Administration) yüksek ücretin garantisi haline gelmişti.
1980 başlarındaki Yuppie’lerin bir kısmı 1960’ların
Hippie’leriydi. Yuppie’ler karşı kültürün değerlerinden
uzaklaşmışlardı ancak genç bir kesim olarak (yaklaşık 25-39
yaş arası, tipik olarak 30 yaş civarında) ebeveynlerinin
geleneksel değerlerini ve yaşam tarzlarını benimsemiyorlardı.
Barbara Ehrenreich’e göre Yuppie’ler ekonomik çıkarları
açısından Reagan’ın neo-liberal politikalarını desteklemekle
birlikte kürtaj, kadın hakları vb. konularda yeni sağın
politikalarından ayrılıyorlardı. Öte yandan üniversiteden
zenginliğe ani geçiş yapan pragmatist bir kuşak olarak Yuppie’ler
geleneksel olarak orta sınıf üyeliği için talep edilen
meşakkatli çıraklığı küçümsüyorlardı. Yuppie’ler ücret
karşılığı çalışmakla birlikte “sıradan işçilere” karşı
mesafeliydiler. Mavi yakalı işçilerin emek maliyetini en aza
indirmeye çalışan firmalar için çalışıyorlardı. Sadece
çalıştıkları değil yaşadıkları mekanlar da kovulanın izini
taşıyordu. Yuppie’ler genellikle yoksulların yeni terk etmek
zorunda bırakıldıkları kentin nezihleştirilmiş mahallelerinde
yaşıyorlardı. Eski tavan araları, çatı katları, depolar
bunları restore eden Yuppie’ler tarafından değerli mülklere
dönüştürülmekteydi.
Yuppie
hayatı gösterişçi bir tüketime dayalıydı. Zevkleri fazla
gelişmemiş olan Yuppie’ler statü sembolü olarak kabul
ettikleri son moda ve pahalı şeyleri satın alırlar ve bunun için
borçlanırlardı. Bir çok Yuppie BMV, Mercedes-Benz gibi arabalarla
dolaşır, kokain içer, son model cep telefonu ve diz üstü
bilgisayar kullanır, pahalı cihazlar satın alır, moda olan gurme
yiyecekleri tüketir, maden suyu içerdi. 1984’te yayınlanan
Yuppie el kitabında Yuppie’lerin bir çok özelliğinin yanı sıra
Rolex saat takmaları, gurme kahve içmeleri, pahalı spor
ayakkabılar giymeleri, çift lavabolu yenilenmiş mutfaklara sahip
oldukları sayılmaktaydı. Yuppie’ler çok çalışır, sürekli
acele içinde bir hayat sürer, vakit sıkıntısı çekerlerdi.
Toplumsal sorumluluk duygusuna sahip olmayan, sadece kendi
çıkarlarını düşünen, kendine düşkün, züppe kişilerdi.
1987’deki borsa krizi ve takip eden ekonomik durgunluk
Yuppie’lerin sonunu hazırladı. Krizle birlikte çok sayıda
Yuppie işten çıkarıldı ya da düşürülmüş ücretlerle
çalışmak zorunda kaldı. Kredi kartı borçlarını ödeyemeyen
bir çok Yuppie eşyalarını satmak zorunda kaldı. Krizin
nedenleri arasında Yuppie’lerin aşırı harcamaları ve zayıf
ahlakları gösterilerek Yuppie’ler günah keçisi haline
getirildi. 1980 sonlarında Yuppie sözcüğü küçültücü,
aşağılayıcı bir anlam kazandı, israfla, sorumsuzlukla, ben
merkezcilikle, açgözlülükle, toplumsal vicdana sahip olmamakla
aynı anlamda kullanılmaya başlandı. Kendilerine karşı oluşan
sosyal basıncın da etkisiyle bazı Yuppie’ler kentleri terk
ederek kırsal bölgelerde sade bir yaşam sürmeye başladı,
bazıları çevreyi koruma bazıları kanserle savaş örgütlerinde
çalışmaya yöneldi. Yuppie’lerin yaşamı “Wall Street”
(1987) gibi filmlere, “Amerikan Sapığı” (1991) gibi romanlara
konu oldu.
ABD’de
1980 sonlarına doğru başlayan ekonomik durgunluk 1990 başlarına
kadar sürdü. 1990’lı yıllar ekonominin yükselişe geçtiği
bir dönem oldu. Clinton yönetimi döneminde (1993-2001) ABD
küreselleşmenin birinci aktörü haline geldi. Bu dönemde genç
nüfus arasında girişimcilik kültürü gelişti, çevreci görüşler
yaygınlık kazandı, modada bireyselliği ve farklılığı
vurgulayan yaklaşımlar öne çıktı. 1990 ortalarından sonra
internetin yaygınlaşmasıyla birlikte dot.com sektörü hızla
yükselişe geçti. Bilgi ekonomisinin, medyanın, iletişim ve
bilgisayar sektörlerinin gelişmesinin hızlanması 1970’lerden
beri üzerlerine çok şey yazılan iyi eğitim görmüş profesyonel
elite yeni anlamlar yüklenmesini beraberinde getirdi. “The Rise of
the Creative Class” adlı best seller kitabın yazarı Richard
Florida’ya göre iyi eğitim görmüş ve yüksek ücretler alan
“yaratıcı sınıf” fabrikalarda ve hizmet sektöründe çalışan
işçilere göre daha çok özerkliğe ve esnekliğe sahipti. Yeni
kapitalizm o zamana kadar dışlanmış, bohemliğin sınırında bir
yaşam süren, eksantrik, yetenekli kişileri ekonomik gelişmenin
ve icadın tam merkezine yerleştirmeye başlamış, onları ana
akıma dahil etmişti. Çok sayıda ilgi alanına sahip, aktif
sporları seven bu kesimin hem işteki hem de iş dışındaki yaşamı
yoğun, yüksek kalitede, çok boyutlu, yaratıcı deneyimlerle
doluydu. Bilgisayar grafiği, dijital müzik, animasyon vb. alanlarda
teknolojik ve ekonomik yaratıcılık sanatsal ve kültürel
yaratıcılık tarafından besleniyor, karşılıklı bir etkileşim
gerçekleşiyordu. Yaratıcı sınıf kimliğini işi aracılığıyla
ifade ediyor ancak iş güvencesini önemsemeyip kişisel özerkliğini
birinci plana koyuyordu. Bilim, mühendislik, mimari, tasarım,
eğitim, sanat, müzik, eğlence, medya, finans, işletmecilik,
hukuk, sağlık vb alanlarda çalışan bu kesimden profesyoneller
yaratıcılık, birey olma, farklılık gibi ortak değerleri
paylaşmaktaydı. Şirketler farklılıklara açık ortamları tercih
eden yaratıcı sınıftan profesyonelleri kendilerine çekmek ve
ellerinde tutmak için onların giyim kuşamlarına fazla
karışmıyor, esnek, düzensiz mesai saatlerine rıza gösteriyor,
bürokratik, katı bir kontrol yerine yumuşak bir kontrol
uyguluyordu. Buna karşın yaratıcı sınıftan profesyoneller
serbest zamanlarında da işle ilgili projeler geliştiriyor,
işlerine evde devam ediyor, işle özel hayatları arasındaki
sınırları muğlaklaştırıyordu.
Richard
Barbrook ise “The Class of the New” adlı kitabında kendi
kendini yöneten ve motive eden profesyonellerin sosyal statüsü
hakkındaki kafa karışıklığının güvencesi olmayan işleri
bireysel özgürlük ve kariyer fırsatı olarak markalayan bir
ideolojik mistifikasyon biçimi olduğunu söyleyecekti. 1950’li
yılların, bürokratik şirket yapısının rutinlerini ve
prosedürlerini içselleştiren eğitimli "Organizasyon Adamı"
tipolojisi günümüzde arzulanmayan bir şeydi. İş yerini yukarıdan
aşağıya doğru örgütlenmiş bir bürokrasiyle kontrol etmek
sadece çok maliyetli değil aynı zamanda esnek olmayan bir şeydi.
Bugün çalışanlardan beklenen kendi kendilerini yönetmeleri,
önceliklerini kendilerinin belirlemesiydi. Yükselmenin yeni yolu
rutinleri tekrar etmekten, uyum göstermekten değil yaratıcılıktan
ve yeni fikirlerden geçmekteydi. 1990’lı yıllarda internetle
ilgili işler yapan dot.com şirketler hızla gelişmiş, eskinin
bürokratik emirlerinden kurtulmuş Bobo’lar ve dijital elit yeni
fikirlerle ortaya çıkmıştı. Girişimci işverenlerin ve kendi
kendini yöneten profesyonellerin teşvik edildiği, Sembolik
Analistler, Sanal Sınıf, Yeni Bağımsızlar , Yaratıcı Sınıf
gibi kavramların yaygınlık kazandığı 1990’ların bilgi
ekonomisinde işverenlerle çalışanlar arasındaki eğitimsel ve
kültürel ayrım çizgileri daha az belirgin hale gelmişti. Kendi
kendini yöneten Dijital Zanaatkarlar onları sömüren
kapitalistler sürüsüyle aynı zevkleri ve yaşam tarzlarını
paylaşmaktaydı! 1990’lı yılların muhafazakarlarına göre post
fordizmde parlak bir fikre ve biraz şansa sahip her çalışan kişi
iyi iş yapan bir dot.com şirketi kurabilir ve bilgisayar endüstrisi
elitinin bir üyesi olabilirdi.
1990’lardaki
yeni profesyonel/ girişimci elit hakkında geliştirilen ilginç
yaklaşımlardan biri David Brooks’a aitti. Brooks’un 2000
yılında yayınlanan best seller kitabında ( Bobos in Paradise: The
New Upper Class and How They Got There) ortaya attığı-bohem
burjuva anlamına gelen- Bobo kavramı 1960’ların bohem karşı
kültürüyle 1980’lerin girişimci ruhunu birleştiren kişi
anlamına gelmekteydi. Bir tür Hippie-Yuppie karışımından oluşan
Bobo’lar entelektüel sermayenin öne çıktığı bilgi çağının
ürünüydü. Brooks’a göre bu dönemde başarılı olan kişiler
fikirleri ve duyguları ürünlere dönüştürebilen kişilerdi.
Hayli eğitimli bir kesim oluşturan Bobo’ların bir ayağı
yaratıcılığın bohem dünyasında, diğer ayağı hırsın ve
dünyevi başarının burjuva diyarındaydı. Sanata ve akla
hayranlık duymalarına rağmen kendilerini ticaretin içinde
buluyorlardı. Bobo’ların idealleriyle varolan gerçeklik arasında
bir çatışma mevcuttu ve Bobo’lar bu iki zıt kutbu
uzlaştırıyorlardı. Bobo’lar şirketlerinin reklamlarında
Gandi, Jack Kerouac vb. isimleri kullanarak düzen karşıtı üslubu
şirket zorunluluklarıyla barıştırıyorlardı. Eğitimli sınıf
içindeki kültür savaşı sona ermiş, burjuva ana akım kültürünün
değerleriyle 1960’ların karşı kültürünün değerleri
birleşmişti. Günümüzün eğitimli eliti gösterişçi
materyalizme, aleni züppeliğe, anti-entelektüalizme uzaktı.
Bobo’lar sanatsever gözüken gurme kafelere gidiyor, organik
gıdaları tüketiyor, kullanılmış görünen (aslında yeni ve
pahalı olan ) rustik ve etnik mobilyalar satın alıyor, yerel
köylülerin yaptığı giysilere ilgi gösteriyordu. Bobo dürüst
ve serbest bir tavır sergilemekteydi, kibar tavırlara karşı
kuşkucuydu. Saygıdeğer, ağırbaşlı, lüks, vakur olanı değil
doğal, otantik, sıcak, rustik, sade, organik, rahat, biricik,
zanaatkarlıkla ilişkili olanı severdi.
Bobo’lar
bohem davranışları sulandırıyorlar, burjuva kurumlarına karşı
yıkıcı davranmıyorlardı. Yuppie’lerden haz etmeyen, onlarla
karıştırılmaktan hoşlanmayan Bobo’lar Yuppie’lerden farklı
olarak paralarını vulgar bir biçimde harcamıyorlar, takım elbise
ve iyi boyanmış ayakkabılar giyen Yuppie’lere kıyasla daha
bohem giyiniyorlar, paralarını kişiyi tinsel ve zihinsel olarak
yükselten deneyimler için harcıyorlardı. Lüks şeyler yerine
ihtiyaçlar için harcama yapmayı tercih eden Bobo’lar Corvette
yerine malzemelerini taşımak ve arazide sürmek açısından
yararlı olabilecek Range Rover benzeri arazi arabaları, arduvazdan
yapılmış çok büyük duş kabinleri, profesyonellerin kullandığı
vasıfta yürüyüş ayakkabıları, araç gereç satın alıyorlardı.
Mutfak Bobo’nun en çok önem verdiği mekanlardan biriydi.
Bobo’ların çok geniş mutfaklarında çok büyük buzdolapları,
fırınlar, ocaklar bulunmaktaydı. Bobo’lar düzgün yüzeyleri
değil pürüzlü dokuları, doğal düzensizlikleri tercih
ediyorlardı, çünkü onların gözünde pürüzlü olan otantikliği
ve meziyeti temsil etmekteydi. Bardağın dibinde tortu bırakan
içecekleri, filtre edilmemiş meyve sularını, taneli ekmeği seven
Bobo’lar öte yandan çevre dostu bio ürünler satın alıyorlar,
insanlık davasına hizmet edecek bir tüketim tarzına
yöneliyorlardı. Böylece aydınlanmış kapitalizm karlarını
ilerici davalarla birleştiriyor, Bobo’lar süpermarketi terk
etmeksizin yağmur ormanlarını kurtarabiliyor, küresel ısınmayı
azaltabiliyor, dünya barışını yaygınlaştırabiliyordu. Bir çok
şirket, eğer eğitimli kesim toplumsal ilerleme uğruna fazladan
küçük bir meblağ öderse, doğru değerlerin şirket karlarının
artmasını sağlayacağını düşünmekteydi. Brooks’a göre
günümüzde şirketler ademi merkeziyetçi bir yapıya, enformel,
katılımcı sistemlere sahipti. İş tinsel, entelektüel bir
uğraşa, oyuna dönüşmekteydi. Çalışanlar bir sanatçı gibi
düşünmeye başladıklarında şirket için daha çok çaba sarf
etmeye başlıyorlardı. Bobo’lar için iş bir eğlenme, kendini
ifade etme biçimiydi. Bu nedenle Bobo’lar kendilerini önceleyen
profesyonel kesimlerden daha yoğun çalışıyorlardı. Burjuvazi
bohemliğin enerjisini emerek kendini tazelemişti. Çok çalışan
Bobo’ların dünyasında içki, sigara, uyuşturucu kullanmak ve
alem yapmak "out" idi, barların yerini kafeler almıştı.
Bisiklete binmek, jogging gibi öz kontrole dayalı faaliyetler "in"
idi. Zevkler konusunda faydacı bir anlayışa sahip Bobo’lar
sağlıklı besinlere yöneliyorlar –hızlı motosiklet kullanmak
gibi- tehlikeli zevklerden uzak duruyorlar, güvenli seksi tercih
ediyorlardı. Emniyet kemeri takmadan araba kullanmak ahlak dışı
bir davranış olarak görülmekteydi. Eskinin esrar ve içki
partileri yerini en fazla bir iki kadeh beyaz şarabın içildiği iş
partilerine bırakmış, bohem sarhoşluk sona ermişti. Artık öğle
yemeğinde kimse içki içmiyordu. Haz için yaşamak artık
geçmişten farklı olarak isyankar bir anlam taşımamaktaydı.
Bobo’lar görevleriyle hazları arasındaki ayrım çizgisini
bulanıklaştırmışlar, birincisini daha zevkli ikincisini daha
evcil hale getirmişlerdi. Faydalı, kişiyi geliştirici ve güvenli
olduğu sürece yeni duyumları deneyimlemeye açık olan Bobo’lar
tatili nelerin gerçekleştirildiğine bakarak değerlendiriyordu.
Sıradan bir turist olmaktan uzak olan Bobo bisiklet kullanıyor,
diğer kültürlerin içlerine dalıyor, gözü pek balıkçılarla,
uzak yerlerdeki zanaatkarlarla, koyu renkli giysiler içindeki
köylülerle sohbete girişiyor, otantik köylü hayatına, yerel
düğünlere, yüksek irtifalı fetihlere, kişiyi zenginleştiren
gizemli şeylere ilgi duyuyordu. Bobo’lar geçmişe, köklere, eski
yaşam tarzlarına, küçük yerel toplulukların içindeki yakın
bağlara, dünyayla daha doğal ve basit yollarla ilişkilenmeye önem
veriyorlardı.
Brooks’a
göre esnek olmayan ahlaki kodlardan hoşlanmayan Bobo’lar
ılımlılıktan, çoğulculuktan, toleranstan yanaydı. 1960’larla
1980’ler arasında burjuvalarla bohemler arasında süren
mücadele günümüzde yerini uzlaşma ve barışa bırakmıştı ve
Clinton yönetimi bu uzlaşmayı temsil etmekteydi. Clinton’lar
hem 1960’ların Vietnam savaşı karşıtları hem de 1980’lerin
vadeli işlemler borsası tüccarlarıydı. Hem sağa hem de sola
karşı mücadele etmişlerdi. Clinton yönetimi geleneksel
muhafazakar ve liberal değerleri uzlaştırıp birleştirmiş,
üçüncü yol olarak ortaya çıkmış, merkezci, anti-ideolojik,
konsensusa dayalı bir yönetim anlayışını öne çıkarmıştı.
Brooks’a göre hem 1960’lar hem de 1980’lerin ortak noktası
özgürlük ve ferdiyetçilikti. Bobo’lara düşen şey aşırı
özgürlükle ve aşırı bireycikle baş etmekti. Bobo’lar yakın
olunan otoriteden, yerel, yüz yüze politikadan yanaydı. Çoğu
Bobo kurtuluş ve serbestlikten ziyade topluluk ve kontrol
arayışındaydı. Bobo’lar radikal bir değişimi körüklemeye
değil düzeni restore etmeye çalışıyorlardı. Bobo’lar
sayesinde siyasi partiler merkeze yaklaşmış, sosyal barış
gelmiş, 1960’larda ve 1970’lerde görülen toplumsal sorunlar
azalmıştı.
Bobo’lar
paralarını onların otantik kişiliklerini geliştirmede faydalı
olacak şeylere harcarlar, her şeyin en iyisini seçmeyi bilen bir
zevke sahip olduklarını düşünürlerdi. Eric Gans “Tycoon,
Yuppie, and Bobo: Three Stages in the Esthetic of Consumption” adlı
yazısında şahsi hobileri olmayan, tüketim modeli rakipleriyle
paylaştığı yaşam tarzı tarafından belirlenen Yuppie’den
farklı olarak Bobo’nun kendine has bir yaşam tarzı, kişisel
bir öykü, bir yaşam anlatısı oluşturmak istediğini, uğraşları
aracılığıyla kendini benzersiz bir birey olarak tanımladığını
öne sürecekti. Bobo’lar için servet yaratma angaryası sadece
kişiliklerini geliştirmeleri için bir araçtı. Wallace Katz ise
“Who Rules America adlı yazısında (New Labor Forum, Fall/Winter
2002) Bobo’ların özel hayatlarındaki kendini gerçekleştirme
idealinin üst tabaka için üretilen çok pahalı malların
tüketimi, kültürel tüketimcilik anlamına geldiğini
söyleyecekti. Bobo’ların estetizmi ticarileştirilmiş bir
estetizmdi. Bobo’ların primitivizmi büyük ölçüde biçem ve
persona ile ilgiliydi. Brooks’un kitabında bahsettiği Bobo’lar
mümkün olan dünyaların en iyisindeki paylarından memnundular ve
piyasa değerlerini kabul ediyorlardı. Bobo’lar toplumsal
farkındalığa sahip ve siyaseten doğrucu olmalarına karşın
eleştirel bir kültür ve politika oluşturmuyorlardı. Brooks’un
kitabı 1990 sonlarının ekonomik canlanma ve dot.com balonu
döneminin tipik bir ürünüydü. Kitabın piyasada başarı
sağlamasının nedeni 1990’lar sonlarının zafer havasına
tekabül etmesi, 1980’lerde "Yuppie pisliği" yada
"akılsız kapitalist kuklalar" olarak küçümsenip alay
edilen insanları orta sınıf ve bohem ideallerini uzlaştıran
erdemli, üstün varlıklara dönüştürmesiydi. Oysa Bobo’lar bir
iktidara sahip kişiler değildi, her an işten atılabilirlerdi ve
nitekim daha sonraları dot.com balonu patlamıştı. Robert Locke
“Phonies in Paradise” adlı yazısında (FrontPageMagazine.com,
Mart 19, 2001) Bobo’ların asli bir yaşam tarzı olarak
tüketimciliği küçümsemediklerini, sadece kendilerinin ideolojik
hassasiyetlerine karşı olan tüketimcilik türüne karşı
olduklarını söyleyecekti. Bobo’lar fiilen ödenen ücretler
hariç her konuda şirketleri “anti hiyerarşik biçimde
yönetmekteydi. Bobo’lar ırksal eşitlik fikrini sevmekle birlikte
çocuklarını siyah çocukların pek fazla bulunmadığı okullarda
okutuyorlardı. Bobo’luk küresel elitin ideolojik uzlaşması için
mükemmel bir kültürel kostümdü: ekonomik konularda tam gaz sağa
doğru yol alabilmek için ekonomik olmayan tüm konularda
alabildiğine sola dönmeyi mümkün kılıyordu. Resmi rakamlar
Bobo’ların iktidara yükseldiği dönemde ekonomik eşitsizliğin
arttığını göstermekteydi. Bobo kültürünün yabancı
kültürlere olan yoğun ilgisi küreselleşmenin sadece normal değil
aynı zamanda kesin olarak beğeni sahibi bir görünüme sahip
kılınmasının ideal yoluydu.
Bobo’lar
küreselleşme döneminin bir ürünüydü. Küreselleşme dünyanın
bir çok yerindeki otelleri, eğlence mekanlarını, gazinoları,
tatil köylerini vb. birbirine benzeterek “yer olmayanları”
yaratmıştı. Üst-orta sınıfın bohem üyeleri olarak Bobo’lar
üçüncü dünyadaki eski, “ilkel”, “yabani”, “otantik”
olanın, “ötekinin” ürünlerini tüketerek standardın dışına
çıkmaya çalıştılarsa da bu boşuna bir çabaydı; ötekini
“egzotik” bir tüketim objesi olarak kuran küresel kapitalizmin
ta kendisiydi ve bu nedenle otantik olarak tüketilen şey de artık
standardın bir parçası haline gelmişti. Nasıl ABD’de başlarda
çoğunlukla Bobo’ların içtikleri “rafine kahveler” sunan
kafeler sonraları geniş orta sınıf kitlelerinin uğrak yeri
haline geldiyse benzer bir durum “ötekinin ürünlerinin”
tüketimi açısından da gerçekleşti. Kendisinin de Bobo olduğunu
söyleyen, Bobo’ları desteklemekle birlikte yer yer onlarla dalga
geçmekten geri durmayan Brooks kendisiyle 2002 yılında yapılan
bir söyleşide kendisinin eskiden Bobo’nun burjuva olanla bohem
olanın sentezini gerçekleştirmeyi başardığını düşündüğünü
ama daha sonraları burjuva yanın kazandığını söyleyecekti.
Brooks’a göre Bobo’nun bohem yanı artık sadece görünüşe,
giyim kuşama, iç dekorasyona ilişkindi. Bobo isyankar yanını
tamamen unutma eğilimindeydi. Brooks’un tek yanıldığı nokta
Bobo’ların bohem yanı değildi. Bobo’lar Brooks’un
düşüncesinin aksine çalışma hayatında bağımsızlığa ve
özerkliğe sahip değildi. 1990’lı yıllarda işyerlerinde
talimat verenlerin talimat alanlar üstündeki iktidarı artmıştı.
Bilgisayar aracılığıyla denetimin yaygınlaştığı bu dönemde
şirket yönetimleri bilgi işçilerini geçmişin fordist döneminin
işçileri üzerindeki kontrole oranla çok daha detaylı bir biçimde
kontrol edebiliyorlardı. Çalışmanın özgürleştiğine dair
üretilen egemen söylence şirketlerin karlarını arttırmaya
yönelik esneklik stratejilerinin bir parçasıydı. 2000 yılının
sonlarında başlayan dot.com sektöründeki krizden sonra serbest
çalışanların özerkliği daha da sınırlanıp bunlar birkaç
büyük şirkete bağlı olarak çalışmak zorunda kaldı. Evde
çalışılan saatler gitgide artıp özel hayat ortadan kalkmaya
başladı. Girişimci Bobo’ların ekonomik konumu kendilerinin
belirlediği bir konum olmaktan gitgide uzaklaşıp belirsiz,
istikrarsız bir hale geldi, Bobo’ların kurduğu çok sayıda
firma iflas etti, on binlerce profesyonel işsiz kaldı, internetle
ilgili iş yapan piyasa büyük tekellerin denetimi altına girdi.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
David
Brooks, Bobos in Paradise : The New Upper Class and How They Got
There, Simon & Schuster, 2000, 288 s.
Richard
Florida, The Rise of the Creative Class: And How It’s Transforming
Work, Leisure, Community and Everyday Life, Perseus Books Group,
2002, 416 s.
Marissa
Piesman and Marilee Hartley, Yuppie Handbook: The State-of-the Art
Manual for Young Urban Professionals, Pocket Books, 1984
Barbara
Ehrenreich, Fear of Falling: The Inner Life of the Middle Class,
Perennial, 1990, 304 s.
Richard
Barbrook, The Class of the New, Mute, 2006, 116 s.
No comments:
Post a Comment