POSTMODERN
TOPLUMDA UZAM
Postmodern
toplumun uzamlarını ve bu toplumun egemen uzam anlayışını
anlayabilmek için postmodern eleştirinin boy hedefi haline
getirdiği modernliğin uzam yaklaşımı üzerinde durmak gerekir.
XIX. yüzyılın sonlarından başlayarak kapitalist modernlik büyük
ölçekli kitlesel üretimin yaygınlaşmasını beraberinde getirdi.
XX. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren ve özellikle II. Dünya
Savaşı’nı takip eden dönemde Fordist üretim modelinin
gelişmesi ve güçlenmesi modern toplumdaki uzamı kitlesel üretimin
mantığınca şekillendirdi. Nan Ellin’e göre modernliğin uzamı
makine imgesine, endüstriyel ve mühendislikle ilgili referanslara
bağlı olarak oluşmaktaydı. Modernliğin şehirciliği endüstriyel
toplumun içinde barınacağı bir makine oluşturmaya yönelikti.
Amaç evrensel olduğu varsayılan “nötr”, “steril” bir
teknolojinin aracılığıyla teknokratik bir uzamsal ütopyanın
yaratılmasıydı. Uzamsal rasyonalite, verimlilik, işlevsellik
makine gibi işleyen bir kent yaratmanın koşulları haline
gelmişti. Büyük fabrikaların seri olarak ürettiği metalar gibi
kent steril, ruhsuz, özgünlüğü ve ışıltısı olmayan sonsuz
sayıda standart evlerle, binalarla doldurulmak isteniyor gibiydi.
Evrensel bir rasyonaliteyi temsil ettiği düşünülen bu modelde
geçmişe, geleneğe, yerele, cemaatsel olana ait olan dışlanmakta,
bağlamsızlaştırılmış, içinde bulunduğu yerle ilişkisi
koparılmış, soyut, işlevsel bir inşaat modeli, bir mimarlık
anlayışı öne çıkmakta, biçim işlevi takip etmekteydi.
Modernliğin egemen mimari yaklaşımı yapının izole bir obje
olarak çevresinden kopuk olduğu, ideal bir insan (erkek) modeli
için inşa edilen bir anlayışı yansıtmaktaydı. Tek bir
evrensel, işlevsel rasyonel yapı modelinin her yere uygulanabilir
olduğu varsayılmaktaydı.
Modernliğin
egemen mimari yaklaşımı “azla yetinmesini biliyordu.” Scott
Lash’in söylediği gibi, modernliğin mimarisi formalizme ve
sadeliğe önem vermekteydi. Bu mimari kendini gündelik olandan
soyutlamıştı. Mike Savage ile Alan Warde’ın da gözlemledikleri
gibi modern mimari bir örnekliğe, uluslararası stile yönelmişti.
David Harvey modernliğin büyük ölçekli, teknolojik olarak
rasyonel ve verimli şehir planlarına yöneldiğini, uzamın
toplumsal amaçlar için sosyal bir proje dahilinde biçimlendirilmek
istendiğini, endüstriyel inşaat sistemlerinin öne çıktığını,
uzamsal biçimlerin rasyonelleştirildiğini, montaj hattına ilişkin
bir örnekliğin, standartlaşmanın arttığını söyleyecekti. Öte
yandan modernliğin mimarisi “elitist, avangard” özellikler de
taşıyordu. Yaratıcı, auteur mimar kendini yere ait tarihsel ve
gündelik referanslardan soyutluyor, izole bir biçimde “üstün
soyutlama gücü” sayesinde evrensel olanı yaratıyordu.
Modernliğin yere, coğrafyaya önem vermeyen yaklaşımı tarihselci
bir bakış açısıyla da ilişkiliydi. Edward W. Soja’nın
yaklaşımına göre bu bakış açısında önemli olan tarihti,
zamandı; uzam ise sabit, hareketsiz ve ölüydü. Marx’a göre
coğrafya gereksiz bir komplikasyon idi. Marksistler yerelciliği,
bölgeciliği birleşmiş dünya proletaryasının evrensel kurtuluş
projesi önünde bir engel olarak görmekteydi. Önemli olan lineer
bir şekilde özgürlüğe doğru ilerleyen tarihin yasalarıydı,
sınıf mücadelesiydi, yer değildi. Yerle ilişkili geçmiş,
gelenek gericiydi; ilerici olan evrensel olandı.
1950’lerin
sonlarından başlayarak modernliğin uzam, mimari ve şehir planlama
yaklaşımları eleştirilmeye başlandı. Yeni yaklaşımlar genel
olarak postmodern sıfatıyla adlandırılıyordu. Postmodern uzam
yaklaşımları özgün, tarihsel, yerel biçimlere önem veriyordu.
İnsanların yeri, yapıyı nasıl algıladığı üzerinde durmayıp
soyut bir evrensel modeli dayatan modernlikten farklı olarak
postmodern mimari yaklaşımlar insanların yeri nasıl algıladığını
ciddiye alıyor, tek hakikat ve anlam yerine çoklu anlamları öne
çıkarıyordu. Bu mimari tikel ve gündelik olana önem veriyor,
aşikâr olan karşısında karmaşık olanı, saf olan karşısında
melez olanı, düz olan karşısında çarpıtılmış olanı öne
çıkarıyor, müphem, istikrarsız olanın, iç bütünlüğü
olmayanın izini sürüyordu. İkili karşıtlıklara dayalı
modernliğin “ya o ya bu” mantığına karşı postmodernlik “her
ikisi de/ve”yi ortaya sürüyor, birbiriyle çelişen boyutlara
sahip çok işlevli yapılara ve malzemelere yöneliyordu.
Modernliğin yapısı bitmiş bir yapıyken postmodernliğin yapısı
“bitmemiş,” kullanıcının edimleriyle değiştirilebilen bir
yapıydı. Modernlik ideal insan için inşa ederken, postmodernlik
“halk için,” gündelik hayatı içindeki somut insan için inşa
ediyordu! Postmodern mimari içinde sanayileşme öncesi dönemin
mekânlarına, tarihin değişik dönemlerindeki yapılara, yerlere
öykünmeler gözlenmekteydi. Mimaride çevreyi, bağlamı ikinci
plana koyan modernlikten farklı olarak postmodernlik
bağlamsallaştırmaya, tarihsel, coğrafi, kültürel referanslara
önem veriyordu. Nan Ellin’in belirttiği gibi postmodern mimari
tarihsel referansları eklektik bir biçimde bir arada
kullanmaktaydı. Süslemeci dekoratiflik, esnek bir mimari dil, çok
anlamlılık, farklılık, çoğulculuk öne çıkmaktaydı.
Postmodernlik kolaj, brikolaj, montaj yoluyla farklı, birbiriyle
çelişen parçaları bir araya getirmekteydi. Yeni mimaride önemli
olan derinlikten ziyade yüzeydi ve bu nedenle postmodern mimari dış
yüzeyi, cepheyi mutlaklaştırmakla eleştirilecekti. Modern
mimaride biçim işlevi takip ederken postmodernlikte biçim
fanteziyi, kurguyu takip etmekteydi ve bu nedenle postmodern mimari
sembolik anlamlarla, referanslarla doluydu. Yeniden üretilen
tarihsel mekânlar, hiper gerçek ortamlar bugüne bir ölçüde
mistik bir nitelik katıyor, kent çeşitli imajların kolajından
oluşan bir eğlence mekânına dönüşüyordu. Postmodern mimari
pragmatizmden, eklektik çeşitlilikten beslenmekteydi.
Modernliğin
evrensel olduğunu iddia eden egemen uzam anlayışı bürokratikti,
soyuttu, insanın tikel varoluşunu önemsemiyordu. Postmodernliğin
insani ölçeğe yakın bir uzamsallık yaratma iddiasına karşın
Scott Lash’ın da söylediği gibi bu mimari bir hümanizm
simülasyonunu temsil etmekteydi. Modernlikte yaratıcı mimar,
auteur önemliyken postmodernlikte müşteri önem kazanmıştı.
Gerçekten de modernlikte üretim ve üretici ağırlıktayken
postmodernlikte tüketim ve alıcı öne çıkmaktaydı. Postmodern
mimarinin farklılığı, çeşitliliği, çoğulculuğu öne
çıkarması çeşitlendirilerek, renklendirilerek derinleştirilmek
istenen mekân piyasasından bağımsız değildi. Modernliğin ünlü
mimarı Le Corbusier’nin “içinde yaşanacak bir makine” olarak
düşündüğü ev modeli postmodernliğin, bireysel farkına tekabül
eden ürünler bekleyen tüketicisi için uygun bir model değildi.
Postmodern mimari “soyuttan somuta doğru” bir yönelimi ifade
ediyordu. Farklı müşteri profillerine uygun, kişiselleştirilmiş,
“özel” mekânsal ürünlerin tasarımı, reklamı ve
pazarlanması gerekiyordu. Modernliğin tek anlamlı, kendini net bir
biçimde ifade eden mekânlarından farklı olarak postmodern
mekânlar anlamın sürekli olarak değiştiği, kaydığı,
ertelendiği müphem mekânlar olarak beliriyorlar; yerel
çeşitliliğe, “biricikliğe,” otantikliğe, nostaljiye önem
vererek oyuncul bir duygu yaratmaya çalışıyorlardı. Modernliğin
“kuru” mekânlarından farklı olarak postmodern mekânlarda
estetik kaygı birinci plana geçmişti. David Harvey’e göre
kentsel uzamda plan yerine tasarım öne çıkmıştı. Dağınık,
merkezi olmayan, tek bir noktada yoğunlaşmayan kentsel biçimler
daha uygun hale gelmişti. Bilgisayar programları sayesinde farklı
müşteri gruplarına kişiselleştirilmiş biçimler altında
sunulacak mimari ürünlerin esnek kitlesel üretimi mümkün hale
gelmekteydi. Evrensel mimarinin üst (meta) dili son bulmuştu.
Postmodern mimari içeriyi ve dışarıyı birbirine karıştırarak
kentsel ortama labirentvari bir nitelik kazandırmıştı. Harvey’e
göre bu mimari şizofrenik bir nitelik taşımakta, geçmişteki
stillere gönderme yaparak eklektik bir stil karmaşası
yaratmaktaydı. Tarih, nakledilmesi mümkün aksesuarlara
dönüştürülmüştü. Postmodern mimari yüzeyi, parçalılığı,
fantezi dünyasını, teatral olanı öne çıkarıyordu. İdareci
anlayış yerini girişimci anlayışa terk etmişti. Kevin Robins’in
dikkat çektiği gibi (Space and Place’in içinde) kentlerin
kendilerine has özelliklerinin ve kimliklerinin, yerin kültürel
anlamlarının ve geleneklerin vurgulanması ürünlerin
çeşitlendirilmesiyle, yerin pazarlanmasıyla ilişkiliydi.
Modern
uzam ve mimari anlayışını eleştiren postmodern yaklaşımlar
başlangıçta ticari kaygılardan bir ölçüde uzaktı. Muhalif
hareketler de (sitüasyonist, feminist vb) modernliğin uzam
anlayışının eleştirisine katılmaktaydı. Yeni Sosyal
Hareketler, muhalif yerel yönetimler, ekolojist hareketler yerleri,
caddeleri modernliğin makine modelinden kurtarmaya çalışıyorlardı.
David Ley ve Caroline Mills’in de söyledikleri gibi (The Spaces of
Postmodernity’nin içinde) postmodern yaklaşımların sistemle
uzlaşması ve metalaşma yoğunlukla 1980’lerden sonra
gerçekleşti. Bunun önemli nedenlerinden biri 1970 ortalarından
itibaren gelişmeye başlayan post-Fordist esnek üretim modelinin
ürünlerin çeşitlendirilmesini, bireyselleştirilmiş,
kültürelleştirilmiş bir tüketimi teşvik ederek postmodern
mimariyle müşteri yaratma bazında bir işbirliğine girmesiydi.
İlginç bir gelişme ise 1990’larda küreselleşmeyle birlikte
gerçekleşti. Postmodernliğin modernlikle özdeşleştirdiği bir
örneklik, standartlaşma bu kez sınır tanımayan küresel
iletişimin, para, sermaye ve bilgi akışının etkisiyle postmodern
uzamlarda egemen olmaya başladı. Nan Ellin, bir kale görüntüsü
arz eden ve sofistike güvenlik sistemleriyle korunan büyük
alışveriş merkezlerinin (shopping mall) kendilerini çevrelerinden
tamamen izole ederek içe kapalı bir dünya oluşturduğunu
söyleyecekti. Öte yandan geç postmodernlikte kentsel uzam
savunmacı bir görünüm arz ediyordu. Postmodern mimari mekânları
işsizlerden, yoksullardan, göçmenlerden, siyahlardan koruyacak
şekilde inşa ediyordu. Kamusal mekânlar gitgide özelleştiriliyor,
polis ve özel güvenlik elemanlarıyla, elektronik cihazlarla
kontrol altında tutuluyordu. Kent civarındaki ofis kompleksleri ve
kampuslar kendilerini dışarıdan gelebilecek her türlü tehdide
karşı izole etmişlerdi. Manuel Castells’in de belirttiği gibi
yeni profesyonel yönetici sınıfı küresel kapitalist ağa bağlı
kentsel uzamsal parçaları dışlayıcı biçimler altına sokarak
sömürgeleştirmekteydi. Yerler küresel bilgi akışının basıncı
altında sosyal anlamlarını kaybetmekteydi. Evden internet
kanalıyla yapılan alışveriş nedeniyle sokağa alışverişe
çıkmak bir olay, bir “event” haline gelmekteydi. Kent büyük
alışveriş merkezlerinden, tema parklarından oluşan bir eğlence
ve tüketim merkezi olarak örgütleniyordu.
Postmodernlik
yere, lokaliteye önem veriyor gibi görünürken öte yandan
küreselleşme ve dijital ağlar yerleri küresel bir piyasanın
parçaları olarak kuruyor ve bu durum yerlerin
standartlaştırılmasıyla, yer olmayan yerlerin (non places),
transit yerlerin oluşmasıyla sonuçlanıyordu. Geç postmodern
dönemde büyük alışveriş ve eğlence merkezleri, ofis binaları,
banliyölerde orta ve üst sınıfların oturduğu korunaklı siteler
modernliğin standart yapılaşmasına benzer özellikler
gösteriyorlardı. Kevin Robins’e göre (Space and Place’in
içinde) elektronik bilgi akışlarından ve sanal gerçeklikten
beslenen postmodern uzam bir örnekleşmeye, homojenleşmeye,
nötrleşmeye doğru yönelmekteydi. Kent bir sibernetik makineye
dönüşüyordu. Kevin Robins’in dikkat çektiği gibi
(Technocities’in içinde) kentler küresel-ağsal ekonominin
iletişim ve kontrol merkezleri olmak için bilgi altyapısına büyük
yatırımlar yapmaktaydı. Sanal kent aslında yerleşik, bedenlerin
somut ilişkisine dayalı gerçek kent yaşamını, yakın ilişkiyi
ve irtibatı ortadan kaldırmaktaydı. Paul Virilio da dolaysız
ilişkilerden kopmanın, mesafe oluşturmanın, angajmandan
kaçınmanın, tele varoluşun, sanal irtibatın gerçek kent
yaşamını tahrip ettiğini söyleyecekti.
Postmodernlikte
çeşitlilik, farklılık ve oyunculluk ancak güvenliği sağlanmış
tüketimin sürekliliğine hizmet ettiği sürece mevcuttu. Universal
Stüdyolarının tema parkındaki “davranış yönetmeliği”
gürültücü davranışları, şarkı söylemeyi, koşmayı,
gereksiz yere gözünü dikip bakmayı, aynı yerde beş dakikadan
fazla oturmayı vb yasaklıyordu. Postmodern kentlerdeki kültürel
etnik çeşitlilik ve renklilik ise ancak turistik “event”’lere
konu olduğu ölçüde mevcuttu. Postmodern kente örnek olarak
gösterilen Los Angeles’ta orta sınıfların yaşadıkları
bölgelerden “görünmez” sınırlarla ayrılmış göçmen ve
yoksul mahalleleri sürekli bir polis gözetimi, denetimi, baskısı
altındaydı. Mike Davis’in deyimiyle bu “kale şehirde”
polisin terörle özdeşleştirdiği yoksul bölgeler, orta ve üst
sınıfların yaşadığı bölgelerden tecrit edilmişti. Kentsel
tasarım, mimari ve polis aygıtı bu kentte güvenliği sağlamak
üzere işbirliğine girmişti. Mimarinin neo-militer sentaksı
yoksullara karşı savunulabilir mekânlar yaratmaya yönelmişti.
Dev alışveriş, iş, eğlence, kültür merkezlerinin sahte kamusal
mekânları, orta sınıfların fark etmediği ama yoksulların çok
iyi bildiği, alt sınıfları uyarmaya yönelik “görünmez”
ikaz işaretleriyle doluydu. Plajlar özelleştirilip güvenlik
görevlileriyle korunmakta, kütüphaneler, oyun yerleri
kapatılmakta, caddeler tehlikeli olarak tanımlanmakta, kamusal
mekânlar özelleştirilmekte, militarize edilmekteydi. Los
Angeles’ta polis helikopterlerinin muhtemel operasyonları için
her evin damına bir numara yazılmıştı. Mimarlık polis
devletiyle işbirliğine girmişti. Edward W. Soja’nın yorumuyla
her şeyin pastişle parçalı bir görünüme sahip kılındığı
postmodern kentsel uzam aslında kapitalist, ırkçı, patriarkal
boyutu görünmez kılıyordu.
Postmodern
uzamda hiper gerçeğin, sanal mekânların, simülakranın
yaygınlaşması kitsch’i beraberinde getiriyordu. Öte yandan
postmodern çeşitlilik aslında yüzeyin çeşitliliğiydi ve orta
sınıf yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelen bu yüzey,
altında dışlanmışlara karşı bir şiddet eğilimi
barındırmaktaydı. Postmodernliğin yoksullara karşı geliştirdiği
savunmacı mimari, orta sınıfların kendi yaşam tarzlarını ne
pahasına olursa olsun savunma eğiliminden destek görüyordu.
Panoptik elektronik gözetim alışveriş ve eğlence merkezlerini,
caddeleri orta sınıfların güvenli alışverişi, tüketimi için
kontrol altında tutmaktaydı. Öte yandan postmodern toplumda
tüketici yaşamı –alışveriş merkezinin yanı sıra– güvenli
ortam olan ev içine taşınmıştı. Dijital ya da global uzam artık
evdeki bilgisayarın ekranında beliren uzamdı; bilginin, iletişimin
ve de en önemlisi alışverişin uzamıydı. Modernliğin monolitik,
teknolojik uzamına karşı çıkan postmodernlik uzamı tekniğin en
gelişkin tek tip yaratısı olan ekranla özdeşleştirilmişti.
Yerin “hafızasını,” tarihini, kültürünü öne çıkaran
postmodernlik sonuçta yer olmayan yerleri yaratmış, hafızayı ise
bilgisayarın hafızasına indirgemişti.
Şimdi
postmodern toplumun uzamlar arasındaki sınırları
muğlaklaştırması, uzamlar arası geçişleri, akışkanlığı,
melezliği hızlandırması konusuna gelelim. Tüm bunlar daha ziyade
orta ve üst sınıfların katıldığı ve küresel kapitalist ağın
bir parçası haline gelmiş uzamlar için bir ölçüde geçerlidir.
Çeşitlendirilmiş tüketimsel uzamlar orta sınıf müşterilere
tüketimin, oyunun, eğlencenin iç içe geçtiği muğlak alanlar
sunarlar. Ancak yoksulların, varoşların uzamı orta sınıfların
uzamından hiçbir muğlaklığa yol açmayacak biçimde net
sınırlarla ayrılmıştır ve yoksullar bu sınırları aşıp
“melezleşmeye çalışırlarsa” başlarına nelerin geleceğini
çok iyi bilirler. Çokkültürlülük, kültürel çeşitlilik daha
ziyade kent seçkinlerinin kenti pazarlamak için düzenledikleri
fuarlarda yerel çeşnilerin sergilenmesi bağlamında
gerçekleşmektedir! Postmodern farklılık ve çeşitlilik söylemi
özellikle post-Fordist sektörlerde çalışan orta sınıfların
tikel olanın tüketimine yönelik post-romantik özlemlerine denk
düşmektedir.
Postmodernlik
uzamın merkezsizleşmesini beraberinde getirmiştir. Postmodern
kentler modernliğin bir merkez etrafında örgütlenen kentlerinden
farklı olarak farklı merkezlerin varolduğu kentlerdir. Bazı iş
ve yerleşim bölgeleri daha önce buralarda varolan bir nüfus,
tarih, kültür bulunmadan yüksek teknolojik ağlarla donatılmış
bir biçimde kurulmaktadır. Postmodern kentler farklı parçalardan
oluşan bir kolaj görüntüsü sergilemektedir. Ancak bu birbiriyle
uyuşmaz görünen parçalardan oluşan kaotik görünümlü yapı
çok yüksek bir kârlılık üretmektedir. Öte yandan Soja’nın
da belirttiği gibi postmodern kentler merkezden yoksun değildir.
Kentin kolektif denetiminin, siyasi yönetiminin gerçekleştirildiği
bir merkez varlığını sürdürmektedir.
Postmodernlikte
kentle taşra, kent merkeziyle banliyö, merkezle çevre, iç ile dış
arasındaki eski sınırlar muğlaklaşmıştır. Postmodernliğin
uzamsal sınırları muğlaklaştırması Jameson ve Harvey gibi
Marksist kuramcıların postmodern uzamı “kaotik”, “şizofrenik”
gibi sıfatlarla eleştirmesine neden olmaktadır. Marksist
kuramcıların modernlikten ziyade postmodernliğin uzam anlayışını
eleştirmesi Marksizmin modernliğin bir parçası olmasıyla da
ilişkilidir. Harvey postmodernliği lokaliteyi, yeri, cemaatleri
fetişleştirmekle eleştirecektir. Jameson’a göre ise
postmodernlik ampirik, kaotik, heterojen olanı öne çıkarmaktadır.
Jameson’ın postmodern “kampa” dahil ettikleri arasında John
Cage, punk, Godard, Burroughs da yer almaktadır. Jameson’a göre
hiper postmodern mekânlar (Los Angeles’taki Bonaventure Oteli)
hacim ve perspektifin anlaşılmasını mümkün kılacak mesafe
duygusunu ortadan kaldırmakta, insanı boşluğun bir parçası
haline getirmektedir. İnsan bedeni yerini tayin edememekte, algısal
ve bilgisel olarak etrafını kuşatan ortamı bir düzen içine
sokamamakta, haritalandırılabilir bir dış dünya içinde kendi
pozisyonunu kuramamaktadır. Kathleen M. Kirby’nin de dikkat
çektiği gibi (Bodyspace’in içinde) Jameson’a göre entelektüel
ve politik pratik için gereken düzenli, apaçık bir yönün kayıp
gittiği, kurulu uzamın yönetilemez hale geldiği bir durum söz
konusudur. Jameson’ın bildiği yön bulma biçimleri postmodern
uzamda işe yaramamaktadır. Postmodern uzam bir güzergâh
oluşturmaya imkân veren, “burası ile orası”, “öncesi ile
sonrası” arasındaki anlamlı ayrımları silmektedir. Jameson
analiz etmek için olgularla arasına objektif bir mesafe koymak,
dünyayı dışsal, haritası yapılabilir olarak tanımlamak
istemektedir. Postmodernlikte uzamın gerçekliğini yitirmesi,
elastikliği, dayanak noktasının olmayışı Jameson’ı rahatsız
etmekte ve o hızla uçucu hale gelen sınırları eski haline
getirmeye çalışmaktadır. Kendisini çevreleyen ortamdan pek fazla
ayırt edilemeyen parçalanmış özne muhalif bir faaliyeti formüle
etmekten âciz görünmektedir. Jameson postmodern uzamın insanları
pasifliğe ve çaresizliğe sürüklediğini belirtmekte, bedenin
uzamın etkilerine doğrudan maruz kalmasından rahatsız olmakta,
uzamın monadik bir öznellik tarafından yeniden kurulmasını,
sınırlarının oluşturulmasını istemektedir.
Postmodern
uzam içinde radikal uzamsal özneliklerin yaratılması yönündeki
en önemli açılımlar ise postyapısalcı eleştirilerden
gelmektedir. Postmodern toplumda sınırların müphemleşmesi yeni
yersiz yurtsuz, kaotik, muhalif alanların oluşturulması için
ister istemez bir imkân yaratmıştır. İç/dış, ben/öteki,
merkez/çevre vb ikili karşıtlıklar üzerine kurulmuş olan
modernliğin oluşturduğu sınırlar birer sosyal kurguydu ve
özneleri disiplin altında tutmaya hizmet ediyordu. Postmodernliğin
ticari bir bağlamda da olsa sınırları muğlaklaştırması, her
şeyi bir akışkanlığa sürüklemesi radikal öznelliklerin egemen
sınırları aşındırmasına da bir ölçüde ortam yaratmaktadır.
Edward W. Soja ve Barbara Hooper’ın da söyledikleri gibi (The
Spaces of Postmodernity’nin içinde) parçalanmış kimlikten
korkan ve onu reddeden modern politikalar siyasi bölünmelere neden
oldular ve bu durum hızlanarak devam etti. Çokluğa dayalı radikal
öznelikler yaratmaya yönelmediler. Yeni radikal politikalar ise tüm
diğer mücadeleleri önceleyen “tek dönüşüm”, “büyük
reddediş” yerine bir direnişler çokluğunu oluşturmaya
yöneldiler. Modernliğin net, düzenli ikili karşıtlıklarından,
düzensizlik ve muğlaklığa yönelik hoşgörüsüzlüğünden,
özcülüğün destek verdiği üniterlik eğiliminden uzak durdular.
bell hooks hem riskleri hem de direniş imkânlarını içinde
barındıran, muğlaklıklarla ve çelişkilerle dolu uç yerlerin
yaratılmasından yanaydı. Bu sınır bölgeleri çok merkezli
topluluklar içinde varolan radikal özneliklerin birbiriyle buluşup
çoğalabileceği radikal açıklık mekânlarıydı. Trinh T.
Minh-ha ise merkezin sabitleme ve kodlama girişimleri karşısında
marjinal yerlerin kendilerini sürekli olarak düzensizleştirmelerini,
yer değiştirmelerini önerecek, farklılıklar anarşisini öne
çıkaracaktı. Sınırdaki yerler mücadele alanlarıydı, iktidar
yapılarının sınırlandırıcı, kategorize edici gücünün
bozulduğu, düzensizliğe itildiği bir alandı. Deleuze de
akışları, kaçış çizgilerini, “aradaki yerleri”,
“şizofrenik uzamın” muhalif niteliğini öne çıkaracaktı.
Postmodern
uzam düzensiz, kaotik, sınırların tamamen yok olduğu, geçişlerin
sınırsız hale geldiği bir uzam değildi. Sınırların
muğlaklaştırılması ürün ve hizmetlerin çeşitlendirilmesine
hizmet ediyordu ve bu bağlamda ticari bir işaretler sisteminin
üretilmiş kodları altında varlık alanı buluyordu. Kaos ticari
göstergelerin karmaşık değiş tokuşu çerçevesinde mevcuttu ve
bunun dışındaki her muhalif kaotik oluşum, karşısında polis
gücünü buluyordu. Melezleşmeye gelince... O da ancak egemen
sınıfsal, ırksal hiyerarşilerin, sınırların korunması
kaydıyla, daha ziyade ticari-kültürel-turistik bir bağlamda
beğeniye sunuluyordu. Günümüz toplumundaki radikal öznelikler,
postmodernliğin hiçbir zaman tam olarak gerçekleştiremediği
müphemliği, sınırların belirsizliğini, sınırların ihlalini,
sınırlar arasındaki geçişleri, iç/dış, ben/öteki gibi ikili
karşıtlıkların ortadan kalkmasını muhalif bir politika için
birer imkân olarak gördüler. Modernist muhalifler ise modernliğin
ikili karşıtlıklara dayalı uzam anlayışının dışına fazla
çıkamadılar. Modernliğin iktidarı olsun, muhalefeti olsun, yeri
tarihsel güçlerin ilerlemesiyle aşılacak önemsiz, dışsal sabit
bir alan olarak görmüştü. Modernliğin muhalefeti özgürleştirici
yerler üretemedi.
YAŞAR
ÇABUKLU
KAYNAKLAR:
Trinh
T. Minh-ha, Woman, Native, Other: Writing Postcoloniality and
Feminism
Indiana
University Press, 1989, 173 s.
der.
Nancy Duncan, Bodyspace: Destabilizing Geographies of Gender and
Sexuality
Routledge,
1996, 278 s.
Mike
Davis, City of Quartz: Excavating the Future in Los Angeles
Verso,
1990, 462 s.
Manuel
Castells, The Informational City: Information, Technology, Economic
Restructuring and
the
Urban Regional Process, Blackwell Publishers, 1991, 416 s.
David
Harvey, Postmodernliğin Durumu: Kültürel Değişimin Kökenleri
çev.
Sungur Savran, Metis Yayınları, 1997, 407 s.
Fredric
Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı
çev.
Nuri Plümer, YKY, 1994, 527 s.
Scott
Lash, Another Modernity: A Different Rationality
Blackwell
Publishers, 1999, 400 s.
Mike
Savage, Alan Warde, Urban Sociology, Capitalism and Modernity
Macmillan,
1993, 221 s.
der.
Erica Carter, James Donald, Judith Squires , Space and Place:
Theories
of Identity and Location, Lawrence and Wishart, 1993, 399 s.
Edward
W. Soja, Postmodern Geographies: The Reassertion of Space in
Critical
Social Theory, Verso, 1994, 266 s.
der.
Michael J. Dear, Steven Flusty, The Spaces of Postmodernity:
Readings
in Human Geography, Blackwell Publishers, 2002, 486 s.
Paul
Virilio, Cybermonde: La politique du pire
Editions
Textuel, 1996, 112 s.
Nan
Ellin, Postmodern Urbanism
Blackwell
Publishers, 1996, 348 s.
der.
John W. Downey, Jim McGuigan, Technocities
Sage
Publications, 1999, 213 s.
No comments:
Post a Comment