Monday, November 25, 2019

PENCERE








PENCERE


Duvarda açılmış bir deliktir pencere. Bu delik bize—
odanın içindeki dünyamızı terk etmeksizin—dış dünyanın
bir görüntüsünü, kesitini sunar.

Pencere bizi dış dünyaya açmakla kalmaz; aynı zamanda
dış dünyayla aramızda bir sınır oluşturur; bizi dış
dünyadan ayırır. Dışardan kepenkle, içerden perdeyle-tülle
korunmasının, açık ya da kapalı olmasının ötesindedir
sınırlayıcı gücü; daha ziyade bir çerçeve, bir “ekran” olmasıyla
ilişkilidir.


İçinde dilin de bulunduğu kültürel araçlar gibi, pencere
de dışla içi hem birleştirir hem ayırır. Dışarısını ve
içerisini kuran bir aygıttır pencere; ikisi arasındaki eşiktir.
Kapatmak zorunda olan bir boşluktur.

Pencere insanların kendilerini başkalarının bakışlarından
sakınmadığı, tanrının herkesi gördüğü bir dünyanın
sonuna işaret eder. Penceresinin arkasında duran birey
artık görülmeden görmek istemektedir.


Penceredir modern bakışı ve öznelliği kuran; içeriye
ışığın girmesini sağladığı gibi bireye ihtiyaç duyduğu “gölgeyi”
sağlayan; dışarıyı seyrederken onun kendi üzerine
düşünmesini, kendi karanlığıyla yalnız kalmasını mümkün
kılan.

                                  xxxxxx


Batı’da Rönesansla başlayan süreçte modern özne kendi
dışındaki dünyayı—araya eleştirel, estetik vb bir mesafe
koyarak—gözlemleyen birey olarak belirir. Pencere
gözlemleyenle gözlemleneni, bakanla bakılanı birbirine
bağladığı gibi birbirinden ayırır da. Pencereden görünen
dünya göz kamaştırıcı, arzulanan bir dünya olabileceği
gibi “yabancılaşmış” bir dünyadır da. Pencere, arkasında
duran bireye korunaklı bir yer sağlar görünse de bunun
bedeli bireyin dış dünya içindeki, herkesin içindeki yerini
kaybetmesidir!


Modern öznellik, penceresinden dışarı bakan, kendini
dışarıdakinin bakışından gizleyen, görülmeden gören bireyin
öznelliğidir! Evin bir beden olarak tasavvur edildiği
bir ortamda modern bedenin dışarıdan gelebilecek ihlallere,
sızıntılara karşı kendi sınırlarını korumasına benzer
şekilde evin de kendini başkalarının ihlalci bakışlarından
koruması gerektiği düşünülmektedir. “Geçirgen olmayan
pencere” aracılığıyla görünen (tabloya benzer bir şekilde
pencerede temsil edilen) dış dünya artık gözlemcinin içinde
bulunduğu odanın içine doğru devam etmemekte, odayla
karşılıklı bir ilişki içinde bulunmamaktadır. Rönesans
döneminde ortaya çıkan, görülmeden gören izleyicinin
asimetrik bakışı tek bir noktadan bakmayı temel alan bir
perspektif anlayışıyla birlikte gelişecek, giderek güçlenerek
on sekizinci yüzyılda görünmeyen bir gözlemcinin
tüm mahkûmları gözetleyebildiği panoptikon hapishane
modeline temel teşkil edecektir.


Geometrik bir noktaya indirgenmiş hareketsiz bir göze
dayalı perspektif modelini geliştiren on beşinci yüzyıl İtalyan
mimarı Leon Battista Alberti pencereyi bir tür tablo
olarak değerlendirmiştir. Pencere bir tablo gibi dış dünyanın
çerçevelenmiş imajını bakışımıza sunmaktadır. Pencere
dışarıdan gelen görüntüyü çerçevesinin içine yerleştirir.
Çerçeveleme dış dünyanın görüntüsünü düzen içine sokar.
Başka yerin çerçevelendiği tablo-pencere modeli daha sonraki
dönemlerde tiyatro sahnesinde ve sinema perdesinde
de ortaya çıkacak, penceresinin arkasında görünmeden
bakan, pasif, seyrettiğiyle karşılıklı ilişki içine girmeyen
gözlemci profili modern gösteri izleyicisinde varlığını
sürdürecektir. Pencere-sahne-ekran: birey giderek artan
ölçüde dünyayı çerçevelerin içinden görmeye itilmektedir!


Öte yandan bir noktadan bakışın efendisi olan modern
öznenin görüş alanı sınırlıdır. Pencere parçalara ayırdığı
görünür dünyanın sadece “seçilmiş” bir kesitini sunar.
Üç boyutlu dış dünyayı iki boyutlu bir yüzey üzerinde
temsil eder. Çerçevelenmiş dış dünya bir peyzaja, sahneye,
ekrana dönüşür. Pencere ekran gibi hem bir yüzey hem
de bir çerçevedir, bir görüntünün yansıtılıp çerçevelendiği
düz bir satıhtır.

                                       Xxxxx


On beşinci yüzyıl İtalya’sında çok yüksekte bulunan pencereler
dışarıyı görmeye olanak vermemektedir. Pencere
deyince esas olarak kepenk anlaşılmaktadır. Pencere kasası
üzerine—yağmurun girmesini engellemek için—yağlı
cila sürülmüş çuval bezi gerilmiştir. Pencere dışarısını göstermeyen bir tür “ekran” ve mobilyadır; evde oturanlar
taşındıklarında bu mobilyayı beraberlerinde götürmektedir.
Gündelik hayatta düz cam levha bulmak hemen hemen imkânsızdır.


On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda mevcut cam
levhalar aşırı pahalı, lüks malzemelerdir. Evindeki camın
arkasından dışarıdaki manzarayı seyretmek aristokrasiye,
üst sınıflara özgü bir ayrıcalık olarak belirmektedir.
Camın ucuzlaması ve cam kullanımının yaygınlaşması on
dokuzuncu yüzyılda gerçekleşecek, modern kapitalizm
1851’de Londra’da demir ve cam konstrüksiyondan yapılan
Kristal Saray’dan sonraki dönemde büyük yapıların,
gökdelenlerin yüzeyini camla kaplamaya başlayacaktır.


Modernliğin dünyadan kesitler-pencereler sunan çerçeveleri
fotoğraftaki gibi sabit görüntülere dayanabileceği
gibi sinema ya da televizyondaki gibi hareketli görüntülere
dayanabilmektedir. Yaygın olmasa da birden fazla
çerçeve yan yana sunulabilmektedir. Modernliğin avangard
sanatı, tek bir noktadan bakmaya dayalı perspektif
anlayışını sarsan deneyler gerçekleştirdiyse de bu sınırlı
kalmış, ekranı pasif bir şekilde seyreden izleyici modeli
gücünü korumuştur. Postmodern kapitalizm ise izleyiciyi
bilgisayar ekranı karşısında interaktif bir konuma
getirmesinin yanı sıra bilgisayarın masa üstünde bulunan
çok sayıdaki pencereyle tek pencerenin egemenliğine son
vermiştir! İnternette “pencere” (window) kelimesi aratıldığında
karşımıza gelen gerçek pencereden çok Windows
işletim sistemidir.


Postmodernlik modernliğin camla kapladığı yapıların
yüzeylerini, içlerini ekranlarla doldurmuştur. Bill Gates’in
Seattle’daki evi pencerelerinden ziyade ekranlarıyla ün
lüdür. Ekran artık her yerdedir; otobüsler, trenler, marketler,
alışveriş merkezleri, şehir meydanları ekranlarla
doludur. Bireyler artık dünyaya gerçek pencerelerden
ziyade ekranların sanal pencerelerinden bakmaktadır.


Postmodernite sadece bir ekran kültürü değildir; aynı
zamanda bir interaktif ekran, bir arayüz kültürüdür. İnternete
bağlı bilgisayar ekranı gerçek zamanlı ekrandır.
Kablosuz internet erişimli netbook’larla, cep telefonlarıyla
ekran artık hareketli, “göçebe” hale gelmiş, modernliğin
hareketsiz ekrana ve izleyiciye dayalı modeli sarsılmıştır.
Çok sayıda pencerenin aynı anda, bir arada var olduğu,
kesiştiği, pencerelerin akışkan hale geldiği, ekranda sürüklenip
boyutlarının ayarlanabildiği, ekranın kenarlarında
bir yere itilebildiği gibi göz önünde bir yere getirilebildiği,
çerçeve içinde çerçeve, ekran içinde ekran oluşturulabilen
bilgisayar ekranı artık gündelik gerçekliğin ayrılmaz bir
parçası haline gelmiştir.


Geç postmodern toplumda sanal çerçeveler, ekranlar
giderek daha fazla parçalı hale gelmekte, sayıları hızla
artmaktadır. Dünyayı içlerinden gördüğümüz—zaman
ve mekân olarak parçalanmış—sanal pencereler güçlerini
tekil ve ardışık olandan ziyade çoklu ve eşzamanlı olandan
almaktadır. Perspektiflerin pencerelenmiş çokluğu, ekranların
parçalanmış, akışkan yapısı bireyin klasik zaman ve
mekân algılarını sarsmakta, sanal pencereler bireyin sanal
mekânlar içindeki sörfünü yönlendirmekte, birey iletişimsel
matriks içinde belirleyici bir aktör, özne olma vasfını
giderek yitirmektedir. Gerçek dünyadaki pencerenin sanal
Windows’a örnek teşkil ettiği artık kimsenin aklına gelmemektedir. Sadece kendine referansta bulunan ekrandaki
sanal pencere gerçek pencere üzerinde egemenlik kurmuş,
ondan daha gerçek hale gelmiştir.”


                                 xxxxx


Pencere dünyaya “doğrudan dahil olmamızı” engelleyen
bir kültürel düzenektir! Ama tarih boyunca mitler,
ayinler, kültürel, simgesel dolayımlar da “doğrudanlığı”
engellememiş midir? Kültür, dil “doğaya yabancılaşmayı”
artırmamış mıdır? İnsanlık değişik biçimler altında dünyayı
çerçeveler içine sokmaya çalışmamış mıdır?


Pencerenin, çerçevenin “dışındaki,” “ötesindeki” dünya
gerçek, hakiki” dünya mıdır? Hayır; çünkü kültürün
dışı olmadığı gibi, kültürün, söylemin dışında bir “hakikat”
de yoktur.


Ama insanlar kültürü “kuran” araçlar, dolayımlar, tertibatlar,
aygıtlar yarattıkları gibi onu “aşındıran” düzenekler
de yaratırlar! Ve kültür aşındırılarak kurulur aynı zamanda.


Pencere dışarıdaki dünyayı bir peyzaj olarak kurarken
içerisini bireyin mahremiyet alanı olarak kurar. Pencere
sayesinde başkalarının bakışından korunmuş birey bakışını
kendi içine çevirir. Pencere bireyin hem dış dünyayla
hem de kendiyle olan mesafesini, bireyin içindeki gölgeyi
ve karanlığı artırır.


Bu karanlık, pencerenin “şeffaflığa,” içinden geçen bakışın
doğrudanlığına” göndermede bulunmasına karşın
arkasındaki öznenin alanına opak, saydam olmayan bir
nitelik kazandırmasıyla da ilişkilidir. Kültürün kodlarıyla
pencerede temsil edilen dış dünya mahremiyetin kodlarıyla
oluşturulmuş öznenin karanlığının eşlikçisidir.


Yitirilmiş” şeffaflıkla bireysel karanlığın en yakından
temas ettiği yerdir açık pencerenin eşiği; yüzeyle derinliğin
buluştuğu yerdir! Eşiğin dışındaki uçurum insanın
karanlığına seslenir, onu çağırır. Kültürün yol açtığı acı
kültürün yarattığı çerçevenin içinden geçerek atlanan boşlukta
son bulur.

YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:


Wajcman, Gérard, Fenêtre: Chroniques du regard et de l’intime, Editions Verdier, 2004.

Wajcman, Gérard, “Intimate Extorted, Intimate Exposed,” S: Journal of the Jan van Eyck Circle for Lacanian Ideology Critique 1, 2008.

Friedberg, Anna, The Virtual Window: From Alberti to Microsoft, MIT Press, 2009.

Chan, Paul, “Untitled (Behold, I Show You a Mystery)”, Fillip 7, Kış 2008.

Krysmanski, H.J., WINDOWS, Exploring the History of a Metaphor, www.uni-muenster.de/PeaCon/psr/pn/05-krys-windows.pdf

Teyssot, Georges, Fenêtres et écrans: entre intimité et extimité, http://revues.mshparisnord.org/appareil/genPDF.php?id=1005





Monday, November 18, 2019

KORKUNUN MİMARİSİ VE KAPALI YERLEŞMELER






KORKUNUN MİMARİSİ VE KAPALI YERLEŞMELER


En çok ABD’de yaygın olmakla birlikte Avrupa’da, Asya’da, Latin Amerika’da, Avustralya’da, Güney Afrika’da, Ortadoğu’da ve Türkiye’de de sayıları hızla artan kapalı yerleşmeler (Gated Communities) çeşitli adlarla anılıyor: kapılı topluluklar, güvenlikli siteler, kapalı topluluklar, kapalı siteler, yüksek korumalı siteler, korunaklı konut siteleri vb. Kapalı yerleşmelerin çevresi genellikle duvarlarla veya demir parmaklıklarla çevrili oluyor, sitenin kapısında/kapılarında özel güvenlik görevlileri giriş çıkışları kontrol ediyor, bazı uygulamalarda sitede oturan kişinin onayı alınmadan kapıdan içeri misafir sokulmuyor. Kapalı yerleşmeler antikçağın ve ortaçağın etrafı duvarlarla çevrili kentlerine benzetiliyor. Ancak aralarında önemli bir fark var: çeşitli toplumsal kesimleri içinde barındıran, heterojen eski kentlerin etrafındaki surlar kenti dış düşmanlara karşı korurken, orta ve üst sınıflardan insanları içinde barındıran, kent merkezlerinden görece uzak yerlere kurulan, sakinlerinin gelir düzeyi, tüketim alışkanlıkları ve yaşam tarzı itibariyle görece homojen bir görünüm arz eden günümüzün kapalı yerleşmelerinin etrafını çeviren duvarlar site sakinlerini kentteki diğer yurttaşlardan, özellikle yoksullardan, “renklilerden”, “ötekinden “ korumayı amaçlıyor. İstanbul’da bulunan Kemer Country’nin bülteninde şu cümle yer alıyor: “Kemer Country’yi şehirden gelebilecek herhangi bir istila olasılığına karşı korumak için elimizden geleni yapmalıyız.”



Batı’da, modern anlamda, kenti yoksullardan gelebilecek tehlikelere karşı koruma çabaları XIX. yüzyılda yoğunlaştı. Paris’te askeri kışlaları yoksul bölgelere en kısa şekilde bağlayan geniş bulvarlar açıldı, gecekondu bölgeleri askeri araçların girebileceği genişlikte caddeler tarafından yarıldı, kentteki sokaklar bireysel düzenli bir yaya akışını kolaylaştıracak ama insanların toplanmasını güçleştirecek şekilde tasarlandı, kent trafiği ve toplu ulaşım saatleri yoksulların kent merkezine ulaşmasını zorlaştıracak şekilde düzenlendi. XIX. yüzyılda ABD’de ve İngiltere’de içlerinde zenginlerin oturduğu kapalı yerleşmeler ortaya çıktı. Edward J. Blakely ve Mary Gail Snyder’in belirttikleri gibi XX. yüzyılın ilk yarısında ABD’de Hollywood’daki zenginler etrafı duvarlarla, parmaklıklarla çevrili bölgelerde oturuyorlardı. Ancak bu tür yerleşmeler toplumun çok küçük bir kesimiyle sınırlı kalmaktaydı. ABD’de kitlesel ölçekteki ilk kapalı yerleşmeler 1960 sonlarında Florida’da emekli siteleri biçiminde ortaya çıktı ve 1970’li yıllarda tatil yerlerine, orta sınıf banliyölerine ve diğer bölgelere yayıldı. 1980’lerdeki neo-liberal dönemde kapalı yerleşmeler yeni orta sınıf içinde yaygınlaşmaya başladı ve 1990’larda patlama yaptı. Günümüzde metropolitan bölgelerde yeni kurulacak yerleşmelerin önemli bir bölümü (bazı bölgelerde yarıya yakını) kapalı yerleşmeler olarak kurulmaya başladı.



Kent merkezinden uzak yerlerde kurulan kapalı yerleşmeler bazen banliyölerle, alt kentlerle ilişkilendirilse de arada önemli farklar mevcut. İkinci Dünya Savaşından sonraki dönemde ABD’de klasik orta sınıfın oturduğu banliyölerin yapısıyla günümüzde yeni orta sınıfların oturduğu kapalı yerleşmeler birbirinden oldukça farklı. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki sosyal refah devleti modelinde orta sınıfların yanı sıra, işçi sınıfını da içine alan bir yurttaşlık ideali mevcuttu. Modern toplumun, kentin kamusal mekanlarını ortak bir şekilde kullanan bütünleşmiş yurttaşlar topluluğu miti varlığını sürdürmekteydi. 1970’lerden sonra post-fordist ekonomiye geçilmesi ve neo-liberal politikalar sonucu sosyal refah devleti dönemi sona erdi, işsizlik ve yoksulluk tırmanmaya başladı. Klasik orta sınıfların yaşadığı banliyölere yoksulların ve siyahların yerleşmeye başlamasıyla birlikte bu bölgeler yeni orta sınıfın yaşamak istediği yerler olmaktan çıktı. Kapalı yerleşmeler statüye ve yaşam tarzına önem veren, medyanın alt sınıfları ve yoksul siyahları suçlulaştıran söyleminin etkisi altına giren yeni orta sınıf için yeni bir yaşam alanı olarak pazarlanmaya başladı. Devletin kamu yararı anlayışından uzaklaşmasıyla birlikte kentteki kamusal mekanların özelleştirilmesi hızlandı. Tehlikeli ve riskli alanlar olarak sunulan kamusal alanlar kameralarla ve güvenlik görevlileriyle denetlenmeye başladı ve bu durum artık kentin kamusal mekanını yoksul insanlarla paylaşmak istemeyen yeni orta ve üst sınıfların kent merkezinin dışındaki güvenlikli yerleşmelere taşınmasını hızlandırdı. Teresa Caldeira’nın söylediği gibi kamusal alanların ortak ve genel kullanımını öngören modern ideal günümüzde son buldu. Yeni söylem orta ve üst sınıflara tehlikeli addedilen yoksullardan uzak durmalarını ve homojen adacıklarda yaşamalarını önermekteydi. Medya suçu ve şiddeti abartarak yansıtmaktaydı. Blakely ve Snyder ABD’de 1981-1989 arasında kentlerdeki şiddet içeren suç oranının yüzde yirmi beş azaldığına dikkat çekeceklerdi. Aynı bölgede bulunan kapalı ve açık yerleşmeler arasında suç oranları açısından bir fark yoktu. Setha Low’a göre diğer orta sınıf banliyöleriyle karşılaştırıldığında kapalı yerleşmelerin sakinlerinin güvenliğini arttırdığına ilişkin herhangi bir kanıt bulunmamaktaydı. Kent içindeki suç oranlarındaki artışla kapalı yerleşmelerin sayısındaki artış arasında bir doğru orantı mevcut değildi. Yüksek duvarlar ve kapılar yaşamın değil yaşam tarzının korunmasına hizmet etmekteydi. Kapalı yerleşmeler korku ve güvensizlik duygusu üretmekteydi.



ABD’de insanların yaşadıkları mekanların güvenliğinin sağlanmasına ilişkin görüşler başlarda insan ilişkilerine dayanmaktaydı. Jane Jacobs 1961’de yayınlanan The Death and Life of Great American Cities adlı kitabında mahallede, sokakta, caddede bulunan insanların doğal, kendiliğinden bir şekilde çevreyi gözetim altında tutmasının önemini vurgulayacaktı. Çeşitlilik içeren, insanların sık sık birbiriyle karşılaştığı mahalleli yaşamı doğal bir güvenlik sağlamakta, insanlar bilinçli olarak izlemeseler de kimin nereye girip nereden çıktığını görmekteydi. Mahalledeki rutin yaşam içinde kolektif olarak üretilen doğal gözetim etkin bir kontrolün oluşmasına imkan vermekteydi. Jacobs’un yaklaşımı paylaşılan bir kamusal alana değer vermekteydi. Kentteki sosyal konutlarda suçun engellenmesine yönelik çalışmalar yapan Oscar Newman 1972 yılında yayımlanan Defensible Space adlı kitabında sitelerdeki ortak mekanların bunlar üzerindeki gözetimi arttıracak biçimde nasıl tasarımlanabileceği üzerine görüşler öne sürecekti. Mekan doğru bir biçimde tasarımlandığı takdirde kendi kendini savunur hale gelecekti. Newman’ın önerileri arasında daha az sayıda ailenin kullanımına açık küçük koridorlar yapılması, binaların dikdörtgen yerine L şeklinde inşa edilmesi, kapıların ve pencerelerin caddeden görülebilecek yerlere konması, konutların güvenli bölgelere bitişik olması gibi önlemler bulunmaktaydı. Newman mimari tasarım vasıtasıyla toplu konut sakinlerinin, yakınlarındaki umuma açık yerleri kontrol etme ve gözetim altında tutma yeteneğini arttırmak istiyordu.



1970’li yıllar kentsel tasarım aracılığıyla suçun önlenmesi yolundaki görüşlerin mimari söylem içinde giderek artan bir şekilde telaffuz edildiği yıllardı. 1980’ler sonrası dönem kentsel mekanların militarizasyonuna yönelik çabalara tanık oldu, askeri mimarinin sivil mimari üzerindeki etkisi artmaya başladı. Neo-liberal devletin kontrol ve güvenlik işlevlerinin artmasının yanı sıra metalaşan güvenlik özelleştirildi. Kamusal mekanlar, caddeler, parklar sosyalleşme mekanları olmaktan çıkıp suçla ve tehlikeyle özdeşleştirildi ve kameralar ve polis tarafından gözetim altına alındı. Parklara insanların üzerinde yatamayacağı biçimde yapılan banklar yerleştirildi, yoksulların uyuyabileceği bina kenarlarına fıskiyeler kondu. Çok sayıda kamusal mekanı satın alan özel sermaye gurupları bu yerlerin güvenliğinin sağlanması için özel güvenlik şirketleriyle anlaştı ve polisle yakın ilişkiler içine girdi. ABD’de yeni kamusal mekanların tasarımında güvenlik birincil faktör haline geldi. Mike Davis’in belirttiği gibi Los Angeles emniyet müdürlüğü kent merkezinin tasarımında önemli bir rol oynamaktaydı. Hiçbir büyük proje polisin onayı olmadan gerçekleşemiyordu. Los Angeles’ta alarm sistemleriyle donatılmış özel konutlar üzerlerine cam kırıkları yerleştirilmiş yüksek duvarlarla çevrildi, kapılara “içeri girmeye çalışanlara silahla karşılık verilir” tabelaları asıldı. Kentlerde klasik kamusal mekanların ortadan kaldırılmasını ulaşım düğümleri üzerinde kurulan güvenlikli yeni özel kamusal mekanların, dev alışveriş merkezlerinin (shopping mall) yaygınlaşması izledi. Bu dev alışveriş merkezleri kapalı yerleşmeler gibi kendilerini içinde bulundukları bölgeden soyutlamışlardı ve dış görünüşleri bir kaleyi andırıyordu. Etrafları yoksulları uzakta tutmayı amaçlayan “görünmez” işaretlerle çevriliydi. Orta sınıfların arabalarıyla geldiği bu merkezlerin etrafı tellerle çevrili otoparkları özel güvenlik görevlileri tarafından denetlenmekteydi.



Kim Dovey “Safety and Danger in Urban Design” adlı yazısında (1998) emniyetsiz ve tehlikeli addedilen kent yaşamına bir alternatif olarak sunulan dev alışveriş merkezlerinin dışa kapalı, korunaklı, istikrarlı, her şeyin “normal” ve önceden kestirilebilir olduğu ortamında farklı, sıra dışı olan davranışların yönetim tarafından kontrol altında tutulduğunu söyleyecekti. Bu mekanlarda farklı ve eksantrik olana ancak ehlileştirilmiş ve güvenli olması ve tüketime hizmet etmesi koşuluyla izin verilmekteydi. Kentteki diğer kamusal mekanlar da dev alışveriş merkezlerinin kontrollü ortamına benzetilmeye çalışılmakta, güvenliğin üretiminden aynının üretimine doğru yol alınmakta, farklılıkla tehlike arasındaki ayrım ortadan kalkmaktaydı. Dev alışveriş merkezleri Steven Flusty’nin yasaklayıcı mekanlar olarak adlandırdığı mekanlardan sadece biriydi. Flusty ‘ye göre kent merkezlerindeki atriyumlar, kapalı yerleşmeler ve ticaret merkezleri de uygunsuz, tehlikeli gördükleri kişileri sistematik bir biçimde dışlıyorlardı. Üst sınıflar kendi yaşamlarını yoksullardan giderek ayırmakta, kendilerine güvenlikli, özel tüketim, eğlence, iş ve konut kaleleri inşa ederek kendilerini kentteki ortak yaşamdan soyutlamaktaydı. Yurttaşların kamusal yaşama ortak katılımını öngören modernist mit son bulmuş, kamusal alanı sınıfsal sürtüşmelerin patlamasını engelleyen bir emniyet subabı olarak gören yaklaşım gözden düşmüştü. Eşitsizliklerin hızla artması ve keskinleşen toplumsal ayrışma kentteki mekansal ayrışmanın en önemli nedenlerinden biriydi. Varsılların başlattığı mekansal ayrışma, alt sınıfları, renklileri dışlayan orta ve üst sınıfların korunaklı kalelerinin güçlenmesi; bu gelişmeler “ötekine karşı hoşgörü”, “kültürel çeşitlilik”, “ farklı olanla bir arada yaşama” vb. post modern yaklaşımların dolaşıma çıktığı bir döneme denk düşmekteydi.



Batıda kent merkezinin dışına, alt kentlere yönelik büyüme XX. yüzyılın ikinci yarısında giderek ivme kazandı. Nan Ellin’in “Shelter from the Storm or Form Follows Fear and Vice Versa” adlı yazısında dikkat çektiği gibi (Architecture of Fear’in içinde) Paris’te 1968 olaylarından sonra Üniversitelerin bazı kampüsleri kent dışına taşındı. Paris’in dış banliyölerinde beş yeni yerleşim bölgesi kuruldu ve bunlar merkeze yakın banliyölerin radikal politikasını yumuşattı. Daha sonraki dönemde ABD’de bir çok şirketin genel merkezi kent merkezlerine oranla daha iyi kontrol altında tutulan alt kentlerdeki ofis parklarına, şirket kampüslerine, kenar kentlere taşındı. Kent merkezlerindeki yüksek maliyet, güvenlik vb. sorunlar nedeniyle konut, sanayi, ticaret, perakende sektörleri alt kentlere doğru kaymaya başladı. Öte yandan XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın ilk yarısında kentleri “eşit bir dağılımla” otoyol, demiryolu, enerji ve iletişim ağlarıyla, altyapı sistemleriyle donatan modern ulus-devlet anlayışı 1980’ler sonrasının neo-liberal toplumunda son buldu. Devlet yoksulların yaşadığı bölgelere alt yapı hizmetleri götürmekten imtina etmeye başladı, özel sektörle işbirliği halinde alt yapı yatırımlarını orta ve üst sınıfların yaşadığı, çalıştığı, alışveriş yaptığı, eğlendiği, yatırım yaptığı mekanlara yöneltti.



Stephen Graham ve Simon Marvin’e göre günümüzde kentin mekansal görünümü bölük pörçük bir biçim aldı. Dünyadaki bir çok kentin fiziksel yapısı dev hücresel kümeler halinde parçalara ayrıldı. Bu paketlenmiş peyzajlar isteğe göre düzenlenmiş, güvenliği sağlanmış şirket, tüketim, araştırma, transit, borsa, sağlık hizmeti mekanlarından oluşmaktaydı ve her biri kendini otoyol şebekelerine, global telekomünikasyon bağlantılarına, birinci sınıf enerji ve su kaynaklarına yöneltmişti. Teknolojik altyapıların desteklediği bu mekanlar klasik kente sırt çevirmişler, istenmeyen kullanıcıları dikkatlice filtreden geçirmeye başlamışlardı. Bu mekanlar arasındaki ulaşım da bir çok durumda özel yollar, özel alışveriş caddeleri vasıtasıyla gerçekleşiyor, kapalı yerleşmelerden camları koyu renkli arabalarıyla yola çıkan yeni seçkinler çevreye temas etmeden, istenmeyen sosyal temaslardan kaçınarak dev alışveriş ve eğlence merkezlerine, ofis parklarına güvenli bir şekilde ulaşıyorlardı. Rowland Atkinson ve John Flint “Fortress U.K.? Gated Communities, the Spatial Revolt of the Elites and Time-space Trajectories of Segregation” adlı yazılarında (2004) daha büyük bir network içindeki korunaklı düğümler olan kapalı yerleşmelerin sakinlerinin kent nüfusunun çoğunluğunun bakışlarından gizlenmiş bir biçimde hareket ettiklerini söyleyecekti. Ulaşım mekanlarının özelleştirilmesi sonucu kapalı yerleşmelerle varış yerleri arasında güvenlikli bağlantılar, tünel benzeri güzergahlar oluşmuştu. Korunaklı kaleler çevrelerindeki sosyal koşullardan kopuk hareket biçimleri vasıtasıyla birbirlerine bağlanıyorlardı.



Kapalı yerleşmeler toplumsal eşitsizliklerin arttığı, sosyal refah devletinin yok olmaya yüz tuttuğu, toplumsal heterojenliğin bir tehlike olarak görülmeye başladığı, aynı kente ait olma duygusunun ortadan kaybolduğu, orta ve üst sınıfların kamusal, toplumsal yükümlülüklerinden feragate yöneldiği koşulların ürünüydü. ABD’de kapalı yerleşmelerin yükselişi siyahların mahallelerinin hızla gettolaşması ile el ele gitmekte, kentler “balkanlaştırılmaktaydı”. Elitler eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi gereksinimlerini piyasadan sağlamakta, kamusal alandan çekilerek müstahkem kaleler içinde yaşamaya yönelmekteydi. Anthony Giddens’e göre bu durum toplumdaki ayrıcalıklı kesimlerin gönüllü olarak tercih ettiği bir dışarıda kalma isteğini yansıtmaktaydı. Oysa toplumdaki fırsat eşitsizlikleri sonucu gettolarda yaşamaya mahkum olan insanlar için istenmeden maruz kalınan bir dışlanma söz konusuydu.



Kent merkezlerinin dışında kurulan etrafları duvarlarla çevrili kapalı yerleşmeler kamusal bir alanın özelleştirilmesine dayanmaktaydı. Yerleşme içindeki yollar, parklar, tenis kortları vb. site sakinlerinin özel ortak mülküydü ve yerleşme dışındakilerin bu alanlara girmesi yasaktı. Kapalı yerleşmelerin sakinlerinin oy kullanarak seçtiği, özerk bir yönetim oluşturan ev sahipleri dernekleri yerleşmedeki bir çok kamu hizmetinin sağlanmasını üstlenmişti. Site sakinlerinden topladığı aidatlarla piyasadan özel güvenlik hizmeti satın alıp yerleşmenin güvenliğini sağlayan, yolların tamiri, çimlerin kesilmesi, çöplerin toplanması vb. hizmetleri gerçekleştiren yönetim, içinde bulunduğu bölgedeki yerel yönetimden , belediyeden bağımsız bir yapı oluşturmuş, bölgenin sorunlarına ve gereksinimlerine sırtını dönmüştü. Belediyeler kapalı yerleşmelerden memnundu, çünkü bu yerleşmeler belediyeye yük olmadan kendi altyapılarının bakımını, kamusal hizmetleri kendileri gerçekleştiriyor, yerleşmelerdeki evlerin değerleri yüksek olduğu için belediyelere yüksek emlak vergileri ödüyorlardı. Öte yandan ABD’de bazı kapalı yerleşmelerin sakinleri yerleşmedeki özelleştirilmiş kamusal hizmetler için ev sahipleri derneğine zaten aidat ödediklerini, ayrıca belediyelere yerel vergileri ödemenin çifte vergilendirme anlamına geldiğini öne sürerek vergi indirimi ya da muafiyeti talep etmekteydi



Bir tür özel ortak mülkiyete, kamusal yaşamın özelleştirilmesine dayanan kapalı yerleşmeler bir özel ütopya olarak pazarlanıyorlardı. Evan McKenzie’ye göre bu ütopyanın hakim ideolojisi bireysel çıkarların mutlaklaştırılmasına dayanmaktaydı. Mülkiyet hakları ve mülk değerleri topluluk yaşamının odağında yer almaktaydı. Sosyal organizasyonun temeli homojenlik ve dışlamaydı. Öte yandan bu özel ütopyadaki yaşamı düzenleyen kurallar liberal demokrasinin normlarıyla uyuşmazlık içindeydi. Ev sahipleri derneklerinin yetkileri sivil özgürlük nosyonlarıyla sınırlandırılmamıştı. Kapalı yerleşmelerin yönetimleri sitedeki yaşama ilişkin çok sert kurallar koyabilmekteydi. Bazı yerleşmelerde ikamet edebilmek için çiftlerin belirli yaş aralıkları içinde olmaları zorunluydu, dışardan gelen misafirlerin ziyaret saatlerine ve sıklığına ilişkin kısıtlamalar mevcuttu; evde yaşayan çocukların sayısı, ev hayvanlarının büyüklüğü, evin dış boyasının rengi, bahçeye ekilecek çiçeklerin cinsi kurallara tabiydi.Yaşlı bir kadın evinin önündeki arabanın içinde yaşlı erkek arkadaşıyla öpüştüğü için para cezasına çarptırılmıştı. Tüm bunlara rağmen kapalı yerleşme sakinleri özgürlük yerine kuralların ve düzenin egemenliğini baştan kabul etmekteydi. Paketlenmiş bir yaşam tarzının egemen olduğu bu yerleşmeler kent ortamı içinde karşılaşılabilecek tesadüfi risklerden, tehlikelerden, beklenmedik sürprizlerden arındırılmış, güvenlik bir prestij biçimi haline gelmişti. Site yaşamındaki çoğu şey önceden kestirilebilir nitelikteydi. Ancak kent sokaklarının spontane yaşamından, zevklerinden mahrum bir düzenli hayatın, her şeyin kurallara bağlı olduğu “iyi yönetimin” sonucu can sıkıntısıydı ve yerleşme yönetimleri sakinlerini eğlendirmek için temalı parklardaki paketlenmiş eğlenceleri andıran eğlenceleri, serbest zaman faaliyetlerini organize etmekteydi. Kapalı yerleşmeler sakinlerine dünyanın birçok yerinde benzer şekilde tasarlanıp paketlenen “yönetilen mekanlara” özgü bir yaşam tarzı sunmaktaydı. Hatice Kurtuluş’a göre 1990 sonlarında İstanbul ve Ankara kentlerinin küresel yeni tüketim kültürüyle bütünleşen ve yeni bir yaşam tarzı arayışı içinde olan orta ve üst-orta sınıfları, satın alma güçleri ve tüketim kalıpları birbirine benzeyen insanların yaşadığı kapalı yerleşmelere yönelmişlerdi.



Kapalı yerleşmeler modern kapitalizmin “ulusal birlik” ideolojisinin sarsıldığı, cemaatleşme, kabileleşme eğilimlerinin güçlendiği post modern koşulların ürünüydü. Kapalı yerleşmelerin reklamlarında homojen bir topluluk, bir tür mahallelilik ideali öne çıkarılmaktaydı. Ancak mahallelilik canlı bir kolektif yaşamın var olduğu bir yer üzerinde oluşurken kapalı yerleşmeler steril, “inorganik, ruhsuz” bir mekan olarak belirmekteydi. Kapalı yerleşmelerin orta ve üst-orta sınıflardan gelen bireyci sakinleri kamusal bir alanın özelleştirilmesine dayalı bir topluluğun hissedarlarıydı ve topluluktaki insanlarla ortak paydaları tüketim alışkanlıkları, statü ve imaj temelinde oluşmaktaydı. Hal böyle olunca bu topluluklardaki insanlar arasındaki ilişkiler, topluluk hayatına katılım asgari düzeyde kalıyor, insanlar kendilerini içinde yaşadıkları topluluğa ait hissetmiyor, ortak bir sorumluluk duygusuna sahip bir topluluk oluşamıyordu. Komşuluk ilişkilerinde standart nezaket klişelerinin egemen olduğu bu topluluklarda doğal etkileşim biçimlerinin yerini kodlanmış, nizam içine sokulmuş davranışlar almıştı. Yönetimin koyduğu, topluluktaki bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar komşular arasındaki ihtilafların minimum düzeyde tutulması yönünde bir baskı oluşturuyordu. Öte yandan eski mahallelerde kendiliğinden ya da ortak çabayla oluşan güvenlik kapalı yerleşmelerde yerini yönetimin sağladığı özel güvenliğe bırakmıştı. Bu yerleşmelerde kimse kendini komşusunun güvenliğinden sorumlu hissetmiyordu. Düzenliliğin ve güvenliğin ön plana çıkarıldığı kapalı yerleşmeler aslında sakinlerinde korku ve güvensizlik duyguları üretmekte, onların duvarların dışında yer alan “yaşayan dünyaya” karşı bir paranoya geliştirmesini teşvik etmekteydi.


YAŞAR ÇABUKLU



KAYNAKLAR:


Setha Low, Behind the Gates: Life, Security, and the Pursuit of Happiness in Fortress America, Routledge, 2004, 288 s.

Teresa Caldeira, City of Walls: Crime, Segregation, and Citizenship in Sao Paulo, University of California Press, 2001, 473 s.

Mike Davis, City of Quartz: Excavating the Future in Los Angeles, Verso, 2006, 480 s.

Der. Nan Ellin, Architecture of Fear, Princeton Architectural Press, 1997, 320 s.

Der. Hatice Kurtuluş, İstanbul’da Kentsel Ayrışma: Mekansal Dönüşümde Farklı Boyutlar, Bağlam Yayıncılık, 2005, 307 s.

Edward J. Blakely and Mary Gail Snyder, Fortress America: Gated Communities in the United States, Brookings Institution Press, 1999, 208 s.

Steven Flusty, Building Paranoia: the Proliferation of Interdictory Space and the Erosion of Spatial Justice, Ram Distribution, 1994, 60 s.

Stephen Graham and Simon Marvin, Splintering Urbanism: Networked Infrastructures, Technological Mobilities and the Urban Condition, Routledge, 2001, 512 s.

Evan McKenzie, Privatopia: Homeowner Associations and the Rise of Residential Private Government, Yale University Press, 1996, 245 s.

Oscar Newman, Defensible Space: Crime Prevention Through Urban Design, the Macmillan Co., 1972

Jane Jacobs, the Death and Life of Great American Cities, Random House, 2002, 472 s.






Monday, November 11, 2019

EV YENİLEME, KÜÇÜK TAMİRATLAR VE ANA AKIM KENDİN YAP KÜLTÜRÜ






EV YENİLEME, KÜÇÜK TAMİRATLAR VE ANA AKIM KENDİN YAP KÜLTÜRÜ



Batı’da kapitalizm gelişmeye başlamadan önce ev ve çalışma mekanları birbirinden ayrılmamıştı. Evde/ev çevresinde el emeğine ve becerisine dayalı işler yapan çiftçiler ve zanaatkarlar evlerindeki tamiratları ve değişiklikleri bizzat kendileri yaparlardı. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında sanayinin gelişmeye başlamasıyla birlikte erkekler evden koparak fabrikalarda çalışmaya başladı, kendi kendine yetmeye dayalı ev ekonomisi güç kaybetti. Gücünü el becerisinden alan bağımsız erkek zanaatkar fabrikadaki makine sisteminin işleyişine tabi vasıfsız işçiye dönüştü. Öte yandan XVIII. yüzyılda sanat ile zanaat arasındaki ayrım çizgisi daha da belirginlik kazandı, sanat kamusal alanın hakimi haline gelmeye başlayan –orta sınıftan- erkeğin uğraşı olarak görülürken zanaat, özellikle el zanaatları ev yaşamıyla özdeşleştirilen kadına uygun bir uğraş olarak kuruldu. Clive Edwards “ ‘Home is Where the Art is’: Women, Handicrafts and Home Improvements 1750-1900” adlı yazısında ( Journal of Design History, Cilt 19, Sayı 1, 2006) XVIII. yüzyılda her cinsin farklı becerilere sahip olduğunun varsayıldığını, duygularla ve basit düşünceyle özdeşleştirilen kadınlar için amatör uğraşların, yüksek muhakeme gücüyle özdeşleştirilen erkekler için profesyonel uğraşların uygun görüldüğünü söyleyecekti. Evi süsleme ve güzelleştirme rolü verilen kadınlar nakış işliyor, koltuğa kumaş döşüyor, kurşunu süsleme amacıyla çiçek biçiminde oyuyor, ipek ya da kağıt üzerine boya yapıyor, yastıklara dantel dikiyor, kuş tüylerinden, kurutulmuş çiçeklerden, deniz kabuklarından süs eşyaları yapıyordu. Kadınların yaptığı el işleri kadınlığın ifadesi olarak görülüyor sanat olarak değil zanaat olarak sınıflandırılıyordu. Kadınlara uygun görülen –özellikle de dikkatli ve ayrıntılı bir çalışma gerektiren- ev zanaatlarının çoğunun kadınlıkla özdeşleştirilen titiz çalışma, sabır, azim gibi erdemleri simgelediği varsayılmaktaydı. Örgü örmenin, dikiş dikmenin kadınlıkla özdeşleştirildiği Viktoryen XIX. yüzyılda ev zanaatları evde bir tür inziva hayatı yaşayan orta sınıftan kadınları can sıkıntısından koruyan uğraşlar olarak görülmekteydi. Öte yandan tutumluluğun öne çıkarıldığı bu dönemde kadının yaptığı el işleri aileye tasarruf sağlaması açısından da takdir görmekteydi.



XIX. yüzyılda ABD’de orta sınıftan erkekler evlerinde yenileme ve tamirat işlerini yapmaya gönüllü değildi, bu tür işler genellikle belirli bir ücret karşılığında dışarıdan profesyonellere yaptırılırdı. Steven M. Gelber’in “ Do-It-Yourself: Constructing, Repairing and Maintaining Domestic Masculinity” adlı yazısında belirttiği gibi (American Quarterly 49.1, 1997) XIX. yüzyılın son döneminde erkekler çekiç ve testere kullanarak evde küçük tamiratlar yapmaya başladı. Cinsler arasında kurulmuş işbölümüne uygun olarak kadınlar erkeğin alanı olarak kabul edilen ahşap işlerine karışmazlar, dikiş dikerler, mum ve renkli kağıttan dekoratif objeler yaparlar, buna mukabil erkekler iğne ipliğe ellerini sürmezlerdi. Öte yandan bu dönemde erkekliğe, erkek kimliğine ilişkin endişeler artmaya başlamıştı. Sanayileşmeyle birlikte geleneksel zanaatkarın erkekçe bağımsızlığının ortadan kalkmasının yanı sıra özellikle beyaz yakalı işçiler yaptıkları işin onları kibarlaştırdığını, erkekliklerini kaybetmeye başladıklarını düşünüyorlardı. XIX. yüzyıl sonunda kadınların da iş hayatına girmesi erkeklerin kaygılarını daha da arttırmıştı. Fabrikadaki iş erkeğin bireysel kimliği için temel bir kaynak olmaya devam etmekle birlikte onun kendisini bir erkek olarak hissetmesi açısından serbest çalışmaya oranla daha az tam, daha az tatmin edici hale gelmeye başlamıştı. Viktoryen erkekler yeni bir erkeklik anlayışı oluşturma mecburiyetiyle karşı karşıya kalmışlardı.



ABD’de XX. yüzyılın başlarında profesyonel erkek zanaatkarlığının, sanayi öncesine ait bağımsız çalışan erkek imgesinin varlığını sürdürdüğü banliyölerde eve ilişkin bir erkeklik gelişmeye başladı. XIX. yüzyılda erkekler evde sadece ufak çapta tamirat ve bakım işleriyle uğraşır zanaatlarla hiç ilgilenmezken XX. yüzyılın başlarında The Arts and Crafts Movement’ın gelişmesiyle birlikte evde bir şeyler inşa etmek erkeklik repertuarının bir parçası haline geldi. Evin yenilenmesine yönelik uğraşlar ofisten canlılığını yitirmiş bir şekilde eve dönen erkeklerin tedirgin zihinlerini sakinleştiren bir eğlence olarak görülmekteydi. XX. yüzyılın ilk on yıllarında devlet okullarında el becerilerini geliştirmeye yönelik dersler verilecekti. Bu süreçte evdeki yenileme ve tamiratların dışarıdan profesyonel kişilere yaptırılması yerine evin erkeği tarafından yapılması gitgide yaygınlaştı. Popular Mechanics gibi dergilerin de etkisiyle ev bir hobi, serbest zaman nesnesi, meşgale kaynağı haline geldi. 1920’lerin sonlarında ev tipi elektrikli el aletlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte ev yenileme ve tamiratı erkeğin kendini özdeşleştirdiği, kimliğini kurduğu bir tatmin ve zevk aracına dönüştü. 1930’lardaki ekonomik kriz döneminde bu uğraşlar hem paradan tasarruf etmeye yaradı hem de krizin sarstığı erkek kimliğine destek oldu. Alet kullanmanın kişiyi erkek kıldığı düşünülmekteydi. Erkeklerin savaşa gittiği ikinci dünya savaşı döneminde evdeki tamiratları kadınlar üstlendi.




Ev yenileme ve ev tamiratı esas olarak ev sahibi orta sınıftan erkeğin işiydi. ABD’de 1890-1930 arasında ev sahiplerinin oranı üç misli artmıştı. XX. yüzyılda yapılan evlerin birçoğu öncekilerden farklı olarak –kolaylıkla atölyeye dönüştürülebilecek- bir garaja ya da bodruma sahipti. Zaman içinde ev banliyölerde yaşayan mülk sahibi erkekler için bir hobi haline getirilecekti. Kendin yap (Do-It-Yourself, DIY) deyimi ilk defa 1912’de Suburban Life adlı dergideki bir makalede kullanıldı. Makale erkekleri evin içinin boyanması için profesyonel boyacı tutmak yerine bu işi bizzat kendilerinin yapması için teşvik etmekteydi. 1920’lerin sonlarına gelindiğinde ev yenileme ve tamirinde kullanılan aletlere ve ekipmana ilişkin kitlesel ölçekte bir piyasa oluşmuş, yapı malzemeleri kataloglarında her şeyi bulmak mümkün hale gelmişti. Öte yandan ev yenileme çabaları ulusal bir boyuta da sahipti. ABD’de 1934’te çıkarılan Ulusal Konut Kanunu ulusun ev stokunu modernize ederek krizdeki ekonomiyi canlandırmayı amaçlıyordu. Bu kanun çerçevesinde evini yenilemek isteyen ev sahiplerine kredi verilmekteydi. Öte yandan yoksul kesimler için eve ilişkin tamiratlar zevk için yapılan bir hobi değildi. Paul Atkinson “Do-It-Yourself: Democracy and Design” adlı yazısında ( Journal of Design History, Cilt 19, Sayı 1, 2006) İngiltere’de Viktoryen ve Edwardiyen dönemdeki işçi sınıfı için kendin yap pratiklerinin bir serbest zaman faaliyeti olmaktan ziyade ekonomik bir zorunluluk olduğunu söyleyecekti. Birinci dünya savaşından sonra kendin yap faaliyetleri yoksullaşmış İngiliz orta sınıfları için de bir zorunluluk haline gelmişti.




Evle ilişkili uğraşlar sadece endüstriyel çarkın basıncı altında sarsıntı geçiren erkek kimliğini verili toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde yeniden sağlamlaştırmakla kalmıyor, kadınları da –onlara uygun görülen kendin yap uğraşları vasıtasıyla- disiplin altına almayı amaçlıyordu. 1920’lerden itibaren üretimin ve tüketimin kitlesel hale gelmesi, kadınların kitleler halinde iş hayatına girmesi, sosyal hayata katılması, kadın haklarını savunan hareketlerin güçlenmesi patriyarkayı kaygılandırmaktaydı. Fiona Hackney “ ‘Use Your Hands for Happiness’: Home Craft and Make-Do-And-Mend in British Women’s Magazines in the 1920s and 1930s” adlı yazısında (Journal of Design History, Cilt 19, sayı 1, 2006) İngiltere’de 1920’lerde ve 1930’larda kadınlara yönelik yayınlanan dergilerde kadınların kendin yap faaliyetlerinin modern yaşamın aşırılıklarına karşı ıslah edici bir uğraş olarak gösterildiğini söyleyecekti. Dergilerdeki yazılarda kadınların el işlerinin yeni tüketimciliğin kadınlar üzerindeki zararlı etkisini frenlediği, kadınları iyi yurttaşlar olarak ulusal bir role sahip kıldığı öne sürülüyordu. El işleri genç kızlar için iyi bir davranış modeli oluşturmakta, ergenlik dönemindeki kızın henüz olgunlaşmamış cinselliğini kontrol etmenin ideal bir yolu olarak belirmekte, “heyecan” için mükemmel bir çıkış noktası oluşturmaktaydı. Kadınların evde gerçekleştirdiği zanaat işlerinin bir tür terapi işlevi görerek onların sinir krizi geçirmelerini engelleyebileceği, aile için bir huzur ve dinlenme ortamının kurulmasına yardımcı olacağı düşünülmekteydi. Örgü ören kadın –onaylanmış bir biçim altında- yaratıcı içgüdülerini hayata geçirmekte özgürdü!




İkinci dünya savaşından sonra hem İngiltere’de hem de ABD’de ev yenilemeye ve tamiratına yönelik ilgi arttı. 1940’larda radyolar, 1950’lerde televizyonlar kendin yap programlarını yayınlamaya başladı. Elektrikli el aletlerinin daha hafif, güvenli modelleri geliştirildi. ABD’de kendin yap çağı olarak da adlandırılan, ev sahiplerinin sayısının hızla arttığı 1950’li yıllarda evdeki tamirat işleri banliyölerdeki çekirdek ailenin erkek reisinin başlıca uğraşlarından biri hale geldi. Koca, evin garajını ya da bodrumunu bir atölyeye dönüştürmüştü. Gelber’e göre kendin yap faaliyetleri erkeklerin evin bir bölümünü atölye olarak kendilerine tahsis etmeleri için bir gerekçe oluşturuyordu. Matkap ve masa testeresi en popüler aletler arasındaydı. Boyama, elektrik ve ahşap işleri revaçtaydı. Kendin yap faaliyetlerinin üstün görünmesinin bir nedeni bunların bir iş olarak görülmesi, böylece iş etiğinin korunmasıydı. Evin erkeği bu faaliyetlerle hem tasarruf sağlıyor hem duygusal olarak tatmin oluyor hem de tembel bir tüketicilikten korunmuş oluyordu. 1950’lerde handyman ( elinden her iş gelen erkek) sözcüğü iyi koca olmakla bir arada anılıyordu. Kadınların kendin yap faaliyetlerine katılımı ise gerekli değil tercihe bağlı bir şey olarak görülmekte, daha çok bu konularda “esas oyuncu” olarak lanse edilen kocalarına yardım etme çerçevesinde ele alınmaktaydı. Eli her işe yatkın kocalarının estetik rehberi olarak görülen kadınlar 1950’lerin kendin yap dergilerinin kapaklarında kocalarının gerçekleştirdikleri işleri hayranlıkla seyreder halde resmedilirlerdi. Toplumsal cinsiyet rolleri temelinde sınıflandırılan kendin yap faaliyetleri arasında kadınlara düşen işler daha çok evin dekorasyonuyla ve yüzeylerin bakımıyla ilgiliydi. Ruth McElroy “Labouring at Leisure: Aspects of Lifestyle and the Rise of Home Improvement adlı yazısında (Our House’ın içinde) İngiltere’de 1950’lerdeki kendin yap dergilerinde erkeklerin evde yeni projeler başlatan vasıflı emeğe sahip kişiler olarak resmedilirken, daha çok estetik roller verilen kadınların boyaların rengini seçen, kumaşları hazırlayan istekli yardımcılar olarak temsil edildiğini söyleyecekti. Bu dergilerde kadınlar yerdeki yeni döşenmiş çinileri parlatırken ya da yeni yapılmış trabzanları boyarken görülüyorlardı.



ABD’de de durum farklı değildi. Carolyn M. Goldstein’a göre 1950’lerde el aletleri imalatçılarının pazarlama kampanyaları kadınlardan farklı olarak erkeklerin doğal olarak inşa etmeye yatkın olduğu mesajını veriyordu. Erkeklik teknik yetenekle bir arada anılmakta, kendin yapçıların erkek oldukları varsayılmakta, kadınların teknik konulara yatkın olmadığı düşünülmekteydi. Kadınlar elektrikli el aletlerini çok sınırlı bir biçimler altında -genellikle yüzeyleri ovma ya da parlatma amacıyla- kullanırken resmediliyordu. Reklamlarda, dergilerde kadınlar yerlerin bakımını yaparken, pencere süslemelerini boyarken, mobilyaları parlatırken görülüyor ama bir şeyleri fiziki olarak inşa ederken görülmüyordu. 1953 yılında Popular Mechanics dergisinin kapağındaki kadın mutfağa doğru hamle ederken erkek atölyesine doğru gitmekteydi. Kadının görevi dekorasyon ve evdeki yüzeylerin bakımıyla sınırlıydı. Reklamlar kadınların bu tür bakım işlemlerine yönelik dikkat ve titizliğinin onların evi temiz tutmalarıyla ilgili -sosyal olarak öngörülen- görevlerinden kaynaklandığını ima ediyorlardı.




ABD’de 1950’lerde kendin yap ürünlerini tanıtan reklamların hedef kitlesi yeni evli çiftler ve çekirdek ailelerdi.. Reklamlara göre önce evlilik arkasından da evin yenilenmesi geliyor, tüm aile kendin yap faaliyetlerine katılıyordu. İngiltere’de de benzer bir durum söz konusuydu. McElroy’a göre kendin yap faaliyetleri modern evli çiftin birlikte olma tarzı olarak öne çıkarılıyordu. 1950’lerin dergileri ev yenileme faaliyetlerine el birliğiyle katılan çekirdek aile bireylerinin idealleştirilmiş temsillerini sunmaktaydı. İkinci dünya savaşı sonrası dönemde serbest zaman süresi artmış, ücretli çalıştıkları işlerde el becerilerini kullanamayan ev sahibi erkekler kendi cinslerine özgü gördükleri becerilerini ortaya koymak üzere kendin yap faaliyetlerine girişmişlerdi. Ev yenileme faaliyetleri genellikle ulusal çapta bir yenilenmeyle, sağlam bir ekonomiyle, ailenin geleceği için yapılan yatırımla birlikte anılıyordu ve eril değerlerle bağlantılıydı. Evin ve ulusun inşası erkeğin göreviydi ve erkek tüm ailenin kendin yap faaliyetlerinin örgütleyicisiydi! ABD’de soğuk savaş atmosferinin hakim olduğu 1950’lerde hükümetin- sivil savunmaya yönelik olarak- her evde muhtemel bir nükleer savaş sonrası oluşabilecek radyoaktif serpintiye karşı bir sığınak yapılmasını teşvik etmek üzere bir kampanya başlatması ev yenileme çabalarını erkekliğin, milliyetçiliğin ve militarizmin değerleriyle kaynaştıracaktı. Sarah A. Lichtman “Do-It-Yourself Security: Safety, Gender and Home Fallout Shelter in Cold War America” adlı yazısında (Journal of Design History, Cilt 19, sayı 1, 2006) hükümetin kampanyasının nükleer saldırı ihtimaline karşı Amerikalıların evlerini güvenliğin ve milliyetçiliğin terimleriyle tanımlamasını teşvik ettiğini söyleyecekti. Baba, “düşmana karşı” evinde sığınak inşa ederek oğluna örnek oluyor, dergilerdeki fotoğraflarda baba oğul birlikte sığınak inşa ederken görülüyordu. Böylece toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş bir faaliyet aracılığıyla oğlun gençlik enerjisi için bir çıkış noktası yaratılıyor, oğul aynı zamanda suça bulaşma ve eşcinsellik tehlikesinden de korunmuş oluyordu! Evin reisinin, çalıştığı fabrikanın bürokratik işleyişine mutlak tabiyetinin yol açtığı “erkeklik krizi” bu şekilde onarılıyor, aile reisi sığınak inşa ederken eskinin kendi emeği üzerinde kontrole sahip, güçlü, bağımsız erkek zanaatkar ideali yeniden beliriyor, “zayıf cinsi” ve çocuklarını korumak için sığınak inşa etmeye girişen evin reisi erkek kimliğini sağlamlaştırıyordu. Sığınağa ilişkin olarak kadına düşen görev ise buraya konulacak erzağı düzenlemek, kontrol etmekti.




1970’lerden sonra kendin yap faaliyetlerinde kullanılan bir çok parçanın piyasada hazır halde satılmasıyla birlikte bu tür işlerde teknik bilgi ve becerinin payı giderek azaldı, parçaları monte etme ve tamamlama öne çıktı. Kendin yap faaliyetleri giderek büyüyen ev sahibi orta sınıflar için ekonomik bir zorunluluk olmaktan çıkıp statüyü, kimliği, bireyselliği kurmanın bir aracı haline geldi. Gündelik yaşamın gitgide estetikleştirilmesiyle birlikte ev yenileme faaliyetleri yaşam tarzı tercihlerini yansıtmaya başladı. İkinci dalga feminizmin de etkisiyle kadınlara yönelik kendin yap el kitaplarının sayısı arttı, dergilerin kapaklarında, reklamlarda elektrikli el aletleriyle evlerini yenileyen kadınların fotoğrafları yayınlandı. 1990’larda kendin yap piyasası konut sektörünün gelişmesinin ve ev yenilemeyi konu alan prime-time televizyon programlarının da etkisiyle hızla büyüdü. Steve Spittle “ Producing TV, Consuming TV” adlı yazısında (Changing Consumer’ın içinde) İngiltere’de televizyonun piyasayı temel alan yaşam tarzlarının, tüketim pratiklerinin promosyonuna yönelik bir yer haline geldiğini söyleyecekti. Changing Rooms gibi televizyon programlarıyla birlikte kendin yap faaliyetlerinde artık işlevsellikten uzaklaşılıyor, modaya, estetik farkındalığa dayalı bir ev dekorasyonuna yönelik ilgi artıyordu.



Modern toplumda ev yenileme faaliyetlerinde tamiratın payı yüksekti. 1970’ler sonrasının- metaların kullanım süresinin azaldığı- post modern toplumunda ise eskiyen, kırılan, bozulan şeyleri yeni, dönemin trendine uygun, “in” olanlarıyla değiştirmek ucuz ve kolay bir yöntem olarak belirdi. El aletlerini kiralayan şirketlerin kurulmasıyla birlikte evde bir atölyeye sahip olmak bir gereklilik olmaktan çıktı. Zanaatların bir yaşam tarzı pratiği olarak popülerlik kazandığı post modern toplumda meraklılar için çeşitli zanaat dallarına yönelik atölyeler, kurslar açıldı. Oligopolistik bir piyasa oluşturan hiper yapı marketleri , kendin yap mağazaları geniş bir müşteri kitlesine hitap etmeye başladı. Lego kültürünün güçlenmesiyle birlikte eşyaların parçalarını birleştirme, kurulum işlemleri ön plana çıktı. Kendin yap kataloglarına bakarak yaşam tarzı oluşturmak mümkün hale geldi! Eskiden bir elite hitap eden tasarım post modernlikte demokratikleşerek yüzünü kitlelere dönmüştü! Ucuz kendin yap ürünleri satan IKEA’nın katalogunun toplam baskı adedi İncil’inkinden fazlaydı. IKEA’da eşya ve mobilyalar mağazada demonte halde doğrudan müşteriye teslim ediliyor, yassı kutularda paketlenerek müşterinin bunları kolaylıkla evine götürmesine imkan sağlanıyordu. Kutuların içinde eşyanın evde nasıl monte edileceğine dair detaylı talimatlar ve vida vb. parçalar mevcuttu. İşçilikten ve nakliyeden tasarruf ettiği için IKEA’nın sattığı ürünler ucuzdu.



Modern toplumdaki kendin yap faaliyetleri ulusal-kamusal bir yenilenme çabasının bir parçası olarak belirirken post modern toplumda bu faaliyetler kamusal alanın hızla gerilemesi ve ev merkezli bir yaşam tarzının güçlenmesiyle birlikte bir değişim geçirdi. Buck Clifford Rosenberg’in “Scandinavian Dreams: DIY, Democratisation and IKEA” adlı yazısında söylediği gibi günümüzün neo-liberal toplumunda sosyal refah devletinin kamusal alandan çekilmesiyle birlikte daha önce resmi kurumlardaki görevlilerin verdiği bir çok hizmet bu kez yurttaşların sırtına yıkılmıştı. Devletin yanı sıra şirketler de bir çok işi ücret vererek çalışanlarına yaptırmaktansa müşterilere yaptırma yolunu seçmişlerdi. IKEA neo-liberal toplumda self-servis benzin istasyonları, ATM makineleri, telefon ve internet bankacılığı ve bir çok başka alanda yaygınlaşan kendin yap kültürünün bir parçasıydı. IKEA’nın evde monte edilen ürünleri, kamusal alanı bireylere yaşamlarını sürdürmeleri için bir araya getirmeleri gereken ham maddeler sunulan bir alan olarak gören neo-liberal sistemin bir simgesiydi. Kamusal alanın gerilemesi ve kendine yeterliliğe dayalı bir bireycilik anlayışının öne çıkarılmasıyla birlikte ev yeni yaşam tarzı kültürünün oluşmasında önemli bir merkeze dönüştürülmüş, bireylerin kendi elleriyle monte ettikleri eşyalar bir kimlik deneyimini yansıtır hale gelmişti. Kendin yap kültürü bireyin kendi kişiliğini kurmada aktif ve oyuncul bir rol icra etmesini mümkün kılmaktaydı. İç dekorasyon yerini iç tasarıma bırakmış, montajın bireyselleştirmesi sayesinde tasarım herkesin yapabileceği bir şey haline gelmişti. IKEA’ nın kitlesel ölçekte üretilen ürünleri tüketicilerin montaj faaliyetleri vasıtasıyla bireyselleştirilmekte, kişiler eş zamanlı bir şekilde- ve paradoksal olarak- kendilerini hem küresel tüketim toplumundan ayırmakta hem de bu topluma eklemlemekteydi. Öte yandan toplumda kendin yap kültürünün yaygınlaşması sakatlar, gerekli becerilere sahip olmayanlar ve yaşlılar için bir tehlike oluşturmaktaydı.



Modern toplumdaki birey tek, üniter, kalıcı, esnek olmayan bir kimliğe sahipti. Post modern toplumda ise akışkan, parçalı, çoklu kimlikler öne çıktı. IKEA farklı montajlarla farklı evsel kimliklere imkan veriyor gibi görünse de IKEA’dan döşenmiş evlerin tümü birbirine benzemekteydi. John Hartley’e göre günümüzde yeni kimlikler oradan buradan satın alınmış, aşırılmış parçaların bir araya getirilmesinden oluşmaktaydı. Kendin yapa dayalı yurttaşlık modelinde bireyler belirli bir kimliği değiştirebiliyorlar, kimlikler repertuarına rahatlıkla girip çıkabiliyorlardı. Televizyon kendin yapa dayalı kimlikler için yeni zeminler sunmaktaydı. Kendin yap yurttaşlığı kimliğin yerini kamusal alan olarak değil medya alanı olarak belirleyen bağlamsızlaştırılmış anlamlar ağı üzerine kuruluydu.



YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:


Carolyn M. Goldstein, Do It Yourself: Home Improvement in 20th-Century America, Princeton Architectural Press, 1998, 120 s.

Der. Gerry Smyth and Jo Croft, Our House: The Representation of Domestic Space in Modern Culture, Editions Rodopi BV, 2006, 268 s.

Der. Steven Miles, Alison Anderson and Kevin Meethan, Changing Consumer: Markets and Meanings, Routledge, 2002, 174 s.

John Hartley, Uses of Television, Routledge, 1999, 246 s.




Monday, November 04, 2019

İDAM






İDAM

Batıda XVII. ve XVIII. yüzyıllarda idamlar halka açık olarak gerçekleşiyordu. Halka açık idamlar bazı ilksel topluluklarda görülen, günah keçisi ilan edilen kişinin topluca linç edilmesinden farklı olarak monarkın, onun hukukunun verdiği ölüm cezasının, onun resmi görevlileri tarafından infaz edilmesi biçiminde gerçekleşiyordu. Dwight Conquergood’ un “Lethal Theatre: Performance, Punishment, and the Death Penalty” adlı yazısında belirttiği gibi (Theatre Journal, 54.3, 2002) devlet, insanların kurban edildiği korku veren ritüeller olan idamlar aracılığıyla şiddet üzerindeki tekelini ve mutlak iktidarını dramatize etmekteydi. İdam halkın adaletin gerçekleştiğini bizzat gözleriyle görmesi için gerçekleştirilen bir gösteriydi. Adalet sahnede gerçekleşen bir performanstı, önemli olan ritüeldi, gösterişti.



XVII. ve XVIII. yüzyılda ABD’de püriten New England’da halka açık idamlar insanların kitleler halinde katıldığı gösterilerdi. Başka herhangi bir amaçla bir araya gelen insan sayısı idamı izlemeye gelen kitlenin sayısının çok gerisinde kalıyordu. İdam edilecek kişi hapisten alınıp kiliseye götürülür, idam vaazından sonra darağacına doğru toplu yürüyüş başlardı. İdam izleyicisi kitle idam mahkumuyla arasına mesafeli bir muhakeme koyan bir kitle değildi; idam mahkumunu da kendisi gibi bir günahkar olarak görüyor, kendini onunla özdeşleştiriyor, idam performansının angaje bir şahidi olarak görüyordu. İdam mahkumu, yanlış bir şey yapmış olsa da aynı manevi cemaatin bir üyesiydi ve idam öncesi nasıl nedamet getirip Tanrıya sığınıyorsa izleyici cemaat de nedamet getirme ihtiyacı içindeydi. Richard J. Evans’a göre hem halk hem de yönetici sınıf halka açık idam gösterilerini manevi bir nedamet getirme ve cezalandırma biçimi olarak görmekteydi. İdam dinsel bir çerçevede nedametin, günah çıkarmanın ve inanca doğru dönüşümün hayati öneme sahip olduğu bir seremoniydi. İdam gösterileri cemaatsel dayanışmanın , yeniden bir araya gelmenin, günahlardan kurtulma çabasının ifade bulduğu yerlerdi. İdam edilen kişinin kanı iyileştirici vasfa sahip bir ilaç olarak görülürdü.


Foucault’nun dikkat çektiği gibi, halka açık idamlar iktidarın kendini gösterdiği bir seremoniydi. İdam gösterisinde halkın orada mevcut bulunması istenmekteydi. İdam bir yandan halka ibret olması için seyrettirilirken, öte yandan iktidar bu gösteri aracılığıyla öfkesini idam mahkumunun üzerine kusarak izleyici halkta korku yaratıyordu. Halk hem idama şahit olmalı, hem ondan korkmalı, hem verilen cezanın garantörü olmalı, hem de idama bir ölçüde iştirak etmeliydi. Halk idam edilen kişinin kim olduğunu, onun yüzünü görmek istiyor, göremediğinde protestoda bulunuyordu. 1792’de Paris’te giyotinle ilk kez idam gerçekleştirildiğinde izleyiciler idam yerini iyi göremedikleri için yakınmaya başlamış, “bize darağacımızı geri verin” sloganı atılmaya başlanmıştı. Halka açık idamlarda idam mahkumu darağacına kafile halinde götürülüyor, teşhir ediliyor, kalabalığın aşağılamalarına, küfürlerine, bazen de saldırılarına maruz kalıyordu. Kralın öcünün yanında yer alması için halkın öcüne, intikamına davetiye çıkarılmaktaydı. Bununla birlikte halkın hıncının, öcünün mevcudiyeti esas değildi, ne de kral halkın öcünü kendi tarzında ifade etmek zorundaydı. Önemli olan halkın krala idam konusunda desteğini sunması, darağacı hizmetini yerine getirmesiydi. İdam gösterisi sırasında halk bazen idam mahkumunun kuklasını yerlerde sürükledikten sonra onun kafasını kesiyordu. Ancak halkın idam mahkumuna yönelik tepkilerine karşı iktidarın gösterdiği toleransın sınırları vardı. İdam mahkumu hem bir hedef hem de bir örnek olarak kalabalığın saldırılarından korunmalıydı. Suçlu hem vaat edilmiş hem de yasaklanmış bir “kurbandı”. Kral kalabalığı idam gösterisine çağırıyor ve halkın kendisine olan sadakatinin bir göstergesi olarak kabul ettiği şiddet edimlerine -kısa bir süre için- müsamaha gösteriyordu ama bu edimler kralın kendi ayrıcalıkları tarafından katı bir şekilde sınırlandırılmıştı.



Halkın idam gösterisine katılımı her zaman onaylayıcı bir biçime sahip değildi. Foucault’nun söylediği gibi halk bazen haksız bulduğu idamlara karşı çıkıp idam mahkumunu destekleyen sloganlar atıyor, idamın gerçekleşmesini engelliyor, idam mahkumunu celladın ellerinden kurtarıyor, zora başvurarak idam mahkumu için af çıkarılmasını sağlıyordu. Halkın darağacının etrafında toplanmasının bir amacı da idam mahkumunun hakimlere, kanunlara, yönetime, dine sövüp saymasını işitmekti. İdam gösterisi bazen toplumsal kuralların ihlal edildiği, yasanın ve cezanın ortadan kalktığı, otoriteyle alay edildiği, idam mahkumunun kahramana dönüştüğü bir tür karnavala dönüşmekteydi. XVIII. yüzyılda idam gösterileri toplumsal kargaşalara dönüşme potansiyeline sahipti. Cezaların suçlunun sınıfsal konumuna göre değişmesi halkta tepki uyandırıyordu. Zengin biri işlediği takdirde hafif bir cezayla kurtulabileceği bir suçtan yoksul biri idama mahkum edilince halk rahatsız olmaktaydı. Gündelik yaşam içindeki -halkın ciddi suçlar olarak görmediği- küçük suçlara çok ağır cezalar verilmesi halkı geriyordu. İdam mahkumlarının –bir kısmı pişmanlık belirten, çoğu kurgusal olan -son sözleri, konuşmaları, yaşam öyküleri daha sonra yazılı olarak basılıp satılmaktaydı. Ancak iktidarın halka ibret olur diye teşvik ettiği bu metinler idam edilenin ününün yayılmasına, onun neredeyse bir halk kahramanı haline gelmesine yol açabiliyordu. Halk idam edilenlerin işlediği küçük suçlarda kendi gündelik hayatında gerçekleştirdiği küçük kanunsuzlukların, mücadelelerin izlerini buluyor, bu metinlere canlı bir ilgi gösteriyordu.


İdam günlerinde bir illegallik ortamı oluşmaktaydı. İş hayatı duruyor, meyhaneler dolup taşıyor, yankesicilik olayları artıyor, kavgalar çıkıyor, cellada ve askerlere küfredilip taş atılıyor, mahkumu kurtarmaya teşebbüs ediliyordu. Halk serserilik, sahte dilencilik vb. küçük suçlardan dolayı mahkum edilenlerle dayanışma içine giriyor, polisin arama çabalarına direniyor, muhbirlerin peşine düşüyor, polis müfettişlerine saldırıyordu. İdamlar gittikçe halkı korkutucu, caydırıcı özelliklerini kaybetmeye başlamıştı. 1775’teki isyanlardan sonra Paris’te gerçekleştirilen idamlarda halkla darağacı arasına iki sıra asker dizilmişti. Birinci sıradaki askerlerin yüzü darağacına dönüktü. İkinci sıradaki askerlerin silahları ise saldırı ihtimaline karşı kalabalığa doğru çevrilmişti.



XVII. ve XVIII. yüzyıllarda suçlular, idam mahkumları kamuya açık bir biçimde ağır işkencelerden geçiriliyordu. Gatrell’e göre halk acı çeken mahkumlarla bir empati ilişkisi içindeydi. Yönetici elit ise acıya ve ölümün bedensel hakikatine sırtını dönmüştü. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru halka açık işkenceler azalmaya başladı. Foucault’nun dile getirdiği gibi 1792’de giyotinin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, her idam mahkumu için aynı, eşit ölüm gerçekleşmeye başladı. Hukukla/cellatla suçlunun bedeni arasındaki temas bir ana indirgendi. Hukukun soyutluğuna sahip giyotin sanki yasayı acı çekme yetisine sahip gerçek bir bedene değil, hukuki bir özneye uygular gibiydi. Süreç içinde idam cezası kapsamına giren suçların sayısı azaltıldı. XIX. yüzyılın ilk döneminde giyotin vasıtasıyla gerçekleştirilen halka açık idamlar devam etmekle birlikte, zamanla, yönetici elit idamları halkın gözünden gizlemeye yöneldi. İdam mahkumları üstü kapalı araçlarla giyotine götürülmeye başlandı, idamlar daha önceden bildirilmeyen zamanlarda, çok kısa sürecek bir biçimde gerçekleşmeye başladı. 1830’lu yılların sonunda giyotin hapishanenin içine yerleştirildi ve askerler hapishaneye giden yolları keserek halkın idamı seyretmesini engelledi. (Fransa’da son halka açık idam 1939’da giyotinle gerçekleştirildi.) Foucault’nun belirttiği gibi artık kralın şiddetiyle halkın şiddetinin karşı karşıya gelmesi istenmemekteydi. Kralın öç alması yerine cezai adaletin merasimsiz cezalandırması daha uygun görülüyordu. Gatrell’in söylediği gibi 1770-1830 arası çok sert ceza yasalarının mevcut olduğu İngiltere’de 1830’lu yıllarla birlikte halka açık idamların sayısı azaldı, daha önce bir çok suça idam cezası verilirken bu kez idam cezası cinayet vakalarıyla sınırlandı, cezalar rasyonelleştirildi, halka açık işkenceler azaldı. 1868’de halka açık idamlar sona erdi. Bu gelişmeler yönetici elitin yeni toplumsal kontrol araçlarına yönelmesiyle ilişkiliydi. Artık darağacı gösterilerinin sık sık tekrarlanmasının halka öğreteceği dersin devlete olan yararı azalmış, hatta zararı artmaya başlamıştı. Darağacının etrafında toplanan kalabalığa kuşkuyla, korkuyla bakmaya başlayan devlet bundan böyle kirli işlerini gözden ırak bir şekilde yapmaya yönelecekti.


Halka açık idamlara son verilmesi burjuva hümanizminin bir sonucu değildi. Orta sınıf, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçileri, yoksulları bir pislik olarak görüyordu. XIX. yüzyıla kadar suçlu, halkın bir parçası olarak belirirken bu yüzyılda suçlu egemen söylem tarafından öteki olarak kurularak halktan uzaklaştırıldı, hapishane kurumu içine kapatıldı. Louis Masur’un dikkat çektiği gibi ABD’de 1830’larda orta sınıflar kamusal alanların halka açık idamlar sırasında başıbozuk kalabalıklar tarafından doldurulmasından ürküyorlardı. Sosyal bilimciler ve psikologlar idam gösterisinin halktaki en alçaltıcı arzu ve heveslere hitap ettiğini, halkı vahşileştirdiğini, suça, şiddete, tahripkarlığa teşvik ettiğini düşünüyorlardı. Ölüm umuma ait, kamusal bir olay olarak değil, bireysel özel bir olay olarak algılanmaya başlanmıştı. Kamuya kapalı idamlar alt sınıfların –muhtemelen onlardan biri olan- mahkumun idamını seyretmesini, onların iktidara yöneltecekleri tepkileri, isyan havasını engellemeyi amaçlamaktaydı. Yoksulların toplanma yeri idam alanı değil, kışla, okul vb. disiplin mekanları olmalıydı! ABD’de 1840’ların ortalarında bir çok eyalette kamuya açık idamlar son buldu. (ABD’de kamuya açık son idam 1936’da gerçekleşti). İdamlar hapishane içinde, aralarında kadın bulunmayan, az sayıda “saygıdeğer” şahidin huzurunda gerçekleşiyordu. XIX. yüzyılda, ölümü göz önünden uzaklaştırmaya çalışan, mezarlıkları şehir dışına taşıyan, ev içinde akrabalarla, dostlarla, mahalleden komşularla çevrili halde gerçekleşen ölümü, içinde yalnız ölünen steril hastane odalarına transfer eden modernlik idamı da toplumun gözünün önünden uzaklaştırmış, onu teknik, bürokratik, “nötr” bir prosedüre tabi kılmıştı.



XVII. ve XVIII. yüzyıllarda darağacında gerçekleştirilen idamlarda idam mahkumunun ailesi cellada idamı fazla acı vermeyecek bir biçimde gerçekleştirmesi için para verirdi. Öte yandan “uygarlık süreci” “acı çekmeden idam edilmeyi” gerçekleştirmeyi amaçlayan bir süreç olarak görünmekteydi. Daha önceki yüzyıllarda benzerleri yapılmış olan giyotinin modern biçimi Fransız Devrimci Ulusal Meclis üyesi doktor Guillotin tarafından icat edildi ve 1792’de tek resmi idam makinesi olarak giyotinin seri üretimine geçildi. Giyotin “acısız idamı” mümkün kıldığı gerekçesiyle “insani” bir buluş olarak görülmekteydi. Tüm idam mahkumlarını standart bir biçimde “aynı ölüme” maruz bıraktığı için “eşitlikçi” bir icat olarak değerlendiriliyordu. Ancak giyotin sınıfsal eşitsizliği engelleyemiyordu! 1792-1794 arasında giyotinle idam edilen yaklaşık on sekiz bin kişi içinde baldırı çıplakların sayısı soyluların sayısının üç katıydı. (Giyotin Fransa’da en son 1977’de kullanıldı). İngiltere’de ise ipe asarak gerçekleştirilen idamlarda ölüm uzun sürüyordu. XIX. yüzyılın ikinci yarısında boynun kırılarak ani ölümün gerçekleşmesi için “uzun düşüş” denilen bir yöntem geliştirildi. Boynuna ilmek geçirilen idam mahkumunun ayağının altındaki kapak açılarak mahkumun belli bir mesafe boyunca düşmesi sağlanıyor, sonra idam ipinin aniden yukarı doğru çekilmesi sonucu boyun kırılıyordu. Ancak bazı durumlarda mahkumun kafası kopmakta, bazen de mahkum hemen ölmeyip can çekişmekteydi.


XIX. yüzyıl modernliğinin keşfettiği “en gelişkin” idam aracı elektrikli sandalye idi. Amerikalı mucit ve iş adamı Thomas Edison’un şirketi 1882’de doğrudan akımla New York’u aydınlatmaktaydı. Edison’un en büyük rakibi George Westinghouse ise alternatif akımla Buffalo’yu aydınlatıyordu. Richard Moran’ın belirttiği gibi 1888’e gelindiğinde alternatif akımın üstünlüğü kabul edilmeye başlanmış, Edison’un şirketinin pazar payı düşmeye başlamıştı. Edison alternatif akımın kullanımının çok tehlikeli olduğu yolunda söylentiler yayarak kamuoyunu etkilemeye çalışıyordu. 1890’da ABD’de ilk defa elektrikli sandalyeyle gerçekleşecek idam için Edison mucit olarak nüfuzunu kullanarak New York hapishanesinin elektrikli sandalye için alternatif akımla çalışan Westinghouse jeneratörü almasını sağladı. Kendi jeneratörüyle gerçekleşecek idamın kamuoyunu olumsuz etkileyeceğinden korkan Westinghouse elektrikli sandalyeyle idama mahkum olan William Kemmler’ın idamını engellemek için avukatlar tuttuysa da başarılı olamadı. 1890’da elektrikli sandalyeye bağlı Kemmler’a on yedi saniye boyunca elektrik verildi. Ancak Kemler ölmedi, şiddetli kasılmalarla sarsılan, bir çok yeri kanayan bedeninden dumanlar yükseliyordu. İkinci kez verilen elektrik akımı yetmiş iki saniye sürdü, odayı yanık et kokusu kapladı. Kemmler’ın içten içe yanan, kömürleşmiş bedeninden çıkan dumanlar son bulduktan sonra öldüğü ilan edildi. İnfaz sırasında bazı şahitler bayıldı, bazıları da idam odasından kaçtı.

Elektrikli sandalyenin tarihinde “beceriksizlikle malul” tek idam Kemmler’ınki değildi. 1893’ta elektrikli sandalyeye bağlanan William Taylor’a verilen ilk akım sonucu aşırı kasılan ayakları bağlı olduğu kayışları kopararak kurtuldu. Hala yaşayan Taylor’a ikinci kez elektrik verildiğinde bu kez jeneratör’ün bozulduğu anlaşıldı. Bunun üzerine elektrikli sandalyeden çıkarılan Taylor’ın bedeni bir karyolanın üzerine konuldu ve jeneratör tamir edilene kadar canlı kalması için kendisine morfin ve kloroform verildi. Bir saat dokuz dakika sonra tekrar elektrikli sandalyeye bağlanan Taylor’a yeniden elektrik verilerek öldürüldü. Modernliğin elektriğe “ölümcül bir resmiyet bahşettiği” tek örnek Taylor değildi. 1903’te Fred Van Wormer elektrikli sandalyede idam edildi. Ancak Wormer’in bedeni otopsi odasına vardığında yeniden nefes almaya başladı. Bunun üzerine evine gitmiş olan cellat geri çağrıldı. Cellat geldiğinde Wormer ölmüştü. Buna rağmen Wormer’in ölü bedeni yeniden elektrikli sandalyeye bağlandı ve otuz saniye boyunca bin yedi yüz volt akım verildi.



Öldürme teknolojileri konusunda uzmanlaşmış ABD’de ilk gaz odasında idam 1924’te gerçekleşti.(Gaz odasında -2006 yılı itibarıyla-son idam 1999’da gerçekleşti). Naziler ise 1930’larda ve 1940’larda gaz odalarında Yahudileri, sakatları, çingeneleri toplu olarak idam edeceklerdi. ABD’de bir yandan idamlar steril, bürokratik, yüksek teknolojiye dayalı bir prosedür çerçevesinde gerçekleşirken öte yandan devlet siyahlara karşı uygulanan linçlere müsamahakar davranıyordu. ABD’de XIX. yüzyılda iç savaştan sonra ve XX. yüzyılın ilk on yıllarında gerçekleştirilen linçlere zaman zaman polisler ve resmi yetkililer de katılmakta, beyaz linççiler devlet yetkilileri tarafından korunmaktaydı.



İkinci Dünya Savaşından sonra, Holocaust’a karşı oluşan tepkilerin de etkisiyle ABD’de gerçekleşen idamların sayısı azaldı. 1949’da Batı Almanya’da ölüm cezası kaldırıldı. 1970’lerden itibaren süreç içinde Avrupa ülkelerinde idam cezası kalktı. ABD’de idam cezası 1976’da yeniden yürürlüğe kondu. İdamlar farklı eyaletlerde elektrikli sandalye, gaz odası ya da zehirli iğne yoluyla gerçekleştirilmekteydi. 1980’den sonra elektrikli sandalyeye bağlı idam mahkumlarının infaz sırasında başları, bedenleri defalarca alevler içinde kaldı. Bazen mahkumların gözleri yuvalarından dışarı fırlıyor, bazen de mahkum elektrikli sandalyeye işiyor ya da dışkısını yapıyordu. Kimi zaman mahkumun ölmesi ilk akımın verilmesinden on dokuz dakika sonra gerçekleşiyordu. Gaz odasında idamda ise mahkum-bazen 6-7 dakika boyunca- şiddetli bir şekilde sarsılıyor, çırpınıyor, ağzından köpükler çıkıyordu. 1983’te Jimmy Lee Gray’in idamında odaya gaz verilmesinden sekiz dakika sonra yetkililer temizlemek için odaya girdiklerinde Gray hala yaşıyor, nefes almaya çalışıyordu. Son dönemde ABD’de yaygın olarak başvurulan ve acısız ölüm yöntemi olarak sunulan zehirli iğne kullanımında da durum çok farklı değildi. 1987’de Eliot Rod Johnson’un göçmüş damarları yüzünden infazın tamamlanması yaklaşık bir saat sürdü. 1988’de Raymond Landry’ye batırılan şırınga damardan dışarı fırladı, ölümcül kimyasallar oda boyunca şahitlerin tarafına doğru fışkırdı. 1992’de Rickey Ray Rector’a iğne yapmaya çalışan tıp ekibi uygun damar bulmak için elli dakikadan fazla uğraştı, mahkumla aralarına perde çekilen şahitler Rector’un iniltilerini dinledi. 1992’de Robyn Lee Parks iğne vurulduktan sonra on bir dakika boyunca güçlükle solumaya devam etti ve şiddetli bir şekilde öğürdü. 1997’de Michael Eugene Elkins’e iğne yapılırken uygun bir damar bulunması için bir saate yakın uğraşıldı. Joan M. LeGraw ve Michael A. Grodin’in “Health Professionals and Lethal Injection Execution in the United States” adlı yazılarında dikkat çektikleri gibi (Human Rights Quarterly, 24.2, 2002) zehirli iğneyle idamla amaçlanan, mahkumun acı duymadan uyutulduğu yanılsamasını yaratmaktı. Jürilerin bu yöntemin “insani” olduğuna inanması durumunda idam cezası kararını vermeleri daha olasıydı. Zehirli iğneyle idam tıp ahlakına aykırıydı. Tıbbi bilgi ve beceri adli cinayeti acı vermeyen bir klinik ehliyet ve insaniyet görüntüsüyle kuşatıyor ve bu da zehirli iğne yoluyla gerçekleşen idamları anayasal soruşturmalara ve kamuoyundan gelecek saldırılara karşı koruyordu. Tıbbi personelin idamlara iştirak etmesi ve acısız ölüm söylencesi bu açık vahşet karşısında toplumun duyabileceği suçluluk duygusunu hafifletmekteydi. Conquergood’a göre zehirli iğneyle idam kozmetik bir işlev görmekte, idama saygın bir görünüm kazandırmakta, insani olduğu izlenimini yaratan tıbbi bir prosedürle devletin öldürmesini ve şiddetini gizlemekteydi.



ABD’de idamlar sınıfsal bir boyuta sahipti. Jesse L. Jackson’a göre idam cezası yoksullar içindi. Parası ve tanınmış bir avukatı olan kişiler idam cezasından kurtuluyordu. İdam cezası konusunda ırk da çok önemli bir etkendi. Eğer insan yoksul ve siyahsa ve bir beyazı öldürdüyse sonu idamdı. Bir beyazı öldürmekten tutuklanmış siyahın idam edilme olasılığı bir siyahı öldürmekten tutuklanmış beyazınkine oranla on dokuz kat daha fazlaydı. Conquergood’a göre 1977-2002 yılları arasında idama mahkum olan 760 kişiden % 40’ı azınlıklara (azınlıklar nüfusun % 29’unu oluşturuyordu), % 35’i siyahlara (siyahlar nüfusun %12 sini oluşturuyordu) aitti. ABD’de idam edilen küçüklerin çoğu azınlıklardan gelmekteydi. İdam cezası verilen duruşmalarda görev yapan savcıların % 95’i beyazdı. Öte yandan idamların ırk ve sınıf ayrımcılığına dayanmasına karşın devlet idamları profesyonel bir biçimde yönetilen, yüksek teknolojinin kullanıldığı objektif, hukuki bir pratik olarak sunma eğilimindeydi. Ancak sistem büyük hatalara açıktı. DNA testi sayesinde masum olduğu anlaşılan 86 kişi ölüm sırasından (death row) kurtulmuştu. Conquergood’a göre idamın koreografisi düzeni, kontrolü, kurallara uygunluğu ve kaçınılmazlığı içermekteydi. Federal Hapishaneler Bürosunun yayınladığı 56 sayfalık el kitabında idam prosedürleri detaylı bir biçimde tanımlanmaktaydı. Devletin öldürmesinin gerçek şiddeti uygar görünümlü protokollerin ve idam mahkumuna karşı özenli davranıldığı söylencesinin arkasına gizlenmek istenmekteydi. Son yemek, son sözler, son dua tüm bunlar performansı kontrol etmek amacına yönelikti. İdam senaryosunda spontaneliğe ve emprovizasyona yer yoktu. Hiçbir şeyin şansa bırakılmadığı, her şeyin dikkatli bir şekilde planlandığı, koreografisinin yapıldığı ve yönetildiği bir performans söz konusuydu. İdam mahkumu son yemeğinin siparişini yedi gün önceden vermeliydi. Ancak idam mahkumu bazen ölmemek için direniyor ve o zaman özel bir tim onu zor kullanarak idam odasına götürüyordu. Böylece medenilik maskesi, düzen, prosedür illüzyonu, gerçekleşen şeyin doğal, temiz, saygın, insani olduğu kurgusu paramparça oluyordu. İdamda erkeklik normları yürürlükteydi. Cellatlar idam anında mahkuma “erkek gibi öl”, “ erkek gibi iğne ol” vb. klişeler söylüyordu.



Devlet zor, şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran bir kurumdu. İdam devlet şiddetinin aldığı biçimlerden biriydi. Austin Sarat’a göre devletin öldürmesi meşrulaştırılmaya ihtiyaç duyan bir şiddet biçimiydi. Devletin öldürme hakkını muhafaza edebilmesi için kendi şiddetini cezalandırmak istediği kişinin şiddetinden farklı ve üstün kılması gerekiyordu ve bu nedenle bir takım hukuki prosedürler, pratikler icat edilmişti. Devlet kişisel olmayan bir biçimde öldürdüğü görüntüsünü vermekteydi. Devletin mahkumu kamuoyunun bakışından uzakta, gizlice öldürme eylemini çevreleyen ritüeller, ölüme bürokratik, tıbbi bir görünüş vermek üzere tasarlanmıştı. Devlet işlediği cinayeti meşrulaştırmak ve kamuoyunca kabul edilebilir kılmak için elindeki tüm teknolojileri kullanarak yumuşak bir şekilde öldürmeye çalışmaktaydı. İdamlarda acı çekmeden ölüme yapılan yeni vurgu devletin öldürmesini cinayetten farklı hale getirerek idam cezasına meşruiyet kazandırmaya çalışmakta, devletle öldürdükleri arasında bir hiyerarşi ilişkisi kurmaktaydı. Sarat’a göre idamı kamuya kapalı hale getirmek darağacının pedagojisini sona erdirmiyordu. İdam günümüzde bile kamuoyunda devletin yürürlüğe koyduğu ölüm cezasıyla kontrol altına alınması gereken isyankar özgürlük ve kötülük imajlarının üretilmesi için bir vesile oluşturuyordu. ABD’de son dönemde devlet idamı suç işleyene karşı bir tür öç alma olarak kullanmak eğilimindeydi. Hukuk kurbanın suçludan öcünü alması için kullanılan bir kanala dönüştürülmekteydi. Kurbanların Hakları Hareketi işlenen suçun kurbanını modern yasallığın sembolik kalbi haline getirerek güç elde etmek ve cezalandırma sürecine katılmak istiyordu. İdam cezası yanlısı bu hareketin kurbanların sesini yükseltme çabası intikam arzusunu yansıtmaktaydı. İdam cezası kurbanların ve kamuoyunun öç taleplerini tatmin edici bir uygulamaydı. Devlet, idamları kurbanların ailelerinin manevi yaralarının iyileşeceği, kapanacağı bahanesiyle meşru göstermek istemekteydi. İdam cezasının siyasi popülerliğini karmaşık problemlere basit çözümler aramakla ve suçluyu şeytanlaştırma politikasıyla birleştiren kurban hakları hareketi intikamı, öç almayı hedeflemekteydi. ABD deki hukuk sistemi intikam ihtiyacı üzerine temellenmiş daha ilkel ve duygulara dayalı bir ceza biçimine yönelmekteydi. Kurban adına intikam almak bugün Amerikan hukuk sisteminde meşru bir tarz olarak kabul görmekteydi. Bireysel öfkelerle kamusal adalet arasındaki sınırlar ihlal edilmekte, hukuka dayalı cezalandırmayla öç alma arasındaki farklar belirsizleşmekte, aklın yerini öfke almakta, modern hukukun temel ilkeleri istikrarsızlaşmaktaydı. Hukukun yükselen kinci, intikamcı şiddeti kontrol altına alma işlevi yıpranmaktaydı. Devletin öldürmesi şiddete yol açan toplumsal sorunlara duyarlılık göstermenin yerine öç ve hınç politikasını ikame etmekteydi. Suç çeşitli sosyal gurupları birbirine karşı kışkırtmak için kullanılmakta, tehlikeler ırksallaştırılarak ırksal korku ve düşmanlık devam ettirilmekte, suç vasıtasıyla yönetme politikası güç kazanmaktaydı. Bunların sonucu olarak temel hukuki güvenceler erozyona uğruyordu. Öte yandan zehirli iğneyle idam yönteminde olduğu gibi devlet öldürme ediminin içerdiği şiddet izlerini ortadan kaldırmak istemekteydi. Devletin bir yandan intikam politikasına yönelirken öte yandan idama insani bir görüntü verme çabası arasında çelişki vardı. Devlet bir yandan idam mahkumunu devlet şiddetinin kurbanı statüsüne yükseltmek istemiyor, öte yandan toplumsal yaşamda kötü suçlu-masum kurban dikotomisini muhafaza etmeye çabalıyordu. Devlet idamı görünmez, sessiz, bürokratik, idari, prosedüre ilişkin bir fiile dönüştürmeyi amaçlamaktaydı. Sarat’a göre idamların televizyonda yayınlanması devletin öldürme aygıtının kusursuz, temiz olduğu yönündeki yanılsamayı bozacak, insanların idamın çıplak şiddetiyle yüzleşmesine imkan verecekti. Böylece, devletin idam cezasını sahiplenmesindeki sadist boyut teşhir olacak, idamın meşruluğu önceden kestirilemeyecek biçimlerde sarsılabilecekti.


YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:


V.A.C. Gatrell, The Hanging Tree: Execution and English People, 1770-1868, Oxford University Press, USA, 1996, 656 s.

Louis Masur, Rites of Execution: Capital Punishment and the Transformation of American Culture, 1776-1865, Oxford University Press, USA, 1991, 224 s.

Austin Sarat, Devlet Öldürdüğünde, Çev. S. Nihat Şad, Phoenix Yayınevi, 2002, 398 s.

Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi Yayınları, 2000, 445 s.

Richard Moran, Executioner’s Current: Thomas Edison, George Westinghouse, and the Invention of the Electric Chair, Vintage, 2003, 304 s.

Richard J. Evans, Rituals of Retribution: Capital Punishment in Germany, 1600-1987, Oxford University Press, USA, 1996, 1048 s.

Jesse Jackson, Legal Lynching: Racism, Injustice and the Death Penalty, Marlowe & Co., 1998, 224 s.