Monday, September 30, 2019

LÜKS CİPLER







LÜKS CİPLER


Sport Utility Vehicle –SUV ( Spor kullanım amaçlı araç) Türkçede farklı biçimlerde adlandırılıyor; lüks arazi aracı, cip, dört çekerli arazi arabası, 4x4 vb. SUV’lar genellikle dört-çeker sürüş sistemine sahip, ancak bu sisteme sahip olmayan SUV modelleri de mevcut. SUV’lar özellikle yol dışında (off-road), arazide kullanılmak üzere tasarlanmış, yüksek çekiş gücüne sahip araçlar, aynı zamanda otoyolda da kullanılabiliyorlar. Bu araçların ağırlık merkezlerinin otomobillere kıyasla yerden daha yüksekte olmasına karşın bazı modellerin yerden yüksekliği daha az ya da yolun durumuna bağlı olarak ayarlanabiliyor. SUV’lar genellikle büyük ve çok yakıt harcayan araçlar, ancak son dönemde daha küçük, daha az yakıt tüketen ekonomik SUV’lar da üretilmeye başlandı. Son yıllarda Rusya en çok lüks cip satılan ülkelerden biri haline geldi. Türkiye’de de lüks cip talebinde hızlı bir artış gözlenmekte.



Batıda doğayla “arabalı insanlığın” buluşması otomobillerin kitlesel ölçekte üretilip satıldığı 1920’li yıllarda gerçekleşti. ABD’de 1921’de yürürlüğe giren Federal Karayolları Kanunu milli parklara gitmek için bir yol ağı yaratılmasını amaçlamaktaydı. Melisa Aronczyk’in “‘Taking the SUV to a Place It’s Never Been Before’: SUV Ads and the Consumption of Nature” adlı yazısında (2005) belirttiği gibi bu dönemde doğa giderek şehirden kaçılıp gidilecek bir yer haline geldi. Sağlık veren bir kaynak olarak görülen doğa aynı zamanda ancak otomobille ulaşılabilen bir mekan olarak belirmekteydi. 1920’lerde bireyciliğin öne çıktığı araba reklamlarında doğayı uygarlaştıran, fetheden, ona nüfuz eden bir otomobil ideası egemendi. Öte yandan insanla doğa arasındaki ilişkinin bir karşıtlık ilişkisi temelinde kurulduğu modern toplumda doğayla fazla haşır neşir olmak kentli insana uygun bir davranış olarak görülmemekteydi! William Rollins “Reflections on a Spare Tire: SUVs and Postmodern Environmental Consciousness” adlı yazısında modern toplumda otomobille doğa arasında bir mesafe olduğunu, bu ikisinin birbiriyle kaynaşmasının istenmediğini, 1960’lara kadar- tatiller hariç- otomobilin doğa alemi içinde yabancı bir nesne olarak görüldüğünü söyleyecekti.



ABD’de 1980 ortalarından sonra satışları patlama yapan SUV’ların tarihi oldukça gerilere gitmekteydi. 1910’lu yıllarda “depot hack” adlı arabalar tren istasyonlarından otellere yolcu ve eşya taşımak için kullanılmaktaydı. ABD’de kesintisiz bir biçimde en uzun süre üretilen, ticari amaçla ağır işlerde kullanılan yol dışı bir model olan dört kapılı Chevrolet Suburban 1935’te piyasaya sürülmüştü. İkinci Dünya Savaşında orduda kullanılan askeri ciplerin sivil versiyonu savaştan sonraki dönemde satılmaya başlandı. 1940’ların ikinci yarısında Jeep Wagon ortaya çıktı. 1948’den başlayarak Land Rover Serileri üretildi. Arazi arabaları başlarda daha çok tarımla uğraşanlar, balık tutmaya giden çiftlik sahipleri tarafından kullanılmaktaydı. 1963’te piyasaya sürülen Jeep Wagoneer 1960’lı yıllarda moda olan sörflerin taşındığı bir arazi aracı olarak popülerlik kazandı. Wagoneer aynı zamanda bir aile arabası olma özelliğini taşımaktaydı. 1950’li ve 1960’lı yıllarda arazi araçları daha ziyade kırsal kesimde bir ilgi gördü, ana akım kent kültürü içinde kendine fazla bir yer bulamadı. Bunun önemli bir nedeni arazi araçlarının otoyollarda kötü bir performans sergilemesiydi. Sert süspansiyonlar yumuşak bir sürüşe imkan vermemekteydi ve vites oranlarının düşük olması nedeniyle yüksek bir performans elde edilemiyordu.



1973’te OPEC’in petrol fiyatlarını büyük ölçüde arttırması ve petrol ambargosu sonucunda çok yakıt tüketen SUV’ların ve büyük arabaların satışları düştü. 1975’te ABD’de federal yakıt randımanı talimatları araba üreticilerini küçük, hafif, yakıt randımanı yüksek arabalar üretmeye zorladı. ABD’de küçük, az yakıt tüketen Japon arabalarının ithalatı arttı. 1970’lerde arabalar emniyetle, emisyonla, yakıt randımanıyla, çevreyle ilgili federal kurallara tabi kılındı. Otomobillere getirilen sınırlamalar kamyonet, van ve yol dışında kullanılan araçlara getirilen kurallardan çok daha sertti. 1980 başlarında ABD’de Japon otomobillerinin rekabetinin zorladığı otomotiv endüstrisi güç durumdaydı. Petrol fiyatları düşmüştü ama otomotiv endüstrisinin üretiminde ustalaştığı büyük, çok yakıt tüketen, yakıt randımanı düşük otomobiller üzerindeki ağır vergiler, emisyon kısıtlamaları bu araçların üretimini sınırlıyordu. 1983’te dünyadaki ilk modern minivan olan Dodge Caravan kamuoyuna sunuldu ve izleyen dönemde popüler oldu. Minivanlar çocukları olan bir ailenin içine rahatlıkla sığabileceği genişlikte arabalardı. Önden çekişli minivanların yakıt randımanı yüksekti. Minivanların önemli bir özelliği yasada otomobil değil “hafif kamyonet veya van” kategorisi altına girmeleri ve bu nedenle otomobillere- havayı kirleten zararlı gaz emisyonuyla ve emniyetle ilgili- standartlar getiren federal talimatlardan sıyrılmayı başarmalarıydı. Durumu değerlendiren otomobil üreticileri hafif kamyonet kategorisi altına girerek yakıt randımanına, gaz emisyonuna vb. ilişkin federal kısıtlamalardan, ağır vergilerden kurtulan büyük, çok yakıt tüketen arazi araçlarının, SUV’ların üretimine yöneldi. İlk gelişmiş SUV modeli olarak kabul edilen Jeep Cherokee 1984’te piyasaya sürüldü ve yüksek satış rakamlarına ulaştı.



1980’li yıllar ilerledikçe SUV satışları hızla artarken minivan satışlarında bir gerileme gözlendi. Bu durumun önemli nedenlerinden biri minivanların üstüne “çocuklu banliyö ailesi” kokusunun sinmiş olmasıydı! Minivanlar “soccer mom” olarak adlandırılan, banliyölerde yaşayan ve çocuklarını minivanıyla bir sportif faaliyetten ya da müzik dersinden başka bir etkinliğe taşıyıp duran orta sınıftan annelerle özdeşleştirilmekteydi. Bazı gazete yazarları minivanları “yavaş, sıkıcı, her tarafında banliyö yazan arabalar” olarak değerlendirecekti. Öte yandan 1980’li yıllarda neo-liberalizmin gelişmesiyle birlikte kendini klasik orta sınıftan ayırmak isteyen bir yeni orta sınıf oluşmaya başlamıştı. İkinci Dünya Savaşını takip eden dönemde doğan Baby Boom kuşağı 1960’lı yıllarda karşı kültür hareketleri içinde yer almış, 1980’lerde ise Reaganizmle uzlaşıp Yuppie’liğe soyunmuştu. Bireyci, neo-liberal görüşlere sahip, narsisist, risk alıp hızla yükselmeyi amaçlayan, aynı zamanda genç, bağımsız, aktif ve sert bir görünüm sunmak isteyen, klasik aile babası olarak görülmeyi arzulamayan bu kesim için minivan klasik, eski kuşaktan, konformist aileyi temsil etmekteydi. Erkeksi, agresif bir outdoor kültürüne özlem duyan yeni orta sınıftan profesyonellerin büyük, güçlü, “kaslı”, “seksi”, tehditkar, maço görünüşlü bir araca ihtiyacı vardı. SUV “neo-liberal kovboy Reagan”, Rambo, Robocop, Topgun döneminin aracıydı, Amerikan kültürünün militarizasyonunun, saldırganlaşmasının bir ürünüydü. SUV’ların en büyük ve militarizmi en bariz bir biçimde simgeleyen modellerinden biri Hummer idi. Hummer ABD’nin 1989’da Panama’yı işgal ettiğinde ilk kez kullandığı Humvee askeri ciplerinin sivil versiyonuydu. Körfez savaşı döneminde Hummer sahipleri kendilerini ABD ordusunun yurtsever sivil destekleyicileri olarak göreceklerdi. Arnold Schwarzennegger yedi tane Hummer’a sahipti.



Keith Bradsher’in kendisiyle yapılan bir söyleşide (2001) dile getirdiği gibi 1980’lerin ikinci yarısında yükselişe geçen Amerikan milliyetçiliği bireyleri daha askeri, daha outdoor bir havaya sahip araçları seçmeye sevk etmekteydi. Otomobil üreticileri mühendislerini erkeksi, maço görünümlü SUV modelleri tasarlamalarında yardımcı olabileceği düşüncesiyle Rambo filmlerini izlemeye gönderiyorlardı. Daha önce geleneksel olarak kadınsı kıvrımların egemen olduğu otomobillerden farklı olarak SUV’lar özellikle güçlü, haşin, tehditkar, maço bir görünüm taşıyacak biçimde tasarlanmıştı. SUV’ların bazı modellerinin önündeki dikey metal çubuklar vahşi orman kedilerinin dişlerini andırmaktaydı. Ford’un eski bir pazar araştırmacısı SUV çılgınlığının yoluna kimsenin girmesine izin vermemekle başlayıp, yoluna çıkanları defolup gitmeleri için tehdit etmeye kadar vardığını söyleyecekti. Savaş alanındaki zırhlı araçlara benzeyen SUV’lar yollarda uygar olma imkanını ortadan kaldırmaktaydı. D. Kooijman ve R. Sierksma “ Emotional Driving: Cocooning in the Public Realm” adlı yazılarında (2007) post modern toplumda otoyolların acele içinde olan, gergin, saldırgan, iletişim kurulması mümkün olmayan sürücülerle dolu hale geldiğini, araba sürmenin "öfkelendirici stimuliye" tepki gösterilen bir yol kat etme sürecine dönüştüğünü söyleyecekti. Sürücüler arasındaki ilişki agresif bir biçimde korna çalma ve el kol hareketleri yapmaya indirgenmişti.



SUV büyüğün küçüğü ezdiği orman kanununun, ABD’nin başını çektiği silahlanma yarışının otoyollardaki karşılığıydı. Büyük SUV’larla çarpışırlarsa öleceklerinden korkan otomobil sahipleri araçlarını satıp SUV almaya yöneliyorlardı. SUV’ları satın alanların çoğu kendilerini güvende hissetmeyen, bir güç sembolüne ihtiyaç duyan profesyonellerdi. William Rollins’in dikkat çektiği gibi SUV’un sert, engel tanımayan imajı artan suç oranları ve işverenlerin sağlık payı katkısının hızla azalması karşısında öz güven sahibi olmanın onlar için bir zorunluluk haline geldiği alıcı kitlesine hitap etmekteydi. SUV satışları 1980 sonlarına doğru ve 1990’lı yıllarda büyük bir artış göstermişti. ABD’de Yuppie’lerin sonunu getiren 1987 borsa krizinden sonra ekonomi yıllarca düzelmemiş, profesyoneller artık yeni kapitalizmde hiçbir zaman eskisi gibi iş güvencesine sahip olamayacaklarını anlamışlardı. 1990’lı yıllarda ise bir güvenlik toplumu kurmaya yönelen post modern kapitalizm yoksulları ve göçmenleri bir suç ve tehlike kaynağı olarak gösterecek, orta ve üst sınıflar tehlikeli kabul edilen kent içlerini terk ederek etrafları duvarlarla çevrili, kapılarında özel güvenlik görevlileri bulunan kapalı yerleşmelere, güvenlikli sitelere taşınacaktı. Kapalı yerleşmelerin yoldaki karşılığı olan SUV tekerlekleri olan güvenli bir odaydı, bazı SUV reklamlarının ürkütücü bir muğlaklıkla ifade ettiği “yoldaki tehlikeye” karşı içindekileri koruyan bir tür koruyucu kabuk, “zırhlı kozaydı”, lüks bir sığınaktı.



Genellikle koyu, parlak renkli olan SUV’ların içlerini göstermeyen camları vardı. SUV’un içi nasıl güven verici bir rahme benziyorsa dışı da saldırgan, tehditkar bir görünüşe sahipti. Carol Vanderveer Hamilton “The Evil of Banality: Moby Dick vs. the Extreme Machine” adlı yazısında (Iowa Journal of Cultural Studies 4, İlkbahar 2004) dev metal zırhın içindeki SUV sürücüsünün kendini Robocop gibi yaralanmaz sandığını söyleyecekti. Amerikan yollarının dev canavarları olarak beliren SUV’lar sürücülerinde küçük arabaları ve onları kullananları marjinalleştiren bir duygunun gelişmesine neden olmaktaydı. Tehlikeli görülen kentte kendini diğer sürücülere karşı savunmanın tek yolu onları yenmek olarak belirmekteydi. Düşmanlık norm; yardım ve işbirliği ise istisna haline gelmişti. William Rollins’e göre SUV’un çekiciliğinin en önemli nedenlerinden biri tekinsiz addedilen kent caddelerinde sürücüsüne kabadayılık ve güven hissi vermesiydi. Sürücülerdeki “tehlikeli kişileri” ezme eğilimini teşvik eden SUV şiddete açık, sert bir bireyciliği, ayrıcalıklı konumunu kullanarak kendine toplum içinde buldozerle yol açma eğilimine sahip neo-liberal bireyin arzularını yansıtmaktaydı. SUV estetiği saldırgan bir “önce ben” mesajı vermekteydi. Andrew Garnar’ın “ Portable Civilizations and Urban Assault Vehicles” adlı yazısında(2000) söylediği gibi kentsel saldırı araçları olarak SUV’lar gücün, iktidarın, kontrolün, güvenliğin sembolleriydi. SUV’lar orta sınıfı kendi yaşam tarzına yönelik herhangi bir tehdide karşı korumayı amaçlamaktaydı.



SUV modernliğin sosyal kurumlarının, güvencelerinin, dinin, ailenin gücünü kaybettiği, yeni orta sınıfın kendini güvende hissetmediği bir dönemin, Rollins’in deyimiyle “post modernizmin altın çağının” bir ürünüydü. SUV sürücüleri öz güvensizliklerini sahte bir sertlikle telafi etmek, her şeyin sağlam ve güvende olduğunu hissetmek istiyorlardı. SUV’ların otomobillere kıyasla “daha güvenli” yanları vardı. Büyük olan SUV, bir otomobille çarpıştığında otomobildekilerin yaralanma ya da ölme ihtimali daha fazlaydı. SUV’ların tamponları otomobillerinkine göre daha yüksekte olduğu için bazı kazalarda otomobiller SUV’ların altına giriyor, SUV’lar otomobillere yandan çarptığında ise SUV’un tamponu otomobildekilerin başına ya da göğsüne çarparak ölümlere neden oluyordu. Ancak SUV’ların içindekilerin araç kaza geçirdiğindeki ölüm oranı otomobildekilerinkine oranla daha fazlaydı. Bunun başlıca nedeni ağırlık merkezleri yüksekte olup yol tutuş kabiliyeti zayıf olan SUV’ların devrilme, takla atma oranının otomobillerinkine oranla yüksek olmasıydı (son yıllarda ağırlık merkezleri alçaltılmış SUV’lar da üretilmeye başlandı). Bradsher’in belirttiği gibi 2000’de SUV’ların içindeyken ölenlerin yüzde altmış ikisi aracın takla atması nedeniyle ölmüştü. SUV’ların manevra kabiliyeti-özellikle acil durumlardaki manevralarda- zayıftı ve sürücüler yoldaki küçük bir engele çarptıklarında aracın kontrolünü sağlamakta zorluk çekiyorlardı. Devrilmelerin çoğu aracın kaldırımın kenarına çarpması, yoldaki küçük bir hendeğe girmesi vb. nedenler sonucu gerçekleşmekteydi. Yoldaki küçük bir tümsek bile yüksek hızla giden bir SUV’un devrilmesine neden olabiliyordu. Yağışlı havalarda kontrolü daha da güçleşen SUV’lar kaygan otoyollarda frene basıldığında hemen duramıyorlar, arabalara ve yayalara çarpıyorlardı. SUV sürücüleri araçlarının büyüklüğü ve dört çekerli sürüş kabiliyeti nedeniyle kendilerini abartılı bir biçimde güvende hissediyorlar, emniyet kemeri takmıyorlar, aracı sürerken cep telefonuyla konuşuyorlardı. SUV’ların takla atmaları sonucunda ölenlerin yüzde sekseninin emniyet kemeri takılı değildi. Oysa ABD’de genel sürücü nüfusunun yüzde yetmiş beşi düzenli olarak emniyet kemeri takıyordu. Büyük, yüksek ve genellikle koyu renk camlara sahip SUV’ların sürücüleri arkalarını görmekte güçlük çekiyorlardı ve bu nedenle bazı SUV sürücüleri evlerinin garajlarını sokağa bağlayan bahçe yolunda geri geri giderken kendi çocuklarını ezmekteydi. Yollarda SUV’ların arkasında bulunan otomobillerin sürücüleri önlerindeki büyük ve geniş SUV’lar yüzünden yoldaki diğer araçları, trafik işaretlerini ve ışıklarını görmekte güçlük çekiyorlar ve bu da kaza yapma ihtimallerini arttırıyordu. SUV sürücüleri görece daha bencil, sadece kendilerini düşünen, öz güvenleri düşük, kendini beğenmiş, başkalarının güvenliğine önem vermeyen, etraflarındaki insanları kontrol etmek isteyen kişilerdi.



Sekiz silindirli güçlü motorlara sahip olan SUV’lar otomobillere oranla havayı çok daha fazla kirleten gazlar çıkarmaktaydı. ABD’de her yıl ilave bin kişi SUV’ların yol açtığı ekstra kirli hava yüzünden solunumla ilgili problemler yaşıyordu. SUV’ların yoğun olarak ürettiği karbon dioksit küresel ısınmayı arttırmaktaydı. SUV sektörünü destekleyen ABD yönetimi SUV’ları çevreye, atmosferin kirletilmesine ilişkin kısıtlayıcı yasalardan muaf tutan ya da SUV’lara otomobillerinkine oranla çok daha yumuşak kısıtlamalar getiren yönetmelikler çıkarmaktaydı. ABD kongresi 1985’te yakıt randımanı standartlarını otomobiller için yükseltirken SUV’lar için aynı bırakmış, 1990’da değeri otuz bin doların üzerinde olan arabalar üzerine koyduğu yüzde on oranındaki lüks vergisinden SUV’ları muaf tutmuştu. SUV’lara -özellikle havayı kirleten gaz emisyonuyla ilgili - getirilen muafiyetler SUV üreticilerini araçlar üzerinde katalitik konvertör vb. ek masraflar yapmaktan kurtarmış ve SUV’ların yüksek bir karlılıkla satılmasına imkan vermişti. Çok fazla yakıt tüketen SUV’lara uygulanan yakıt randımanı standartlarının otomobillerinkine oranla düşük tutulması ABD ekonomisinin petrole olan ihtiyacını daha da arttırmaktaydı. SUV’ların yükselişe geçtiği dönem ABD’nin orta doğu petrollerine göz diktiği, Irak’ı bombaladığı, işgal ettiği dönemdi.



SUV minivanlara atfedilen klasik banliyö ailesi stigmasını taşımak istemeyen yeni orta sınıfın aracıydı. SUV estetiğinin erkeksi, kaslı, saldırgan özellikler taşımasına karşın SUV özellikle 1990’lı yıllarda ve sonrasında kadınlar tarafından da yoğun bir biçimde kullanılan bir araçtı. SUV aynı zamanda bir aile arabasıydı. Ancak yeni orta sınıf ailesinin ve kadınlarının yapısı eskisinden farklıydı. 1990’lı yıllarda özellikle hizmet, bilgisayar, iletişim sektörlerine çalışan yeni bir profesyonel kadın tipi ortaya çıkmıştı. Bağımsızlığına önem veren, bazen yalnız yaşayan, bazen de kariyerle aile hayatını bir arada yürüten profesyonel kadınlar daha önceki dönemlerde erkeklere atfedilen girişkenlik, kendini zorla kabul ettirme, agresiflik vb. özellikler sergilemekteydi. Dolayısıyla SUV’un erkeksi olarak adlandırılan estetiği bu kadınlara çok ters düşmüyordu. İkinci olarak yeni orta sınıf ailesi eşlerin birbirine olan sadakatinin artık mutlaklaştırılmadığı, erkeğin yanı sıra kadının bağımsızlığının da giderek öne çıkmaya başladığı yeni bir yapı kazanmıştı. Kadınlara yönelik SUV reklamlarında bağımsızlık imgesi öne çıkmaktaydı. SUV’ları kullanan erkeklerin önemli bir bölümü kırlaşan saçlarına karşın genç ve cool görünmek isteyen, çocuklu ve evli olduklarını fazla belli etmek istemeyen kişilerdi. Özellikle erkekler çocuklarını koyu renk camlı SUV’larının arka koltuğuna yerleştirdikten sonra sürücü camını açıp yalnız bir görünüm vermeyi seviyorlardı. Rollins’e göre SUV’a eşlik eden imaj rasgele cinsel ilişkiye girmeye dayalı bir canlılıktı. Tipik SUV sürücüsü her an kendine başka bir cinsel partner bulabileceği duygusunu korumayı arzulamaktaydı. Avustralya’da bir çok kişi SUV sürücülerini teşhirci, mastürbasyoncu sıfatlarıyla nitelendirmekteydi.



SUV ile satılan şey aracın kendisinden ziyade ona ilişkin oluşturulan imaj, duygu ya da fanteziydi. 1990’lı yıllar yeni orta sınıfa, Bobolara, Baby Boom kuşağına yönelik reklamlarda outdoor estetiğinin, macera ruhunun, el değmemiş doğanın öne çıkarıldığı yıllardı. “Vahşi doğayı deneyimleyerek yöneticilik becerisini arttırma kursları” açılmakta, ekstrem sporlar, “adrenalin dolu deneyimler” moda haline gelmekteydi. Bobolar kentin göbeğinde eksi otuz derecede giyilmek üzere üretilmiş parkalar, yüksek karlı dağlarda profesyonellerin kullandığı botlar, Patagonya’dan getirilmiş haki renkli giysiler giyiyordu. Doğanın ticarileştirildiği bir ortamda Chrysler bir pazarlama kampanyası çerçevesinde Jeep’in cazibesini değerlendirmeleri için bir antropologlar ekibini işe almıştı. SUV modelleri macerayı, vahşi doğayı, bilinmeyen uzak coğrafyaları çağrıştıran Discovery, Expedition, Freelander, Forester, Outback, Excursion, Escape, Navigator, Avalanche vb. adlar taşımaktaydı. SUV’u satın alanlar daha ziyade sert, aktif ve pratik kişiler olarak görülmek isteyen beyaz yakalı orta sınıf mensuplarıydı. SUV gün boyunca ofisteki koltuğundan kalkmayan profesyonelleri macera peşinde koşan kaşiflere dönüştürmeyi vaat ediyordu. Hamilton’a göre SUV, sahibinin macerayı seven, her an rafting yapmaya gidebilecek biri olduğunu ilan etmekteydi. Reklamlarda SUV uzak yerdeki bir tepenin üstünde dururken, çölü geçerken, ya ormanın içinde zıplayarak ilerlerken gösterilmekteydi. Ekranlardaki SUV’lar genellikle kano, bisiklet, ski vb. eşyalarla doluydu. SUV’ların kapasiteleri vinçler, çekme paketleri, GPS navigasyon sistemleri vb. aksesuarlarla arttırılabilmekteydi. Richard K. Olsen, Jr. “Living About It All: The Liminal Fantasy of Sport Utility Vehicle Advertisements” adlı yazısında (Enviropop’un içinde) SUV’ların, Western kovboy tavrının bir parçası olarak, reklamlarda aşağıdaki kenti uzakta bırakarak yukarılara doğru tırmanırken ya da tepede dururken görüldüğünü söyleyecekti. Yolculuk metaforunun öne çıktığı SUV reklamlarında suyun, dağların ve çöllerin arketipsel kullanımı arınmaya, yenilenmeye ve aydınlanmaya işaret etmekteydi. SUV kullanıcıları sürücüler olarak değil arayış içinde olan kişiler olarak resmedilmekteydi. SUV adeta sürücüleri kentsel, sıradan ve uysallaştırılmış olandan koparıyor, onlara doğal, vahşi, kutsal olanla bağlantı kurma sözü veriyordu. SUV vahşi bir ortamda gerçekleşen güvenli, konforlu bir macerayı, tinsel bir yolculuğu, keşif tutkusunu, arayışı, eğlenceyi vaat etmekteydi.



Yol dışı arazi araçları olarak lanse edilen SUV’ların “yoldan çıkma” oranı ABD’de yüzde 10-13 civarındaydı. SUV’ların yol dışına çıkmaları genellikle evin garajından çıkarken bahçenin kenarındaki çiçekleri ezmeleri ya da sarhoş sürücülerin yolu bulamayıp yanlışlıkla toprak yola sapması şeklinde gerçekleşmekteydi! Fayda ve kullanımın öne çıkarıldığı SUV’lar gerçek hayatta çekme ve kişisel malzeme taşıma amacıyla ya da sert hava koşullarında çok az kullanılmaktaydı. SUV’ların eşya taşımak için büyük bir hacme sahip olmakla övülmelerine karşın minivanlar ya da station-wagon’lar benzer bir kargo kapasitesine sahipti. SUV söyleminin- kentlerin ve banliyölerin gündelik yaşamında çok fazla yeri olmayan- çetin arazi ve iklim koşullarına, zorlu uğraşlara göndermede bulunması 1990’lardan itibaren güçlenen güvenlik toplumunun ideolojisiyle yakından ilişkiliydi. SUV’un etrafında oluşturulan söylem militarizmin güçlendiği ABD’de toplumu olası zor milli görevler için seferberlik havası içine sokma çabalarının bir parçasıydı. “Sivil” outdoor etkinliklerine militer bir koku sinmeye başlamış, “yurtsever bir potansiyel taşıyan” yeni orta sınıf “esas savaşın gerçekleşeceği alan” olarak arazinin koşullarına ısındırılmaya başlamıştı. SUV’lar medyada zaman zaman “yanki tankları” sıfatıyla anılmaktaydı. Bradsher’e göre SUV’lar “hazırlıklı olma şıklığını” temsil etmekteydi. SUV’ları satın alanlar-arazide araç kullanmak dahil- her türlü senaryo için hazır olmak isteyen kişilerdi.




SUV söylemi bu araçların doğa içinde kullanımını, doğa ile kurulan yakın ilişkiyi öne çıkarmaktaydı. Ancak SUV reklamlarında insan görünmemekte, bazen aracın içindeki sürücü belli belirsiz fark edilmekteydi. SUV sanki kendi kendine giden bir zırhlı elbise, bir “mekanik özne” olarak beliriyordu. SUV’un dışındaki vahşi doğa adeta bir dekora dönüşmüş, aracın içindeki ısıtılmış koltukların, prizlerin eşlik ettiği lüks ve konforlu ortam daha önemli hale gelmişti. SUV reklamlarında “sınır tanımayın” şiarı altında sunulan doğa aslında sınırlı ve her geçen gün yok edilmekte olan bir doğaydı. 1960’lara kadar modern toplumun-doğa ile arasında mesafe olan- sürücüsü doğa içinde otomobiliyle sarsılarak dolaşırken arazinin sertliğini hisseder, sert hava koşullarından ciddi bir biçimde etkilenir, mekaniğini iyi kötü tanıdığı otomobili arıza yaptığında inip tamir etmeye çalışırdı. Rollins’in dikkat çektiği gibi modern toplumda otomobilin içinde olmak belirli bir yerde olmak anlamına gelirken postmodern toplumda SUV’un konforlu ortamı içinde olmak olumsuz arazi ve hava koşullarından hiçbir şekilde etkilenmemek şeklinde tanımlanmaktaydı. Post modernizmin altın çağı olan 1980 sonlarında ve 1990’larda gerçek doğa yerine medyanın yaydığı doğa imajları önem kazanmıştı. Reklamlarda doğa gizemli saf öteki, ütopik bir gösterge olarak belirmekteydi. Oysa SUV yüceltir göründüğü doğayı tahrip etmekteydi. SUV alıcılarını oluşturan esas kesim doğayı sever görünen Baby Boomer aileleriydi. Doğadaki bitki ve hayvan habitatına zarar veren, havayı kirleten SUV’ların “doğa severler” tarafından kullanılmasını mümkün kılan önemli bir etken eskiden çelişkili, bir arada bulunamayacağı varsayılan tutumların post modern toplumda bireyin hayatında bir sorun teşkil etmeden aynı anda yan yana var olabilmesiydi. Modern toplumda farklı alanlar arasında çizilmiş kesin sınırlar post modern toplumda aşınmış, muğlaklaşmış, alanlar arasındaki farklar silinmeye başlamış, geçişler çok kolaylaşmıştı. Modern toplum bireyin arabayla her yere ulaşamayacağını kabul etmişti. Post modern toplumdaki SUV idealindeki dünya ise sınırların mevcut olmadığı, mekansal farklılıkların silinmeye yüz tuttuğu bir dünyaydı. Post modern toplumda doğa atomize edilerek bir bulamaca indirgendi; içinde artık bağımsızca var olan bir doğa anlayışı barındırmadığı için doğaya yönelik herhangi bir sorumluluk anlayışı da taşımayan bir dünyanın özelliksiz bir altkatmanına dönüştü.


YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:


Keith Bradsher, High and Mighty: SUVs—The World’s Most Dangerous Vehicles and How They Got That Way, Public Affairs, 2002, 464 s.

Der. Mark Meister and Phyllis M. Japp, Enviropop: Studies in Environmental Rhetoric and Popular Culture, Praeger Publishers, 2002, 248 s.





Monday, September 23, 2019

POSTMODERN TOPLUMDA UZAM






POSTMODERN TOPLUMDA UZAM



Postmodern toplumun uzamlarını ve bu toplumun egemen uzam anlayışını anlayabilmek için postmodern eleştirinin boy hedefi haline getirdiği modernliğin uzam yaklaşımı üzerinde durmak gerekir. XIX. yüzyılın sonlarından başlayarak kapitalist modernlik büyük ölçekli kitlesel üretimin yaygınlaşmasını beraberinde getirdi. XX. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren ve özellikle II. Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde Fordist üretim modelinin gelişmesi ve güçlenmesi modern toplumdaki uzamı kitlesel üretimin mantığınca şekillendirdi. Nan Ellin’e göre modernliğin uzamı makine imgesine, endüstriyel ve mühendislikle ilgili referanslara bağlı olarak oluşmaktaydı. Modernliğin şehirciliği endüstriyel toplumun içinde barınacağı bir makine oluşturmaya yönelikti. Amaç evrensel olduğu varsayılan “nötr”, “steril” bir teknolojinin aracılığıyla teknokratik bir uzamsal ütopyanın yaratılmasıydı. Uzamsal rasyonalite, verimlilik, işlevsellik makine gibi işleyen bir kent yaratmanın koşulları haline gelmişti. Büyük fabrikaların seri olarak ürettiği metalar gibi kent steril, ruhsuz, özgünlüğü ve ışıltısı olmayan sonsuz sayıda standart evlerle, binalarla doldurulmak isteniyor gibiydi. Evrensel bir rasyonaliteyi temsil ettiği düşünülen bu modelde geçmişe, geleneğe, yerele, cemaatsel olana ait olan dışlanmakta, bağlamsızlaştırılmış, içinde bulunduğu yerle ilişkisi koparılmış, soyut, işlevsel bir inşaat modeli, bir mimarlık anlayışı öne çıkmakta, biçim işlevi takip etmekteydi. Modernliğin egemen mimari yaklaşımı yapının izole bir obje olarak çevresinden kopuk olduğu, ideal bir insan (erkek) modeli için inşa edilen bir anlayışı yansıtmaktaydı. Tek bir evrensel, işlevsel rasyonel yapı modelinin her yere uygulanabilir olduğu varsayılmaktaydı.



Modernliğin egemen mimari yaklaşımı “azla yetinmesini biliyordu.” Scott Lash’in söylediği gibi, modernliğin mimarisi formalizme ve sadeliğe önem vermekteydi. Bu mimari kendini gündelik olandan soyutlamıştı. Mike Savage ile Alan Warde’ın da gözlemledikleri gibi modern mimari bir örnekliğe, uluslararası stile yönelmişti. David Harvey modernliğin büyük ölçekli, teknolojik olarak rasyonel ve verimli şehir planlarına yöneldiğini, uzamın toplumsal amaçlar için sosyal bir proje dahilinde biçimlendirilmek istendiğini, endüstriyel inşaat sistemlerinin öne çıktığını, uzamsal biçimlerin rasyonelleştirildiğini, montaj hattına ilişkin bir örnekliğin, standartlaşmanın arttığını söyleyecekti. Öte yandan modernliğin mimarisi “elitist, avangard” özellikler de taşıyordu. Yaratıcı, auteur mimar kendini yere ait tarihsel ve gündelik referanslardan soyutluyor, izole bir biçimde “üstün soyutlama gücü” sayesinde evrensel olanı yaratıyordu. Modernliğin yere, coğrafyaya önem vermeyen yaklaşımı tarihselci bir bakış açısıyla da ilişkiliydi. Edward W. Soja’nın yaklaşımına göre bu bakış açısında önemli olan tarihti, zamandı; uzam ise sabit, hareketsiz ve ölüydü. Marx’a göre coğrafya gereksiz bir komplikasyon idi. Marksistler yerelciliği, bölgeciliği birleşmiş dünya proletaryasının evrensel kurtuluş projesi önünde bir engel olarak görmekteydi. Önemli olan lineer bir şekilde özgürlüğe doğru ilerleyen tarihin yasalarıydı, sınıf mücadelesiydi, yer değildi. Yerle ilişkili geçmiş, gelenek gericiydi; ilerici olan evrensel olandı.




1950’lerin sonlarından başlayarak modernliğin uzam, mimari ve şehir planlama yaklaşımları eleştirilmeye başlandı. Yeni yaklaşımlar genel olarak postmodern sıfatıyla adlandırılıyordu. Postmodern uzam yaklaşımları özgün, tarihsel, yerel biçimlere önem veriyordu. İnsanların yeri, yapıyı nasıl algıladığı üzerinde durmayıp soyut bir evrensel modeli dayatan modernlikten farklı olarak postmodern mimari yaklaşımlar insanların yeri nasıl algıladığını ciddiye alıyor, tek hakikat ve anlam yerine çoklu anlamları öne çıkarıyordu. Bu mimari tikel ve gündelik olana önem veriyor, aşikâr olan karşısında karmaşık olanı, saf olan karşısında melez olanı, düz olan karşısında çarpıtılmış olanı öne çıkarıyor, müphem, istikrarsız olanın, iç bütünlüğü olmayanın izini sürüyordu. İkili karşıtlıklara dayalı modernliğin “ya o ya bu” mantığına karşı postmodernlik “her ikisi de/ve”yi ortaya sürüyor, birbiriyle çelişen boyutlara sahip çok işlevli yapılara ve malzemelere yöneliyordu. Modernliğin yapısı bitmiş bir yapıyken postmodernliğin yapısı “bitmemiş,” kullanıcının edimleriyle değiştirilebilen bir yapıydı. Modernlik ideal insan için inşa ederken, postmodernlik “halk için,” gündelik hayatı içindeki somut insan için inşa ediyordu! Postmodern mimari içinde sanayileşme öncesi dönemin mekânlarına, tarihin değişik dönemlerindeki yapılara, yerlere öykünmeler gözlenmekteydi. Mimaride çevreyi, bağlamı ikinci plana koyan modernlikten farklı olarak postmodernlik bağlamsallaştırmaya, tarihsel, coğrafi, kültürel referanslara önem veriyordu. Nan Ellin’in belirttiği gibi postmodern mimari tarihsel referansları eklektik bir biçimde bir arada kullanmaktaydı. Süslemeci dekoratiflik, esnek bir mimari dil, çok anlamlılık, farklılık, çoğulculuk öne çıkmaktaydı. Postmodernlik kolaj, brikolaj, montaj yoluyla farklı, birbiriyle çelişen parçaları bir araya getirmekteydi. Yeni mimaride önemli olan derinlikten ziyade yüzeydi ve bu nedenle postmodern mimari dış yüzeyi, cepheyi mutlaklaştırmakla eleştirilecekti. Modern mimaride biçim işlevi takip ederken postmodernlikte biçim fanteziyi, kurguyu takip etmekteydi ve bu nedenle postmodern mimari sembolik anlamlarla, referanslarla doluydu. Yeniden üretilen tarihsel mekânlar, hiper gerçek ortamlar bugüne bir ölçüde mistik bir nitelik katıyor, kent çeşitli imajların kolajından oluşan bir eğlence mekânına dönüşüyordu. Postmodern mimari pragmatizmden, eklektik çeşitlilikten beslenmekteydi.




Modernliğin evrensel olduğunu iddia eden egemen uzam anlayışı bürokratikti, soyuttu, insanın tikel varoluşunu önemsemiyordu. Postmodernliğin insani ölçeğe yakın bir uzamsallık yaratma iddiasına karşın Scott Lash’ın da söylediği gibi bu mimari bir hümanizm simülasyonunu temsil etmekteydi. Modernlikte yaratıcı mimar, auteur önemliyken postmodernlikte müşteri önem kazanmıştı. Gerçekten de modernlikte üretim ve üretici ağırlıktayken postmodernlikte tüketim ve alıcı öne çıkmaktaydı. Postmodern mimarinin farklılığı, çeşitliliği, çoğulculuğu öne çıkarması çeşitlendirilerek, renklendirilerek derinleştirilmek istenen mekân piyasasından bağımsız değildi. Modernliğin ünlü mimarı Le Corbusier’nin “içinde yaşanacak bir makine” olarak düşündüğü ev modeli postmodernliğin, bireysel farkına tekabül eden ürünler bekleyen tüketicisi için uygun bir model değildi. Postmodern mimari “soyuttan somuta doğru” bir yönelimi ifade ediyordu. Farklı müşteri profillerine uygun, kişiselleştirilmiş, “özel” mekânsal ürünlerin tasarımı, reklamı ve pazarlanması gerekiyordu. Modernliğin tek anlamlı, kendini net bir biçimde ifade eden mekânlarından farklı olarak postmodern mekânlar anlamın sürekli olarak değiştiği, kaydığı, ertelendiği müphem mekânlar olarak beliriyorlar; yerel çeşitliliğe, “biricikliğe,” otantikliğe, nostaljiye önem vererek oyuncul bir duygu yaratmaya çalışıyorlardı. Modernliğin “kuru” mekânlarından farklı olarak postmodern mekânlarda estetik kaygı birinci plana geçmişti. David Harvey’e göre kentsel uzamda plan yerine tasarım öne çıkmıştı. Dağınık, merkezi olmayan, tek bir noktada yoğunlaşmayan kentsel biçimler daha uygun hale gelmişti. Bilgisayar programları sayesinde farklı müşteri gruplarına kişiselleştirilmiş biçimler altında sunulacak mimari ürünlerin esnek kitlesel üretimi mümkün hale gelmekteydi. Evrensel mimarinin üst (meta) dili son bulmuştu. Postmodern mimari içeriyi ve dışarıyı birbirine karıştırarak kentsel ortama labirentvari bir nitelik kazandırmıştı. Harvey’e göre bu mimari şizofrenik bir nitelik taşımakta, geçmişteki stillere gönderme yaparak eklektik bir stil karmaşası yaratmaktaydı. Tarih, nakledilmesi mümkün aksesuarlara dönüştürülmüştü. Postmodern mimari yüzeyi, parçalılığı, fantezi dünyasını, teatral olanı öne çıkarıyordu. İdareci anlayış yerini girişimci anlayışa terk etmişti. Kevin Robins’in dikkat çektiği gibi (Space and Place’in içinde) kentlerin kendilerine has özelliklerinin ve kimliklerinin, yerin kültürel anlamlarının ve geleneklerin vurgulanması ürünlerin çeşitlendirilmesiyle, yerin pazarlanmasıyla ilişkiliydi.




Modern uzam ve mimari anlayışını eleştiren postmodern yaklaşımlar başlangıçta ticari kaygılardan bir ölçüde uzaktı. Muhalif hareketler de (sitüasyonist, feminist vb) modernliğin uzam anlayışının eleştirisine katılmaktaydı. Yeni Sosyal Hareketler, muhalif yerel yönetimler, ekolojist hareketler yerleri, caddeleri modernliğin makine modelinden kurtarmaya çalışıyorlardı. David Ley ve Caroline Mills’in de söyledikleri gibi (The Spaces of Postmodernity’nin içinde) postmodern yaklaşımların sistemle uzlaşması ve metalaşma yoğunlukla 1980’lerden sonra gerçekleşti. Bunun önemli nedenlerinden biri 1970 ortalarından itibaren gelişmeye başlayan post-Fordist esnek üretim modelinin ürünlerin çeşitlendirilmesini, bireyselleştirilmiş, kültürelleştirilmiş bir tüketimi teşvik ederek postmodern mimariyle müşteri yaratma bazında bir işbirliğine girmesiydi. İlginç bir gelişme ise 1990’larda küreselleşmeyle birlikte gerçekleşti. Postmodernliğin modernlikle özdeşleştirdiği bir örneklik, standartlaşma bu kez sınır tanımayan küresel iletişimin, para, sermaye ve bilgi akışının etkisiyle postmodern uzamlarda egemen olmaya başladı. Nan Ellin, bir kale görüntüsü arz eden ve sofistike güvenlik sistemleriyle korunan büyük alışveriş merkezlerinin (shopping mall) kendilerini çevrelerinden tamamen izole ederek içe kapalı bir dünya oluşturduğunu söyleyecekti. Öte yandan geç postmodernlikte kentsel uzam savunmacı bir görünüm arz ediyordu. Postmodern mimari mekânları işsizlerden, yoksullardan, göçmenlerden, siyahlardan koruyacak şekilde inşa ediyordu. Kamusal mekânlar gitgide özelleştiriliyor, polis ve özel güvenlik elemanlarıyla, elektronik cihazlarla kontrol altında tutuluyordu. Kent civarındaki ofis kompleksleri ve kampuslar kendilerini dışarıdan gelebilecek her türlü tehdide karşı izole etmişlerdi. Manuel Castells’in de belirttiği gibi yeni profesyonel yönetici sınıfı küresel kapitalist ağa bağlı kentsel uzamsal parçaları dışlayıcı biçimler altına sokarak sömürgeleştirmekteydi. Yerler küresel bilgi akışının basıncı altında sosyal anlamlarını kaybetmekteydi. Evden internet kanalıyla yapılan alışveriş nedeniyle sokağa alışverişe çıkmak bir olay, bir “event” haline gelmekteydi. Kent büyük alışveriş merkezlerinden, tema parklarından oluşan bir eğlence ve tüketim merkezi olarak örgütleniyordu.




Postmodernlik yere, lokaliteye önem veriyor gibi görünürken öte yandan küreselleşme ve dijital ağlar yerleri küresel bir piyasanın parçaları olarak kuruyor ve bu durum yerlerin standartlaştırılmasıyla, yer olmayan yerlerin (non places), transit yerlerin oluşmasıyla sonuçlanıyordu. Geç postmodern dönemde büyük alışveriş ve eğlence merkezleri, ofis binaları, banliyölerde orta ve üst sınıfların oturduğu korunaklı siteler modernliğin standart yapılaşmasına benzer özellikler gösteriyorlardı. Kevin Robins’e göre (Space and Place’in içinde) elektronik bilgi akışlarından ve sanal gerçeklikten beslenen postmodern uzam bir örnekleşmeye, homojenleşmeye, nötrleşmeye doğru yönelmekteydi. Kent bir sibernetik makineye dönüşüyordu. Kevin Robins’in dikkat çektiği gibi (Technocities’in içinde) kentler küresel-ağsal ekonominin iletişim ve kontrol merkezleri olmak için bilgi altyapısına büyük yatırımlar yapmaktaydı. Sanal kent aslında yerleşik, bedenlerin somut ilişkisine dayalı gerçek kent yaşamını, yakın ilişkiyi ve irtibatı ortadan kaldırmaktaydı. Paul Virilio da dolaysız ilişkilerden kopmanın, mesafe oluşturmanın, angajmandan kaçınmanın, tele varoluşun, sanal irtibatın gerçek kent yaşamını tahrip ettiğini söyleyecekti.



Postmodernlikte çeşitlilik, farklılık ve oyunculluk ancak güvenliği sağlanmış tüketimin sürekliliğine hizmet ettiği sürece mevcuttu. Universal Stüdyolarının tema parkındaki “davranış yönetmeliği” gürültücü davranışları, şarkı söylemeyi, koşmayı, gereksiz yere gözünü dikip bakmayı, aynı yerde beş dakikadan fazla oturmayı vb yasaklıyordu. Postmodern kentlerdeki kültürel etnik çeşitlilik ve renklilik ise ancak turistik “event”’lere konu olduğu ölçüde mevcuttu. Postmodern kente örnek olarak gösterilen Los Angeles’ta orta sınıfların yaşadıkları bölgelerden “görünmez” sınırlarla ayrılmış göçmen ve yoksul mahalleleri sürekli bir polis gözetimi, denetimi, baskısı altındaydı. Mike Davis’in deyimiyle bu “kale şehirde” polisin terörle özdeşleştirdiği yoksul bölgeler, orta ve üst sınıfların yaşadığı bölgelerden tecrit edilmişti. Kentsel tasarım, mimari ve polis aygıtı bu kentte güvenliği sağlamak üzere işbirliğine girmişti. Mimarinin neo-militer sentaksı yoksullara karşı savunulabilir mekânlar yaratmaya yönelmişti. Dev alışveriş, iş, eğlence, kültür merkezlerinin sahte kamusal mekânları, orta sınıfların fark etmediği ama yoksulların çok iyi bildiği, alt sınıfları uyarmaya yönelik “görünmez” ikaz işaretleriyle doluydu. Plajlar özelleştirilip güvenlik görevlileriyle korunmakta, kütüphaneler, oyun yerleri kapatılmakta, caddeler tehlikeli olarak tanımlanmakta, kamusal mekânlar özelleştirilmekte, militarize edilmekteydi. Los Angeles’ta polis helikopterlerinin muhtemel operasyonları için her evin damına bir numara yazılmıştı. Mimarlık polis devletiyle işbirliğine girmişti. Edward W. Soja’nın yorumuyla her şeyin pastişle parçalı bir görünüme sahip kılındığı postmodern kentsel uzam aslında kapitalist, ırkçı, patriarkal boyutu görünmez kılıyordu.




Postmodern uzamda hiper gerçeğin, sanal mekânların, simülakranın yaygınlaşması kitsch’i beraberinde getiriyordu. Öte yandan postmodern çeşitlilik aslında yüzeyin çeşitliliğiydi ve orta sınıf yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelen bu yüzey, altında dışlanmışlara karşı bir şiddet eğilimi barındırmaktaydı. Postmodernliğin yoksullara karşı geliştirdiği savunmacı mimari, orta sınıfların kendi yaşam tarzlarını ne pahasına olursa olsun savunma eğiliminden destek görüyordu. Panoptik elektronik gözetim alışveriş ve eğlence merkezlerini, caddeleri orta sınıfların güvenli alışverişi, tüketimi için kontrol altında tutmaktaydı. Öte yandan postmodern toplumda tüketici yaşamı –alışveriş merkezinin yanı sıra– güvenli ortam olan ev içine taşınmıştı. Dijital ya da global uzam artık evdeki bilgisayarın ekranında beliren uzamdı; bilginin, iletişimin ve de en önemlisi alışverişin uzamıydı. Modernliğin monolitik, teknolojik uzamına karşı çıkan postmodernlik uzamı tekniğin en gelişkin tek tip yaratısı olan ekranla özdeşleştirilmişti. Yerin “hafızasını,” tarihini, kültürünü öne çıkaran postmodernlik sonuçta yer olmayan yerleri yaratmış, hafızayı ise bilgisayarın hafızasına indirgemişti.



Şimdi postmodern toplumun uzamlar arasındaki sınırları muğlaklaştırması, uzamlar arası geçişleri, akışkanlığı, melezliği hızlandırması konusuna gelelim. Tüm bunlar daha ziyade orta ve üst sınıfların katıldığı ve küresel kapitalist ağın bir parçası haline gelmiş uzamlar için bir ölçüde geçerlidir. Çeşitlendirilmiş tüketimsel uzamlar orta sınıf müşterilere tüketimin, oyunun, eğlencenin iç içe geçtiği muğlak alanlar sunarlar. Ancak yoksulların, varoşların uzamı orta sınıfların uzamından hiçbir muğlaklığa yol açmayacak biçimde net sınırlarla ayrılmıştır ve yoksullar bu sınırları aşıp “melezleşmeye çalışırlarsa” başlarına nelerin geleceğini çok iyi bilirler. Çokkültürlülük, kültürel çeşitlilik daha ziyade kent seçkinlerinin kenti pazarlamak için düzenledikleri fuarlarda yerel çeşnilerin sergilenmesi bağlamında gerçekleşmektedir! Postmodern farklılık ve çeşitlilik söylemi özellikle post-Fordist sektörlerde çalışan orta sınıfların tikel olanın tüketimine yönelik post-romantik özlemlerine denk düşmektedir.



Postmodernlik uzamın merkezsizleşmesini beraberinde getirmiştir. Postmodern kentler modernliğin bir merkez etrafında örgütlenen kentlerinden farklı olarak farklı merkezlerin varolduğu kentlerdir. Bazı iş ve yerleşim bölgeleri daha önce buralarda varolan bir nüfus, tarih, kültür bulunmadan yüksek teknolojik ağlarla donatılmış bir biçimde kurulmaktadır. Postmodern kentler farklı parçalardan oluşan bir kolaj görüntüsü sergilemektedir. Ancak bu birbiriyle uyuşmaz görünen parçalardan oluşan kaotik görünümlü yapı çok yüksek bir kârlılık üretmektedir. Öte yandan Soja’nın da belirttiği gibi postmodern kentler merkezden yoksun değildir. Kentin kolektif denetiminin, siyasi yönetiminin gerçekleştirildiği bir merkez varlığını sürdürmektedir.



Postmodernlikte kentle taşra, kent merkeziyle banliyö, merkezle çevre, iç ile dış arasındaki eski sınırlar muğlaklaşmıştır. Postmodernliğin uzamsal sınırları muğlaklaştırması Jameson ve Harvey gibi Marksist kuramcıların postmodern uzamı “kaotik”, “şizofrenik” gibi sıfatlarla eleştirmesine neden olmaktadır. Marksist kuramcıların modernlikten ziyade postmodernliğin uzam anlayışını eleştirmesi Marksizmin modernliğin bir parçası olmasıyla da ilişkilidir. Harvey postmodernliği lokaliteyi, yeri, cemaatleri fetişleştirmekle eleştirecektir. Jameson’a göre ise postmodernlik ampirik, kaotik, heterojen olanı öne çıkarmaktadır. Jameson’ın postmodern “kampa” dahil ettikleri arasında John Cage, punk, Godard, Burroughs da yer almaktadır. Jameson’a göre hiper postmodern mekânlar (Los Angeles’taki Bonaventure Oteli) hacim ve perspektifin anlaşılmasını mümkün kılacak mesafe duygusunu ortadan kaldırmakta, insanı boşluğun bir parçası haline getirmektedir. İnsan bedeni yerini tayin edememekte, algısal ve bilgisel olarak etrafını kuşatan ortamı bir düzen içine sokamamakta, haritalandırılabilir bir dış dünya içinde kendi pozisyonunu kuramamaktadır. Kathleen M. Kirby’nin de dikkat çektiği gibi (Bodyspace’in içinde) Jameson’a göre entelektüel ve politik pratik için gereken düzenli, apaçık bir yönün kayıp gittiği, kurulu uzamın yönetilemez hale geldiği bir durum söz konusudur. Jameson’ın bildiği yön bulma biçimleri postmodern uzamda işe yaramamaktadır. Postmodern uzam bir güzergâh oluşturmaya imkân veren, “burası ile orası”, “öncesi ile sonrası” arasındaki anlamlı ayrımları silmektedir. Jameson analiz etmek için olgularla arasına objektif bir mesafe koymak, dünyayı dışsal, haritası yapılabilir olarak tanımlamak istemektedir. Postmodernlikte uzamın gerçekliğini yitirmesi, elastikliği, dayanak noktasının olmayışı Jameson’ı rahatsız etmekte ve o hızla uçucu hale gelen sınırları eski haline getirmeye çalışmaktadır. Kendisini çevreleyen ortamdan pek fazla ayırt edilemeyen parçalanmış özne muhalif bir faaliyeti formüle etmekten âciz görünmektedir. Jameson postmodern uzamın insanları pasifliğe ve çaresizliğe sürüklediğini belirtmekte, bedenin uzamın etkilerine doğrudan maruz kalmasından rahatsız olmakta, uzamın monadik bir öznellik tarafından yeniden kurulmasını, sınırlarının oluşturulmasını istemektedir.



Postmodern uzam içinde radikal uzamsal özneliklerin yaratılması yönündeki en önemli açılımlar ise postyapısalcı eleştirilerden gelmektedir. Postmodern toplumda sınırların müphemleşmesi yeni yersiz yurtsuz, kaotik, muhalif alanların oluşturulması için ister istemez bir imkân yaratmıştır. İç/dış, ben/öteki, merkez/çevre vb ikili karşıtlıklar üzerine kurulmuş olan modernliğin oluşturduğu sınırlar birer sosyal kurguydu ve özneleri disiplin altında tutmaya hizmet ediyordu. Postmodernliğin ticari bir bağlamda da olsa sınırları muğlaklaştırması, her şeyi bir akışkanlığa sürüklemesi radikal öznelliklerin egemen sınırları aşındırmasına da bir ölçüde ortam yaratmaktadır. Edward W. Soja ve Barbara Hooper’ın da söyledikleri gibi (The Spaces of Postmodernity’nin içinde) parçalanmış kimlikten korkan ve onu reddeden modern politikalar siyasi bölünmelere neden oldular ve bu durum hızlanarak devam etti. Çokluğa dayalı radikal öznelikler yaratmaya yönelmediler. Yeni radikal politikalar ise tüm diğer mücadeleleri önceleyen “tek dönüşüm”, “büyük reddediş” yerine bir direnişler çokluğunu oluşturmaya yöneldiler. Modernliğin net, düzenli ikili karşıtlıklarından, düzensizlik ve muğlaklığa yönelik hoşgörüsüzlüğünden, özcülüğün destek verdiği üniterlik eğiliminden uzak durdular. bell hooks hem riskleri hem de direniş imkânlarını içinde barındıran, muğlaklıklarla ve çelişkilerle dolu uç yerlerin yaratılmasından yanaydı. Bu sınır bölgeleri çok merkezli topluluklar içinde varolan radikal özneliklerin birbiriyle buluşup çoğalabileceği radikal açıklık mekânlarıydı. Trinh T. Minh-ha ise merkezin sabitleme ve kodlama girişimleri karşısında marjinal yerlerin kendilerini sürekli olarak düzensizleştirmelerini, yer değiştirmelerini önerecek, farklılıklar anarşisini öne çıkaracaktı. Sınırdaki yerler mücadele alanlarıydı, iktidar yapılarının sınırlandırıcı, kategorize edici gücünün bozulduğu, düzensizliğe itildiği bir alandı. Deleuze de akışları, kaçış çizgilerini, “aradaki yerleri”, “şizofrenik uzamın” muhalif niteliğini öne çıkaracaktı.



Postmodern uzam düzensiz, kaotik, sınırların tamamen yok olduğu, geçişlerin sınırsız hale geldiği bir uzam değildi. Sınırların muğlaklaştırılması ürün ve hizmetlerin çeşitlendirilmesine hizmet ediyordu ve bu bağlamda ticari bir işaretler sisteminin üretilmiş kodları altında varlık alanı buluyordu. Kaos ticari göstergelerin karmaşık değiş tokuşu çerçevesinde mevcuttu ve bunun dışındaki her muhalif kaotik oluşum, karşısında polis gücünü buluyordu. Melezleşmeye gelince... O da ancak egemen sınıfsal, ırksal hiyerarşilerin, sınırların korunması kaydıyla, daha ziyade ticari-kültürel-turistik bir bağlamda beğeniye sunuluyordu. Günümüz toplumundaki radikal öznelikler, postmodernliğin hiçbir zaman tam olarak gerçekleştiremediği müphemliği, sınırların belirsizliğini, sınırların ihlalini, sınırlar arasındaki geçişleri, iç/dış, ben/öteki gibi ikili karşıtlıkların ortadan kalkmasını muhalif bir politika için birer imkân olarak gördüler. Modernist muhalifler ise modernliğin ikili karşıtlıklara dayalı uzam anlayışının dışına fazla çıkamadılar. Modernliğin iktidarı olsun, muhalefeti olsun, yeri tarihsel güçlerin ilerlemesiyle aşılacak önemsiz, dışsal sabit bir alan olarak görmüştü. Modernliğin muhalefeti özgürleştirici yerler üretemedi.



YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:


Trinh T. Minh-ha, Woman, Native, Other: Writing Postcoloniality and Feminism
Indiana University Press, 1989, 173 s.

der. Nancy Duncan, Bodyspace: Destabilizing Geographies of Gender and Sexuality
Routledge, 1996, 278 s.

Mike Davis, City of Quartz: Excavating the Future in Los Angeles
Verso, 1990, 462 s.

Manuel Castells, The Informational City: Information, Technology, Economic Restructuring and
the Urban Regional Process, Blackwell Publishers, 1991, 416 s.

David Harvey, Postmodernliğin Durumu: Kültürel Değişimin Kökenleri
çev. Sungur Savran, Metis Yayınları, 1997, 407 s.

Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı
çev. Nuri Plümer, YKY, 1994, 527 s.

Scott Lash, Another Modernity: A Different Rationality
Blackwell Publishers, 1999, 400 s.

Mike Savage, Alan Warde, Urban Sociology, Capitalism and Modernity
Macmillan, 1993, 221 s.

der. Erica Carter, James Donald, Judith Squires , Space and Place:
Theories of Identity and Location, Lawrence and Wishart, 1993, 399 s.

Edward W. Soja, Postmodern Geographies: The Reassertion of Space in
Critical Social Theory, Verso, 1994, 266 s.

der. Michael J. Dear, Steven Flusty, The Spaces of Postmodernity:
Readings in Human Geography, Blackwell Publishers, 2002, 486 s.

Paul Virilio, Cybermonde: La politique du pire
Editions Textuel, 1996, 112 s.

Nan Ellin, Postmodern Urbanism
Blackwell Publishers, 1996, 348 s.

der. John W. Downey, Jim McGuigan, Technocities
Sage Publications, 1999, 213 s.




Monday, September 16, 2019

YUPPİE’DEN BOBO’YA






YUPPİE’DEN BOBO’YA


Batıda 1960’lı ve 1970’li yıllar “enformasyon toplumu”, “bilgi ekonomisi”, “sanayi sonrası toplumu” gibi kavramların ortaya çıkmasına şahit oldu. 1970’lere kadar egemen olan fordist sanayi sektöründe çalışan orta kademe yöneticiler ve mühendisler ömür boyu çalıştıkları organizasyonlara tam bir sadakatle bağlıydılar. Katı bir hiyerarşinin, bürokrasinin hakim olduğu, işlerin ayrıntılı bir biçimde tanımlandığı çalışma ortamında meslekte yükselmek için çok çalışmak, uyum göstermek, kendi kaderini şirketin kaderiyle birleştirmek yeterliydi. David Brooks’a göre ABD’de 1950’lerde göreve, hizmete ve şerefe inanan WASP (White Anglo Saxon Protestant) eliti anti-entelektüel bir yönelime sahipti. 1960’ların eğitimli radikallerden oluşan karşı kültür hareketi soy sopu, resmiyeti, kurallara uymayı, ciddiyeti, geleneği öne çıkaran WASP değerlerine karşı çıkmakta, tinsel, bohem özellikler gösteren bir yaşam biçimi sergilemekteydi. 1970’lere gelindiğinde 1960’ların muhalif öğrencileri mezun olmuş, faturalarını ödemek için iş hayatına girmeye başlamışlardı. Bu kesim henüz 1960’ların karşı kültürünün etkisinden tamamen çıkmamış, 1970’ler boyunca azalarak da olsa devam eden muhalif hareketlere sempatisini sürdürmüştü. Çalışma hayatında, sınırlı ölçüde de olsa, giyimden davranışa karşı kültürün izlerine rastlamak mümkündü.



Çalışma hayatı da artık eskinin çalışma hayatı değildi. 1970’lerde post-fordist ekonominin gelişmesiyle birlikte bilgi, medya, hizmet sektörlerinde çalışanların eski sanayi sektöründekinden farklı olarak yakından ve detaylı bir şekilde denetlenemeyeceği, bu kesimin, şirkete maksimum yarar sağlayacak şekilde, kendi kendini yönetmesi gerektiği yolunda görüşler ortaya atılmaya başlanmıştı. Önemli olan yeni “bilgi işçisinin” eski fordist fabrikanın rutin görevlerin yerine getirilmesine yönelik bürokratik-disipliner zorlamasına uymak yerine çok çalışmayı bir yaşam tarzı haline getirmesiydi. 1970 sonlarına doğru Amerikan üniversiteleri çok çalışmaya hazır, ama eskinin fordist profesyonellerinden farklı olarak müsrifçe tüketmeyi bir yaşam tarzına dönüştürecek yeni bir genç profesyonel kesimi, Yuppie'leri mezun etmeye başlayacaklardı.



ABD’de 1980’li yıllar post fordist sektörlerin hızla geliştiği, muhafazakar Reagan yönetiminin (1981-1989) izlediği neo-liberal politikaların eskinin sosyal refah devletini büyük ölçüde ortadan kaldırdığı, işçi sınıfının iki yakasını zorlukla bir araya getirdiği yıllardı. 1980’lerin başlarında gerçekleşen hızlı ekonomik büyüme orta ve üst sınıfların gelirlerinde artışa yol açmıştı. Yuppie’ler orta sınıftan üst-orta sınıfa doğru hızlı bir sıçrama yapan profesyonel kesimdi. 1980 başlarında ortaya atılan Yuppie (Young Urban Professional) kavramı 1984’te yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Yuppie’ler iyi üniversitelerde eğitim görmüş kişilerdi. 1980-1995 arası dönem üniversite diplomasının ücret karşılığının bir misli attığı bir dönemdi ve Yuppie’ler 1987 krizine kadar kariyer merdivenlerini hızlı bir şekilde tırmanacaklardı. Yuppie derecesi olarak da bilinen MBA (Master of Business Administration) yüksek ücretin garantisi haline gelmişti. 1980 başlarındaki Yuppie’lerin bir kısmı 1960’ların Hippie’leriydi. Yuppie’ler karşı kültürün değerlerinden uzaklaşmışlardı ancak genç bir kesim olarak (yaklaşık 25-39 yaş arası, tipik olarak 30 yaş civarında) ebeveynlerinin geleneksel değerlerini ve yaşam tarzlarını benimsemiyorlardı. Barbara Ehrenreich’e göre Yuppie’ler ekonomik çıkarları açısından Reagan’ın neo-liberal politikalarını desteklemekle birlikte kürtaj, kadın hakları vb. konularda yeni sağın politikalarından ayrılıyorlardı. Öte yandan üniversiteden zenginliğe ani geçiş yapan pragmatist bir kuşak olarak Yuppie’ler geleneksel olarak orta sınıf üyeliği için talep edilen meşakkatli çıraklığı küçümsüyorlardı. Yuppie’ler ücret karşılığı çalışmakla birlikte “sıradan işçilere” karşı mesafeliydiler. Mavi yakalı işçilerin emek maliyetini en aza indirmeye çalışan firmalar için çalışıyorlardı. Sadece çalıştıkları değil yaşadıkları mekanlar da kovulanın izini taşıyordu. Yuppie’ler genellikle yoksulların yeni terk etmek zorunda bırakıldıkları kentin nezihleştirilmiş mahallelerinde yaşıyorlardı. Eski tavan araları, çatı katları, depolar bunları restore eden Yuppie’ler tarafından değerli mülklere dönüştürülmekteydi.



Yuppie hayatı gösterişçi bir tüketime dayalıydı. Zevkleri fazla gelişmemiş olan Yuppie’ler statü sembolü olarak kabul ettikleri son moda ve pahalı şeyleri satın alırlar ve bunun için borçlanırlardı. Bir çok Yuppie BMV, Mercedes-Benz gibi arabalarla dolaşır, kokain içer, son model cep telefonu ve diz üstü bilgisayar kullanır, pahalı cihazlar satın alır, moda olan gurme yiyecekleri tüketir, maden suyu içerdi. 1984’te yayınlanan Yuppie el kitabında Yuppie’lerin bir çok özelliğinin yanı sıra Rolex saat takmaları, gurme kahve içmeleri, pahalı spor ayakkabılar giymeleri, çift lavabolu yenilenmiş mutfaklara sahip oldukları sayılmaktaydı. Yuppie’ler çok çalışır, sürekli acele içinde bir hayat sürer, vakit sıkıntısı çekerlerdi. Toplumsal sorumluluk duygusuna sahip olmayan, sadece kendi çıkarlarını düşünen, kendine düşkün, züppe kişilerdi. 1987’deki borsa krizi ve takip eden ekonomik durgunluk Yuppie’lerin sonunu hazırladı. Krizle birlikte çok sayıda Yuppie işten çıkarıldı ya da düşürülmüş ücretlerle çalışmak zorunda kaldı. Kredi kartı borçlarını ödeyemeyen bir çok Yuppie eşyalarını satmak zorunda kaldı. Krizin nedenleri arasında Yuppie’lerin aşırı harcamaları ve zayıf ahlakları gösterilerek Yuppie’ler günah keçisi haline getirildi. 1980 sonlarında Yuppie sözcüğü küçültücü, aşağılayıcı bir anlam kazandı, israfla, sorumsuzlukla, ben merkezcilikle, açgözlülükle, toplumsal vicdana sahip olmamakla aynı anlamda kullanılmaya başlandı. Kendilerine karşı oluşan sosyal basıncın da etkisiyle bazı Yuppie’ler kentleri terk ederek kırsal bölgelerde sade bir yaşam sürmeye başladı, bazıları çevreyi koruma bazıları kanserle savaş örgütlerinde çalışmaya yöneldi. Yuppie’lerin yaşamı “Wall Street” (1987) gibi filmlere, “Amerikan Sapığı” (1991) gibi romanlara konu oldu.



ABD’de 1980 sonlarına doğru başlayan ekonomik durgunluk 1990 başlarına kadar sürdü. 1990’lı yıllar ekonominin yükselişe geçtiği bir dönem oldu. Clinton yönetimi döneminde (1993-2001) ABD küreselleşmenin birinci aktörü haline geldi. Bu dönemde genç nüfus arasında girişimcilik kültürü gelişti, çevreci görüşler yaygınlık kazandı, modada bireyselliği ve farklılığı vurgulayan yaklaşımlar öne çıktı. 1990 ortalarından sonra internetin yaygınlaşmasıyla birlikte dot.com sektörü hızla yükselişe geçti. Bilgi ekonomisinin, medyanın, iletişim ve bilgisayar sektörlerinin gelişmesinin hızlanması 1970’lerden beri üzerlerine çok şey yazılan iyi eğitim görmüş profesyonel elite yeni anlamlar yüklenmesini beraberinde getirdi. “The Rise of the Creative Class” adlı best seller kitabın yazarı Richard Florida’ya göre iyi eğitim görmüş ve yüksek ücretler alan “yaratıcı sınıf” fabrikalarda ve hizmet sektöründe çalışan işçilere göre daha çok özerkliğe ve esnekliğe sahipti. Yeni kapitalizm o zamana kadar dışlanmış, bohemliğin sınırında bir yaşam süren, eksantrik, yetenekli kişileri ekonomik gelişmenin ve icadın tam merkezine yerleştirmeye başlamış, onları ana akıma dahil etmişti. Çok sayıda ilgi alanına sahip, aktif sporları seven bu kesimin hem işteki hem de iş dışındaki yaşamı yoğun, yüksek kalitede, çok boyutlu, yaratıcı deneyimlerle doluydu. Bilgisayar grafiği, dijital müzik, animasyon vb. alanlarda teknolojik ve ekonomik yaratıcılık sanatsal ve kültürel yaratıcılık tarafından besleniyor, karşılıklı bir etkileşim gerçekleşiyordu. Yaratıcı sınıf kimliğini işi aracılığıyla ifade ediyor ancak iş güvencesini önemsemeyip kişisel özerkliğini birinci plana koyuyordu. Bilim, mühendislik, mimari, tasarım, eğitim, sanat, müzik, eğlence, medya, finans, işletmecilik, hukuk, sağlık vb alanlarda çalışan bu kesimden profesyoneller yaratıcılık, birey olma, farklılık gibi ortak değerleri paylaşmaktaydı. Şirketler farklılıklara açık ortamları tercih eden yaratıcı sınıftan profesyonelleri kendilerine çekmek ve ellerinde tutmak için onların giyim kuşamlarına fazla karışmıyor, esnek, düzensiz mesai saatlerine rıza gösteriyor, bürokratik, katı bir kontrol yerine yumuşak bir kontrol uyguluyordu. Buna karşın yaratıcı sınıftan profesyoneller serbest zamanlarında da işle ilgili projeler geliştiriyor, işlerine evde devam ediyor, işle özel hayatları arasındaki sınırları muğlaklaştırıyordu.



Richard Barbrook ise “The Class of the New” adlı kitabında kendi kendini yöneten ve motive eden profesyonellerin sosyal statüsü hakkındaki kafa karışıklığının güvencesi olmayan işleri bireysel özgürlük ve kariyer fırsatı olarak markalayan bir ideolojik mistifikasyon biçimi olduğunu söyleyecekti. 1950’li yılların, bürokratik şirket yapısının rutinlerini ve prosedürlerini içselleştiren eğitimli "Organizasyon Adamı" tipolojisi günümüzde arzulanmayan bir şeydi. İş yerini yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş bir bürokrasiyle kontrol etmek sadece çok maliyetli değil aynı zamanda esnek olmayan bir şeydi. Bugün çalışanlardan beklenen kendi kendilerini yönetmeleri, önceliklerini kendilerinin belirlemesiydi. Yükselmenin yeni yolu rutinleri tekrar etmekten, uyum göstermekten değil yaratıcılıktan ve yeni fikirlerden geçmekteydi. 1990’lı yıllarda internetle ilgili işler yapan dot.com şirketler hızla gelişmiş, eskinin bürokratik emirlerinden kurtulmuş Bobo’lar ve dijital elit yeni fikirlerle ortaya çıkmıştı. Girişimci işverenlerin ve kendi kendini yöneten profesyonellerin teşvik edildiği, Sembolik Analistler, Sanal Sınıf, Yeni Bağımsızlar , Yaratıcı Sınıf gibi kavramların yaygınlık kazandığı 1990’ların bilgi ekonomisinde işverenlerle çalışanlar arasındaki eğitimsel ve kültürel ayrım çizgileri daha az belirgin hale gelmişti. Kendi kendini yöneten Dijital Zanaatkarlar onları sömüren kapitalistler sürüsüyle aynı zevkleri ve yaşam tarzlarını paylaşmaktaydı! 1990’lı yılların muhafazakarlarına göre post fordizmde parlak bir fikre ve biraz şansa sahip her çalışan kişi iyi iş yapan bir dot.com şirketi kurabilir ve bilgisayar endüstrisi elitinin bir üyesi olabilirdi.




1990’lardaki yeni profesyonel/ girişimci elit hakkında geliştirilen ilginç yaklaşımlardan biri David Brooks’a aitti. Brooks’un 2000 yılında yayınlanan best seller kitabında ( Bobos in Paradise: The New Upper Class and How They Got There) ortaya attığı-bohem burjuva anlamına gelen- Bobo kavramı 1960’ların bohem karşı kültürüyle 1980’lerin girişimci ruhunu birleştiren kişi anlamına gelmekteydi. Bir tür Hippie-Yuppie karışımından oluşan Bobo’lar entelektüel sermayenin öne çıktığı bilgi çağının ürünüydü. Brooks’a göre bu dönemde başarılı olan kişiler fikirleri ve duyguları ürünlere dönüştürebilen kişilerdi. Hayli eğitimli bir kesim oluşturan Bobo’ların bir ayağı yaratıcılığın bohem dünyasında, diğer ayağı hırsın ve dünyevi başarının burjuva diyarındaydı. Sanata ve akla hayranlık duymalarına rağmen kendilerini ticaretin içinde buluyorlardı. Bobo’ların idealleriyle varolan gerçeklik arasında bir çatışma mevcuttu ve Bobo’lar bu iki zıt kutbu uzlaştırıyorlardı. Bobo’lar şirketlerinin reklamlarında Gandi, Jack Kerouac vb. isimleri kullanarak düzen karşıtı üslubu şirket zorunluluklarıyla barıştırıyorlardı. Eğitimli sınıf içindeki kültür savaşı sona ermiş, burjuva ana akım kültürünün değerleriyle 1960’ların karşı kültürünün değerleri birleşmişti. Günümüzün eğitimli eliti gösterişçi materyalizme, aleni züppeliğe, anti-entelektüalizme uzaktı. Bobo’lar sanatsever gözüken gurme kafelere gidiyor, organik gıdaları tüketiyor, kullanılmış görünen (aslında yeni ve pahalı olan ) rustik ve etnik mobilyalar satın alıyor, yerel köylülerin yaptığı giysilere ilgi gösteriyordu. Bobo dürüst ve serbest bir tavır sergilemekteydi, kibar tavırlara karşı kuşkucuydu. Saygıdeğer, ağırbaşlı, lüks, vakur olanı değil doğal, otantik, sıcak, rustik, sade, organik, rahat, biricik, zanaatkarlıkla ilişkili olanı severdi.



Bobo’lar bohem davranışları sulandırıyorlar, burjuva kurumlarına karşı yıkıcı davranmıyorlardı. Yuppie’lerden haz etmeyen, onlarla karıştırılmaktan hoşlanmayan Bobo’lar Yuppie’lerden farklı olarak paralarını vulgar bir biçimde harcamıyorlar, takım elbise ve iyi boyanmış ayakkabılar giyen Yuppie’lere kıyasla daha bohem giyiniyorlar, paralarını kişiyi tinsel ve zihinsel olarak yükselten deneyimler için harcıyorlardı. Lüks şeyler yerine ihtiyaçlar için harcama yapmayı tercih eden Bobo’lar Corvette yerine malzemelerini taşımak ve arazide sürmek açısından yararlı olabilecek Range Rover benzeri arazi arabaları, arduvazdan yapılmış çok büyük duş kabinleri, profesyonellerin kullandığı vasıfta yürüyüş ayakkabıları, araç gereç satın alıyorlardı. Mutfak Bobo’nun en çok önem verdiği mekanlardan biriydi. Bobo’ların çok geniş mutfaklarında çok büyük buzdolapları, fırınlar, ocaklar bulunmaktaydı. Bobo’lar düzgün yüzeyleri değil pürüzlü dokuları, doğal düzensizlikleri tercih ediyorlardı, çünkü onların gözünde pürüzlü olan otantikliği ve meziyeti temsil etmekteydi. Bardağın dibinde tortu bırakan içecekleri, filtre edilmemiş meyve sularını, taneli ekmeği seven Bobo’lar öte yandan çevre dostu bio ürünler satın alıyorlar, insanlık davasına hizmet edecek bir tüketim tarzına yöneliyorlardı. Böylece aydınlanmış kapitalizm karlarını ilerici davalarla birleştiriyor, Bobo’lar süpermarketi terk etmeksizin yağmur ormanlarını kurtarabiliyor, küresel ısınmayı azaltabiliyor, dünya barışını yaygınlaştırabiliyordu. Bir çok şirket, eğer eğitimli kesim toplumsal ilerleme uğruna fazladan küçük bir meblağ öderse, doğru değerlerin şirket karlarının artmasını sağlayacağını düşünmekteydi. Brooks’a göre günümüzde şirketler ademi merkeziyetçi bir yapıya, enformel, katılımcı sistemlere sahipti. İş tinsel, entelektüel bir uğraşa, oyuna dönüşmekteydi. Çalışanlar bir sanatçı gibi düşünmeye başladıklarında şirket için daha çok çaba sarf etmeye başlıyorlardı. Bobo’lar için iş bir eğlenme, kendini ifade etme biçimiydi. Bu nedenle Bobo’lar kendilerini önceleyen profesyonel kesimlerden daha yoğun çalışıyorlardı. Burjuvazi bohemliğin enerjisini emerek kendini tazelemişti. Çok çalışan Bobo’ların dünyasında içki, sigara, uyuşturucu kullanmak ve alem yapmak "out" idi, barların yerini kafeler almıştı. Bisiklete binmek, jogging gibi öz kontrole dayalı faaliyetler "in" idi. Zevkler konusunda faydacı bir anlayışa sahip Bobo’lar sağlıklı besinlere yöneliyorlar –hızlı motosiklet kullanmak gibi- tehlikeli zevklerden uzak duruyorlar, güvenli seksi tercih ediyorlardı. Emniyet kemeri takmadan araba kullanmak ahlak dışı bir davranış olarak görülmekteydi. Eskinin esrar ve içki partileri yerini en fazla bir iki kadeh beyaz şarabın içildiği iş partilerine bırakmış, bohem sarhoşluk sona ermişti. Artık öğle yemeğinde kimse içki içmiyordu. Haz için yaşamak artık geçmişten farklı olarak isyankar bir anlam taşımamaktaydı. Bobo’lar görevleriyle hazları arasındaki ayrım çizgisini bulanıklaştırmışlar, birincisini daha zevkli ikincisini daha evcil hale getirmişlerdi. Faydalı, kişiyi geliştirici ve güvenli olduğu sürece yeni duyumları deneyimlemeye açık olan Bobo’lar tatili nelerin gerçekleştirildiğine bakarak değerlendiriyordu. Sıradan bir turist olmaktan uzak olan Bobo bisiklet kullanıyor, diğer kültürlerin içlerine dalıyor, gözü pek balıkçılarla, uzak yerlerdeki zanaatkarlarla, koyu renkli giysiler içindeki köylülerle sohbete girişiyor, otantik köylü hayatına, yerel düğünlere, yüksek irtifalı fetihlere, kişiyi zenginleştiren gizemli şeylere ilgi duyuyordu. Bobo’lar geçmişe, köklere, eski yaşam tarzlarına, küçük yerel toplulukların içindeki yakın bağlara, dünyayla daha doğal ve basit yollarla ilişkilenmeye önem veriyorlardı.



Brooks’a göre esnek olmayan ahlaki kodlardan hoşlanmayan Bobo’lar ılımlılıktan, çoğulculuktan, toleranstan yanaydı. 1960’larla 1980’ler arasında burjuvalarla bohemler arasında süren mücadele günümüzde yerini uzlaşma ve barışa bırakmıştı ve Clinton yönetimi bu uzlaşmayı temsil etmekteydi. Clinton’lar hem 1960’ların Vietnam savaşı karşıtları hem de 1980’lerin vadeli işlemler borsası tüccarlarıydı. Hem sağa hem de sola karşı mücadele etmişlerdi. Clinton yönetimi geleneksel muhafazakar ve liberal değerleri uzlaştırıp birleştirmiş, üçüncü yol olarak ortaya çıkmış, merkezci, anti-ideolojik, konsensusa dayalı bir yönetim anlayışını öne çıkarmıştı. Brooks’a göre hem 1960’lar hem de 1980’lerin ortak noktası özgürlük ve ferdiyetçilikti. Bobo’lara düşen şey aşırı özgürlükle ve aşırı bireycikle baş etmekti. Bobo’lar yakın olunan otoriteden, yerel, yüz yüze politikadan yanaydı. Çoğu Bobo kurtuluş ve serbestlikten ziyade topluluk ve kontrol arayışındaydı. Bobo’lar radikal bir değişimi körüklemeye değil düzeni restore etmeye çalışıyorlardı. Bobo’lar sayesinde siyasi partiler merkeze yaklaşmış, sosyal barış gelmiş, 1960’larda ve 1970’lerde görülen toplumsal sorunlar azalmıştı.



Bobo’lar paralarını onların otantik kişiliklerini geliştirmede faydalı olacak şeylere harcarlar, her şeyin en iyisini seçmeyi bilen bir zevke sahip olduklarını düşünürlerdi. Eric Gans “Tycoon, Yuppie, and Bobo: Three Stages in the Esthetic of Consumption” adlı yazısında şahsi hobileri olmayan, tüketim modeli rakipleriyle paylaştığı yaşam tarzı tarafından belirlenen Yuppie’den farklı olarak Bobo’nun kendine has bir yaşam tarzı, kişisel bir öykü, bir yaşam anlatısı oluşturmak istediğini, uğraşları aracılığıyla kendini benzersiz bir birey olarak tanımladığını öne sürecekti. Bobo’lar için servet yaratma angaryası sadece kişiliklerini geliştirmeleri için bir araçtı. Wallace Katz ise “Who Rules America adlı yazısında (New Labor Forum, Fall/Winter 2002) Bobo’ların özel hayatlarındaki kendini gerçekleştirme idealinin üst tabaka için üretilen çok pahalı malların tüketimi, kültürel tüketimcilik anlamına geldiğini söyleyecekti. Bobo’ların estetizmi ticarileştirilmiş bir estetizmdi. Bobo’ların primitivizmi büyük ölçüde biçem ve persona ile ilgiliydi. Brooks’un kitabında bahsettiği Bobo’lar mümkün olan dünyaların en iyisindeki paylarından memnundular ve piyasa değerlerini kabul ediyorlardı. Bobo’lar toplumsal farkındalığa sahip ve siyaseten doğrucu olmalarına karşın eleştirel bir kültür ve politika oluşturmuyorlardı. Brooks’un kitabı 1990 sonlarının ekonomik canlanma ve dot.com balonu döneminin tipik bir ürünüydü. Kitabın piyasada başarı sağlamasının nedeni 1990’lar sonlarının zafer havasına tekabül etmesi, 1980’lerde "Yuppie pisliği" yada "akılsız kapitalist kuklalar" olarak küçümsenip alay edilen insanları orta sınıf ve bohem ideallerini uzlaştıran erdemli, üstün varlıklara dönüştürmesiydi. Oysa Bobo’lar bir iktidara sahip kişiler değildi, her an işten atılabilirlerdi ve nitekim daha sonraları dot.com balonu patlamıştı. Robert Locke “Phonies in Paradise” adlı yazısında (FrontPageMagazine.com, Mart 19, 2001) Bobo’ların asli bir yaşam tarzı olarak tüketimciliği küçümsemediklerini, sadece kendilerinin ideolojik hassasiyetlerine karşı olan tüketimcilik türüne karşı olduklarını söyleyecekti. Bobo’lar fiilen ödenen ücretler hariç her konuda şirketleri “anti hiyerarşik biçimde yönetmekteydi. Bobo’lar ırksal eşitlik fikrini sevmekle birlikte çocuklarını siyah çocukların pek fazla bulunmadığı okullarda okutuyorlardı. Bobo’luk küresel elitin ideolojik uzlaşması için mükemmel bir kültürel kostümdü: ekonomik konularda tam gaz sağa doğru yol alabilmek için ekonomik olmayan tüm konularda alabildiğine sola dönmeyi mümkün kılıyordu. Resmi rakamlar Bobo’ların iktidara yükseldiği dönemde ekonomik eşitsizliğin arttığını göstermekteydi. Bobo kültürünün yabancı kültürlere olan yoğun ilgisi küreselleşmenin sadece normal değil aynı zamanda kesin olarak beğeni sahibi bir görünüme sahip kılınmasının ideal yoluydu.



Bobo’lar küreselleşme döneminin bir ürünüydü. Küreselleşme dünyanın bir çok yerindeki otelleri, eğlence mekanlarını, gazinoları, tatil köylerini vb. birbirine benzeterek “yer olmayanları” yaratmıştı. Üst-orta sınıfın bohem üyeleri olarak Bobo’lar üçüncü dünyadaki eski, “ilkel”, “yabani”, “otantik” olanın, “ötekinin” ürünlerini tüketerek standardın dışına çıkmaya çalıştılarsa da bu boşuna bir çabaydı; ötekini “egzotik” bir tüketim objesi olarak kuran küresel kapitalizmin ta kendisiydi ve bu nedenle otantik olarak tüketilen şey de artık standardın bir parçası haline gelmişti. Nasıl ABD’de başlarda çoğunlukla Bobo’ların içtikleri “rafine kahveler” sunan kafeler sonraları geniş orta sınıf kitlelerinin uğrak yeri haline geldiyse benzer bir durum “ötekinin ürünlerinin” tüketimi açısından da gerçekleşti. Kendisinin de Bobo olduğunu söyleyen, Bobo’ları desteklemekle birlikte yer yer onlarla dalga geçmekten geri durmayan Brooks kendisiyle 2002 yılında yapılan bir söyleşide kendisinin eskiden Bobo’nun burjuva olanla bohem olanın sentezini gerçekleştirmeyi başardığını düşündüğünü ama daha sonraları burjuva yanın kazandığını söyleyecekti. Brooks’a göre Bobo’nun bohem yanı artık sadece görünüşe, giyim kuşama, iç dekorasyona ilişkindi. Bobo isyankar yanını tamamen unutma eğilimindeydi. Brooks’un tek yanıldığı nokta Bobo’ların bohem yanı değildi. Bobo’lar Brooks’un düşüncesinin aksine çalışma hayatında bağımsızlığa ve özerkliğe sahip değildi. 1990’lı yıllarda işyerlerinde talimat verenlerin talimat alanlar üstündeki iktidarı artmıştı. Bilgisayar aracılığıyla denetimin yaygınlaştığı bu dönemde şirket yönetimleri bilgi işçilerini geçmişin fordist döneminin işçileri üzerindeki kontrole oranla çok daha detaylı bir biçimde kontrol edebiliyorlardı. Çalışmanın özgürleştiğine dair üretilen egemen söylence şirketlerin karlarını arttırmaya yönelik esneklik stratejilerinin bir parçasıydı. 2000 yılının sonlarında başlayan dot.com sektöründeki krizden sonra serbest çalışanların özerkliği daha da sınırlanıp bunlar birkaç büyük şirkete bağlı olarak çalışmak zorunda kaldı. Evde çalışılan saatler gitgide artıp özel hayat ortadan kalkmaya başladı. Girişimci Bobo’ların ekonomik konumu kendilerinin belirlediği bir konum olmaktan gitgide uzaklaşıp belirsiz, istikrarsız bir hale geldi, Bobo’ların kurduğu çok sayıda firma iflas etti, on binlerce profesyonel işsiz kaldı, internetle ilgili iş yapan piyasa büyük tekellerin denetimi altına girdi.



YAŞAR ÇABUKLU

KAYNAKLAR:


David Brooks, Bobos in Paradise : The New Upper Class and How They Got There, Simon & Schuster, 2000, 288 s.

Richard Florida, The Rise of the Creative Class: And How It’s Transforming Work, Leisure, Community and Everyday Life, Perseus Books Group, 2002, 416 s.

Marissa Piesman and Marilee Hartley, Yuppie Handbook: The State-of-the Art Manual for Young Urban Professionals, Pocket Books, 1984

Barbara Ehrenreich, Fear of Falling: The Inner Life of the Middle Class, Perennial, 1990, 304 s.

Richard Barbrook, The Class of the New, Mute, 2006, 116 s.




Monday, September 09, 2019

NAZİ DÖNEMİNDE TOPLU BEDEN VE DANS GÖSTERİLERİ






NAZİ DÖNEMİNDE TOPLU BEDEN VE DANS GÖSTERİLERİ



Batı'da XIX. yüzyılın ikinci yarısı bedenlerin kitlesel düzeyde biçimlendirildiği, ehlileştirildiği, itaatkar hale getirildiği bir dönemi temsil ediyordu. Kışlalarda, okullarda, hapishanelerde iktidarın disipliner kodları bedenlerin üzerine kazınmaktaydı. Ordudaki ve okullardaki beden eğitimi eril bir disiplinle terbiye edilmiş bir yurttaşlar topluluğu yaratmak açısından önemli bir role sahipti. Ulusların inşa edilmekte olduğu XIX. yüzyılda devlet ulusal birliğin gücünü sergilemek amacıyla kitlesel seremoniler düzenlemekteydi. Bedenlerin yığınsal bir biçimde sergilenmesinin göze çarpan örneklerinden biri kitlesel jimnastik gösterileriydi. Bu gösteriler erkek savaşçılar kültünü devam ettiriyor, öz kontrole, disipline, itaate dayalı bir yurttaşlık idealini öne çıkarıyordu. Bu “toplu egzersiz"lerin bir amacı da sınıfsal ve bölgesel farkların üzerini örterek üniter bir ulus miti yaratmaktı.



20. yüzyılın ilk on yılları boyunca ulus-devletlerin organize ettiği kitlesel beden gösterileri devam etti. Bu gösterilerle XIX. yüzyıldaki gösteriler arasındaki en belirgin fark toplu, kitlesel hareketlerdeki mekaniklik dozunun artmasıydı. Toplumsal kültür içinde mekanikliğin, standartlaşmanın güçlenmesinin en önemli nedenlerinden biri Taylorizmle birlikte meta üretiminin kitleselleşmesi, fabrikalardaki işçilerin organik bedensel bütünlüklerini yitirerek makine sisteminin parçaları haline gelmeleri, “robotlaşmaları” idi. İşçi üretime ilişkin her türlü şahsi inisiyatifini tamamen yitirmiş, rasyonel olarak kurgulanmış bir kolektif üretim sistemine mekanik bir şekilde itaat etmek dışında bir şansı kalmamıştı. Taylorist model fabrika dışındaki toplumsal ve kültürel hayatı, toplu hareket biçimlerini de etkileyecekti.



1920’li yıllar kadınlardan oluşan toplu dans gruplarının, revülerin popülerlik kazandığı yıllardı. Kracauer 1927’de yayınlanan The Mass Ornament adlı çalışmasında bu dans gruplarının gösterilerini Taylorizmle ilişkilendirilecekti. Çalışmasında Tiller Girls adlı kadın dans gurubuna değinen Kracauer bu grubun sahnedeki toplu hareketinde Taylorist bir rasyonelliğin, verimliliğin, soyutluğun, düzenin, kesinliğin hakim olduğunu söyleyecekti. Dans gurubu koordine bir şekilde hareket ediyor, sahnede yarattığı motiflerle geometrik bir rasyonalite sergiliyordu. Gruptaki her bir kadın dansçı fabrikadaki taşıma bandı üzerindeki kendi işini yapan işçi gibi kısmi bir işlevi yerine getiriyor, işin tümünü kavrayamıyordu. Dans grubundaki kadınların bacakları fabrikalardaki işçilerin elleri gibi hareket etmekteydi. Birleşik beden tekrara dayalı hareket içinde parçalara ayrılıyor, organik özne pasif bir nesneye dönüşüyordu. Bireysel istem ve yaratıcılık ortadan kalkmış, dansçılar patronun daha önce belirlediği hareketleri makinesel bir şekilde tekrar eden otomatlara dönüşmüşlerdi. Bedensel hareketlerin standartlaştığı toplu dans gösterisinde sahnede yaratılan geometrik ve mekanik örüntü kapitalist ekonominin soyut rasyonalitesinin bir göstergesiydi.



1920’li ve 1930’lı yıllarda Tiller Girls’ünkine benzer gösteriler sunan Hiller Girls, Hoffmann Girls, Rockettes vb. dans grupları mevcuttu. Kracauer, Tiller Girls’ün yanı sıra kadın jimnastikçilerin katıldığı kitlesel jimnastik gösterilerini de Taylorizmle olan ilişkileri bağlamında ele alacaktı. Toplu gösterilerde birey kendini kaybetmekte, bir örnek, uyumlu bir kitlenin parçasına dönüşerek onun içinde eriyip gitmekteydi. Elbette toplu jimnastik ve toplu dans gösterileri ilk kez XX. yüzyılın ilk on yıllarında ortaya çıkmamışlardı. Kracauer XIX. yüzyıldaki organik, mistik, cemaatsel, toplu dans gösterileri hakkında bilgi sahibiydi. Ancak Kracauer 1920’lerdeki toplu dans gösterilerinde organik ve tinsel boyutun gerilediğini, gösterilerin mekanik, daha az doğal hale geldiğini ileri sürmekteydi.



Kracauer’in yaklaşımında sorunlu olan boyut toplumsal cinsiyete ilişkin olanıydı. Andreas Huyssen’e göre Kracauer kitle kültürünü kadınsı olarak gören bildik anlayışı muhafaza etmekteydi. Patricia Vettel-Becker, “Clarence Holbrook Carter’s War Bride and the Machine/Woman Fantasy” adlı yazısında Kracauer’in toplu gösterilere katılanları kadınlar olarak değil kitleler olarak gördüğünü söyleyecekti. XIX. yüzyılda toplu halde gösteri yapan kadın dansçılardan azımsanmayacak bir bölümü geçim sıkıntısı nedeniyle fahişelik de yapıyordu. Dans ederken toplu olarak bacaklarını havaya kaldıran bu kadınların iç çamaşırları görünüyordu. Dansçı kadınlar bazen de iç çamaşırı giymiyorlardı. Dolayısıyla 1920’lerdeki revü kızları erkek bakışı açısından fahişeliğin izlerini üzerlerinde taşıyordu. Rockettes topluluğundaki kadınları öncekilerden ayıran fark hareketlerinin mekanikliği ve bununla ilişkili olarak erotizmden bir ölçüde sıyrılmış olmalarıydı. Ama gösterileri, Kracauer’in iddia ettiğinin aksine, cinsel çekicilik taşımaktan uzak değildi. Proleter fahişeyle özdeşleştirilen bu kadınlar yapımcının koreografisi, erkek izleyicinin bakışı ve makinenin geometrik estetiği tarafından kontrol edilmekte ve sınırlandırılmaktaydı. 1927’de Kracauer’in konuya bakışı fazlasıyla mesafeli, eril ve gerçekçiydi! Toplu gösterileri küçümseyen aydınları eleştiren Kracauer bu tür gösteriler karşısında duyulan hazzın meşru olduğunu, bu gösterilerin gerçeklik düzeyinin sönük biçimler altında demode olmuş soylu duyguları geliştirmeye çalışan sanatsal yapımların gerçeklik düzeyinin daha üstünde olduğunu söyleyecekti. Öte yandan Kracauer’e göre bu gösteriler bir yandan kapitalizmin yaklaşan sonunun bir işaretiyken öte yandan yeni bir ütopyanın imkanlarına da işaret etmekteydi. Kracauer daha sonraları bu yaklaşımından uzaklaşacak, 1947’de toplu gösterilerin Alman halkının faşizmi kabul etmesine katkıda bulunduğunu söyleyecekti.


1920’li ve 1930’lu yıllar kitlesel üretimin ve tüketimin hızla geliştiği bir döneme şahit olmaktaydı. Kadınlar kitlesel olarak çalışma hayatına, tüketim alanına ve kamusal hayata giriyorlar, oy hakkı ve diğer kadın hakları için mücadele ediyorlardı ve bu durum patriyarkal düzeni rahatsız etmekteydi. Ama modernlik XIX. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak kitlesel bedeni erkek egemen disipliner yapılar içinde biçimlendirme, yönetme işinde tecrübe kazanmıştı. 1920’lerde ve 1930’larda patriyarkal-kapitalist sistemin yapmaya çalıştığı şey artık kaçınılmaz bir biçimde kamusal hayata giren kadın kitlelerinin hareketini Taylorist, disipliner, askeri biçimler içine sıkıştırarak sınırlandırmak ve yönlendirmekti. Kracauer’in yaklaşımını eleştiren bazı yazarlar revü kızlarının ve toplu gösteri yapan kadın jimnastikçilerin bir örnek, düzenli hareketinin Taylorist değil askeri bir biçime sahip olduğunu öne süreceklerdi. Kitlesel beden gösterileri erkeklerin katıldığı askeri yürüyüşler, seremoniler, jimnastik gösterileri vasıtasıyla da gerçekleşmekteydi. Bu dönemde bayrak törenleri, askeri bando eşliğinde yapılan yürüyüşler, atletlerin kitle halinde ritmik yürüyüşleri, kitlesel katılımla dinlenen ulusal marşlar vb. etkinlikler batıda bir çok ülkede mevcuttu. Naziler bu tür kitlesel seremonileri ve gösterileri Nasyonal Sosyalist ideolojinin propagandasını yapmak amacıyla kullanacaklardı. Nazilerin başvurduğu kitlesel beden disiplini teknikleri modernlik tarafından bizzat üretilmiş ve onlara sunulmuştu ve bu anlamda Nasyonal Sosyalizm modernlik projesinden bir kopuşu temsil etmiyordu, bu projenin belirli bir aşamasına denk düşen bir devam hareketiydi.



Nazi yönetimi döneminde stadyumlarda, meydanlarda gerçekleştirilen kadın jimnastikçilerin kitlesel gösterileri kadın bedenini disipliner bir koreografinin uzamsal biçimleri, örüntüleri içine sıkıştırmaktaydı. Jimnastikçilerin hareketleriyle yarattığı kolektif figürler matematiksel, rasyonel biçimde düzenlenmiş bir uzamsal pratiğe işaret etmekteydi. Kadının gündelik hayatı içinde, kendiliğinden bir şekilde, kendi kendine oluşturduğu yere karşıt olarak kurulan bu soyut uzam eril bir niteliğe sahipti. Jimnastikçilerin hareketlerini düzenleyen zaman da böyleydi, uzamsal terimlerle ifade edilebilen, ölçülebilir, birbirine eşit küçük birimlere ayrılabilen soyut zamandı, erkeğin zamanıydı. Jimnastikçilerin hareketleri en basit uzamsal ve zamansal terimlerle ifade edilebilecek bir seviyeye indirgenmişti. Ramsay Burt’a göre kitlesel jimnastik gösterilerinde iktidar kadınların bir topluluğun parçası olma arzularını manipüle ediyor, itaatkar bedenler oluşturmak istiyordu. Bu gösteriler kadınların gönüllü olarak kendi üzerlerinde bir disiplin rejimi kurdukları patriyarkal bir pratiği temsil etmekteydi ve gösterilere katılan kadınların moda haline getirilmiş ince beden normunu muhafaza edebilmeleri için sürekli beden eğitiminden geçmeleri gerekmekteydi.



Naziler kadınları Nasyonal Sosyalist ideoloji doğrultusunda örgütlemeye çalışıyor, dava arkadaşlığına, birlik ve beraberliğe dayalı bir topluluk ruhu oluşturmak istiyordu. Nazilerin yönettiği kadın dans okullarında disiplinin ve kardeşliğin önemi vurgulanmaktaydı. Naziler disiplinli kadın topluluğu idealini eğlence sektöründe de güçlendirmek istiyorlardı. Teri J. Gordon’un Fascism and Female Form: Performance Art in the Third Reich adlı yazısında belirttiği gibi ( Journal of the History of Sexuality, 11.1 ve 2, 2002) Almanya’da Weimar döneminde etkinlik gösteren revüler Nazi yönetimi döneminde hızlı bir gelişme içine girmişti. Revü kızlarının toplu, senkronize, mekanik hareketleri düzen, disiplin ve kontrol nosyonlarını güçlendirmekteydi. Bu tür toplu danslar sağlık ve uyum imgelerinin de yardımıyla bir bütünlük ve kolektif kimlik illüzyonu yaratmaktaydı. Hitler Tiller Girls’e hayrandı. Nazi döneminde kabareler, revüler ve revü filmleri daha milli, askeri bir nitelik kazandı. Askeri elbiseler giymiş revü kızları sahnede marş eşliğinde ritmik yürüyüş yapıyor, kılıçlarıyla askeri egzersizler gerçekleştiriyordu. 1939’da Hiller Girls’ün reklam afişindeki kadınlar askeri üniformalı ve tam teçhizatlı biçimde poz vermekteydi. Revüler resmi geçit törenine dönüşmeye başlamış, toplu dans gösterisi tek bedenin, tek ritmin, tek temponun egemen olduğu bir beden disiplini gösterisi haline gelmişti.


Kitlesel beden gösterileri toplumsal olarak cinsiyetlendirilmişti. Erkek jimnastikçilerin yürüyüşü izleyiciyi gölgede bırakan kadir-i mutlak bir devlet gücünün temsili olarak belirirken kadın jimnastikçilerin yürüyüşü erkek izleyici kitlede, cinselliği tehdit edici olmayan, çizgisel bir biçim altında sınırlandırılmış, kontrol altına alınmış bir “nesne kitle” izlenimi yaratıyordu. Bu tür gösteriler modernlik boyunca kadınla ilişkilendirilen belirsizliği, kendiliğindenliği, disiplinsizliği, tekinsizliği, istikrarsızlığı tekrara ve bir örnekliğe dayalı bir hareket içinde inzibat altına alma amacına hizmet etmekteydi. Susan Sontag’ın Fascinating Fascism adlı yazısında (Under the Sign of Saturn: Esssays’in içinde) söylediği gibi Hitler, liderliği kadın kitlelerinin cinsel olarak hakimiyet altına alınması olarak görmekteydi. Faşizm kadın kitlelerini intizamsız, canlı bir çeşitlilik gösteren, anarşik, kendiliğindenliğe dayalı oluşumlar içinde görmek istemiyor, onları eril, mekanik, rasyonel, hiyerarşik, disipliner yapılar, örüntüler içinde kontrol altına almayı ve yönlendirmeyi amaçlıyordu.


YAŞAR ÇABUKLU


KAYNAKLAR:


Siegfried Kracauer: The Mass Ornament: Weimar Essays, Harvard University Press, 2005, 416 s.

Ramsay Burt, Alien Bodies: Representations of Modernity, “Race”, and Nation in Early Modern Dance, Routledge, 1998, 222 s.

Susan Sontag, Under the Sign of Saturn: Essays, Picador, 2002, 224.s